Buraya Alfar Haritası yerleşecek
Buraya Bayf Haritası Yerleşecek
Çölün en huzurlu mekânı Büyücüler Evi Relm’in doğusundaki limanlardan Mesre’ye uçacak ulak daha bir bebekken, Ulu Krax ve Ayno kardeşler daha doğmamışken, Kara Helyu’nun uyanmasına on yıldan uzun bir süre varken ve sözde huzursuzluğun en çok hissedildiği yerlerdeki problemler bile Dünyayı etkilemezken geçecekti bu olaylar kurnaz bir hancının başından…
Güney İmparatorluğun hancıları üçkâğıtçılıkları ve ağızlarının iyi laf yapmasıyla bilinirler. Kendilerini tanıyanları veya kendi halklarından olanları sevseler de, iş yabancılara gelince kazıklamada üstlerine yoktur. Böyle hancılara İmparatorluk lisanında “düzenbaz” anlamına gelen “Trehiri” denirdi. Trehiri’lere en çok Ilmar’da rastlanırdı. Nitekim o günlerin ve hatta ikinci Drato’dan beri tüm günlerin en büyük, en gösterişli ve halkı en çeşitli insanlardan oluşan şehirlerinden biri olan Ilmar’ın güneyindeki bir hancı da bunlardan biriydi;
Şehrin en karanlık köşelerinden Kapz sokağında bir hana, sokağın karanlığıyla uyum içerisinde -Kara cüppeli, kafasındaki kapüşondan dolayı yüzü seçilemeyen- bir adam girdi. Kapz sokağı hem karanlık hem de çok karanlıktı: Sokakta oturanların çoğu ışığa sahip olamayacak kadar fakirdi, büyücülüğün ne olduğunu bile bilmeyen çok insan da vardı, (Yani büyü ışığı da bilmezlerdi.) tabi bu da küçük ışık huzmelerinin bile güneş ışınları gibi hissedildiği bir sokak yaratıyordu. Yine de bu karanlık gündüzleri bitiyordu, gündüzleri bitmeyen kötü karanlık ise ziyaretçileri ve sakinleriydi. Sokağın yarısı Pofl bağımlısı, diğer yarısı da Ilfut bağımlısıydı. İkisine birden bağımlı olan birine rastlamak zordu çünkü ikisini de içmeye kalkanlar, bu zorlukla başa çıkamadan ölecek kadar az yaşıyordu.
Bu sokağın; hana giren bu kara cüppeli yabancıyı çekmesinin sebebi de sokağın, ender durumlarda ve nadir insanlar için kötülüğü ve karanlığını önemsetmeyen gizliliğiydi. Kazg Hanı’nın (Aslında bir ismi yoktu ama bu sokaktaki tek han bu olduğu için böyle diyebiliriz herhalde.) kapısından içeri giren bu adam, hâlâ sesleri algılayabilecek ayıklıktaki bir-iki kişi dışında (Ki onlar da geleli 1 saat olmamıştı) kimse tarafından fark edilmemişti, bir de paragöz hancı dışında tabi. Hancı zayıf bir adamdı, boyu ortalamadan uzundu ve zayıf olmasına rağmen şişik kolları vardı. Yüzü solgundu.
Sadece solgun değil, bıkkın bir yüzü vardı, ta ki karşısına geçen kara cüppeli adam o ilk selamlaşma sözcüğünü söyleyene kadar: “MeRhabalaR.” Adam, fısıltıya yakın bu sakin sesinden bile anlaşılabilecek baskınlıkta “r” harfleriyle konuşuyordu. Adamın aksanındaki bu farklılığı kolayca fark eden kurnaz hancı da, kazıklayabileceği bir yabancı bulmanın sevincinden dört köşe olmuştu. Bu neşesi yüzüne de yansıdığı için kara cüppeli adam tarafından fark edilmişti fakat adam, hancıyı sorgulama ihtiyacı hissetmemişti.
Neşeli hancı ise kendi yüzünün yayıklığını fark ederek hemen ciddileşti ve “Selamlar efendim” dedi.
Adam da selamlaşma merasimini uzatmadan, bir zümrüt suyu istedi. Zümrüt suyu, Mazkulum Çölü’nün en batısından İmparatorluk sınırlarının en doğusuna kadar her yerde bilinen bir içkidir. Bu durumda, müşterisini böyle ünlü bir içkiye uçuk bir fiyat vererek kandıramayacağını anlayan hancı da sıkıntı içerisinde gitti içkiyi almaya. En ön raflarda duran şişeyi çabucacık aldı ve getirdi. İçkiyi tam bardağa dökecekken adam onu durdurdu ve şişeyi eline alarak bir dikişte tüm zümrüt suyunu içti.
Sonra da bu durumlara alışık olan ve bu yüzden yüzünde en küçük bir şaşkınlık ifadesi bulunmayan hancıya dönerek
“ZümRüt suyundan Yulfalı bebeleR bile saRhoş olmaz. Sizin elinizde böyle…” bir an duraksadıktan sonra “Böyle… Kuzey ORmanlaRı’nda yaşayan kaplanlaRı bile bayıltacak güçte biR şey vaR mıdıR?” dedi.
Hancı biraz düşündükten sonra, adama onun bilmediği bir içki gösterebilecek olma ihtimalini anladı ve rahatladı.
İnatla ortaya çıkmaya çalışan sinsi gülümsemesini bastırarak “Elimde öyle bir şey var ki…” adamın bakışları ona sabitlendi, “... Bizim köpek düşmanı yaşlı Pilys bile köpeklere zehir diye içiremiyor çünkü bu içkiyi içen onun dükkânına musallat olan köpekler bile olsa bu içkiyi içecek zavallı köpeciklere acıyor. Hatta bu içki Pofl’la aynı kefeye konuluyor ama Polf’un aksine, bir uyuşturucu değil. Sadece, acılarını silip süpürmen için bir iksir.”
sonra da tüm yabacılara kullandığı meşhur cümlesini ekledi: “Yalnız sana çok pahalıya patlar.”
Sonunda yabancıyı kazıklamanın ve kendisinde bolca bulunan üçkâğıtçılığını kullanmanın bir yolunu bulmuştu.
Yabancı adam ise hancıyı küçümseyen bir hareket ve kibirli bir suratla “Çölün değeRli madenleRini duymadınız heRhalde. Sizin Moltan’da bir günde çıkaRdığınız altın, bizde heRkesin cebinde bulunan değeRsiz biR miktardıR.” dedi.
Hancı da çölün hazineleri hakkında bir şeyler biliyordu fakat Moltan gibi İmparatorluğun övünç kaynağı olan bir madencilik ülkesinin bile çölün hazineleri karşısında böyle değersiz kaldığını bilmiyordu.
Yabancının söylediği bu hayretler edici şeyin etkisiyle daha da coştu ve kafasındaki fiyatı arttırarak ve sanki normal bir fiyat söylüyormuş gibi sakin bir ses tonu takınarak “ Sadece 97 Pilityecik” dedi. Hancı bunu söyledikten sonra ve “Acaba fiyatı çok mu abarttım” diye düşünürken adamdan “Pilitye mi? Ben altından başka biR şey bilmem. Altın da kabul müdüR?” diye bir cevap geldi ve adam masaya bir çöl altını bıraktı.
Hancı ise bu duyduğuna hem şaşırdı hem de biraz düşündükten sonra beyninde şimşekler çaktı ve durumu sevinçle karşıladı, adama istediği miktarı söyleyebilirdi. Boğazını hafifçe öksürerek temizledi ve “ Haha, bu altınlardan 5 tane falan verseniz anca yeter.” dedi.
Hancının bu cevabı değil Güneyli bir hancı, Iarik’ten bir tüccar için bile fazla utanmazcaydı. Zira tek bir çöl altınının çeyreği bile 100 Pilitye’den daha değerlidir. Karşısında oturan adam ise hancının ona söylediği bu yüksek meblağa sanki önemsiz bir meblağaymış gibi güldü geçti ve hancıdan şişeyi istedi. Keyfi yerine gelen hancı da belki de çocukluğundan beri ilk defa hoplayıp zıplayarak gitti ve şişeyi getirdi. Ki, getirdiği şeye şişe denemezdi, dışı metaldendi ve yamuk yumuk bir şekli vardı. İnsan bu şeye bakınca bile tüm susuzluğunu unuturdu. Tabi kara cüppeli adamın tatlı veya temiz bir şey içme niyeti yoktu, aslında şişenin içindeki içki temizdi de, bir insanın tüm anılarını, acılarını, zevklerini ve hatta iç organlarını bile temizleyebilecek kadar temiz…
Şişenin herhangi bir bardağa boşaltılmasını istemiyordu, zümrüt suyuna yaptığı gibi şişeden içecekti. Zaten hancının da böyle bir niyeti yoktu, çünkü bu içkinin karşısında çaresiz kalan bardaklarına yapabileceklerinden korkuyordu. O yüzden de hancı, şişeyi adamın önüne itti. Şişeyi eline alan yabancı, şişenin kapağını açtı ve şişeyi burnuna yaklaştırdı. Şişenin kokusunu içine çekti ve kokuyu içine çekmesi ile kafasını dışarı çekmesi bir oldu. Şişe o zamana kadar vücuduna girmiş en iğrenç kokudan bile daha iğrenç kokuyordu. Bir süre kendisini hazırladıktan sonra kafasını tekrar şişenin ağzına yaklaştırdı ve bu sefer hiçbir şey hissetmedi, anlaşılan koku almasına yarayan bütün fonksiyonları devre dışı kalmıştı. Şişeyi ağzına götürdü ve şişeden büyük bir yudum aldı. İçtiği şeyin tadını zar zor alıyordu, çünkü kokusunu alamadığınız şeyin tadını almak çok zordur. Zar zor aldığı tat da dilini acıtıyor, boğazından geçen içki yüzünden boğazı yanıyordu.
Şişeden bir iki yudum daha aldıktan sonra tam sarhoşluğa dayanan merdivenden yukarı tırmanıyordu ki, hanın kapısının olduğu taraftan davul sesine benzer bir gürültü geldi. Davul sesine benziyordu fakat hiçbir davulun çıkaramayacağı kadar güçlü bir sesti. Hatta o kadar güçlü bir sesti ki hanın en sarhoşu bile kısa süreliğine ayıldı ve bakışlarını kapının olması gereken yere çevirdi. Fakat kapının bulunmasının gerektiği yerde sarı saçlı ve yapılı bir adam, iki Zalt ve zayıf bir adam vardı. Zalt’lar, boyları iki buçuk metreye varan varlıklardır, çölün en azılı haydutları da Zalt’tır. Normal bir insanın kolu bir Zalt tarafından tutulursa kurtulma ihtimali imkânsıza yakındır. Tutulan kol sarhoş bir adamın koluysa… O zaman geçmiş olsun.
Sarı saçlı adam, handaki kapüşonlu adamı işaret etti ve kapüşonlu adam kımıldamaya bile fırsat bulamadan kolundan yakalandı. Hancı ise ne olduğunu anlamaya çalışarak ve meraklı gözlerle, yaşananları seyrediyordu. Sarışın adamın ikinci bir işaretiyle Zalt, kapüşonlu adamı sırtına aldı ve bu hareketle birlikte adamın kapüşonu açıldı. Çok kara olmasa da Ilmar’daki bembeyaz insanlara göre oldukça kara bir cildi vardı. Alık alık bakan uyuşmuş suratı, hancının rahatça inceleyebileceği bir mesafedeydi ve koyu sarı gözleri vardı. Burnunda kırmızı bir çizgi, dudaklarında ise zümrüt suyunun yeşil izi vardı.
Hancı, bu adamı fazla incelemeye fırsat bulamamıştı çünkü adam, bu koca cüsseli Zalt tarafından sallana sallana götürülüyordu ve sallantıdan adamın yüzü rahatça incelenemiyordu. Sarışın adam ve yanındakiler kapıya vardıkları sırada hancının aklına parası geldi ve arkalarından
“Param, param onda kaldı!” diye bağırdı.
Sarışın adam ise durdu ve yanında getirdiği zayıf adama dönerek: “Ne diyor bu sefil adam?” diye sordu kendi dilinde.
Anlaşılan yanındaki zayıf adamı tercüman olarak yanına almıştı.
Zayıf adam ise “Parası Remon’da kalmış efendim.” dedi ve sırıttı.
Karşılık olarak sarışın adam da sırıttı ve “Ona de ki, önce bize olan borcunu ödesin.” dedi.
Zayıf adam da hemencecik hancıya döndü, “O adamın sizden önce bize ödenecek boRcu vaR.” dedi ve “Ancak, fazla umutlanmayın.” diye de ekledi.
Sarışın adam; iki koruması, zayıf tercümanı ve Remon (Cüppeli olan) ile birlikte handan çıktı. Hiçbir şey söylemeden arkalarından baka kalan hancı ise şokun etkisinden kurtulup hanın kapısına biraz ilerledikten sonra, ayağının altında sürtünen bir kâğıt parçasının sesiyle yere baktı.
Yerde duran kâğıt parçasını aldı ve okudu hayatında okuduğu en mühim ama bir o kadar da kısa cümleyi: “Bayf’da görüşürüz.”
"Bayf? Görüşmek? Borç? Peki ya hancıya olan borç, ona ne olacak?”
Hancının bir-iki hafta düşünmesi gerekecekti, sorması da gerekecekti: Bayf’ı, çölü, sahte müşterisini sahte davranışları için kaçıran gerçek adamı ve yanındaki iki garip yaratığı. Ah o yaratıklar yok mu? Hancının gördüğü en uzun adamdan bile daha uzundular. Pazıları hancının boynu kadar kalındı, derileri karaydı ve suratları koyu yeşildi. Gözleri sarıydı, aynı kaçırılan kara cüppeli müşterisi gibi. Niye parayı önce istememişti ki? Başta parasını isteseydi belki de her şey farklı olacaktı. İşte hancıyı oyalayan düşünceler bunlardı, hancı düşündü düşünmesine ama uzaklara götürülen Remon’un düşünecek gücü de kalmamıştı, zamanı da, ortamı da. Sadece umudu kalmıştı…
Güney İmparatorluğun hancıları üçkâğıtçılıkları ve ağızlarının iyi laf yapmasıyla bilinirler. Kendilerini tanıyanları veya kendi halklarından olanları sevseler de, iş yabancılara gelince kazıklamada üstlerine yoktur. Böyle hancılara İmparatorluk lisanında “düzenbaz” anlamına gelen “Trehiri” denirdi. Trehiri’lere en çok Ilmar’da rastlanırdı. Nitekim o günlerin ve hatta ikinci Drato’dan beri tüm günlerin en büyük, en gösterişli ve halkı en çeşitli insanlardan oluşan şehirlerinden biri olan Ilmar’ın güneyindeki bir hancı da bunlardan biriydi;
Şehrin en karanlık köşelerinden Kapz sokağında bir hana, sokağın karanlığıyla uyum içerisinde -Kara cüppeli, kafasındaki kapüşondan dolayı yüzü seçilemeyen- bir adam girdi. Kapz sokağı hem karanlık hem de çok karanlıktı: Sokakta oturanların çoğu ışığa sahip olamayacak kadar fakirdi, büyücülüğün ne olduğunu bile bilmeyen çok insan da vardı, (Yani büyü ışığı da bilmezlerdi.) tabi bu da küçük ışık huzmelerinin bile güneş ışınları gibi hissedildiği bir sokak yaratıyordu. Yine de bu karanlık gündüzleri bitiyordu, gündüzleri bitmeyen kötü karanlık ise ziyaretçileri ve sakinleriydi. Sokağın yarısı Pofl bağımlısı, diğer yarısı da Ilfut bağımlısıydı. İkisine birden bağımlı olan birine rastlamak zordu çünkü ikisini de içmeye kalkanlar, bu zorlukla başa çıkamadan ölecek kadar az yaşıyordu.
Bu sokağın; hana giren bu kara cüppeli yabancıyı çekmesinin sebebi de sokağın, ender durumlarda ve nadir insanlar için kötülüğü ve karanlığını önemsetmeyen gizliliğiydi. Kazg Hanı’nın (Aslında bir ismi yoktu ama bu sokaktaki tek han bu olduğu için böyle diyebiliriz herhalde.) kapısından içeri giren bu adam, hâlâ sesleri algılayabilecek ayıklıktaki bir-iki kişi dışında (Ki onlar da geleli 1 saat olmamıştı) kimse tarafından fark edilmemişti, bir de paragöz hancı dışında tabi. Hancı zayıf bir adamdı, boyu ortalamadan uzundu ve zayıf olmasına rağmen şişik kolları vardı. Yüzü solgundu.
Sadece solgun değil, bıkkın bir yüzü vardı, ta ki karşısına geçen kara cüppeli adam o ilk selamlaşma sözcüğünü söyleyene kadar: “MeRhabalaR.” Adam, fısıltıya yakın bu sakin sesinden bile anlaşılabilecek baskınlıkta “r” harfleriyle konuşuyordu. Adamın aksanındaki bu farklılığı kolayca fark eden kurnaz hancı da, kazıklayabileceği bir yabancı bulmanın sevincinden dört köşe olmuştu. Bu neşesi yüzüne de yansıdığı için kara cüppeli adam tarafından fark edilmişti fakat adam, hancıyı sorgulama ihtiyacı hissetmemişti.
Neşeli hancı ise kendi yüzünün yayıklığını fark ederek hemen ciddileşti ve “Selamlar efendim” dedi.
Adam da selamlaşma merasimini uzatmadan, bir zümrüt suyu istedi. Zümrüt suyu, Mazkulum Çölü’nün en batısından İmparatorluk sınırlarının en doğusuna kadar her yerde bilinen bir içkidir. Bu durumda, müşterisini böyle ünlü bir içkiye uçuk bir fiyat vererek kandıramayacağını anlayan hancı da sıkıntı içerisinde gitti içkiyi almaya. En ön raflarda duran şişeyi çabucacık aldı ve getirdi. İçkiyi tam bardağa dökecekken adam onu durdurdu ve şişeyi eline alarak bir dikişte tüm zümrüt suyunu içti.
Sonra da bu durumlara alışık olan ve bu yüzden yüzünde en küçük bir şaşkınlık ifadesi bulunmayan hancıya dönerek
“ZümRüt suyundan Yulfalı bebeleR bile saRhoş olmaz. Sizin elinizde böyle…” bir an duraksadıktan sonra “Böyle… Kuzey ORmanlaRı’nda yaşayan kaplanlaRı bile bayıltacak güçte biR şey vaR mıdıR?” dedi.
Hancı biraz düşündükten sonra, adama onun bilmediği bir içki gösterebilecek olma ihtimalini anladı ve rahatladı.
İnatla ortaya çıkmaya çalışan sinsi gülümsemesini bastırarak “Elimde öyle bir şey var ki…” adamın bakışları ona sabitlendi, “... Bizim köpek düşmanı yaşlı Pilys bile köpeklere zehir diye içiremiyor çünkü bu içkiyi içen onun dükkânına musallat olan köpekler bile olsa bu içkiyi içecek zavallı köpeciklere acıyor. Hatta bu içki Pofl’la aynı kefeye konuluyor ama Polf’un aksine, bir uyuşturucu değil. Sadece, acılarını silip süpürmen için bir iksir.”
sonra da tüm yabacılara kullandığı meşhur cümlesini ekledi: “Yalnız sana çok pahalıya patlar.”
Sonunda yabancıyı kazıklamanın ve kendisinde bolca bulunan üçkâğıtçılığını kullanmanın bir yolunu bulmuştu.
Yabancı adam ise hancıyı küçümseyen bir hareket ve kibirli bir suratla “Çölün değeRli madenleRini duymadınız heRhalde. Sizin Moltan’da bir günde çıkaRdığınız altın, bizde heRkesin cebinde bulunan değeRsiz biR miktardıR.” dedi.
Hancı da çölün hazineleri hakkında bir şeyler biliyordu fakat Moltan gibi İmparatorluğun övünç kaynağı olan bir madencilik ülkesinin bile çölün hazineleri karşısında böyle değersiz kaldığını bilmiyordu.
Yabancının söylediği bu hayretler edici şeyin etkisiyle daha da coştu ve kafasındaki fiyatı arttırarak ve sanki normal bir fiyat söylüyormuş gibi sakin bir ses tonu takınarak “ Sadece 97 Pilityecik” dedi. Hancı bunu söyledikten sonra ve “Acaba fiyatı çok mu abarttım” diye düşünürken adamdan “Pilitye mi? Ben altından başka biR şey bilmem. Altın da kabul müdüR?” diye bir cevap geldi ve adam masaya bir çöl altını bıraktı.
Hancı ise bu duyduğuna hem şaşırdı hem de biraz düşündükten sonra beyninde şimşekler çaktı ve durumu sevinçle karşıladı, adama istediği miktarı söyleyebilirdi. Boğazını hafifçe öksürerek temizledi ve “ Haha, bu altınlardan 5 tane falan verseniz anca yeter.” dedi.
Hancının bu cevabı değil Güneyli bir hancı, Iarik’ten bir tüccar için bile fazla utanmazcaydı. Zira tek bir çöl altınının çeyreği bile 100 Pilitye’den daha değerlidir. Karşısında oturan adam ise hancının ona söylediği bu yüksek meblağa sanki önemsiz bir meblağaymış gibi güldü geçti ve hancıdan şişeyi istedi. Keyfi yerine gelen hancı da belki de çocukluğundan beri ilk defa hoplayıp zıplayarak gitti ve şişeyi getirdi. Ki, getirdiği şeye şişe denemezdi, dışı metaldendi ve yamuk yumuk bir şekli vardı. İnsan bu şeye bakınca bile tüm susuzluğunu unuturdu. Tabi kara cüppeli adamın tatlı veya temiz bir şey içme niyeti yoktu, aslında şişenin içindeki içki temizdi de, bir insanın tüm anılarını, acılarını, zevklerini ve hatta iç organlarını bile temizleyebilecek kadar temiz…
Şişenin herhangi bir bardağa boşaltılmasını istemiyordu, zümrüt suyuna yaptığı gibi şişeden içecekti. Zaten hancının da böyle bir niyeti yoktu, çünkü bu içkinin karşısında çaresiz kalan bardaklarına yapabileceklerinden korkuyordu. O yüzden de hancı, şişeyi adamın önüne itti. Şişeyi eline alan yabancı, şişenin kapağını açtı ve şişeyi burnuna yaklaştırdı. Şişenin kokusunu içine çekti ve kokuyu içine çekmesi ile kafasını dışarı çekmesi bir oldu. Şişe o zamana kadar vücuduna girmiş en iğrenç kokudan bile daha iğrenç kokuyordu. Bir süre kendisini hazırladıktan sonra kafasını tekrar şişenin ağzına yaklaştırdı ve bu sefer hiçbir şey hissetmedi, anlaşılan koku almasına yarayan bütün fonksiyonları devre dışı kalmıştı. Şişeyi ağzına götürdü ve şişeden büyük bir yudum aldı. İçtiği şeyin tadını zar zor alıyordu, çünkü kokusunu alamadığınız şeyin tadını almak çok zordur. Zar zor aldığı tat da dilini acıtıyor, boğazından geçen içki yüzünden boğazı yanıyordu.
Şişeden bir iki yudum daha aldıktan sonra tam sarhoşluğa dayanan merdivenden yukarı tırmanıyordu ki, hanın kapısının olduğu taraftan davul sesine benzer bir gürültü geldi. Davul sesine benziyordu fakat hiçbir davulun çıkaramayacağı kadar güçlü bir sesti. Hatta o kadar güçlü bir sesti ki hanın en sarhoşu bile kısa süreliğine ayıldı ve bakışlarını kapının olması gereken yere çevirdi. Fakat kapının bulunmasının gerektiği yerde sarı saçlı ve yapılı bir adam, iki Zalt ve zayıf bir adam vardı. Zalt’lar, boyları iki buçuk metreye varan varlıklardır, çölün en azılı haydutları da Zalt’tır. Normal bir insanın kolu bir Zalt tarafından tutulursa kurtulma ihtimali imkânsıza yakındır. Tutulan kol sarhoş bir adamın koluysa… O zaman geçmiş olsun.
Sarı saçlı adam, handaki kapüşonlu adamı işaret etti ve kapüşonlu adam kımıldamaya bile fırsat bulamadan kolundan yakalandı. Hancı ise ne olduğunu anlamaya çalışarak ve meraklı gözlerle, yaşananları seyrediyordu. Sarışın adamın ikinci bir işaretiyle Zalt, kapüşonlu adamı sırtına aldı ve bu hareketle birlikte adamın kapüşonu açıldı. Çok kara olmasa da Ilmar’daki bembeyaz insanlara göre oldukça kara bir cildi vardı. Alık alık bakan uyuşmuş suratı, hancının rahatça inceleyebileceği bir mesafedeydi ve koyu sarı gözleri vardı. Burnunda kırmızı bir çizgi, dudaklarında ise zümrüt suyunun yeşil izi vardı.
Hancı, bu adamı fazla incelemeye fırsat bulamamıştı çünkü adam, bu koca cüsseli Zalt tarafından sallana sallana götürülüyordu ve sallantıdan adamın yüzü rahatça incelenemiyordu. Sarışın adam ve yanındakiler kapıya vardıkları sırada hancının aklına parası geldi ve arkalarından
“Param, param onda kaldı!” diye bağırdı.
Sarışın adam ise durdu ve yanında getirdiği zayıf adama dönerek: “Ne diyor bu sefil adam?” diye sordu kendi dilinde.
Anlaşılan yanındaki zayıf adamı tercüman olarak yanına almıştı.
Zayıf adam ise “Parası Remon’da kalmış efendim.” dedi ve sırıttı.
Karşılık olarak sarışın adam da sırıttı ve “Ona de ki, önce bize olan borcunu ödesin.” dedi.
Zayıf adam da hemencecik hancıya döndü, “O adamın sizden önce bize ödenecek boRcu vaR.” dedi ve “Ancak, fazla umutlanmayın.” diye de ekledi.
Sarışın adam; iki koruması, zayıf tercümanı ve Remon (Cüppeli olan) ile birlikte handan çıktı. Hiçbir şey söylemeden arkalarından baka kalan hancı ise şokun etkisinden kurtulup hanın kapısına biraz ilerledikten sonra, ayağının altında sürtünen bir kâğıt parçasının sesiyle yere baktı.
Yerde duran kâğıt parçasını aldı ve okudu hayatında okuduğu en mühim ama bir o kadar da kısa cümleyi: “Bayf’da görüşürüz.”
"Bayf? Görüşmek? Borç? Peki ya hancıya olan borç, ona ne olacak?”
Hancının bir-iki hafta düşünmesi gerekecekti, sorması da gerekecekti: Bayf’ı, çölü, sahte müşterisini sahte davranışları için kaçıran gerçek adamı ve yanındaki iki garip yaratığı. Ah o yaratıklar yok mu? Hancının gördüğü en uzun adamdan bile daha uzundular. Pazıları hancının boynu kadar kalındı, derileri karaydı ve suratları koyu yeşildi. Gözleri sarıydı, aynı kaçırılan kara cüppeli müşterisi gibi. Niye parayı önce istememişti ki? Başta parasını isteseydi belki de her şey farklı olacaktı. İşte hancıyı oyalayan düşünceler bunlardı, hancı düşündü düşünmesine ama uzaklara götürülen Remon’un düşünecek gücü de kalmamıştı, zamanı da, ortamı da. Sadece umudu kalmıştı…
BÖLÜM2: Örtünün Arkasındaki Kurtarıcı
BÖLÜM3: Ufukta Bir Hancı
BÖLÜM4,Birinci Kısım: Orman Rüyası
BÖLÜM4,İkinci Kısım: Denizlerin Kızı
BÖLÜM5,Birinci Kısım:Aranan Bir Hancı
BÖLÜM5,İkinci Kısım:Kralın Kızı ve Vatikes
BÖLÜM6: Denizden Dışarıya
Last edited: