İHTİLAL VE SONRASI 3:Kalradya'nın Kahramanları(Final Bölüm Yayında...)

Sizce öykümün bir oyun modu olmalı mı?

  • Olmalı

    Votes: 33 58.9%
  • Olmamalı

    Votes: 23 41.1%

  • Total voters
    56

Users who are viewing this thread

Merhaba arkadaşlar...
Uzun zamandır ortalarda yoktum. Yazdığım bölümleri İşgal kısmına çevirdim, bundan sonra VII.Bölüm diye devam edeceğim.
Umarım beğenirsiniz...
DeepNot:
Bu arada berbat derecede de olsa harita tasarladım. Beğenmenizi beklemiyorum, daha sonra ki olaylar oralarda geçecek, bu yüzden yayımlama ihtiyacı duydum. Harita bu arada aşırı büyüktür, indirirseniz daha rahat bakabilirsiniz.
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg6463863.html#msg6463863
bh2xm.png
[/url]
-Sen ne demek istiyorsun? Anlamadım.
dedim arkadaşım Ryan'a...
Ryan, 20 yıl kadar önce, Kalradya Cumhuriyeti Ordusu'nun en eski albaylarındandı. Şimdi ise İbdeles Ordu Karahgahı'nda öğretmenlik yapıyordu. Uzun ve kirli sakalları saçlarına karışmıştı. Eskiden bayağı kaslıydı Ryan, şimdi ellili yaşlarında olduğunu düşünürsek hala performansından ufak tefek birşeyler kalmıştı ama bayağı paslandığını söylemek yanlış olmazdı.
-Yani şunu demek istiyorum, dedi ciddi bir tavırla, artık Lead Yüküntür devleti eskisi kadar iyi yönetemiyor. Zaten Walden'in akıbeti nedir bilinmiyor ama tanrı aşkına söyle Birvov, baban sence artık eskisi kadar iyi mi?
Evet, ismim Birbov. Lead Yüküntür'ün birinci oğlu, aslında maneviyatım ama ailem kim akıbeti bilinmez. Babam Yüküntür, beni iki aylık iken edinmiş evlatlığa.
Ailemde normalde dokuz kardeşiz lakin benden sonra doğan Lydia hariç kardeşlerimle iyi geçinemem. Ailemden kimseye benzemem, ne annemin kızıl saçları vardır bende. Ne de babamın mavi gözleri...
Karakter bakımından da öyledir aslında. Babam savaşçıdır ki Kalradya sınırlarını genişletmiş, çöllerin ilerindeki bedevi sürgünlerinden dağlı doğu kolonilerine kadar her yer bizimdir. Ana kıtanın neredeyse çeyreğidir Kalradya... Sadece Dörtyol Hanı bölgesi ve Druia dağlarına müdahale etmemiştir.
Annem kadar da uysal sevecen değilimdir. Bir çocuğum olsaydı, dayanırdım onun ağlamalarına ama bir çocuk sürüsünün içine atın beni, hepsini katlederim.
-Babam, aslında seçim yapmayı meclise sundu ama meclis bunu kabul etmiyor, dedim Ryan'a.
-Zaten sorun meclis yoldaş! dedi bana yanımda oturan Michoel. Kısa saçları, minyon gözleri ve o kadar da burnu dikkat çekiyordu aramızda. Ancak hepimizden uzundu, sanki savaş alanındaki devler gibi...
Michoel'e kızmadan edemedim:
-Sen ne demek istiyorsun yoldaş?
Michoel'in cevabı ise benim düzenimi alt üst etmeye yetti:
-Lead Walden zamanındaki yöneticilerden sonra ortam dağıldı, demin ki nutuğunda eski albay Ryan Serbov haklı yoldaş... Bu ülkeye artık yeni beyinler lazım. Tamam kabul, şimdiki yöneticiler ülkeyi iyi yönetiyor lakin kulağımıza bazı şeyler gelmiyor değil!
Benim düşüncelerimin sarsılmasında Michoel'in dediklerinin devamı etkili oldu:
-Geçenlerde eski Maliye Bakanı Marnid'in oğlu Marnid Jr. ,ki sen de bilirsin en ünlü tüccarlardan biridir- parasını meyhane kızlarını çatır çatır becermek için kullanıyor ve işin aslı şudur ki yoldaş, burada devletin parası ve yetkisi devreye giriyor. Geçen gün meyhanede Marnid Jr.'ı gördüm. Bir elinde kıza belgeyi gösterirken odasına çekti. Diğer yanda da cumhuriyet armalı bir keseyi hancıya attı. Şimdi siz bana söyleyin yoldaşlar: bu bir devlet tüccarının yapacağı en büyük vatan hainliği, rezilliği de değildir de nedir?
Ben bunlara inanmamakta ısrar ediyordum, bu kanıyı haksız çıkarmak için sordum:
-Bir şahidin yada kanıtın var mı?
Michoel üzgün bir tavırla:
-Maalesef bende bunlara inanmamak istiyorum yoldaş ama kanıtım, dedi ve cebinden cumhuriyet armalı, şarap ve adını vermek istemediğim sıvı bulaşmış bir kese çıkardı, buradadır.
Benim gözlerim faltaşı gibi açılmıştı, hemen öfkeyle ayağa kalktım ve bağırdım:
-Bunu hemen babama ileteceğim!
Beni oturtan kuvvet, Sarranidli Sharudya oldu:
-Otur yerine aptal çocuk, sadece bir kanıt ile bir adamı hapse attıramazsın.
Sharudya, Ryan'dan yirmi yaş küçük, bir cumhuriyet muhafızıydı. Büyük depremden sonra Mirim Şehri inşaatında önemli vazifeler yapmış ve büyük kıdemli anlamını taşıyan "Valerin" ünvanını almıştı. Aslında Valerin kıdemi her babayiğide verilmezdi. Bu ünvan için ya birkaç cepheyi yönetecek kadar zeki olmanız, yada bir müfrezeyi kendi canınız pahasıya koruyacak kadar aptal olmanız lazımdı. Çoğu kişi bu ünvanı öldükten sonra alırdı ki, hala yaşayan "Valerin" ünvanlı kişilere "cevher", "yürüyen ölü", "yaşayan efsane" denirdi. Bu ünvan ordudan atılmış olsan bile sana bir sülük gibi yapışır, her yerde saygı görürdün. Bir çapulcu seni soymaya cesaret edemezdi, Lead bile sana saygı gösterirdi.
İşte Sharudya dişi bir valerin muhafızdı. Valerin kıdemi, mesleğinizin önüne konurdu. Eğer bir üstatsanız "Valerin Üstat" yada eğer bir demirciyseniz "Valerin demirci" denirdi sizlere.
Dediğim gibi, Sharudya dişi bir valerin muhafızdı. Esmer teni, kömür gibi saçları ve sarı gözleri, sizi içinize çeker ve günaha çağırırdı adeta ama tavırları sizi saniyesinde soğuturdu kendisinden.
-Ama Sharudya, diyebildim sadece.
-Senin o gözlerini oyar, eline veririm piç herif! dedi sakin bir öfkeyle ve oturttu beni yerime. İçimizden bir çaylak bağırdı:
-İHTİLAL OLMALI! İHTİLAL OLMALI!
Bu sesi kıdemli bir mızrakçı bastırdı:
-HADİ KAPA ÇENENİ! HADİ KAPA ÇENENİ!
Biz bu laf üzerine gülüşürken, acemi konuşmaya devam ediyordu:
-Ama cidden İhtilal gerçekleşmeli! Yirmi bir yıl önce oldu! Şimdi de olabilir...
Bunun üzerine ben girdim lafa:
-Genç adam, ismin ne?
-Miche, efendi Birbov...
dedi saygılı bir tavırla. Çocuğun her halinden belliydi Svadyan olduğu... Sarı saçları, mavi gözleri ve sıradan burnu ile belli ediyordu.
-Bak Miche, dedim sakin bir edayla, o dönem Feodal zamanlardı. Her çöplükte bir horoz ötüyordü. Ama şimdi bayağı büyük bir çöplükteyiz ve sırf bir horoz ötmüyor. Bir meclis var öten ve biz bir İhtilal yapana kadar annemizi belleler! Adamların gözü kulağı var her yerde.
Miche mırındandı:
-Belki on altı yaşında olabilirim ama bu ülkenin neye ihtiyacı olduğunu biliyorum, diye mırındandığını duydum. Miche'yi umursamaksızın ayağa kalktım. Deri ceketimi aldım. O sırada Ryan'ın sesini duydum:
-Gidiyor musunuz yoldaş?
Ryan'a cevap verdim hızla:
-Evet yoldaş...
Ve kalabalığa hitap ettim:
-Anka Yoldaşlığı! Hepinize iyi geceler!
Kimi başıyla onayladı bu selamımı, kimi de cevap verdi sessizce. Toplamda altı kişiydik zaten. Miche dışında bir kişiyi daha tanımıyordum artık. Zaten Michoel'i takip etmiş, sadece büyümeye çalışan bir ergendi benim içinç
Ryan'ın evinden çıkarken kürkümü giydim ve zifiri karanlığa bir bakış attım. Bu gecenin sonu iyi bitmeyecekti Mirim şehrinin izbe sokaklarında...
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5741372.html#msg5741372
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5741387.html#msg5741387
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5741399.html#msg5741399
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5745024.html#msg5745024
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5745031.html#msg5745031
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5784627.html#msg5784627
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5784644.html#msg5784644
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5788179.html#msg5788179
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5805687.html#msg5805687
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5816732.html#msg5816732
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5820654.html#msg5820654
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5860014.html#msg5860014
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5872372.html#msg5872372
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5875628.html#msg5875628
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5895565.html#msg5895565
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5902134.html#msg5902134
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5910930.html#msg5910930
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5924520.html#msg5924520
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg5953245.html#msg5953245
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg6097077.html#msg6097077
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg6144860.html#msg6144860
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg6611381.html#msg6611381
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,239552.msg6679920.html#msg6679920
 
Şimdi bir şey aklıma geldi. Bu Birbov Yüküntür'ün evlatlık oğluymuş ya. Walden'ın çocuğu olmasın bu.  :mrgreen: :mrgreen:

Bu arada, okudum. Güzel olmuş, ama Walden'ın akıbetini hala merak ediyorum. Umarım oda ortaya çıkar sonraki bölümlerde.  :grin:
 
Kızıl $aman said:
Şimdi bir şey aklıma geldi. Bu Birbov Yüküntür'ün evlatlık oğluymuş ya. Walden'ın çocuğu olmasın bu.  :mrgreen: :mrgreen:

Bu arada, okudum. Güzel olmuş, ama Walden'ın akıbetini hala merak ediyorum. Umarım oda ortaya çıkar sonraki bölümlerde.  :grin:
Merak etme, akıbetinin ne olduğu ortaya çıkacak. Bu arada yeni bölümleri koyuyorum şimdi. :grin:
Hemen bak derim.
 
Benim vatanım, normalde Tulga şehridir. Bozkırların bitmek bilmeyen topraklarındaki ana vatanımdı Tulga. Ama o deprem, sonra hayatımız değişmişti.
Tulga'nın yerini artık bir yıkıntı almıştı. Bayındırlık Bakanı Artimenner, Tulga'nın onarılamaz bir şehir olduğunu, onarılırsa da bayağı yıl alacağını söylemişti. Bir süre düşünülmemiş değil Tulga'da yaşamak ama harabeler ve yağmacılar bu durumu imkansız hale getirmiş.
Tulga'nın depremden yıkılması ardından bir ay geçmemişti ki Lead Yüküntür Mirim Kenti'nin yapımı için bir karar almış. İlk başta eski Maliye Bakanı Marnid buna karşı çıkmış olsa da daha sonraları bütçenin yeterli olduğu anlaşılmış ve çalışmalara başlanmış.
Ve şimdi Kalradya'nın en büyük kentinde yaşıyoruz. Aynı zamanda başkentinde... Ama başkent bile suçluları barındırırdı. Hele bu suçlular altı kişiyse ve çevrenizi sarmışsa...
Şimdi çevremde altı tane çam yarması, kaslı ve ağır silahları olan altı kişi vardı. Liderleri sandığım kişi beni küçümseyerek:
-Bütün paranı ver ki senin canını okumayalım...
dedi. Tam kısa kılıcımı çekmiştim ki demin bana ufaklık diyen adamın ağzından bir kergit okunun ucu, uzvuyla beraber çıktı.
Diğer adamlar şaşkın şaşkın bakınırken aynı sonu yaşamışlardı liderleri olarak düşündüğüm adamlarla. Şimdi ise çevremi onlar kadar olan Kergit Ecelgetirenleri sarmıştı ama onların niyeti saldırmak değildi. Bunu anlayabildim. Aralarından biri -ki bu adam bir Kergitti ama onlar ile aynı zırhı giymemişti- konuştu:
-Daha dikkatli olmalısın küçük Birbov.
Bu hitabı tanımıştım, o at kuyruk saçları, sakal biçimini... Gerçi biraz kırışmıştı yüzü ama hala alev vardı gözlerinde...
-Bahestur Amca!
dedim şaşkın bir tavırla.
Bahestur amca gevrek bir kahkaha attı:
-Tabii benim ufaklık, kim sandın?
diye de devam etti. "Nerelerdeydin ufaklık, ailen seni merak etti!" dedi bana babacan bir tavırla.
Bahestur amca anlaşılan para için gelmişti. Beni eve bırakacak ve genel adam bulma fiyatı olan beş yüz dinarı alıp hana kaçacaktı.
-Yahu Bahestur amca, dedi sinsi bir tavırla. Bunu yaparken de para kesesini ona gösteriyordum.
-Ne kadar var? diye sordu eski haydut.
Cevabım onu cezbetmeye yetecekti:
-Bin dinar...
Gözleri faltaşı gibi açılmıştı, ona son sözlerimi söyledim:
-Ne yapacağını biliyorsun.
Bir çocuk hevesiyle başını salladı ve gözden kaybolmama izin verdi.
Bir süre sonra bir hana atmıştım kapağı. Gecenin bu saatine rağmen hala kalabalıktı Gümüş Balık Hanı. Halk arasında GBH, burada sık sık takılanlara da GBH'cı denirdi. Genelde pek çok kişi içki içmek, kadınlarla yatmak ve kavga etmek için gelirdi.
Benimde amaçlarımdan biri buydu işte. Cebimde kalmış beş yüz dinarla bir kadınla yatacak, ona parasını verecek ve sabaha karşı çıkıp gidecektim.
Hanın kapısından göz ucuyla baktım içeri. İki kişi bilek güreşi yapıyor, beş altı kişi de onu izliyordu. Bir arkadaş grubu da et yiyip şarap içiyordu. Onlara özenmedim desem yalan olmaz. Ardından da bir kadın hanın bar kısmına oturmuş, tek başına birasını yudumluyordu.
Ben bu duruma dalmışken yanıma tıknaz, kel, minyon gözlü ve büyük burunlu olan hancı geldi.
-Hoşgeldin genç, ne için buradasın?
Hancı, balık hafızalı, önünü bile zor gören biriydi. Ama itiraf etmem gerekirse paranın kokusunu ondan iyi alan, ondan daha çok pinti olan birini görmemiştim hayatımda.
-Gecem biraz renkli geçsin istiyorum, dediğimde hancının ağzında neredeyse diş kalmamış sırıtışı ile:
-Bar kısmına bak derim, dedi.
Ben o adamın suratına iğrendiğim için bakamazken hızla bar kısmına yöneldim. Barda çalışan kız ile birasını yudumlayan kadın dışında kimsecikler yoktu.
Usulca yanaştım ve barcı kızdan bir bira istedim.
Yanımda oturan kadına dikkatle baktığımda ellisine gelmiş ancak hala otuzunda gösterdiğini fark ettim. Böylesine genç kalabilmek, cidden sağlıklı olduğunun sonucuydu Kalradya'da.
O sırada kadının sesini duydum:
-Eğer zevkli bir gece istiyorsan bana değil, barda çalışan kıza soracaksın.
Kadının sarı, at kuyruk saçı, ciddi olan surat tavrı onun evli olduğuna dair kanaatimi getirmiştim.
-İsminiz nedir?
diye sorabildim ona sadece.
-Matheld, genç adam...
dedi.
Bir anda beynimde şimşekler çaktı, bu Nord Valisi cesur Matheld'di. Kendisi uzun zaman önce Vaegir topraklarına valilik yapmış ama sonra Yüküntür'ün emri ile Nord Valisi olarak atanmıştı.
Ancak şu anda beni tanımaması mucizeydi, aslında halktan pek fazla kişi tanımazdı beni ki bu lehimeydi. Asıl konu tanıdıklarında beni ispiyonlamalarıydı.
Hancı kıza dikkatli baktığımda uzun, kıvırcık kahverengi saçları ve kahverengi gözleri sizi içine çekerdi. Şeker gibi olan yanaklarından bir buse almak isterdiniz. Ama asıl vücudu harikaydı ki, üzerine giydiği gömlek ve deri pantolon, onun vücut hatlarını belli ediyor ve çekiciliğini kat be kat arttırıyordu.
-İsmin ne? diye sormadan edemedim barcı kıza.
-Claudioa, diye yanıtladı tatlıca.
Claudioa'nın bir meyhane kızı olduğu şüphesizdi çünkü öylesine söylememişti ismini, sanki onunla bu gece beraber olmamı ister gibi söylemişti. Genelde meyhane kızları tatlı yerine çekici, seksi olurdu ama bu kız sanırım bir istisnaydı. Barın öbür kısmına hızlıca atladım. Onu tam boynundan öpecektim ki tekmeyle kırılan kapıya bakmak zorunda kaldım.
"Lanet!" diye bağırdığını duydum Claudioa'nın. Neden bağırdığını şimdi anlamıştım.
Kapıdan giren kişi ünlü kadın kaçakçısı Lykis'ti. Hanlardan, köylerden, evlerden ve hatta saraydan dişi insanları kaçırır, zengin-fakir yada soylu-çiftçi fark etmeksizin onlara dinar, altın, elmas karşılığı satardı. Şimdi ise bir kaç kelleci reisi ile buraya girmiş ve handa duran kadınları kaçırmaya kararlı görünüyordu.
Sadece Claudioa ve Nord Valisi Matheld vardı handa.
Claudioa'yı direk barın altına sakladım, Lykis kuşkuyla bara bakmadan önce.
Sonra kılıcımı çektim:
-Buradan kimseyi alamayacaksın, diye bağırdım. Lykis ve adamları kahkahalar içinde bağırırken çizmemde sakladığım hançeri ona hızla fırlattım. Lykis daha olduğunu anlamadan sol gözü çıkmıştı.
O sırada Claudioa'da arbaletini çıkarmış ve bir kelleci reisini tam penisinden vurmuştu. Lykis "seninle işim bitmedi" çığlıkları ile handan kaçarken, oradaki herkes bana dik dik bakıyordu. İçlerinden biri:
-Başımızı belaya aldın! diye kükredi.
Diğerlerinden "Evet!" bağırışmaları çıktı.
Sinsice tebessümümün ardından cebimde sakladığım cumhuriyet madalyasını çıkardığımda herkes donakalmıştı, hancı bile.
Bu madalya, aslında her şeyi yapabileceğimi resmediyordu. Bu madalya ile birisini öldürsem dahi birşey diyemezlerdi bana. Sözde görevde olduğum içindi çünkü.
Hancının yanına gidip sessizce sordum, bu sırada da herkes bir şey olmamış gibi işlerine devam ediyorlardı:
-Senin yanında çalışan bu kız köle mi?
Hancı kafasıyla onaylarken:
-Bu kıza el koyuyorum! dedim ve onun cebine kalan beş yüz dinarı koydum.
Hancının suratında gene o iğrenç tebessüm yayılırken, sert bir yumruk atmak geldi içimden.
Ama bu fikrimden vazgeçtim ve kızı kucakladım. Handan çıkacakken Matheld'in fısıldamasını duydum:
-Bir daha ki sefere kaçamak yaparken dikkatli ol Birbov.
Ona tenim bembeyaz iken ve kucağımda Claudioa varken korku dolu bir bakış attım. Matheld sadece tebessüm etti. Bu onun ağzından bir sır kaçmayacağının resmiydi. 
 
Bir anda bir sesle irkildim:
-Meteor!
Ve gözlerimi açtığımda, artık Mirim Şehrinde olmadığımı anladım.
Çevrem, göklere kadar çıkan taştan binalar ile at arabalarıyla, insan ve tuhaf ucube cesetleri ile dolmuştu.
Neredeydim ben? Ve daha doğrusu nasıl gelmiştim buraya?
En son Claudioa'yı azat etmiştim ve kız teşekkür olarak o pembe dudaklarını benim daimi kuru ve düz dudaklarıma değdirmişti. Ardından onunla saraydan çok uzakta olan evime gelmiştik ve sevişmiştik.
Şimdi olanlar ise, bana çok yabancı geliyordu.
Kendimi yerde, bir at arabasının tekerleğine uzanmış olarak buldum. Sol kulağım sanki yolunmuştu ve bir kaç et parçası vardı sanki.
Kendimi zorlayarak ayağa kalktım ve çevremdeki kıyameti gördüm.
Demin "Meteor!" diyerek bağıran adam, bir takım kişilere emirler yağdırıyordu. Adamın üzerinde daha önce görmediğim, sarımsı bir metalden yapılma, ortasında yuvarlak ve beyaz bir ışık veren fener bulunan bir zırh vardı. Sırtında ise silah olduğu kanısına vardığım, çift ağızlı, tuhaf mekanizmalı ve camdan yapılma nişangahı olan bir nesne vardı.
Adam yüzünü bana döndüğünde, sağ gözü ile sağ kulağını bağlayan bir gözlük vardı. Gözlükte bir + işareti vardı. Sanki sırtındaki nesne ile ilişkisi varmış gibi geldi bana.
O sırada adamın sesini duydum:
-Birbov! Kaldır o poponu ve yerdeki ekipmanlarını al! Hadi!
Nedendir bilinmez adamın emrine uydum ve yerdeki ekipmanlarımı aldım. Ekipmanlarım arasında, bir arbalet ve bir kısa kılıç vardı. Bunlarda bir çantanın içinde bulunuyordu. Çantamın içinde, kağıda sarılmış bir kaç kurutulmuş et, bir kaç dilim ekmek, iki matara, arbalet okları ve bir kaç bandaj vardı.
Çantayı sırtıma aldım, kılıcı belime taktım ve arbaleti elime aldım. Aldığım sırada da şaşkınlıktan bağırmak üzereydim.
Arbaletime farklı bir şeyler bağlanmıştı. Sanki... Bir boru gibi. Borudan baktığımda uzağı görebiliyordum.
"Tanrı aşkına ben neredeyim?" diye mırındanırken bir anda herşey yavaşladı, geriye sardı ve bir anda karardı.
Sonra aniden gözlerimi açtığımda evimdeydim. Claudioa kollarımın arasındaydı, her şey yerli yerindeydi. Fakat bir şey fazlaydı burada.
Manevi babam Yüküntür'ün dolunayda parlayan gözleri, karanlıkta gizlenmiş vücudunu ele veriyordu.
-Hmm...
diye homurdandı babam ve gözler bir anda kırmızıya çaldı.
"Senin için geldim!"
cümleleri korkunç bir sesle çalınırken tekrar uyandım.
Artık Mirim Şehrinde sabah olmuştu bile. Claudioa hala kollarımın arasındaydı. Gördüğüm rüyalar, hayra alamet değildi.
Claudioa'yı uyandırmadan kollarımın arasından bıraktım. Üzerime pamuktan bir gömlekle deri bir ceket, altıma ise bilmediğim bir deriden yapılma pantolon giydim ve odadan çıktım.
O sırada hizmetçilerimden -ve aynı zamanda metreslerimden- Line'i gördüm.
Odama girecekti ki onunla koridorda karşılaşmıştık. "Seni özledim..." dedi kulağıma fısıldayarak ve bir öpücük kondurdu yanağıma.
"Acelem var, saraya gitmem lazım." dedim telaşlı bir sesle.
"Akşama görüşürüz..." dediğini hatırlar gibiyim uzaktan.
Oturduğum yer, zengin piçlerinin bulunduğu Mareşal Virosko sokağıydı. Mirim Şehri, aklınızın alabileceği en büyük şehirlerden biridir bana soracak olursanız. Diğer şehirlerden farklı olarak burası dümdüzdü. Surlar son derece büyüktü ama kullanışlıydı zira onların üzerlerinde bile gecekondu vari evler bile vardı. Çağımın en büyük surlarından diyebilirim.
Mirim Şehri on tane mahalleden oluşurdu genel olarak. Nord Mahallesi, Sarranid Mahallesi, Vaegir Mahallesi, Kergit Mahallesi, Svadyan Mahallesi, Rodok Mahallesi, Freedomians Mahallesi, Citizen Mahallesi, Walden Mahallesi ve Leydi Ymira mahallesi olarak sayabilirim. Benim villam şehrin ortalarına yakın olan Leydi Ymira mahallesindeki Mareşal Virosko sokağına aitti.
Evim iki katlı, geniş bir bahçesi ve ondan az büyük terası olan, iki katlı bir villaydı. Evimde dört kadın hizmetçi -ki bunların hepsi kadın, hepsi metres- bir bahçıvan, bir kahya ve bir aşçı vardı. Oturduğum sokaktaki evlerin çoğu boştu zira Kalradya'nın neredeyse tamamı dışarıdaydı. Sadece göç etmeye gelen köylüler, uygun fiyatlara gecekondu vari evlerde kalabiliyorlardı.
Bu dönemde para demek güç demekti. Bunu herkes kabullenmişti. Hizmetçilerim sırf param için bana kendilerini sunuyorlardı. Sırf ben bir kaç yüz dinar verdiğim için en iyi yemekleri yiyiyordum. En yüksek para verildiği için en iyi öğretmenlerden eğitim almıştım.
Bazen düşünmeden etmemek elimde değildi:"Keşke bir paranın önemi kalmasa... Sırf kardeşliğin, dostluğun, sevginin olduğu bir vatanda yaşasam..."
Ama olmuyor! Tanrının cezası bu dünyada böyle bir düzen olmuyor. Babam dahil, kardeşim Lydia dahil bütün insanların cehenneme gitmesini istiyordum çünkü sadece para düzeninde yaşayabilirlerdi. Anka yoldaşlarının keza öyle olduğunu düşünüyordum. Çünkü para bana sorulacak olursa herşeyi satın alırdı. Sevgiyi, öfkeyi...
Ve şimdi bu lanet cennet şehrin sokaklarında saraya giderken içimden geçirmiyor değildim:
"Bu ****** çocuğu parayı defedip, çekip gitsem bu diyarlardan!"
Zaten Kalradya'nın Kahramanları da böyle doğacaktı.
Herşeyi defeden, sadece barışı, özgürlüğü, sevgiyi, kardeşliği düşünen insanlardan oluşacaktı.
Bana sadece bir-iki yönden benzeyen ama benimle dağlar kadar fark olan insanlardan...
Ben böylesine hayali düşüncelere, Kalradya'nın Kahramanları gibi fantastik şeylere kapılmışken saraya geldiğimin farkında olmadan kapıya çarpmıştım.
Bu sıralar dalgınlığım başımdaydı anlaşılan.
Ama gerekse gürültü, gerekse çığlığımdan dolayı açılmadığını fark etmiştim.
Kapıyı o kadar güçlü itmeme rağmen... Açılmamıştı.
"Eğer bu da bir rüyaysa..." diye iç geçirirken cidden rüya olmasını istediğimi anlamıştım.
Öfkeli onlarca kişi, saraya doğru geliyordu. Diğer tarafa baktığımdaysa onlarca Cumhuriyet Muhafızı, ellerinde yaylarıyla kalabalığa ateş etmeye hazırlanıyordu.
Ve ben bu kargaşanın ortasında kalacaktım.
 
Ve şimdi iki tarafımda kuşatılmış bir biçimde, kapana kısılmış biçareydim.
"Tanrı kahretsin!" diye mırındandım. Eğer bu ikili ateşten sağa çıkamazsam, başıma gelmeyen kalmayacaktı. Kafama bir taş gelip, yarılacaktı. Yada ince temrenli bir ok delecekti.
Korkudan titrerken, bir okun ensemden geçtiğini hissettim. Ensemden hafifçe kan sızarken bir cidanın da gözümden geçen bir çizgi gibi anımsadım.
"İsyancılarda ağır silah var!" cümlesi bir askerden dökülürken sırtımda bir el hissettim. Arkama baktığımda bir cumhuriyet muhafızı, beni zorla yare eğdirtti.
-İsyancı mısın?
diye sordu sert bir sesle.
Ona pantolonumun cebinden cumhuriyet madalyonumu çıkardığımda, adam saygıyla fısıldadı:
-Üzgünüm efendim! Ben...
-Önemli değil asker!
dedim babacan bir tavırla. Neredeyse aynı yaştaydık ama muhafızın sakalları, onu benden bir kaç yaş daha büyük gösteriyordu.
-İsmin ne asker?
diye sordum muhafıza.
-Merkobia!
diye cevap verdi.
İsmi duyduğumda bir anda muhafızın Kalradyalı olmadığını anladım. Bu adam anakıta olan Merkobia'nın adını anmıştı.
-Beni buradan çıkarabilir misin?
diye sordum kuşkulu bir tavırla.
Merkobia gülümsedi:
-Efendim, bir yüzbaşı her zaman askerlerine söz geçirir!
dedi beni alaya alır bir sesle ve askerlerine buraya gelmeleri için işaret verdi.
Aynı anda bir manga asker hızla koşup beni çember içine aldı. Merkobia, geride kalan askerlerine işaret edip, buraya gelmelerini emretti.
İsyancılar da bu sırada ilerlemişti ve şimdi göğüs göğüse bir savaş olacak gibiydi. İlk saldıranlar isyancılar oldu fakat düzensiz saldırmaları yüzünden büyük bir hezimete uğradılar.
Okçular, kısa kılıçları ile biçer-döver saldırı biçimi sayesinde isyancıları kaçırtmışlardı. Bu saldırı biçimi İbdesles Ordu Karahgahı komutanı Mareşal Lezalit'e aitti. Uzun zaman önce bu saldırı biçimini o bulmuş ve geliştirerek etkili bir hale sokmuştu.
Ve şimdi kaçan isyancıları diğer askerler kovalarken beni koruyan manganın başı konuştu:
-Sizi kim kışkırttı bu isyan için?
Bunun üzerine Merkobia bir kahkaha atıp karşılık verdi:
-O önemli bir cumhuriyet yetkilisi...
dedi ve bana bakıp gülümsedi. Ben de bu sırada cumhuriyet madalyonumu çıkarıp ona göstermiştim.
Diğer askerler şaşırıp kalakalmışken Merkobia ciddi bir tavırla konuştu:
-Onbaşı Mikhaovic! Yanınıza beş asker alıp diğer cumhuriyet askerlerinin peşlerinden gidin.
Onbaşı hemen askerlerine komut verdi:
-Mashev, Drajon, Danyel, Melnik, Yuri! Siz yüzbaşı ile kalın, diğerleri beni izleyin.
Diğer askerler onbaşıyı izlerken Yüzbaşı Merkobia:
-Mashev, durum raporu!
dedi sert bir tavırla.
Mashev, buruşuk suratı, düz ama büyük burnu, mavi gözleri ve kel başıyla bir askerden çok yaşlı bir ihtiyarı andırıyordu ama uzun boyu ve atletik vücudu bunu telafi ediyordu.
"Efendim!" dedi soğuk bir ifadeyle. "İsyancılar elli kişiye yakın, usta silahlı kişiler." diye ifadesini belirtti.
-Bana bunlar yeterli olmaz...
dedi Merkobia.
Bu sefer ben bir soru sordum:
-Adamların eğitim durumu nasıl?
Ama benim sorumu Mashev yerine kısa boylu, geniş omuzlu, yüzü + işareti olan bir maskeyle kapalı, başında bir kasket olan adam cevap verdi:
-Adamlarda eğitim sıfır!
dedi alaycı bir tavırla. "Adamlardan birini izledim. Daha cidayı nasıl atması gerektiğini bilmiyor, bir de isyan çıkartıyorlar!" diyerek de ekledi.
"Asker, adın ne?" diye sordum.
-Yurionkev! dedi sakin bir tavırla ve cümlesine devam etti:
-Ama herkes bana Yuri yada Doktor Yuri der!
Diğer askerler Danyel, Drajon ve Melnik gülümsemeden edemedi.
Danyel uzun ve kızıl saçlı, ortalama boylarda, güler yüzlü, inci dişli, atletik yapılı bir Svadyandı. Arkadaşlarının aksine tek Kalradyalı oydu. Drajon kısa ve siyah saçlı, kemerli burnu ve sarı gözleri ile adeta meleksi yakışıklılığı ile uzak denizlerden gelen bir Nordik göçmeniydi.
Melnik ise bu beş kişiden en gençleriydi lakin beyaz saçları, mavi gözleri ve inci gibi dişleri ile Kalradyalı olmadığı anlaşılıyordu. Onun ailesi de bir Geroia göçmeniydi.
Mashev ise bir Korintli-Kalradyalı ailelerden biriydi. Yuri ise bir serfti.
Bunları, isyancıların peşinden koştuktan ve onları yakaladıktan sonra, üçüncü karakol kışlasında soğuk biralarımızı içip, sığır etlerimizi yerken konuşmuştuk.
Karahgah geniş bir yere sahipti. Bir karahgah için oldukça hizmet kullanmışlardı. Bir kışla, bir hastahane, bir talim alanı ve asker aileler için kontenjanlar mevcuttu.
Biz sorgulamak yerine kışlanın yemek hanesine gitmiş ve biralarımızı devirmiştik.
"Peki siz?"
diye sordu Yuri. "Siz ne iş yapıyorsunuz?"
Yuri artık maskesini çıkarmış, sol yanağındaki yıldız dağlaması ve sağ gözünün körlüğü, sıradan insanlarda bir ürkme yaratabilirdi. Dağınık, sarı saçları gözlerini örtüyordu normal durumlarda. O ise saçlarını at kuyruk yapmayı tercih ederdi ve saçlarını topuz biçimine toplayarak kaskını takardı.
"Bak ne diyeceğim doktor?" dedim ona samimi bir tavırla.
"Şu anlık bu mevzuyu kapatalım." diye de devam ettirdim cümlemi.
O sırada Mashev'in sesini duydum:
-Siz evli misiniz, efendi...
Dili, ismimde kalmıştı. Gerçi onlara kendimi tanıtmamıştım ve bu yaptığım Kalradya ve Merkobia ana kıtası içinde büyük bir saygısızlık yaratırdı.
Ama ismimi söylersem bu adamlar da beni babam Yüküntür'e ispiyonlayabilirlerdi. Gerçi yüzbaşı Merkobia güvenilir bir insandı ama diğerlerinin ne halt olduğu hakkında herhangi bir fikir yoktu beynimde.
"Ne olacaksa olsun!" diye geçirdim içimden.
"İsmim Birbov yoldaş Mashev." dedim samimi bir tavırla.
Bu askerlerle samimiydik ama sadece bir süredir. Şimdi ise ismimi söylediğim anda bana ciddi anlamda, içten bir saygı göstermeye başlamışlardı.
"Bakın beyler..." dedim babacan bir tavırla ve cümleme devam ettim.
"Aramızdaki ilişki, muhabbet asla resmi tavırlara geçsin istemem. Bu yüzden sizi bir kaç arkadaşla kurduğumuz Anka Yoldaşlığı'na davet etmek isterim. Hem beni daha yakından tanımış olursunuz. Hem de dışarıdaki hayatı da bir nebze olsa öğrenmiş olursunuz."
Artık askerler eski hallerine dönmüş, bana samimi bir biçimde yaklaşacaklardı.
Hancı kadın bize bir testi daha bira getirirken Mashev:
-Yoldaş Birbov...
dedi sorgularcasına bir tavırla.
"Hayır!" dedim ciddi bir tavırla. "Şu anlık hayatıma giren bir kadın yok, gerçek aşkı bulduğum zaman o kişi ile evlenirim." dedim diğerlerini de kapsar bir biçimde.
"Peki ya metres?" diye sordu Merkobia.
Bu sefer yüzümü bir sinsi tebessüm kapladı:
-Onlar çok! Hatta o kadar çok ki paylaşabiliriz...
dedim esprisine.
Sadece Melnik espriyi anlamış olacak ki kısa bir tebessüm etti. Diğerleri ise keskin bakışları ile beni süzmeye başlamıştı.
"Fahişe m..." diyecek oldu Drajon ama bunu engelledim.
"Hayır tabii ki de..." dedim. "Sadece hizmetçilerim..."
Fakat yanıtım yeterli olmamış gibiydi.
"Tamam! Bir de azat ettiğim bir köle kız..." dedim bıkkın bir tavırla.
"Azat" kelimesi bu altılı askeri coşturmuştu.
"Yaşa!" diye bir tezahuratta bulundular.
Daha ne olduğunu soramadan ana girişte beni en çok arayacak kişiyi gördüm
Sarı saçları, şahin bakışlı mavi gözleri ve kusursuz vücudu ile Lead Yüküntür beni gözleri ile arıyordu.
 
Şu anda babam bir karakol kışlasında, askerlerin içindeydi ve bunun hayra alamet olmadığını anlamak zor değildi.
Beyler, Birbov'u saklayın." dedi Merkobia.
Bu emir üzerine beş asker beni masanın altına çökerttiler.
Ne olduğunu anlamış bu beş tecrübeli asker, masayı hızlıca sardılar ve ayaklarıyla benim gövdemi ve yüzümü kapattılar.
Ben babamı görmüyordum ve onunda beni görmeyeceğini umuyordum. Ama ne olmalıdır ki umutlar gerçeğe bürünsün.
Babam sanki gizlediği bir şeyin yerini hatırlamışçasına bizim masanın oraya geldi ve elini masanın altına atmasıyla beni oradan çıkarması bir oldu.
"Nasılsın babacığım?" dedim komik bir gülümseme ile.
"Seni aramak ile geçecekti günüm." dedi sahte bir gülümseme ile.
"Ve ayrıca annen de endişelendi. Gece bir gittin sabah gelmek bilmedin."
"Villamda kaldım." dedim sıradan bir tavırla.
"Çok yoruldum, vücudum beni taşıyamayacaktı ve Leydi Ymira mahallesindeki villamda kaldım."
Babam hafif bir sinirle:
-Hadi, düş önüme.
dedi kızgın bir ifade ile.
"Akşam sarayın oraya gelin!" dedim çıkmadan önce yeni yoldaşlarıma.
Yoldaşlar askeri selamlarını verirken ben son bir kes arkama baktım ve çıktım yemekhaneden.
Kışladan hızla çıktık ve saraya gitmek için bekleyen arabaya bindik.
"Dün gece..." diyecek oldum ama babam bunu engelledi.
"Biliyorum, Lykis'in canını okumuşsun ve bir köle kızı azat etmişsin."
dedi ciddi bir tavırla.
"Baba, ben..." diyecek oldum ama bu sırada babam nutuk çekmeye devam etti.
"Seni anlayamıyorum Birbov. Sen ne zamandır kadınlarla düşüp kalkmaya, önüne gelene kahramanlık taslamaya, askerlerle kanka olmaya başladın? Bak evlat, maneviyatlık olabilirsin ama seni öz çocuklarım kadar çok sevdim. Sana her türlü eğitimi verdirttim ama sen neler yapıyorsun?
Bak evlat, ben senin yaşındayken kelle avcısıydım. Paramı taştan çıkarırdım neredeyse. Sonra kervan muhafızlığı yaptım ardından da maceracı oldum Dörtyol Hanı denen yerden çıkarak.
Sonra paralı asker oldum ve ardından da Kergit Hanlığı derebeylerinden biri...
Kendi insanlarımı katlettim. Masum-suçlu, çocuk-yaşlı... Sadece bir komutla hepsinin kellesini uçurttum. Düşmanımın kızı ile birlikte oldum ve Büyük Tehlike Bizans İmparatorluğu'na göğüs gerdim.
Siz gençleri belki anlayamıyorum yada doğanız bunu gerektiriyor bilemem ama sana sadece şunu söylüyorum evlat.
Seni er yada geç bir bölgenin derebeyi olarak atayacağım ve gelecekteki Lead olman için elimden gereği ardına koymayacağım.
İlk iş..." dedi ve sözü yarıda kesildi arabamız devrildiği için.
Atlar ve arabacı öldürülmüş, araba ters dönmüş ve babamın sol omzunda bir metal parçası vardı.
Kendimi ve babamı çıkardığımda, gözlerim bu gerçeği saklamak için kör olabilirdi. Mirim Şehrinin en kalabalık caddesi olan Lyoshenav Caddesi, alevler içinde kalmış, ölü veya yaralılarla kaynıyordu ve galiba bunun sebebini biliyordum.
Bir villanın terasında, aşağı sarkmış bir cesedi yiyen, tuhaf görünümlü bir kuş ortalığa ateş saçıyordu ve yerdeki ismini veremediğim ucubeler, ortalığa ateş saçıyordu.
"Tanrım, biz neredeyiz?" diye mırındandı babam Lead Yüküntür, sol omzunu tutmuş, devrilmiş arabaya yaslanmıştı.
O sırada bir yardım fısıltısı duydum kulaklarımda. Ayağımın dibine kadar sürüklenmiş, genç bir bayan beni sol ayağımdan tutmuştu.
Kadına uzanmak istedim ama karnımı delip geçen bir darbe buna engel olmuştu. Bu darbeyi yapan ise bir gözü olmayan, suratından et parçaları sarkan, üzerine paçavra geçirmiş, elinde bir çeşit -silah olduğu kanısına vardığım- çubuğu bana nişanladığını resmeder bir biçimde tutuyordu.
Gözlerim önce bulanıklaştı, ardından ayaklarımın bağının koptuğunu hissettim ve ardından...
Sonrası karanlıktı. Sadece bir kaç acı dolu çığlık duyduğumu anımsıyordum. Ardından Merkobia'nın yardım emri...
Ardındansa, sadece sessizlik...
 
Sessizlik ve yalnızlık, benim için artık bir lüks olmuştu. Hiçbir şekilde yalnız kalamıyor, bir yere giderken haber vermek zorunda kalıyordum. Bu insanların doğasında da böyleydi. Bir yere habersiz veya izinsiz gittiğinizde kıyamet koparılır, arama seferleri çıkartılırdı.
Ve herkes sizin çevrenizdeyken yalnız kalamazsınız diye düşünürsünüz ama abzen yanıldığımız anlar olur.
Karnım delinmiş, kan kaybedip yere yığılmışken bendeniz şu anda sadece sessizliğimle başbaşa kalmış, "Tanrım ben öldüm!" gibisinden yakarışlarda bulunuyordum. Ortalık sadece karanlıktı, kendi sesimi bile duyamaz olmuştum. "Galiba öldüm." çığlıklarımı artık "Tanrım sana geliyorum." çığlıklarıyla değiştirmiş, ölüm belgemi de resmileştirmiştim. Şu gencecik yaşında daha hayata doymamış biri olarak ölüp gidecektim ama en azından oradaki cehennemden uzak duracaktım.
Ama bu lanet olasıca, iğrenç, sefil, aşağılık yaşamda tutunmaya devam edecektim. Bunun kanısı ise aniden açılan gözlerim ve duyduğum şeyler oldu.
"Profesör Jeremus'u bul bana hemen it herif!"
dediğini duydum Merkobia'nın. Bu sırada da Yuri'nin de cerrahi ekipmanlarını hazırladığını gördüm ve bir anda zihnim gitti.
Şimdi ise karşımda, kucağında bir kuş ve bir hayalet ile öpüşen bir adam vardı. Arkasındaki geçitten geçecekti anlaşılan...
"Ben burada huzurluyum." cümlesini sarı saçlı, üzerinde ipekten bir giysi giymiş bir melek vari bir hayalet söylüyordu. Ardından adam gözyaşlarını dökerek geçmişti geçitten.
"Herhalde beynim deliliğe bağladı!" diye iç geçirdim ve ardından gerçeğe döndüm.
Şimdi ise Mashev, Jeremus'u eskimiş gizlenme giysisinin yakasından tutmmuş, onu benim olduğum masaya sürüklüyordu.
Ve tekrar zihnim hayali şeyler görmeye başladı.
Şimdi ise sisler içerisinde bir sarayda, arkadan gördüğüm iki adam, gölgeler içerisindeki birine bakıyorlardı. Gölgelerin içerisindeki adamın gözleri o zifiri karanlıkta ve o yoğun siste ışıl ışıl ve morumsu bir renkte parlıyordu.
"Ne yaptın sen?" diye bağırdı arkasını dönük adamlardan biri.
Ve bu sırada o mor gözlü adamın kucağında o sarı saçlı kadını taşıdığını fark ettim.
Ve birden gerçeğe dönüp acı bir çığlık attım.
"Daya o mendili!" diye bağırdı Yuri ve bir kadın burnuma bir mendil götürüp bayılttı. Bayıltmadan önce o kadını zar zor görebildim ama onu gördüğümde şaşırmadım değil.
O Claudioa'ydı ama burada işi neydi?
Baygın iken bile hala o hayali şeyleri görüyordum.
"Tanrı cezasını versin hay bu işin..." diye bağırdım ama kimsenin duymamasını da umut ediyordum.
Ve başka bir hayal gördüm. Bu sefer ise o gözyaşı döken adam vardı ve elinde işlemeli, harika görünümlü bir kılıç tutuyordu. O sarı saçlı kadında yanındaydı ve arkasında üç tane kabir yanıyordu. Adamın üstünde bir hanedan zırhı vardı. İşlemeleri kusursuzdu, dünya parayı getirseniz bu zırhı alamazdınız.
Sarı saçlı kadının üzerinde ise özel yapım olduğu işlemelerinden belli olan bir zırh vardı. Adamın kadar kadının da zırhı bir o kadar çekiciydi. Bu sırada bir sesle irkildim.
"Çok yaşa Walden! Çok yaşa Kalradya!"
Bu cümleler üç kez yankılanırken ismi Walden olan adam bağırdı:
"Çok yaşa Kalradya!"
Ve ardından kılıcı önündeki taşa sapladı.
Bu sahne... Hatırlamıştım, bu olay Bizans İmparatorluğu ile aramızda yapılan savaşı kazandıktan sonra yapılmış özgürlük kılıcı anıtıydı.
Ve tekrar gerçeğe döndüm. Karnıma bir şişe yerleştirilmiş, kan çekiliyordu ve acı içinde bir çığlıkla herkesi şoka uğratmıştım.
"Etkisi işe yaramıyor!" dediğini duydum Claudioa'nın. Bu sırada beni aldıkları odanın bir duvarı aniden patladı ve ben dahil hepimiz oyuncak kuklalar gibi savrulduk.
Acılar içerisinde yerden kalktım zorla. Karnımdaki boruyu çıkardım ve gözlerimi yıkılan duvarın oraya çevirdim. Gördüğüm şey beni ciddi anlamda intihara sürükleyebilirdi. Şu anda bulunduğum devlet hastahanesinin altıncı katındaydık ve Mirim Şehri ayaklarımızın altındaydı. Baktığım şey ise sadece yanan ve harabe olmuş evlerdi.
Bu sırada yanıma zorla ayakta duran Merkobia geldi:
-Yoldaş...
dedi ve birden kapı açıldı. İkimiz kapının oraya baktığımızda rahatlamıştık. En azından Merkobia için bunlar insandı. Benim içimse onlar benim yoldaşımdı.
Eski Albay Ryan Serbov, Valerin Sharudya, Okçu Çavuş Michoel, Acemi Miche ve tanımadığım mızrakçı adam vardı.
Hepsi içeri girdikten sonra Ryan omzuma girdi:
-Bizsiz eğlence yapıyorsun anlaşılan yoldaş!
dedi gülümseyerek.
Merkobia gülümsedi:
-Eski Albay Ryan Serbov! İkinizin tanıştığına sevinmedim değil...
Ryan da ona gülümsedi:
-Yüzbaşı Merkobia Trunei! Sizinle de karşılaşmak bir onur.
dedi babacan bir tavırla.
"Artık gidebilir miyiz?"
dedim acılar içinde, bu sırada Claudioa ve Profesör Jeremus dahil herkes ayaktaydı.
"Yoldaşlık tamamlandı anlaşılan!" dedi Miche muzip bir tavırla. Gülümsemeden edememiştim ama haksızda sayılmazdı. Artık yoldaş diyebileceğim herkes buradaydı.
"Peki nereye gideceğiz?" diye sordu Claudioa. Belki de aramızdaki en mantıklı kişi şu anda oydu.
Ve bir anda aklıma benim evim geldi. Gerçi şimdiden harabe olmuştu orası ama zemin altındaki yeri..?
 
-Hadi, iki ev kaldı varmamıza!
diye mırındandım zorla da olsa Merkobia'ya.
Hastahaneden çıktığımızda, Merkobia'nın koluna girmiştim sağ tarafımla. Sol tarafımla ise yaramı tutuyordum.
Öndeki Miche, etrafı kolaçan etti ve "gelin" komutunu verdi. Miche'nin izciliği ve kendi önderliğimde Mirim Şehri'nin sokaklarında ilerliyorduk. Tek gördüklerimiz cesetler, yaralılar, az biraz direnişçiler, çok sayıda ucube, yanan evler ve daha fazlası...
"Mirim kenti inanılmaz! Tam yaşanacak yer!" diyen bir kaç arkadaşım şimdi burada olsaydı onlara bu olanları gösterirdim ama onların da yaşadığı olaylar, bunlardan farksızdı anlaşılan.
Hastahane Freedomians mahallesi taraflarındaydı ve Leydi Ymira mahallesine rahat altı yüz yard vardı.
Şehirin inşaası yapılırken, Baş Mimar Artimenner bir kaç ölçü birimi kullanmıştı. Bunlardan uzunluk ölçüsü ise yard denen birimdi.
Mirim Şehri yüzlerce hektar genişliğindeydi. Devlet yetkilileri haricinde kimse tam olarak bilmezdi. Şehrin Citizen Mahallesi, buranın ticaret merkeziydi. Herşeyin ucuzu -ki yasak şeyler de dahil- burada bulunurdu. Freedomians mahallesi ise daha çok sağlık ile ilgili olanların yeriydi. Profesör Jeremus için yapılmıştı ve tahmin edin rektör kimdi? Profesör Jeremus! Ama aynı zamanda mühendisler, mimarlar için de bir üniversite vardı ve oranın rektörü ise Başmimar Artimenner'di.
Herşey ne güzeldi!?
Devlet yetkilileri ve Kalradya Vatandaşları en güzel yerlerde yemek yesinler, en güzel giysileri giysinler, en güzel yada yakışıklı şahıslarla onlar sevişsin... Göçmenler dışlansın.
Bu nasıl bir yaşamdı diye sormayın. Mirim Şehri, her ne kadar cennet gibi gözükse de bilinmelidir ki her türlü pislik orada taşınır, her halt oranın izbe sokaklarında dönerdi.
Ben bunları aptal aptal düşünürken nihayet evime gelmiştik. Artık ayakta duracak gücüm kalmamış, her dakika azar azar da olsa kan kaybediyordum yaramı bastırdığım kanlı bezden.
-Merak etme, cenazende dansöz olarak Claudioa'yı oynatırız...
demişti Danyel dalga geçerçesine.
Artık ben ölüm döşeğindeyken bile dalga geçiyorlardı ama bunun sebebi, burunlarına yayılan ucube kokusu ve gözlerinin önündeki akıl dışı manzaralardı. Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştık, ucubeler yaralıları öldürüyor, bölüm askerleri beyaz takım zırhları ve sarı-turuncu gözlükleri ile her şeyi avlıyordu. Bir kaç deli insan ucubelerin silahlarını almış, ortalığa dehşet saçıyordu. Ama tanrının emri ile evime varacaktık.
Eve girdiğimizde, hala sağlamdı her yan. Herhalde hasar almayan bir tek benim evimdi ama bunun çok uzun sürmeyeceğini biliyorduk.
Evimde bütün hizmetkarlarımı, bir kanepenin arkasına saklanmış, gözleri korku içindeyken buldum. Dört metresimin de gözleri faltaşı gibi açılmış, yüz kasları son derece gerilmişti.
Yuri, hepsini sakinleştirmeye çalışırken ben de arkaya saklanılan kanepeye saldım kendimi. Merkobia da orada bir koltuğa attı kendisini. Şu anda kafamız yerinden uçabilirdi ama biz son bir rahat nefes alalım derken bir ses duyduk.
"Eee? Nerede?"
diye sordu kendisini tanımadığım mızrakçı.
Merkobia ile ikimiz ona gözlerimizi dikmiştik. Adamın çok kısa ve sarı saçları, top sakalı, kaslı yapısı, mavi gözleri ve kusursuz burnu ile dikkat çekmeyi başarıyordu.
-İsmin ne?
diye sordum mızrakçıya.
"Yuseid!" diye cevaplandırdı sertçe ve oturduğumuz odanın ortasına geldi.
Odada iki koltuk, bir kanepe, bir yatak ve bolca da büyük minder vardı. Bir de ufak bir sepha vardı.
"Ne nerede Yuseid!" diye sormadan edemedim.
Yuseid oflayarak sephanın yanına geldi ve sert bir tekme ile eşya havaya uçtu.
Şimdi ise ufak bir kapı vardı, o gizli geçidi nereden buldu, nasıl buldu bilmiyorum ama attığı tekme, kusursuzdu.
Yuseid şimdi o kapıyı açmış ve oraya özel olarak yaptırdığım demir merdivenlerden aşağı iniyordu.
O sırada Melnik'in sesi yankılandı:
-Bekle, arkandayım!
Ve ardından diğerleri fırladı. Biz en son Merkobia ile kalmıştık. Soramadan edemedi:
-Sen ne ara...
-Aslında, burası bir depo olarak kullanılıyordu ama şimdi burası, harika birine ev sahipliği yapıyor.
-Yaran...
-Ne olmuş?
diye sorduğum vakit, kanayan yerden sızan kanın durduğunu ve yaranın orada olmadığını fark ettim.
Neler olmuştu bilmiyordum? Rüya mı görüyordum yoksa bir gerçek miydi kestiremiyordum.
-Artık inelim.
dedi sakin bir tavırla ve hizmetçiler, aramızda dikkat çekmeyen Jeremus dahil herkes aşağıdaydı. Bu gerçeklik mevzusunu daha sonra düşünmeye karar verdim ve merdivenlerin oradaki kapıyı kapattım yavaşça.
Aşağı indiğimdeyse herkesin yüzünde inanılmaz bir şaşkınlık ifadesi vardı. İndiğimiz yer bir tür sığınaktı lakin öylesine geniş, öylesine çaplı bir yerdi ki...
Meşaleler, ışık oyunları yapacak şekilde konmuştu. Sol ve sağ uç kenarlarda silahlar ve cephaneler bulunurdu. Merdivenin karşısında dünya haritası ve ikinci odaya açılan bir kapı vardı. Merdivenlerin oradaysa yer yatakları vardı rahat on ile on beş tane... Eğer bir toplu sığınma durumu olursa diye.
İkinci odada da silahlar vardı ama aynı şekilde bana özel olarak yapılmış bir özel bölüm ajanlarının giydiği bir zırh vardı. Lakin zırh beyaz yerine grimsiydi. Onun dışında, her şeyi aynıydı.
Zırhın konulduğu yerin arkasında bir çanta vardı. Onun içinde ise ilk yardım ekipmanları, özel araç gereçler ve daha pek çok şey vardı.
Arkadaşlarım hayretlerini gizleyememişlerdi ama sadece Danyel soğukkanlıydı. Yanıma geldi ve herkesin duyabileceği sesle sordu:
-Planınız nedir lider?
Artık herkes bana bakıyordu. Bir anda gülmeden edemedim:
-Arkadaşlar, ben lider değilim.
-Ama sen gerçek bir lidersin!
diye bağırdı Miche. İşin aslı daha sadece bugün yol göstermiştim basit ve hızlıca ama cidden ben de bir liderlik yetisi olabilir miydi?
* * * * * *
Ve şimdi bunları düşünüyordum salakça. Sanki benden lider olurmuşçasına... Acaba babam gibi olabilir miydim bende? Azimli, despot, güçlü, soğukkanlı bir lider. Her yere gücü yeten, bir kurt kadar sadık, herşeyi korumaya yeminli...
Ben bunları düşünürken sanki zaman durmuştu ve zihnim bambaşka yerlerdeydi.
Bir anda herkes durmuştu... O işgal, çığlıklar, bağırışmalar, çağırışmalar, inlemeler bir anda kesilmişti.
Benim bedenime de yansıdı bu durum. Vücudumdaki kalp atışları, kan akışı da bu duran lanet olası zamana uymuştu. Kendimi ölü gibi hissettim bir an için.
Sonra bir anda her yer bembeyaz oldu. Kulaklarımda iğrenç bir çınlama ve ardından bambaşka bir hayatta buldum kendimi.
Şu anda bir çölün ortasındaki bir şehirdeydim sanki. İnsanlar alışverişlerini yapıyor, birbirileri ile konuşuyorlardı. Çocuklar birbirileri ile şakalaşıyorlardı, kadınlar da kahkahalar içinde gülüyorlardı. Ama benim bunlara ayıracak zamanım yoktu sanki. Kulaklarım bana nereye gidileceği hakkında fısıldamalarda bulunuyor, gözlerim nereye gideceğimi bir nehir gibiymişçesine gösteriyordu. Ayaklarım buna uyum sağlamış bir biçimde yürüyordu. Bu sırada gözlemlerimle aklıma bir fikir yerleştirmeye çalışıyordum.
Perukaları gördüğümde ilk başta çölde olduğuma ve ilk çağlarda olduğuma kanaat getirdim. Ama sonra bir nehir gördüğümde kanaatim tamamen bir fikire dönüştü. Nehir çağlayanlar kadar sert akıyordu ve o yerin yakınında güneşi kapatan bir taş vardı. Taşın üzerinde resimler, üst üste yazılmıştı.
Burası Mısır'dı ve yanımdaki yer de Nil Nehri idi ama ben Kalradya'dan buraya nasıl gelmiştim ki? Ve daha da önemlisi benim zamanımdan daha öncesine nasıl gelebiliyordum?
Ben bunları alıkmışçasına düşünürken saraya geldiğimin anca farkına vardım. Önde iki muhafız nöbet tutmuşlardı. Onların gerisindeyse aslan gövdeli, insan kafalı heykeller vardı. Bunların ne olduğuna dair ufak bir fikrim vardı. Bu da sadece onlar için önemli olduğuydu. Tam ayaklarım beni sarayın içine sürükleyecekti ki askerlerden biri benim önümü kesti ve anlamadığım dilde bir şeyler söyledi. Ben de tam ağzımı onları anlamadığımı anlatmak için açacaktım ki sol elim, beni engelleyen çelimsiz, kısa boylu ve koca gözlü adamın belindeki kısa kılıca gitti. Ardından da sol elimle adamın kafasını bedeninden ayırdım.
Arkadaşı daha ne olduğunu anlamadan mızrağı bana doğru doğrulttu ama ben kılıcı sağ elime aldığımda, o adamın sonunun iyi bitmeyeceğini anladım.
Elimdeki kılıçla ilk önce mızrağı kırdım. Ardından da adamın böğrüne kılıcı soktum.
"Tanrım, bana neler oluyor?" dememe kalmadı saraya girmiştim ve hızla koşmaktaydım. Mısırlı askerler peşimden koşup beni yakalamaya çalışırlarken ben rüzgardan daha hızlı, bir yaprak tanesinden daha ince hareketlerle düşmanı atlatıyordum.
Sonunda bir yere ulaştığımda iri yarı bir adam bana dur demesini bildi ve beni yakamdan tutarak yere çaldı. Ama benim vücudum insanüstü bir hareketle, beni yere çalan adamın hattini bildirmesini bildi.
İlk önce adamın sol gözünü çıkarmıştım. Bu sırada adam acıdan istifade beni bırakırken son derece atik bir hareketle ayağa kalktım ve adamın bacak arasından geçtim. Adam daha ne olduğunu anlamadan arkasına geçerek boynunu kırdım.
"Vay be!" demekten kendimi alamadım ve sert bir ıslık çalıp yoluma devam ettim.
En son bir yere vardığımda firavun olduğu ihtişamından beliren bir adam ve onun ailesi vardı. Yanlarında da evcil hayvan olarak kullandıkları bir aslan vardı.
Aslan beni sert bakışlarıyla süzdü, ardından benim üstüme atladı ama vücudum beni bir kez daha şaşırttı.
Ben öleceğimi sanarken, aslanın burnuna öyle sert bir yumruk attım ki aslan yere kapaklanıp kaçmıştı.
Şimdi ise bir bahçede, firavun, ailesi ve ben vardık.
"Ne istiyorsun?" diye sordu firavun. Ben ise kendi elimde olmadan bir cümle söylemiştim:
-Seni...
Neydi şimdi bu? Ben daha kendi kendime cümle kuramazken bu kadar düşmanı aklayıp, ardından bir aslanı devirdim ve bir firavunla mı dövüşecektim?
Ben bunları düşünürken birden tuhaf bir şey oldu. Herşey bir anda geriye sardı ve o sokaklara tekrar geldiğimi farkettim.
Şimdi ise herşey farklıydı. Her köşe bucak yanıyordu. İnsanların karınları yarılmış, kadınlara tecavüz edilmiş, çocukların kafaları yerinden kopartılmıştı ve bir ceset dağı oluşturulmuştu.
Bir anda o ceset dağının üzerinde bir adam belirdi. Görünümü cidden korkunçtu. Teni kapkara, gözleri bir yakut kadar kırmızı ve başında iki tane sivri boynuz vardı.
Elinde ise bir orak tutyordu. Uzun, büyük bir orak...
Yanımda ise bambaşka bir adam vardı. Üstüne son derece acaip ama fiyakalı bir zırh giymiş, başındaysa iki kanatlı bir miğfer vardı.
Bir anda cesetlerin üzerindeki kişi konuştu:
-Gördün mü? Sen buradakilere liderlik etmedin, onlara öncülük etmedin diye bütün halk kılıçtan geçirildi! Bu daha nereye kadar sürer??
Bunun üzerine adam cevap verdi:
-Benim kendi klanım dışında başkalarına liderlik etmem yasak! Bu yasalarımı çiğnemekten başka bir şey olmaz. Beni tanırsınız ErlikHan, lider ankalar sözlerinde dururlar!
ErlikHan mı? Ankalar mı? Bu hayatımda gördüğüm en saçma ve en tuhaf rüyaydı.
Bunun üzerine ErlikHan'nın sırtında iki kanat açıldı ve yere ceset topluluğu üzerinden yere süzüldü.
Elini adamın sol yanağına değdirdi. Kemikli, simsiyah ve iğrenç olan bu eller, o adamın sol yanağını bir anda soğutmuştu. Kara bir soğuğa bürümüştü bir anda.
"Sen bir korkaksın Walden!"
dedi fısıltıyla ErlikHan.
Bir anda zihnim allak bullak oldu. Walden olan adam normalde siyah saçlı, çıkık elmacık kemikleri, kemerli burnu ve kartal bakışları ile adamın ruhuna işleyen bir insandı.
Burada "Walden" diye hitap edilen kişi ise...
Bu adamın hiçbir şekilde Walden ile alakası yoktu. Büyük, sivri burnu, küçük gözleri ve düz yüzü ile çirkin biriydi.
"Ben I.Walden Yson Sprechque! Buraya adaleti sağlamaya ve senin gibi ****** çocuklarını Pangea'dan atmaya geldim."
I. Walden mi?
Şimdi oldu işte... Walden SkyLancer Sprechque aslında I.Walden'dan gelen sonraki isim oğluydu. Mantıklıydı...
Bir anda ErlikHan, Walden'in boğazına yapışıp onu yere çaldı.
Bir anda kendimi Kalradya'da buldum.
Zaman hala donmuştu ama yavaş yavaş hızlanmaya başladığında kendime geldim.
Şimdi her şey daha karmaşıktı. Normalde zaman istemem gerekirdi ama bir anda parladım.
ErlikHan'nın bahsettikleri...
"Şimdiki planımızı açıklıyorum!" dedim dünya haritasına dönerek.
Artık, buradakilerin lideri bendim.
* * * * * *
Önümdeki dünya haritasına dikkatlice bakmaktan kendimi alamadım. Karşımda Geroia'nın, Merkobia'nın, Kyoro-Sushi'lerin, Kraiisa Adaları'nın ve Pangea'ya açılan geçitin taslak resimleri vardı.
Eğer Mirim Şehri'nin hali böyleyse -ki en gelişmiş şehirdi bu diyarın- diğer memleketler nasıldı tanrı bilir?
İlk önce Mirim'den kaçmamız, ardından insanları organize edip bir kurtuluş yolu bulmalıydık ama nasıl olacaktı?
Bir anda gözüm Merkobia Kıtası ve civarlarına kaydı. Geroia'dan sonra en büyük kıta orasıydı.
Annia Krallığı, oranın en geniş topraklarına sahipti. Aristokrası ile yönetilen Annia Krallığı, askeri bakımdan en zayıf ülkeydi Merkobia'da...
Annia'lılar ılıman ve sakin insanlardı. Orada neredeyse hiç bir cinayet vakası yaşanmazdı. Oralılar gerçek anlamda ruhani huzura ermiş kişlerdi. Bir ailede en fazla üç çocuk bulunurdu. Bir zamanlar Svadyanların yakın akrabaları olan Annialılar kültürlerinden uzaklaşmışlardı. Artık gerçek benliklerinden uzaktaydılar ve bu da zamanla yıkılmalarını hızlandıracaktı.
Altlarında Ryoshia Denizci Cumhuriyeti bulunurdu. Denizcilikte hiçbir ülke onları geçemezdi. Kyoron Shogunluğu ile zaman zaman deniz savaşları yaşanmakla birlikte deniz kuvvetleri en güçlü olan devlette onlardı. Aynı zamanda Nordlar ile uzaktan akrabaydılar.
Ryoshialılar iri yarı insanlardı. Sert kişilikleri sayesinde hayatta kalmış kişilerdi. Kültürlerine bağlı kalmış nadide uluslardandı, zamanında babam Lead Yüküntür onlarla konuşmaya çalışmış ama uzaklıktan dolayı başaramamıştı.
Ryoshialıların altında Dabriolar vardı. Dabriolar genelde vahşi bir topluluktu. Teknolojiden uzak bir toplum olmalarına karşın her türlü savaşta imparatorluk hariç bütün herkesi mahvederlerdi. Gerek savaş biçimleri olsun, gerek sayı üstünlükleri olsun.
Dabrioların altında Minos Thowrew ve Güney Geroia Kergitleri yaşardı. Minos Thowrew bir madenci topluluğuydu. Artık dağların içinde yaşayan bu ulusu genelde imparatorluk hariç hiçbir güç fethedemezdi. Bu insanlar kısa boylu, uzun sakallı bireyler olmakla beraberinde kadınları bir insanın ki kadardı ve cidden harika vücutları olmakla beraberinde, yüzleri de çok güzeldi. Bazı Kalradyalılar bu kızları Geroia'dan kaçırmışlardı ve onlarla üremişlerdi.
Güney Geroia Kergitleri göçebe insanlardı. Genelde dağlara çıkmayan bu ulusun hiçbir zaman başkenti olmamıştı. Sadece oradaki tek kent olan Hunia denen yere gelirler ve orada bir ay kalırlardı. Sonrasında hayvanlarını beslemek ve yetiştirmek için göçe devam ederlerdi.
Ortada ise imparatorluk vardı.
İmparatorluk, bu zamana kadar gelmiş geçmiş en güçlü ulus olarak anılırdı. Geroia'da düzeni onlar sağlardı, her ulustan vergi toplarlar ve her sene yaptıkları "Ölüm Arenası" etkinliğine iki erkek ve bir kız alırlardı.
Zamanında Sharlman onlarla mücadele etmişti ama gerek güçleri gerekse taktikleri yüzünden imparatorluk dize getirilememişti.
Bu imparatorluğun kendine ait onlarca derebeyliği ve bomboş olan "Ölüm Arenası" denen bir yerde arazisi vardı.
Teknoloji, onlarda çok ilerideydi ve her türlü isyanı size getirirlerdi.
Sphasovlar denen barbar ırktan, Annia Krallığından, Million Hanlığı'ndan, Dabriolardan, Ryoshialardan, Minos Thowrew'den iğrenç bir etkinlik olan "Ölüm Arenası" için çocuk alırlardı. Genelde her ulustan iki çocuk alan bu imparatorluğun, izbe sokaklarında iblislerin dolaştığı söylenirdi.
Tek Den Reo topraklarından çocuk alınmazdı çünkü orada şeytanların yaşadığı söylenirdi. Bu şeytanlar ışığa, doğaya ve karanlığa hükmederlermiş. Hani masallarda bahsedilen yaratıklar gibi...
Bu yaratıklar sivri kulaklı canlılarmış, kızları inanılmaz güzelmiş ama onlara güvenilmezmiş.
Sphasovlar ise farklı bir ülkeydi, aslında bu ulusun eğlenceye, şaraba ve kadına düşkünü çoktur. Onlara göre bu dünyaya isyan sadece eğlence için gelmiştir. Onlarda çalışmak yoktur. Ama bir bütün olunca sadece eğlenilebilirmiş.
Bu insanların saf olduğunu söylemek yanlış olmaz çünkü Million Hanlığı'nın kölesidir bu topluluklar. Kuzeyli Sphasovlar, Kuzeyli Kergitlere eğlenmeyi öğretmişlerdir. Kuzeyli Kergitler de onlara -tabir yerindeyse- balık yemeyi ve tutmayı öğretmiştir.
Güneyli Sphasovlar sadece eğlenceye düşkünlerdi artık ama onların Kuzeyli kardeşleri, hayatta kalabilecek insanlardı artık.
Yanımdaki yoldaşlarıma sormadan edemedim.
-Sizce Merkobia nasıldır?
Yüzbaşı Merkobia yanıma geldi:
-Niyetiniz..?
dedi kuşkulu bir tavırda.
"Orası bana göre güvenlidir." dedim herkesin duyabileceği bir şekilde.
Merkobia ise gözlerimi okumuştu adeta.
"Eğer doğduğum kıtaya gidecekseniz sizi ölümüne takip ederim!" dedi kararlı bir ses tonuyla.
O sırada Ryan'dan beklemediğim bir yanıt geldi:
-Normalde mücadele etmemiz lazım ama bu durumda sizin izinizden giderim yoldaş...
Bu sırada Claudioa:
-Ben de senin yanındayım, dedi sakin, sakinleştirici ama kararlı bir ses tonuyla.
Michoel sadece bir adım öne çıkmakla yetindi. Miche'de onu izledi. Zamanla herkes çevreme toplanmıştı.
Doktor Jeremus:
-Oraya gitmek tehlikeli olacak ama denemeden olmaz.
dedi korku dolu bir ses tonuyla.
Ona hak vermemek elimde değildi. Oraya giderken ölebilirdik. Peki ben bu riski göze alabilir miydim?
Bu sırada bir yıkılma sesi duydu herkes, ardından da sarsıntıyı hissettik.
Ön geçit artık kapanmıştı. Artık karar vermek için fazla zamanım kalmamıştı...
 
Artık üstümüzdeki geçit kapanmıştı. İkinci çıkış yolu, Mirim Şehrinin kanalizasyon sistemi olacaktı.
"Herkes ekipmanlarını hazırlasın." dedim sakin bir ses tonuyla. Yoldaşlarım ekipmanlarını hazırlamaya başlamışlardı. Silahlarını ise benim cephaneliğimden alacaklardı. Sonuçta buraya artık uğramamız yersizdi.
Merkobia eline çentilmiş çift elli savaş baltası, yuvarlak süvari kalkan ve iki sadak -ki bu sadaklarda beş tane bulunurdu- fırlatma baltası aldı.
Emrindeki askerlerin üçü -Drajon, Danyel, Melnik- klasik savaşçı örneği olan kılıç-kalkan ikilisini, diğer ikisi -Yuri ve Mashev- ok-yay ikilisini ve kısa kılıcı tercih ettiler.
Miche sırtına iki sadak cida yerleştirmişti. Elinde kısa dövüş kılıcı ve üçgen süvari kalkanı almıştı.
Michoel ise favorisi olan arbaleti iç güdüsüyle bulup çıkardı, bir büyük sadak, bir de çelik uçlu sadaklardan aldı. Yanına da bir dövüş nacağı yeterli olmuştu.
Doktor Jeremus gizlenme kıyafetine yakışan bir dövüş asası ve on üç sadaklı fırlatma hançerlerini aldı.
Ryan eski bir albay olarak en çok güvendiği ekipmanı aldı. Uzun, usta işi yapımı bir dövüş kılıcı...
Beni asıl şaşırtan Claudioa olmuştu. Sırtında özel işlemeli, dört fırlatma mızrağı olan bir sadak, bir savaş yayı, battal kılıç ve savaş yayına gidecek en iyi ekipman olarak ince temrenli ok almıştı.
Yuseid ise bir kısa kılıç, bir kundaklı yay, büyük bir kalkan ve büyük oklu sadaklardan birini tercih etmişti.
Uşaklarım ise sadece bir kılıç yada hançer almışlardı.
Etrafımdaki adamlara baktım, herkesin gözünde bir kararlılık vardı ama korku, vücutlarını ele geçirmişti. Bu korku insanı içten çürüten, onu bomboş yapan bir korkuydu. Boş cesareti önleyen, temkinli olmayı sağlayan bir tereddüt... Ama duyguları bir kenara iten de bir şeydi bu. Sadece içgüdü...
Arkadaşlarım ekipmanlarını alırken ben de kirli, kanlı eşyalarımı çıkarmış, onun yerine bölümdeki askerlerin zırhının gri modelini giymiştim. Zırh ciddi anlamda fiyakalıydı. Ok ve sadak geçirmezdi. Balyoz darbeleri buna hiçbir şey yapamazdı. Tam anlamı ile bir tanrı zırhı...
Ama bu savaşta bu zırh ne kadar yeterli olacaktı, sadece yaratan bilirdi.
Herkes hazırlıklarını tamamladığında son giriş yolumuzun kapısını açtım. Burnuma yayılan koku, son derece berbattı ama buna katlanmaktan başka çare yoktu maalesef...
Birden bir yeni Britanyalı şairin dediği aklıma geldi:
"Follow me freedom!
Who can say?
I'm your master!
Who can command you?
You are freedom...
I said:"Follow me!"
That's not ordinary...
That's invite!
Follow me freedom...
Follow me and give your light
Prisoneirs,hostages!
You are freedom!
Give your light!
Darkness and Devils!
It see your power!
It see your damn!
You are freedom...
You are unstoppable,
You are beautiful,
You gave your power humanity
But they haven't knew
Your beautiful, your unstoppable...
So give your light!"
(Beni takip et özgürlük!
Kim der?
Ben senin efendinim!
Kim seni kontrol edebilir?
Sen özgürlüksün...
Ben söyledim sana:"Takip et!"
Bu bir emir değil...
Bu bir davet!
Takip et beni özgürlük
Takip et ve ver ışığını
Esirlere, rehinlere!
Sen özgürlüksün!
Işığını ver!
O senin gücünü görsün!
O senin lanetini görsün!
Sen özgürlüksün...
Sen durdurulamazsın,
Sen güzelsin,
Sen insanlığa gücünü verdin
Ama o bilmedi
Sen güzelsin, durdurulamazsın...
Bu yüzden ışığını ver!)
Bizde şairin dediğini yapacaktık, insanlara özgürlüğün ışığını tutacaktık.
Ama onlar görmek isteyecekler miydi? İsteseler de görebilecekler miydi?
* * * * * *
"Hazır mısınız?"
dedim sakin bir ses tonuyla. Biliyordum ki bu soru gereksizdi, böyle bir savaşa hiç bir zaman hazır olmayacaktık ki...
Ancak görev gereği herkes başını salladı. Biraz tereddütlü olsalar da...
Ardından zırhıma baktım, grimsi ve parlayan tonu, savaşa hazır gözüken havası...
Olduğumuz yerin kapağını açtığımda burnuma gelen koku ile kusmak istedim içimden ama zorlayarak da olsa tuttum kendimi.
"İğrenç kokuyor..." dedi Claudioa mızmızlanarak.
Bahçıvanım Hill bunun üzerine inanılmaz bir analizde bulundu:
-Normalde buranın gübre gibi kokması lazımdı. Ama havaya kan ve organ kokusu karışmış.
Hill artık altmış yaşlarına demir atmış ama saçları hala simsiyah olan espritüyel bir adamdı. İnanılmaz analizleri, altıncı hissi ve kötü bir şey olduğunda acayip derecede küfür etmesi bu adama ısınmamı sağlamıştı. Kısa boylu, şişman ve tombul yanakları vardı. Her gün sakallarını kesmeyi ihmal etmezdi ve elinden geldiğince bol kitap okurdu. Onun sayesinde Tash Kulun kütüphanesinde iki ayımı okuyan geçirmiştim. Onun sayesinde cumhuriyet madalyamı, bu villayı ve üzerimdeki silahları almıştım.
-Haklısınız, dedi Merkobia şaşırtıcı bir ifadeyle, ayrıca ortamda yığun bir yanık bir kül kokusu var.
-Tezin harika, dedi Hill, bir yanık kokusu var. Daha çok ateşlenmiş barut.
Ve ardından göz kırptı.
Ekiptekilerin iyi anlaştığını görmek az da olsa ümidimin olmasına neden oldu. En azından ikilinin birlik olması, bir ayrılmaz bağının kurulmasında etmen olabilirdi.
"Artık girelim mi?" diye sordu Mashev alaycı bir ses tonuyla.
"İyi olur." dedi Danyel ciddiye almış gibi gözükerek.
İlk adımı ben attım, lider olarak. Herkese cesareti veren ben  olmalıydım. Aksi takdirde birini gönderseydim -ki emirlerime uymaya devam ederlerdi ama güvensizlik ortaya çıkardı- o kişi ölebilirdi ve ben lider olarak bunu göze alamazdım.
Yavaş yavaş ilerlerken karanlıkta, birden bir parıltı gördüm uzakta.
"Durun!" dedim sessizce. Herkes bir anda durdu zifiri karanlıkta. Anlamışlardı bir şey gördüğümü.
Uzaktaki şey, kırmızı parıltılar saçıyordu. Sonra bir anda bir şeyi parçaladığını farkettim. Ardından da bir inleme...
O şey her neyse, bir insanı yiyiyordu, hemde canlı bir biçimde.
Ve birden bizim buradan gelen bir okun onun kafasını parçaladığını fark ettim. Bu okun Claudioa'nın attığını anlamak zor değildi. Hem de öyle bir etıştı ki bu, en iyi ustalar bile böyle atamazdı. Her kim olursa olsun...
"Sen nereden öğrendibn bu atışı?" dedim harikulade(!) bir ses tonuyla.
"Ben Yeni Britanyalıyım."
dedi gülümseyerek.
"Vay be!" dedi Miche. "Galiba âşık oldum!"
"Sevebilirsin ama vücudumu sana açamam!" dedi Claudioa.
Hepimiz kahkahalara boğulurken o şeyin hala yaşadığını farkettim. Ve üstümüze koşuyordu...
Ve ikinci darbe Merkobia'dan geldi.
"HAAA!" diye kükreyişi ve çift elli baltalı savuruşu yaratığın kafasının yerinden uçmasına neden oldu. Yaratık çırpına çırpına can verirken Melnik gülümsedi:
-Yüzbaşı yapar mı? Yapar tabii.
dedi babacan bir tavırla.
Bir iç geçirdim, eğer bu yolda bayağı ilerleyeceksek ve bunun gibi yaratıklar da karşımıza çıkacaksa, işimiz çok zor olacaktı.
İlk kanalizasyon çıkışını gördüğümüzde hemen yukarı çıktık. Çıktığımız yer Nord Mahallesi'nin meydanıydı. Nordlu vatandaşlar ucubeleri öldürüyor, ucubeler de onlara umutsuz bir biçimde ateş ediyordu.
Kanalizasyondan çıktığımda bir Nordlu bağırdı:
-Seni aşağılık! Deliğe gir, büyük kuş gelecek!
Daha ne olduğunu anlamadan bir patlama ile yere kapaklandım.
Yoldaşlarım dışarı çıktıklarında beni hemen harabe bir evin içine sürüklediler.
Sarsıntıdan dolayı başım dönüyor, kulaklarım çınlıyordu.
Bu sırada Doktor Jeremus'un sesini duydum:
-Birbov! Birbov!
Başımı salladım şiddetle:
-Evet, dedim zorlanarak.
"Tepki veriyor." dedi Yuri.
Kendimi zorlayarak ayağa kalktım ve zırhımın arkasındaki bölgesiden kısa bir kundaklı yay çıkardım. Diğerlerinin aksine tek elle de taşınabilen bu kundaklı yay, kolay kullanımı ve etkisi ile bölüm ajanlarının favorisi olmuştu.
Direkt bir ucubeye nişan aldım ve kafasına hedeflediğim ok, yayından çıktı.
Ucubenin kafası delinirken, ona saldıracak olan Nord bana bakıp gülümsedi.
Bu kadın, Matheld'di.
Direkt onun yanına koştum ve ekibim de beni takip etti.
-Burada ne işin var evlat?"
dedi kızgın ama beni gördüğü için mutlu bir tavırla.
"Mirim Şehrinden kaçıyoruz." dedim kestirip atarak.
Matheld şoka dönmüş bir ifadeyle:
-Aileni burada mı bırakacaksın?
dedi kızarak.
Matheld haklıydı, planımı yaparken onları hiç düşünmemiştim. Ve şimdi onlar beni endişe içinde ararken ben burada kaçma planları yapıyordum. Ancak durumu kıvırdım:
-Onları da yanıma almayı planlıyorum.
-Aferin sana, dedi, vatanını bırak bu şeytanların eline değil mi?
-Hayır!
dedim öfkeyle. Bu süre zarfında bulunduğumuz alanı o kuş dedikleri ucube yıkmaya devam ediyordu.
"Amacım insanları koordine edip, sağ kalanları kurtarmak."
Matheld bana kuşkuyla bakmadan edemedi. Benim söylediklerimin doğruluğunu tartıyordu. Yalanım ne kadar inandırıcı geldi bilmiyorum ama cevabı beni tedirgin etmeye yetmişti:
-Ben de sizinleyim, adamlarımla beraber emrindeyiz ama gözüm hep üstünde Birbov."
* * * * * *
-Pekala...
diyebildim sadece Matheld'e. Bu sırada "kuş" denen ucube bir darbe daha atmıştı tabana. Bu gidişle harabe iyice yıkılmış bir bina olacaktı. Artık daha fazla kalamzdık. Er yada geç bu kuş vazgeçecekti bizi avlamaktan, en azından öyle umuyorduk.
Ancak ucubenin vurduğu son darbe zaten harap olmuş çatının çökmesine neden oldu.
Son anda geri çekilip ölmekten kurtulmuştuk ama Hill ve Matheld için aynısı söyleyemezdim. O lanet molozlar üzerilerine çökmüştü ikisinin ve onları çıkarmadığımız her saniye, onları ölüme sürüklüyorduk.
Hemen onları çıkarmaya gittiğimizde Matheld'in kolu yukarıdaydı. Sanki yardım ister gibiydi. Onun üzerinden molozu kaldırdığımda öldüğünü farkettim.
Gelen darbe kafatasını tamamen parçalamıştı. Parçaları ve kanı molozlara yayılmışken Hill'in sesini güçlükle duyabildik yıyıntıların arasından:
-Çıkarın beni!
İç güdüyle direkt biryerleri kazmaya başladık bilinçsizce. Ellerim umursamadığım sivri nesnelerden dolayı çizikler içinde kalmıştı ama bunu o kadar da umursamıyordum. Benim için önemli olan arkadaşlarımdı ve bir lider, ekip arkadaşlarını arkada bırakmazdı.
Hill'i hızla molozların üzerinden çıkarırken, bu kavramın çok yakın biri tarafından öğretildiğini anımsamıştım. Bana babam, Walden ile Kalradya'yı Bizanslılardan temizlerken anlatmıştı. Zamanında Walden, Aegean denen komutanın emrinde onlarca müfrezeyi kontrol eden bir mareşalmiş.
Sonra bir savaş sonrası ağır bir darbe almış Walden ve uzunca bir süre savaşamamış.
Sonra Aegean ölünce liderliği ona bırakmış. Sonucunda da yaşadığımız ülke kurulmuş.
Babam da zamanında Walden'i kurtarmış ama Leydi Ymira'nın ölümü üzerine görevini terk etmiş.
Babam Lead olmuş ve uzun zaman bu ülkeyi yönetmiş, sınırları genişletmiş ve insanların refah düzeyini arttırmıştı.
Ve şimdi bu ülke şekilsiz yaratıkların istilası altında. Eline bir silah alıp biz Kalradyalıları katletmeye çalışıyorlar.
Bu bir şaka mıydı, yoksa bir rüya mı?
Biz bu yaratıkları masallardan dinlemiştik ve masallar da gerçeğe dönüşmüştü.
Eğer bunlarda gerçek ise... Kahramanlarda gerçek demektir. Bizi kurtaracak kahramanlar var demektir.
Ancak onlar biz de olabilirdik. Bizim Kalradya'yı kurtarmamız gerekecekti belki de.
Ama o kudret bizde var mıydı? O kadar tecrübeli savaşçılar mıydık? Kılıcımız her şeyi kağıt gibi delen, oklarımız herşeyi delik deşik eder miydi?
Peki iyi anlaşabilecek miydik? Herkes kusursuz bir biçimde birbirine destek çıkabilecek miydi?
Bizler o kadar harika insanlar mıydık? Bize kurtarıcı denebileceği gibi "İblis", "Hain", "İt" gibi tabirler de denebilirdi. Dendiğinde biz bunları katlanabilecek miydik? Yanlış bir şey yaptığımızda bunun sonuçları ne olacaktı?
Eğer bir çocuk ölürse bizim yüzümüzden, bunun yükünü kaldırabilecek miydik? Bir kadın dul kalırsa bunun vicdan azabıyla yaşayabilecek miydik?
Ama her şeyin bir bedeli olmak zorundaydı... Her şey masallardaki gibi olmayacaktı. Kadınlar dul kalacak, çocuklar ölecekti belki ama yeni nesil sağ salim kurtulursa namımızı yayacaklar, bizleri örnek alacaklardı. O lanet, aşağılık, piçkurusu ucubeleri cehennemin dibine vurduğumuzda isimlerimiz taşlara kazınacak, parşömenlere yazılacaktı. Kitaplarda, öykülerde, hatta destanlarda okunacak, söylenecekti ismimiz. Bizim adımıza şiirler yazılacaktı ve bir gün gelecek. Bizim gibi insanlar, bizim yerimizi onurla alacaklardı. Belki onların isimleri söylenmeye başlanacaktı ama o adamlar bizi hiç unutmayacaklardı. Ne zafer sarhoşluğu unutmaya engel olacaktı, ne de kibirleri...
Biz Kalradya'nın Kahramanları olarak bu diyarı bu aşağılık hergelelerden arındaracak ve kimse bunun sorumlusu, onun üzerine ateş kusacak, Mirim gibi onları kendi lanet kazanlarında kaynatacaktık.
 
Yeni bölümler harika olmuş kardeşim eline sağlık. Gerçekten iyi iş çıkartmışsın...

Matheld...  :cry: :cry: Ah be! Matheld ölmemeliydi. Oyunda en sevdiğim NPC'lerdendi. Grubumun vazgeçilmezlerindendi. Son imparator'u yazmaya başladığımda, Yüküntür'ün aşık olmasını düşündüğüm kişiydi.(Sonradan değiştirdim tabii. Eğer öyle yaparsam Alhedras'tan kopya çekmiş gibi olurum diye.  :lol: :lol: ) Kısacası, ailecek yastayız...  :mrgreen:
 
Kızıl $aman said:
Yeni bölümler harika olmuş kardeşim eline sağlık. Gerçekten iyi iş çıkartmışsın...

Matheld...  :cry: :cry: Ah be! Matheld ölmemeliydi. Oyunda en sevdiğim NPC'lerdendi. Grubumun vazgeçilmezlerindendi. Son imparator'u yazmaya başladığımda, Yüküntür'ün aşık olmasını düşündüğüm kişiydi.(Sonradan değiştirdim tabii. Eğer öyle yaparsam Alhedras'tan kopya çekmiş gibi olurum diye.  :lol: :lol: ) Kısacası, ailecek yastayız...  :mrgreen:

Şaka maka bir yana... Ben de az üzülmedim değil ama eski sayfaları defterden atmak gerek... Yeni karakterlere ısınırsın, için rahat olsun.
 
Şimdi çevremiz azgın teke gibi olmuş Nordlar ve şeklini belirleyemediğimiz varlıklar tarafından çevrilmişti. Ekibim umutsuzluk içindeydiler. Bu konuda haklıydılar da...
Onları şu anda ölüme sürüklemiştim. Şimdiden bahçıvanım Hill yaralanmış, Nord Valisi Matheld'de ölmüştü. Kendime lanetler yağdırırken içimden, Hill zorla ayağa kalkıp bana dayandı:
-Korkma genç anka. Bana bir şey olmayacak, sen bize liderlik ettiğin sürece...
Hill'e korku dolu bakışlarımla bakamadan edemedim. Genç anka ne demekti? Ne ima etmeye çalışıyordu? Belki de başına bir parça düşmüştü de aklını kaçırmıştı.
"Hill..." diye mırındandım ve cümlemin devamını zorla getirebildim:
-Ne oldu sana?
Hill bana kararlı bakışlar atarken çok tuhaf bir soru sordu:
-Sen de görüyor musun?
Hill'e çekingen bir tavırla sordum:
-Neyi?
Fakat bu çekingen tavrım çok kısa sürmüştü. Şu anda ayaklarımın altında bir yol vardı, incecik, turuncu renkte. Bir yılan gibi dolanıyordu ve sonu başka bir harabede bitiyordu.
"Tanrı aşkına! Bana neler oluyor?"
demekten alamadım kendimi.
Zihnimin oyun oynadığını düşünüyordum ilk onu gördüğümde. Ama Hill'in o sorusu... Her şey bana mantık dışı geliyordu, okuduğum ilk kitaptaki gibi...
"Kalradya Günlükleri" isimle yazılmış bu kitapta, destanlarımız, halk hikayelerimiz, masallarımız vardı.
Bunlardan biri de yol gösteren destanıydı.
Yol gösteren destanı, en eski bilginler tarafından yazılmış bir öyküydü. Son sıralar unutulan bu destan yerine, gereksiz tartışmalar yer alıyordu. Yok "Leydi Ymira'mı, yoksa Sharlman'ın karısı mı?" yada "Walden gerçek değildi..." gibi saçma sapan tartışmalar dönüyordu. Onun yerine Yol Gösteren destanı, bana cazip geliyordu.
Çok ama çok uzun zaman önce, daha bu topraklarda kılıç sesleri yerine sessizlik hakim iken, bizim atalarımızdan bazıları bilinmez diyarlardan uzaklaşmış, kendilerine yeni topraklar ararlarken, gemileri Bezan denizinden Kalradya sahillerine vurmuş. Bu sırada yemek ve su sıkıntısı çeken atalarımızdan Carl ve Dyan isminde iki kardeş gecenin bir yarısında, herkes uykudayken kaybolmuşlar.
Sonra zaman geçmiş tabii... Bir gün, iki gün derken bütün atalarımız onları aramaya başlamış.
Bu iki kardeş, sonradan atalarımızın yanına gelmiş. Yüzleri bembeyaz, gözleri donuklaşmış ve adeta ölü gibi konuşan Carl ve Dyan'ın o tüyler ürperten sesleri kulaklarda yankılanmış.
"Orayı bulduk..."
Atalarımız iki çocuğun delirdiğini düşündüğü sırada, benim gördüğüm ışık parlamış onların arkasında... Atalarımızda takip etmişler iki gün, iki gece...
Sonra yaşadığımız yerlerin el dokunmamış yerlerini görmüşler. Bakir ormanlar, devasa elmas dağları, nehir gibi akan altın cevherleri...
Burası adeta cennetmiş. Ancak canlı yokmuş buralarda...
Ve işte o zaman yol yukarıyı göstermiş, ardından bir parlama...
Ve yaratanımız, onlara canlıları bahşetmiş.
Tam kırk sürü inek ve koyun.
O gün bugündür insanlarımız burada yaşarmış.
Ve ben de bu efsaneye inanmış bir şekilde orayı takip etmeye başladım. Herkes arkamdan seslense de, ben onları duymadım belki de...
Ve hiçbir şeyi duymazken, o kadar tehlikeyi de hiçe sayarken o ışığı takip ettim. Adeta ona muhtaçmışım gibi adeta. Yolun bittiği yerde beni karşılayan şeye inanamadım.
O şeyin ilk başta hayal ürünü olduğunu sanmıştım, kendi zihnimin bir parçasıydı sadece.
Karşımda bana emir veren askerin silahından vardı ve onun gerisinde de karanlıklara sarılmış bir çift, kırmızı ve öfkeli göz...
Ve o mırındanmayı duydum:
"Senin için geliyorum..."
Ve ardından gölgeden çıkan şeyin ciddi anlamda tehlikeli olduğunu anladım.
Tam tamına bir atın ayağa kalkmış boyu kadar boyu olan, iri yarı, kırmızı gözlerini bana dikmiş bir ucube vardı karşımda.
İğrenç bir şekilde gülümsüyordu bana karşı.
"Nihayet karşılaştık, Walden'in oğlu..."
dedi pis bir sırıtışla.
-Yanlış kapı...
dedim muzip bir tavırla.
-Sen Birbov'sun ankaoğlu!
dedi öfkeli bir tavırla.
-Ya arkadaşım ölümümü hızlandırır mısın?
dedim muzipliğimi koruyarak.
-Büyük zevkle piç kurusu...
dedi ve sol eliyle boğazımı sıkmaya kalktı.
Fakat bu kadar salak olacağını tahmin edemediğim düşmanımı bir çırpıda harcayacaktım. İlk önce saldırıdan savuştum, ardından da ayaklarının arasından kaydım. Artık silah diye nitelendirdiğim nesneye ulaşmıştım. Sağ ve sol taraflarında, uzun tabakalar şeklinde şeyler vardı. Bu şey bir çubuğa bağlanmıştı ve çubuğun bana yakın kısmında bir çubuk, delik olan bir kısmında da iki çubuk vardı. Çubuğun altında da bir dil vardı.
O devimsi ucube bana gelirken, çubuğu ona doğru yönelttim ve dile basınç uyguladım.
Ardından bir patlama ve ucubenin kafasının yerinde olmayışı...
Şu anda elimdeki acayip derece de güçlü olan bu silaha bakarken, Tanrı'ya dua etmeden edemedim:
-Teşekkürler... Sana tapıyorum!
 
Back
Top Bottom