"Daha gelmedik mi Yüküntür?" diye söylendi Rolf. Ağrıyan ayakları, artık onu taşımaz hale gelmişti.
"İnan bana bu kadar uzak olduğunu bilmiyordum..." diyebildi arkadaşına Yüküntür. "Ama sana söz, bu işler bitsin herkesin gönlünü alacağım. Bu yürüyüş ve diğer katlanılan çileler için..."
İki saattir, Shariz Hapishanesinden kıyı şehri Tarbov'a yürüyordu Yüküntür ve ekibi.
Ekipteki en çok güvendiği Rolf, Nizar ve Bunduk vardı. Aynı zamanda Lead Walden'in yaveri Alaen'i almıştı ki, bir sorun çıktığında Bunduk ile düşmanları uzaktan temizleyebilsinlerdi.
Tarbov şehrinin çalışma ışıkları uzaktan görünmeye başlamıştı. Soluktu ışıkların şehrin ama çoktu. Gökteki yıldızlardan fazla, onlardan daha da parlaktı.
-Nihayet!
dedi Nizar dizlerinin üzerine çökerek. Anlaşılan en çok o yorulmuştu. "Bırakın beni de şurada uyuyayım." tümcesi ağzından dökülürken Rolf'ün ağzı kulaklarına vardı:
-Bakıyorum benden daha da mızmızmışsın...
Nizar'ın cevabı hazırdı:
-Sen iki kadını aynı anda dölleyen birine mi söylüyorsun?
-Bu iş üremekten daha zordur kukuman kuşu!
diye dalga geçti Rolf.
"Eee! Yeter artık, didişmeyi kesin de göreve odaklanın!" dedi Bunduk sert bir tavırla.
Herkes birbirine bakıp gülüşmeye başlamışken Yüküntür hızlı ama sessiz adımlarla kente yürümeye başladı. Ekipte onu takip etmeye başladı. Nihayetinde daha tamamlanmamış şehrin kapısına geldiklerinde bir arbaletli muhafız onu durdurdu.
"Kimsiniz?"
Bunduk, bedevi giysilerinin arasından konuştu:
"Sakin ol asker!"
Muhafızın gözleri faltaşı gibi açıldı:
-Mareşal Bunduk! Siz ve ekibiniz...
"Konuşmayı kes ve içeri al bizi!" dedi Bunduk sinirli bir tavırla. "Peki baş ustabaşına ne diyeceğim?" dedi arbaletli muhafız.
Bunduk adamın niyetini anlamışçasına ona içi dinar dolu bir kese fırlattı.
"Bir yalan uydur ve parayı sarhoş olana kadar harca!"
dedi ve göz kırptı.
Adamın suratında çirkin bir gülümseme yayılmıştı. Sarımsı ve eksik dişleri, insanların midesini bulandırmaya yeterdi.
Ekip, Bunduk'u takip ederken Yüküntür yoldaşının kulağına fısıldadı:
"Harika bir iş çıkardın."
"Teşekkürler..." dedi sessizce. Görevini tamamladığını resmeden bir duygu dalgası kaplamıştı yüzünü.
Tamamlanmamış şehrin işçileri, yarım kalmış binalara yada boş arazilere çadır kurmuşlardı. Kimi çadırlarında uyuyor, kimi barbut adındaki kumarlarını oynuyor, kimi de dışarıdan getirttiği fahişeleri ile sevişiyordu.
Sefalet, insanları kumara sürüklerdi, tek gecelik ilişkilere, kötü işlere... Ama maddi sefalet değil, manevi sefalet adamı harcardı. Eğer bir insanın duygusu sadece "ye, iç, sıç, seviş, üre" olsaydı; bir hayvandan farkı kalmazdı.
Ve şimdi bu işçilerin bir hayvandan kalmamıştı. Sefalet, onların ruhuna işlemişti.
Bu insanların arasından yürürken Yüküntür ve ekibi, Nizar'ın yanına hafif kavruk tenli, pembe dudaklı, göğüsleri tamamen açık bir kadın geldi.
"Bu gece sana bir kadının arkadaşlık etmesini ister misin yakışıklı?"
Nizar, görev bilincinden ayrılmıştı. Kadının dudaklarını kendi dudaklarına kenetlemiş, ayaküstü sevişmeye başlamıştı fahişeyle.
"Biri gitti, üçü kaldı." diye mırındandı Yüküntür.
Daha sonra ilerlerken biraz ötede büyük bir kalabalık, iki adamın etrafına toplanmış, dövüş bahislerini topluyorlardı. Anlaşılan çetin bir kavga olacaktı. Alaen, fırsattan istifade kalabalığın arasına karışmıştı. Kavga izlemek ve kumar oynamak, bu Lead yaveri için iyi bir eğlenceydi.
"İki..." diye mırındandı Yüküntür.
Tamamlanmamış şehrin iyice içlerine girmişlerdi. O sırada Bunduk, meyhane vari bir binanın içine girmiş, Rolf de onu takip etmişti. Bu şehir, herkesi içine çekiyordu.
-Demek bu kadar dengesizdiniz....
diye söylendi yoldaşlarına.
Tamamlanmamış şehrin artık iyice içerlerindeydiler. Zaten meydan denen yer, şehrin kıyısına kurulmuştu.
Yüküntür gözlerini bir süreliğine kapadı. Şehrin o kuru kalabalığını bir kenara bıraktı.
Es Yüküntür... Es rüzgar gibi.
Saflığa, ışığa doğru...
O sırada gözleri aniden açıldı ve kendisini bir çadırın karşısında buldu.
Çadır eskiydi, kırık dökük bir yerde kalıyordu iki kişi. Birinin yüzü yıpranmış bir sarıkla örtünmüştü. Üzerinde ise sarıktan daha da çok yıpranmış bir okçu yeleği vardı. Diğer kişinin başında bir şey yoktu. Saçları çok uzun değildi ama dağınıktı. Açık kahverengiydi saçları... Oturduğu yerden uzun olduğu söylenebilirdi ama yaşıtlarına göre de fazla uzundu. Henüz 15-16 yaşlarında gösteriyordu. Çocuğun üzerinde bir plato zırh vardı, ellerinde kalın zırhlı eldivenleri, ayağında da çelikten yapılma botlar vardı.
Çocuk ayağa kalktı:
-Efendi Beorn, yoldaşlarınız nerede?
dedi sakin ve saygılı bir tavırda...
Yüküntür umursamazca cevapladı:
-Şehrin sarhoşluğuna kapıldılar maalesef...
"Demek yaverim Alaen'de..."
dedi yüzü kapalı adam.
Yüküntür kafasını sallamakla yetindi.
Yüzü kapalı adam yavaşça yerinden doğruldu, çadırın arkasına gitti. Çok ama çok kısa bir süre sonra bir çift eskimiş deri asker botları ve aynı şekilde olan deri eldivenler getirmişti, bir de bir kalpak vardı.
Adam ilk önce botları giydi, ardından eldivenlerini... Sonra yüzündeki sarığı çıkardı.
Yüküntür, elinde olmadan gülümsedi:
-Nihayet yüzünü gördüm Walden...
Walden eskilerden kalma giysileri ile bir haramiden farksızdı ama işin sırrı da buradaydı: gizlenmekti.
"Artık gidebiliriz, Tulga'ya..."
dedi Walden.
"Nasıl?" diye sordu Yüküntür.
Walden, elini iki kez ellerini çırptı. O sırada çocuk da kanatlı miğferini giymiş, arbaletini, sadağını ve çift elli kılıcını kuşanmıştı. Walden da kendisine hazırladığı yayını, sadağını, demir kalkanını ve battal kılıcını kuşanmıştı.
Ellerini çırptığında çadır bir anda küle dönmüştü, neyse ki önceden hazırlanmıştı ikili.
O küle dönen yerde şimdi çadırdan daha büyük bir anka kuşu ateş saçıyordu.
* * * * * *
Tulga Şehri'nin sokaklarında hızla koşarken Yuseid ve Aegean, bölüm askerlerine alev topları atıyorlardı. Bir süre önce öğretmişti Aegean bu özelliği Yuseid'e.
Anka klanı mensuplarının maalesef hepsi bu özelliği kullanamıyordu. Her beş kişiden iki anka klanı mensubunda bu özellik vardı ki bu azınlıkta az birşey değildi. Alev topu atabilenler aynı zamanda çevredeki kandil yağlarına da hakim olabilirler, onları alevlendirebilirlerdi.
Her anka klanı mensubundan beş kişiden ikisinde ise alev göz özelliği vardı. Bu özellik yüzünden ilk başta "şeytan" diye tabir edilmişti bu özellikli insanlara. Bu insanlar duvarın arkasındaki bireyleri, nesneleri görebilirlerdi. Toprağa baktıkları zaman altınları, gümüşleri, kısacası değerli herşeyi görebilirdi bu insanlar. Ayrıca elindeki silahları da alevlendirebilerdi. Geriye kalan beşte bir kısımda ise iyileştirme ateşi mevcuttu.
Bu kesit, genelde şaman, büyücü yada sihirbaz olarak adlandırılardı. Bu insanlar ciddi derecede önemliydi. Eğer altından bir Zeus heykeli olsaydı, o bile değersiz kalırdı sırf bir insan içindi.
Bu özelliğe sahip anka mensupları, genelde ender görünürlerdi bilgiler üzerine. Bunun dışında iki tür daha vardı ki bu özelliğe sahip anka klanı mensupları, dünya yıkılsa bile bulunamazdı kolay kolay.
Birincisi lider ankalardı. Lider ankalara "Binici" denirdi. Sadece biniciler anka kuşlarına binebilirdi. Yanlarına insan alabilirlerdi. Bu kişiler köle de olabilirdi, bir kral da...
İkincisi ise "kömür el" denen sınıftı. Bu tür insanlar binicilerden bile az bulunurdu. Bu insanlara "kum saatinin bekçisi", "tanrının gerçek oğlu" ve hatta "tanrı" bile denirdi. Bu insanların özellikleri bilinmezdi. Herşeyi yapabilirlerdi.
Yuseid ve Aegean, alev topu atabilen anka klanı mensuplarıydı. İkisi de bölüm askerlerini alev topları ile kaçırırken, sarayın kapısına varmışlardı.
"Ve şimdi sıçtığımızı yeme vakti!" dedi Yuseid. Aegean ise kısa bir kahkaha attı:
-Onların sıçtığını yiyeceğiz yoldaş, için rahat olsun.
Dedi ona babacan bir tavırla.
Yuseid'in yüzünde ister istemez bir tebessüm belirdi. En azından Ventus'u ve ikiz kafadarlar Peace-Inn'i Rivacheg'e bırakmıştı. Bu da içini bir nebze olsa da rahatlatıyordu.
Sarayın kapısını omuzları ile kırdılar sertçe, daha doğrusu kırmamışlardı. Sadece biraz itmişlerdi.
Sarayın içine dalarlarken Mirim'in sesi ikilinin kulaklarında yankılandı:
-Başınıza büyük bir bela aldığınızın farkında mısınız?!
Aegean ise bu tehdit-soru karşısında kükredi:
-Kafanı bedeninden kopardığım zaman bunu diyebilecek misin bakalım?!
Bu bir meydan okumaydı, normalde Aegean sadece Walden'in davası için savaşan, uzaktan bir kuzendi ama nedendir bilinmez, şimdi durumu kişiselleştirmişti.
Bu sırada sarayın içini sisler kaplamıştı, ikili içlere giderken... Ana salona geldiklerinde Mirim'i görmüşlerdi. Kucağında bir kadın vardı ve bu kişinin Ymira olduğunu anlamak zor değildi.
-Sen ne yaptın?
Diye kükredi Aegean...
"Walden cezasını çekecek!" dedi ve sislerin arkasından kayboldu.
Artık Mirim gitmişti ve Ymira'yı öldürmüştü, keder ile, acı ile... Ve ikili onu durduramamıştı. Aegean, gözyaşlarını dökerken Yuseid mırındandı sessizce:
-Bizi affet Lead!
* * * * * *
XII.Konstantin, tahtına oturmuş, sessizce bekliyordu. Neyi beklediğini bilmiyordu ama onun geleceğini biliyordu. İçindeki huzursuzluk cehennemden daha sıcak ama bir o kadar da soğuktu. Bu bekleyiş imparatorun vücuduna da yansımıştı.
Gece karanlığında, sadece kandillerin aydınlattığı salonda yüzü bembeyazdı ve sırtından soğuk terler akıyordu. Herkesten uzaktı şimdilik ve şu anda ihtiyacı olduğu tek şeydi bu.
Fakat bu yalnızlığı kaburga kemiklerini, ciğerlerini parçalayan bir ok engel oldu.
"Demek beklediğim şey buymuş..." diye söylenmekten kendini alamadı.
Acı içinde öleceğini hissediyordu, beklediği sonunda gerçekleşmişti ama bu son asık suratla olmayacaktı. Sahte de olsa sırıtarak olacaktı.
-Ne içindi söyleyebilir misin? Kendine ne kadar yüce gözüyle de baksanda, imparatorluğun yıkılıyor yavaş yavaş...
Kaç yıl oldu söyleyebilir misin? Beş, on, yirmi? Ben sana söyleyeyim: On iki acı sene Konstantin, ON İKİ! Kardeşimi, yoldaşlarımı senin yüzünden kaybettim. Karım Ymira'da öldü ve oğlumu da kaybetmeme ramak kalmıştı! Bunun bedeli ne olacak biliyor musun ****** çocuğu? Kafanın başkent Tulga'da sallandırılması...
Bu cümleleri söyleyen ses, ona yabancı gelmemekle beraber eski bir dostun sesiydi sanki... Tabii eski dost, düşman olmazdı.
"Walden! Eski dostum..."
dedi zorlukla ve gülümseyerek...
"Eski dost, düşman olmaz."
dedi sinirle Walden. Gözlerindeki öfke, alevmişçesine parlıyordu.
Ve son sözleri söyledi:
-Ben Lead Walden ve bütün Kalradya'ya yeminimdir ki sen XII. Konstantin'in kafasını kesip Tulga'ya dikmedikçe ben vatanıma dönmeyeceğim!
Ardından gelen Battal Kılıcın darbesi, XII.Konstantin'in kellesini, bedeninden koparmaya yetti. Kelle koparken, adamın suratındaki tebessümden dönme sırıtma hala kaybolmamıştı.
Walden, artık vazifesini tamamlamıştı bu dünyadaki ama son bir şey kalmıştı. Yerdeki kelleyi almadan önce mırındanmadan edemedi:
-****** çocuğu!
* * * * * *
Sabahın ilk ışıkları Tulga'ya vururken, üstü açık bir tabut üzerinde Leydi Ymira taşınıyordu. Taşıyanlar ise sarayın önde gelen nedimeleriydi. Walden bu cenaze törenine katılmamış, bunun yerine meşale taşıyanı Yüküntür olarak tayin etmişti.
Bir insanın acısını anlamak kolay değildi bu hayatta. Eğer o acıyı yaşamamışsanız asla bilemezdiniz. Anlamaya çalışırdınız belki ama bu bile yeterli değildi.
Cenaze sonrası, Yüküntür Walden'in çalışma odasına girdi.
-Hadi, görevin...
dedi ve cümlesi yarım kaldı.
Çalışma odasında kimse yoktu, sadece masanın üzerinde çalışma planları, bir kitap ve ufak bir not vardı.
Yüküntür, yavaşça yürüdü. Masanın üzerindeki planlara baktı, bina çizimleri, şehir tasarımları mevcuttu.
Sonra da notu okumaya başladı.
Lead Walden'dan tayini mektup
Şu anda masanın üzerindeki parşömeni okuyorsanız Lead Beorn "Yüküntür" Druel, bendeniz bütün haklarımdan vazgeçmiş ve size devretmiş bulunmaktayım.
Şayet ki anayasa kitabı -ki hazırlanırken siz de vardınız- buna izin vermektedir.
Burada sizin mal varlığınız ve size verdiğim çocuğun velayeti vardır.
Emanetime ve sahip olduğunuz herşeye sahip çıkacağınızdan eminim.
Yeni görevinizde başarılar ve bu arada lütfen yeni yatak odanıza gidin.
Yüküntür, gözlerini faltaşı gibi açmıştı.
Artık devletin başında o vardı. Kalradya'nın hakimi oydu.
Bir anda hızla çalışma odasından çıktı ve yatak odasına gitti hızla. Kapıyı açtığında, gözlerine inanamadı.
Eskiden öldüğüne inandığı biriydi o. Kızıl ve uzun saçları, gülen yüzü ve üzerine giydiği beyaz ipekten giysi...
Yüküntür'ün gözlerinden yaşlar dökülemeye başladı, onun hayalini kurmuştu uzun yıllar boyunca. Daha sonra bir prensese aşık olmuştu ama içinde yaşıyordu o hala.
-Hayatım, kocacığım... Neden ağlıyorsun?
Yüküntür dizlerinin üzerine çökmüştü. Dayanamamıştı bu sevince...
"Senin yokluğunu unutmuştum Sara... Ama sen geri döndün bana!"
* * * * * *
Sarrdak Çölleri, tanrının unuttuğu yerler olarak adlandırıldı Kalradya'da ancak bu söylenti, Walden gitmeden önce değişecekti.
Bir geçit açılmıştı, onun asıl vatanına... Doğduğundan beri bu dünyaya ait olmadığını hissetmişti, bunu biliyordu da. Ama o tekne battığı zaman, gerçeği görmüştü...
Ataları Alveden diyarındaydı. Mirim de oradaydı ve bunun da farkındaydı. Onu öldürecekti, artık kaybedeceği bir şey kalmamıştı. Oğlu zaten güvenli ellerdeydi. Onu Kalradya'ya bağlayan herşeyini Yüküntür'e vermişti. Tash Kulun kütüphenesini, mal varlığının hepsini, cumhuriyetini ona vermişti. Sadece üzerinde yıpranmış zırhı ve devasa anka kuşu vardı.
"Artık gidiyoruz sadık dostum Atrejon..." dedi anka kuşuna.
Kuş sadece bir çığlık attı ve yanmaya başladı.
"Nihai bir ömrünü daha tamamlıyorsun..." diye iç geçirdi. Bu sırada Tano ve Anabel'in sesini duydu:
"Geleceksin, değil mi?"
"Evet." dedi Walden soğuk bir tavırla zihninin içinde.
Kuşu artık tekrar küllerinden doğmuştu, ufak, sevimli bir kuş.
"Tatlı şey..." diye düşündü Walden ve onu kucağına aldı.
Artık karşısındaki geçide gitmeye hazırdı. Tarbov yapıldıktan sonra buraya da bir şehir kurulacaktı. Kendi memleketini ismi verilecekti buraya yapılacak şehre:Alveden.
Tam geçide girecekti ki Ymira'nın hayaleti belirdi karşısında şeffaf bir biçimde.
Onun hayali dudakları, erkeğinin sert ve kuru dudaklarına değdi.
"Ben burada huzurluyum, canım..." dedi ve yavaş yavaş kayboldu.
Walden, gözyaşlarını dökerek geçti geçitten.