İHTİLAL VE SONRASI 3:Kalradya'nın Kahramanları(Final Bölüm Yayında...)

Sizce öykümün bir oyun modu olmalı mı?

  • Olmalı

    Votes: 33 58.9%
  • Olmamalı

    Votes: 23 41.1%

  • Total voters
    56

Users who are viewing this thread

Merhaba sevgili arkadaşlar,
Biliyorum bu öykü henüz bitmedi ve bayağı bir sürede bitmeyecek gibi... Ancak size ufak bir sorum var.
Sizce öykümün bir anketi olmalı mı? Cevaplarınızı bekliyorum.
 
-Merhaba evlat...
diyebildi sadece karşımdaki adam. Artık dağılmış siyah saçları, yaralı yüzü, rengi sönmüş kahverengi gözleri... Beni korkutmuyordu, herşeyi açıklıyordu aslında. Neden bu diyarlardan gittiğini, beni terk ettiğini açıklıyordu gözleri. Çünkü o sönmüş gözlerindeki nefreti görüyordum. Artık hiç bir şey için yaşamayan bir adam vardı karşımda. Bir amaç uğruna savaşan bir adam vardı.
"Seni neden bıraktım biliyor musun?"
dedi bana kısık bir sesle.
-Biliyorum...
diyebildim son derece soğuk bir sesle...
-Seni tehlikeye atmaktan korktuğum için değil...-
-İntikam için.
dedim aynı soğuklukla.
-Bak Birbov...
dedi bana kendisini zorlayarak. Ardından yutkundu ve o sırada gözlerinde bir parlama fark ettim. Gözlerinin dolduğunu, dökülen o damlaları... Bunlar hüznün değil, öfkenin gözyaşlarıydı. Gözleri, şimdi o soğuklukla bakmıyordu. Artık bir öfke vardı gözlerinde...
"Bana bu dünyada her şey günah Birbov! Sevmek, idare etmek ve hatta uyumak... Bende bir zamanlar senin gibi gençtim. Hatta Kalradya'ya geldiğimde sadece on altı yaşındaydım. Bilinmeyenleri bulmak için gelmiştim, bir şeyi bulup, onu öldürecektim. Sonra benim hayatım silinecekti ama o gün her şey değişti. Yeni yoldaşlar edindiğimde, Aegean'ı bulduğumda artık her şey bitmişti. O kanlı, soğuk geçmiş bitmişti. Bana aydınlık, yeni bir yol gözükmüştü.
Sonra annen, Ymira... Onunla Yüküntür ile omuz omuz ile savaştığımda tanışmıştım. Sonra o bir Noyan oldu... Ben de bir İhtilalci, yollarımız ayrıldı. Sonra Kalradya bir işgal altına girdi. Biz orada rol oynadık, hatta bu işin sonunda lider olacağımı da bilemezdim. Bu ilelebet savaşın süreceği diyarda artık sona erdirecek bir devlet kuracağım aklıma gelmezdi bile. Sonra sen doğdun cumhuriyet kurulduktan sonra ama o zaman bana her şey haram oldu.
İlk önce Suno'daki olay, ardından Mirim'in darbesi ve karımın ölümü... Artık kanlı geçmişime, unuttuğum yıllara geri dönmüştüm. Sonra kendi ailemi buldum ve onlarla Alveden'e, arafata gittik. Orada savaş verdik üç kişi... Annem, babam ve ben fakat onlarda öldürüldü. Anabel Sprechque, Tano Sprechque... Belki sen ikisini tanımazsın fakat onlar senin atalarındı. Onlar da gözümün önünde katledildiler ve ben bir şey yapamadım.
Sonra sen vardın tabii ki de ama artık seni umursamıyorum evlat. Daha doğrusu, umursayamıyorum... Çünkü artık sen benim oğlum değil, Yüküntür'ün oğluydun. Şimdiye kadar yaşadıkların yalandı, bundan sonrası da yalan olacak."
Konuşması bittiğinde oturduğu tozlu, topraklı yerden yavaşça kalktı ve arkasındaki -daha yeni fark ettiğim- delikten içeri girdi. Bende tuhaf bir merak oluşmadı değil... Bu konuşma bu kadar mıydı? Ne yapacaktı? Olaylar böyle mi bitecekti?
Onu takip etmek için delikten girdiğimde gözlerim faltaşı gibi açık kaldı çünkü karşımda son derece harika bir Hidalgo türü saldırı aracı duruyordu. Önünde iki tane ağır zırhlı şampiyon atları vardı. Dikkatimi çeken şey ise hidalgonun bir saldırı tepesi yoktu. Bunun yerine ikili, tuhaf, metalden bir silah vardı. En azından düşündüğüm şey silahtı çünkü hidalgonun tepesine herhalde bağış aracı konmamıştı.
Araç tuhaf bir mekanizmadan oluşuyordu. En önlerinde iki çubuk vardı, bayağı büyük ağızları vardı bu boruların. Bir sisteme bağlanıyordu galiba... Ahh, aklım keşke bu kadar karışık olmasaydı.
Size söyleyebileceğim tuhaf bir silahtı ve teknik bakımdan kaybettiğim kelebek silahı ile aynı işlevdeydi.
Walden, aracın içine girmiş, sanki bir şeyler arıyor gibiydi.
Ona tuhaf tuhaf bakarken şunları mırındandığını duydum:
Ordines transmittuntur ad ventus celeritate ...
Lightning quam ad iræ!
Pugnatores voluntas potentia
Elevare valores.
Ad probandum fortitudo tua,
Nos ducet!
Lorem ipsum dolor sit unum locum
Sentire pastor noster.
Fac tamen,
Implemus ordines,
Lets esse nuntium!
Pater filius spiritus sanctus.
Amen!
(Emirlerin rüzgardan hızlı iletilecek...
Şimşekten daha çok gazap verecek!
Savaşçılarına güç verecek
Değerlerini yüceltecek.
Senin gücünü kanıtlayacak,
Bize liderliğini gösterecek!
Biz sadece birer koyun olacağız,
Sense bizim çobanımız.
Ancak izin ver ki,
Senin emirlerini yerine getiren,
Birer haberci olalım!
Baba, oğul, kutsal ruh.
Amin!)
Bu cümleler beni korkutmaya yetmişti keza Walden'in yüzü artık beyaza boyanmıştı. Elinde de kanlı bir kitap vardı. Ortamın da hafif karanlık olduğunu ve güneş ışınlarının hafiften sızan delikler arasından Walden'i görseydiniz, sizde bana hak verirdiniz.
-Bu aracı kullan ve İmparatorluğa git!
dedi bana bağırarak. Ardından aldığı kitabı yere bıraktı ve kapı olduğunu düşündüğüm yeri açtı.
-İmparatorluk'a git, Mirim'i öldür! O zaman her şey yoluna girecek.
Anlaşılan artık ne yapacağımı biliyordum.
Mirim'i öldürmek...
Ama bir sorun daha vardı.
Nereden başlayacaktım?
 
Selam, bu sefer bölüm uzunluk tarafından kısa oldu ama son sıralar okulların açılması yüzünden anca bu kadar zamanım oldu. Kusura bakmayın.
Bizden beklenen şeyler, her zaman kolay olmaz. Bazı şeyleri istesek bile başaramayız bazen. Galiba ben de böyle bir sonuca varacaktım. İstediklerim olmayacaktı, bana yüklenen sorumlulukları yapmalıydım. Walden'in bana dedikleri, bunlara inanmam çok güçtü. Sonuçta artık bütün diyar bana bağlıydı. Son derece sıcak Sarrdak çöllerini de ben kurtaracaktım, o soğuk ovaları da... Sadece Kalradya mı böyleydi? Hiç sanmıyorum.
Artık yapmam gereken neydi? Ahh, her şeyi bırakıp kaçabilirdim. Sadece kafama eseni yapabilirdim. Ama neden yapmıyordum? Kanımdan gelen şeylerden mi?
Nefsime hakim olamıyordum artık... Büyük bir öfkeyle aracı durdurdum ve indim aşağı.
Lanet olsun!
Her şey neden böyleydi? Savaşmak zorunda mıydım? Eskiden her şey çok güzeldi. Kalradya'da özgürce dolaşabilirdim, istediğim kadınla olabilirdim, yeri geldiğinde de bir kaç yağmacı yada çapulcu tekmeler, övgüleri üzerime çekerdim. Ama bu şey, günlük yada sıradan rutinimin şeyi değildi. Gerçekten büyük bir savaş verecektim. O yaratıklara, ucubelere... Daha önce görmediğim şeylere karşı savaşacaktım. Neden her şey bu kadar zordu?
Bazen istediklerimizi yapamayız.
İşte zihnimde yankılanan şey buydu, kim olduğunu bilmediğim bir ses yankılanıyordu kafamda. Şu anda yaslandığım hidalgonun atları huzursuzdu. Gitmemiz gerekiyordu...
Tekrar içine bindim aracımın ve son süratla gittim. Günler geceleri kovaladı. Gecelerde günleri... Nereye gidiyordum, tabii ki de bahsedilen yere, İmparatorluğa...
Nihayetinde Kergit Kolonilerine geldiğimde, görülmesi gereken manzarayla karşılaştım. Ortalık dev bir kasap dükkanından farksızdı. Ortalıkta her şeyden vardı. İnsan eti de dahil... Sonra bir anda bir espri geldi aklıma.
Kolonilerde yiyecek sıkıntısı var...
Ve sonra espriyi tamamladım.
Artık insanlar doyabilir.
Çünkü her taraf et dolmuştu. Peki insan var mıydı? Hiç yoktu, en azından ilk gördüğüm koloni şehrinde.
Ah, bu etler çürüyecek!
Tanrım, berbat espriler yapıyordum. Psikolojim mi gitmişti, kesinlikle.
Ve hidalgo ile kolonileri gezerken, nihayet görmek istediğim bir şeyle karşılaştım. Umut denen o yüce kavramla. Çünkü yolumda devam ederken, yukarı çıkmak için kullandığım kapaktan bakarken bir kaç çadır gördüm. İşte buydu, bir kaç çadır ve yaşayan insanlar... Bu harikaydı. Eğer insan varsa mücadele edecek kişi de vardı demek.
Atları yönlendirdim, umuda...
İşte umut, o senin...
Evet, o benimdi. Pekala, biraz keşif yapalım. Tıpkı ilk eğitimimi öğrendiğim zaman ki gibi. Zihnim geçmişe giderken, babamın yüzü zihnimde canlandı.
1274
-Pekala evlat, göster marifetlerini. O askerler benim kadar iyi olamaz.

Bir kaç darbeyle başladım çatışmama... Sıradan bir kaç savurma hareketi...
-Hadi, bundan iyi olabilirsin!
Ve ilk yüklenmemi orada gerçekleştirdim. Babam Yüküntür, öyle bir savunma yapmıştı ki, ciddi anlamda şaşırıp kaldım.
Kılıcı sanki kamçı gibi kavradı ve ufak bir bilek hareketi... İşte kılıç elimden uçmuştu.
-Bu diyarda en iyi benim evlat!
Evet haklıydı, o en iyidi.
Ama şimdi kim en iyidi? Bunu öğrenecektim şimdi... Bu sırada da koloni çadırları hareketlenmişti. İnsanlar hidalgonun çevresinde toparlanmışlardı.
Araçtan indiğimde herkes topyekün bir sevinç çığlığı attılar. Karşılarında muhteşem bir savaşçı vardı. En azından onlar öyle görüyordu.
Biri atına bindi, siyah teni, üzerine geçirdiği der urba, bıyıkları ve arkasına aldığı çift taraflı baltası.
-Anlaşılan benimle geleceksin, değil mi?
dedim.
-Evet...
dedi sadece sakin bir ses tonuyla.
-İsmin ne?
-Rolf evinden Rolf...
Ve bir anda gülme isteği geldi içimden.
Rolf evinden Rolf
-Babalarımız İhtilalciler'dendi, değil mi?
-Evet, baban Walden gerçek bir liderdi. Nihayet Kalradya topraklarına barışı getirdi. Her ne kadar Yüküntür kadar azimli olmasa da.
-Evet, Yüküntür gerçek bir kahraman.
-Haklısın, peki şimdi ne olacak?
-Artık bu halk seni takip edecek...
İşte son söylenen cümle, beni sınamak için yapılan bir sınav daha...
-Merak etme, bu sandığından da kolay olacak.
Hani bazen eski bir dost yolda tökezlediğinizde size elini uzatır ya... Şimdi de böyle bir durum vardı. Eski bir dost bana yardımcı olacaktı. Liderlikte, dövüşte... Kanı mavi olan biri...
Rolf'ün babası Rolf, şu anda kırışmış suratıyla ve bütün ekipmanlarıyla karşımda ve hazırdı. 
 
Uzun bir ara oldu, farkındayım ama nihayetinde yazabilme cüreti göstereceğim.
Ne düşünebilirdim ki? Lider olmayı mı? Ben sadece güzel kadınlar ile yatmaktan hoşlanan, yeri geldiğinde de bir kaç kılıç hareketi ile kıç tekmeleyen biriydim ama ucubeler... Ucubeler neydi ki? Ben insanlar karşısında iyiydim. Diğer yaratıklara göre değil...
"Hadi ama!"
diye haykırmadan edemedim Rolf'e.
"Benden o yaratık bozuntulara karşı mücadele etmemi mi istiyorsun? Hemde sadece bir kaç insanla..."
Bunları derken insanlar bana gözlerini dikmişti. Çoğu soğuktu, bir o kadar da öfkeliydi. Rolfler bana gözleri faltaşı gibi bakarken oradan bir at alıp kaçtım.
Yolculuğum kaç gün sürmüştü bilmiyorum. Yapmam gereken şeyi de bilmiyordum. Nasıl bir tehdit peşimdeydi emin değildim, bana musallat olan neydi? Kalradya'nın kaderini niye omuzlarıma alacaktım?
Her geçtiğim kasaba kan gölüydü. Kalabalık yerlerde yaşam belirtisi yoktu. Her yer ucube kaynıyordu. Adeta bir açmazdaydım. Ve bir gece, artık yorulmuşken, atımdan yuvarlandım. Sonrasında kanlı geniş ovalar üzerinde bir uykuya daldım. Son derece rahat denecek bir uyku, ikinci bir hayata geçmiş gibiydim. Yani öyle de denebilirdi.
Geniş, bembeyaz boşlukların olduğu bir dünya... Her yer bomboş, beyaz bir zemin... Beyaz bir gökyüzü... Nereye bastığımı bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa, o da buraya yabancı olmadığım...
Mitescere ...
Bir dakika, bu cümle nereden geliyordu?
Domi.
Bu da neyin nesiydi böyle...
Erit vita magna ...
Tanrı aşkına kim diyordu bunları!
Arkana bak.
"Ah işte, nihayet ya" dedim harika bir biçimde. Ve arkamı döndüğümde karşımda güzeller güzeli, sarı saçlı ve henüz yirmili yaşlarında bir kadın karşıladı beni. Ateş gibi lal dudakları vardı, güneş gibi yakan saçları da bir erkeği köle ederdi ve gökyüzü kadar geniş, mavi gözleri...
"Vay be!"
diyebildim sadece.
"Şaşırdın değil mi?"
dedi karşımdaki güzel kadın. Evet şaşırmıştım ve beni şaşırtacak ikinci haber de geliyordu.
"Annen olmama şaşmamalı..."
Hadi ama ciddi misin?
"Yok artık!"
diye çığlık attığımda arkamda tanıdık bir ses geldi.
"Hidalgo'yu ne yaptın?"
Ve evet, Walden'da gelmişti.
"Siz ne halt ediyorsunuz?"
dedim ikisine de.
"Asıl sen ne halt ediyorsun adi herif!"
dedi Walden haykırarak.
"Sence bu benim savaşım mı?"
diye haykırdım ona son derece sert bir sesle.
"Artık senin savaşın!"
dedi bana yanımdaki annem olduğunu iddia eden güzel kız.
"Sen bu işe karışma lütfen!"
dedim kıza.
"Sen sakın annene karşı öyle konuşma!"
dedi Walden.
Bu sefer aramızdaki atışmaya güzel kadın da karıştı.
-Hıh, ben ona cevap verebilirim Walden!
-Vay, o zaman ona cevap verebilirsiniz Ymira hanım.
-Sen eskiden böyle değildin Walden!
-Vay be... İlk karşılaştığımız zaman sen bana, bende sana benziyordun.
"Sonra hatalarınızdan ders çıkardınız ama Ymira öldüğünde işler değişti. Psikolojin bozuldu..."
dedim muzırca.
"Teknik olarak ben ölmedim, Walden ile kanlarımız birleştiği için daha sonradan dirildim."
dedi Ymira gülümseyerek.
"Peki şimdi ne yapacağız?"
dedim ikisine sorarak.
Walden ise sadece bir parşömen uzattı bana.
Parşömeni açarken artık o diyarda değildim.
Uyanmıştım. Ve bir odadaydım. Çevremi bir şömine ısıtıyordu ve taştan yapılma bir kafesteydim sanki. Bunun sebebi bağlı olmamdı çünkü. Karşımda bir kadın, elinde bir parşömen ile bana bakıyordu. Uyandığımda o parşömeni okudu.
In circuitu oculos tuos et vide ...
Et non est tibi bella.
Sumus semper recta iuxta!
Nunc est tempus pugnare!

Sonra çevirisini okudu:
Gözlerini aç ve çevrene bak...
Bu artık senin ve bizim savaşımız.
Biz her zaman yanındaydık!
Artık savaş zamanıdır!
Ve sonra kadın dışarıya seslendi:
-Hey, Virosko Baba! Gelip bakmalısın...
Ve o anda bir dostun evinde hapis olduğumu anladım.
 
  Sonrada diyorlar ki, neden yazarlar pasifleşiyor, neden eskisi gibi güzel hikayeler çıkmıyor... Hikâye yazmak kolay değil ne yazık ki, insanın zaman harcaması gerekiyor. Ama bu zamanı harcaması içinde ilham verecek bir şeylere ihtiyacı var. Mesela okurların yorumları gibi. Onatcan3, bir şeyler yazma gayretinde ve tarzını sevdiğim biri. Bu 3. seriyi takip edememiş olsamda, yorumların bu kadar az olması dikkatimi çekti. Bölüm başına 1 yorum düşerse şayet, üzgünüm ama yazarların pasifleşmesine şaşılmaz.

Eline sağlık, bu 3. seriye başlamamış olsamda en kısa zamanda yetişeceğim. Devam etmeni istiyor ve başarılar diliyorum.
 
Calselius said:
  Sonrada diyorlar ki, neden yazarlar pasifleşiyor, neden eskisi gibi güzel hikayeler çıkmıyor... Hikâye yazmak kolay değil ne yazık ki, insanın zaman harcaması gerekiyor. Ama bu zamanı harcaması içinde ilham verecek bir şeylere ihtiyacı var. Mesela okurların yorumları gibi. Onatcan3, bir şeyler yazma gayretinde ve tarzını sevdiğim biri. Bu 3. seriyi takip edememiş olsamda, yorumların bu kadar az olması dikkatimi çekti. Bölüm başına 1 yorum düşerse şayet, üzgünüm ama yazarların pasifleşmesine şaşılmaz.

Eline sağlık, bu 3. seriye başlamamış olsamda en kısa zamanda yetişeceğim. Devam etmeni istiyor ve başarılar diliyorum.
Teşekkürler Calselius, böyle bir yorum atman beni kendime getirdi. Beni desteklediğin için sana can-ı gönülden teşekkürlerimi iletiyorum.
 
Selamlar arkadaşlar;
Yeni bölümü beklediğinizi biliyorum ama bu sefer 2.Özel Bölüm olan Düşen Gökyüzü'nü yazıyorum. Sonraki öykülerde neler olacağı hakkında ipucu veren bu bölümleri zevkle okumanızı diliyorum. Bu arada bu bölümü okurken Adele'nin Skyfall adlı şarkısını dinlemenizi tavsiye ediyorum.
Vücudunda çok yoğun bir acı vardı. Her yanını son derece kıyılmış gibi hissettiren, hafifleyeceğine daha da yoğunlaşan bir acı.
İçinde de o acı vardı. Bu, onun için son muydu acaba? Gökyüzünün düştüğünü görmüştü. Onlarca uçak, içlerinden düşen bir o kadar insan... Havada kıyılışları, patlamalar ve enkazlar... Tanrı artık kan kusuyordu gökyüzünden dünyaya. İsminin, birliğinin bir önemi yoktu artık. Yüzüne gelmiş bir kaç şarapnel parçası, vücuduna gelen metal parçaları, yanıklar...
Çok acıyordu canı... Tarif edilemezdi, sanki tanrılar kılıçlarını ona yüzlerce kez batırıp çıkarıyordu. Evet, bu tek açıklama olabilirdi. Belki biraz destansı, biraz da abartıydı ama tek açıklaması buydu. Hem bazı şeylerin tarifinde tanrılara, meleklere sığınmaz mı insan? Hele birinin kötülüğünde şeytana.
-Tanrım! Çok acıyor!
diyebildi sadece. Yere zımbalanmış bir biçimde, hareketsiz ve ağzından son yaşam kaynağı olan bir kaç damla kan gelirken. Artık bilinci kapanıyordu. Sadece önünde bir ışık vardı. Karanlık bir yol içinde. Ona doğru yürümeli miydi? Acaba huzur bu muydu?
Şimdi de bir melek ona elini uzatmıştı. Kesin gitmesi gereken bir işaretti bu. Yoksa değil miydi? Yaşam ile ölüm olan ince çizgi acaba bu muydu?
-Kendine gel Onbaşı!
Bu ses melekten yada başka bir yerden gelmiyordu.
Bu onu yaşama bağlayan sesti.
Ve bir anda melek kayboldu, karanlıklara boğuldu. Bir kaç dakika sonra yanında ekip lideri Yüzbaşı Shephard vardı. Yüzünün yarısı yanmış, bir kolu kopmuş ve sol gözünden kan geliyordu ama hala hareket edebilmesi... Bunun mucize olduğunu pek az kişi inkar edebilirdi.
-Bu son Jesk... Eminim, bu son.
Jesk yere zımbalanmış bir şekilde mırındandı:
-Gökyüzü düştü, efendim...
Bu cümle dudaklarından dökülürken gözlerinden yaş gelmişti. Yüzbaşı da artık yıpranmış sinirlerinin esiri olmuştu ama tecrübesi onun içgüdülerinden baskın çıkmıştı.
-Evet evlat... Gökyüzü düştü.
Bu cümleyi söylerken öylesine duygulanmıştı ki, sağlam tek gözünden damlalar dökülmeye başlamıştı.
-Efendim...
Jesk kendisini zorluyordu sadece bir kaç kelime söyleyebilmek için. Ama söylemeye çalıştı her kelimede ağzından kanlar akıyordu.
-Ef.. Efen...
-Sakin ol... Teker teker asker...
Artık yüzbaşı dayanamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tıpkı annesini kaybetmiş bir çocuk saflığında. Hüngür hüngür. Nasıl tutabilirdi kendisini? Karahgahlarından ayrılmadan önce Jesk'e söz vermişti.
-Bu görevden döneceğiz ki, düğününüzü ben yapacağım.
Bu cümleyi ona gülerek söylemişti ki, aslında ciddiydi. Çünkü askerlerine bir sözü vardı. Hepsi başarılı olacaktı. Ailelerinin yanına dönecekti. Bu geçiştirmek için denen bir söz değildi. Bir yemindi askerlerin arasında.
Ve yüzbaşı sözünü tutamamıştı. Ne olduysa, neler yaşandıysa... Hiçbir şey anlamadan ölmek, belki de en korkulası sonlardan biriydi.
-Efendim, nişanlım...
dedi Jesk son bir gayretle.
Yüzbaşı ona merhametle baktı ve sağ eliyle onun sol elini tuttu.
-Tamam evlat. Söylerim...
Ve Jesk gülümseyerek yüzbaşıya baktı. Sonrası göz bebekleri cansızlaştı. Bu sırada yüzbaşının telsizinden bazı cızırtılar geldi.
-Burası... Burası Çelik Kal... Burası Çe... Burası Çelik Kale. Yükselen Anka, bizi... duyuyor musunuz?
Yüzbaşı artık duygusuz bir makine olmuştu. Yavaşça telsizini aldı eline ve konuşma tuşuna bastı.
-Burası Yükselen Anka... Sizi dinliyoruz.
-Yükselen... Yük... Anka... Orada ne old... Radarlarım... Kaybold... Nuz...
Yüzbaşı son cümlesini söyledi:
-Çelik Kale, ben Yüzbaşı Shephard. Gökyüzünün düştüğünü beyan ediyorum.
Ve telsizi öfkeyle firlattı. Ardından Jesk'in belindeki tabancayı aldı ve tetiği çekti.
Sonrasını hissetmemişti bile. 
 
haritada şunu farkettim hem rodokların hem nordların hem svadyalıların birazda vaegirin denize kıyısı var doğu  kalradya da çöller ve vaegirin karlı börlümü bulunuyor o zaman kaldra batıya doğru bir yarım ada olması gerekmez mi? hatam varsa düzeltin birde kalradya haritası türkiyenin kine benziyo bence.sarranidlerin boş çölleri ırak suriye falan kergitlerin en doğusu iran falan vaegirlerin  karlı bölümü d.anadolu ve gürcistan falan soğuk bölgeye doğru gidiyor.rodoklarla svadyalalıran tevarin kalesinin güneyinde birleşti kıyı egeye benziyor tihrin doğusu marmaraya benziyorki tevarinle tihrin doğu bölümündeki deniz m.denizinin şekline  benziyor.konudan saptım ama olsun bir bakış açısı sonuçta biraz düşününce oluyor bence.neyse birde hikayeyi okumaya geçeyim ben isim ilgi çekici geldi.
 
Çok güzel yazmışsın devamının devamınıda bekliyoruz valla bunların çıktısını alıcam zımbalayıp okuycam helal olsun yazmak herkesin işi değilidir ama senin işindir tebrikler...
 
Napoleon939 said:
Çok güzel yazmışsın devamının devamınıda bekliyoruz valla bunların çıktısını alıcam zımbalayıp okuycam helal olsun yazmak herkesin işi değilidir ama senin işindir tebrikler...
Teşekkürler dostum, beğenmene sevindim. :smile:
 
Back
Top Bottom