Yabancının Borcu BÖLÜM6: Denizden Dışarıya

Users who are viewing this thread

Zeyon88

Knight at Arms
6DMnjN.jpg


Buraya Alfar Haritası yerleşecek
Buraya Bayf Haritası Yerleşecek

Çölün en huzurlu mekânı Büyücüler Evi Relm’in doğusundaki limanlardan Mesre’ye uçacak ulak daha bir bebekken, Ulu Krax ve Ayno kardeşler daha doğmamışken, Kara Helyu’nun uyanmasına on yıldan uzun bir süre varken ve sözde huzursuzluğun en çok hissedildiği yerlerdeki problemler bile Dünyayı etkilemezken geçecekti bu olaylar kurnaz bir hancının başından…

Güney İmparatorluğun hancıları üçkâğıtçılıkları ve ağızlarının iyi laf yapmasıyla bilinirler. Kendilerini tanıyanları veya kendi halklarından olanları sevseler de, iş yabancılara gelince kazıklamada üstlerine yoktur. Böyle hancılara İmparatorluk lisanında “düzenbaz” anlamına gelen “Trehiri” denirdi. Trehiri’lere en çok Ilmar’da rastlanırdı. Nitekim o günlerin ve hatta ikinci Drato’dan beri tüm günlerin en büyük, en gösterişli ve halkı en çeşitli insanlardan oluşan şehirlerinden biri olan Ilmar’ın güneyindeki bir hancı da bunlardan biriydi;

Şehrin en karanlık köşelerinden Kapz sokağında bir hana, sokağın karanlığıyla uyum içerisinde -Kara cüppeli, kafasındaki kapüşondan dolayı yüzü seçilemeyen- bir adam girdi. Kapz sokağı hem karanlık hem de çok karanlıktı: Sokakta oturanların çoğu ışığa sahip olamayacak kadar fakirdi, büyücülüğün ne olduğunu bile bilmeyen çok insan da vardı, (Yani büyü ışığı da bilmezlerdi.) tabi bu da küçük ışık huzmelerinin bile güneş ışınları gibi hissedildiği bir sokak yaratıyordu. Yine de bu karanlık gündüzleri bitiyordu, gündüzleri bitmeyen kötü karanlık ise ziyaretçileri ve sakinleriydi. Sokağın yarısı Pofl bağımlısı, diğer yarısı da Ilfut bağımlısıydı. İkisine birden bağımlı olan birine rastlamak zordu çünkü ikisini de içmeye kalkanlar, bu zorlukla başa çıkamadan ölecek kadar az yaşıyordu.

Bu sokağın; hana giren bu kara cüppeli yabancıyı çekmesinin sebebi de sokağın, ender durumlarda ve nadir insanlar için kötülüğü ve karanlığını önemsetmeyen gizliliğiydi. Kazg Hanı’nın (Aslında bir ismi yoktu ama bu sokaktaki tek han bu olduğu için böyle diyebiliriz herhalde.) kapısından içeri giren bu adam, hâlâ sesleri algılayabilecek ayıklıktaki bir-iki kişi dışında (Ki onlar da geleli 1 saat olmamıştı) kimse tarafından fark edilmemişti, bir de paragöz hancı dışında tabi. Hancı zayıf bir adamdı, boyu ortalamadan uzundu ve zayıf olmasına rağmen şişik kolları vardı. Yüzü solgundu.

Sadece solgun değil, bıkkın bir yüzü vardı, ta ki karşısına geçen kara cüppeli adam o ilk selamlaşma sözcüğünü söyleyene kadar: “MeRhabalaR.” Adam, fısıltıya yakın bu sakin sesinden bile anlaşılabilecek baskınlıkta “r” harfleriyle konuşuyordu. Adamın aksanındaki bu farklılığı kolayca fark eden kurnaz hancı da, kazıklayabileceği bir yabancı bulmanın sevincinden dört köşe olmuştu. Bu neşesi yüzüne de yansıdığı için kara cüppeli adam tarafından fark edilmişti fakat adam, hancıyı sorgulama ihtiyacı hissetmemişti.

Neşeli hancı ise kendi yüzünün yayıklığını fark ederek hemen ciddileşti ve “Selamlar efendim” dedi.

Adam da selamlaşma merasimini uzatmadan, bir zümrüt suyu istedi. Zümrüt suyu, Mazkulum Çölü’nün en batısından İmparatorluk sınırlarının en doğusuna kadar her yerde bilinen bir içkidir. Bu durumda, müşterisini böyle ünlü bir içkiye uçuk bir fiyat vererek kandıramayacağını anlayan hancı da sıkıntı içerisinde gitti içkiyi almaya. En ön raflarda duran şişeyi çabucacık aldı ve getirdi. İçkiyi tam bardağa dökecekken adam onu durdurdu ve şişeyi eline alarak bir dikişte tüm zümrüt suyunu içti.

Sonra da bu durumlara alışık olan ve bu yüzden yüzünde en küçük bir şaşkınlık ifadesi bulunmayan hancıya dönerek
“ZümRüt suyundan Yulfalı bebeleR bile saRhoş olmaz. Sizin elinizde böyle…” bir an duraksadıktan sonra “Böyle… Kuzey ORmanlaRı’nda yaşayan kaplanlaRı bile bayıltacak güçte biR şey vaR mıdıR?” dedi.

Hancı biraz düşündükten sonra, adama onun bilmediği bir içki gösterebilecek olma ihtimalini anladı ve rahatladı.

İnatla ortaya çıkmaya çalışan sinsi gülümsemesini bastırarak “Elimde öyle bir şey var ki…” adamın bakışları ona sabitlendi, “... Bizim köpek düşmanı yaşlı Pilys bile köpeklere zehir diye içiremiyor çünkü bu içkiyi içen onun dükkânına musallat olan köpekler bile olsa bu içkiyi içecek zavallı köpeciklere acıyor. Hatta bu içki Pofl’la aynı kefeye konuluyor ama Polf’un aksine, bir uyuşturucu değil. Sadece, acılarını silip süpürmen için bir iksir.”

sonra da tüm yabacılara kullandığı meşhur cümlesini ekledi: “Yalnız sana çok pahalıya patlar.”

Sonunda yabancıyı kazıklamanın ve kendisinde bolca bulunan üçkâğıtçılığını kullanmanın bir yolunu bulmuştu.

Yabancı adam ise hancıyı küçümseyen bir hareket ve kibirli bir suratla “Çölün değeRli madenleRini duymadınız heRhalde. Sizin Moltan’da bir günde çıkaRdığınız altın, bizde heRkesin cebinde bulunan değeRsiz biR miktardıR.” dedi.

Hancı da çölün hazineleri hakkında bir şeyler biliyordu fakat Moltan gibi İmparatorluğun övünç kaynağı olan bir madencilik ülkesinin bile çölün hazineleri karşısında böyle değersiz kaldığını bilmiyordu.

Yabancının söylediği bu hayretler edici şeyin etkisiyle daha da coştu ve kafasındaki fiyatı arttırarak ve sanki normal bir fiyat söylüyormuş gibi sakin bir ses tonu takınarak “ Sadece 97 Pilityecik” dedi. Hancı bunu söyledikten sonra ve “Acaba fiyatı çok mu abarttım” diye düşünürken adamdan “Pilitye mi? Ben altından başka biR şey bilmem. Altın da kabul müdüR?” diye bir cevap geldi ve adam masaya bir çöl altını bıraktı.

Hancı ise bu duyduğuna hem şaşırdı hem de biraz düşündükten sonra beyninde şimşekler çaktı ve durumu sevinçle karşıladı, adama istediği miktarı söyleyebilirdi. Boğazını hafifçe öksürerek temizledi ve “ Haha, bu altınlardan 5 tane falan verseniz anca yeter.” dedi.

Hancının bu cevabı değil Güneyli bir hancı, Iarik’ten bir tüccar için bile fazla utanmazcaydı. Zira tek bir çöl altınının çeyreği bile 100 Pilitye’den daha değerlidir. Karşısında oturan adam ise hancının ona söylediği bu yüksek meblağa sanki önemsiz bir meblağaymış gibi güldü geçti ve hancıdan şişeyi istedi. Keyfi yerine gelen hancı da belki de çocukluğundan beri ilk defa hoplayıp zıplayarak gitti ve şişeyi getirdi. Ki, getirdiği şeye şişe denemezdi, dışı metaldendi ve yamuk yumuk bir şekli vardı. İnsan bu şeye bakınca bile tüm susuzluğunu unuturdu. Tabi kara cüppeli adamın tatlı veya temiz bir şey içme niyeti yoktu, aslında şişenin içindeki içki temizdi de, bir insanın tüm anılarını, acılarını, zevklerini ve hatta iç organlarını bile temizleyebilecek kadar temiz…

Şişenin herhangi bir bardağa boşaltılmasını istemiyordu, zümrüt suyuna yaptığı gibi şişeden içecekti. Zaten hancının da böyle bir niyeti yoktu, çünkü bu içkinin karşısında çaresiz kalan bardaklarına yapabileceklerinden korkuyordu. O yüzden de hancı, şişeyi adamın önüne itti. Şişeyi eline alan yabancı, şişenin kapağını açtı ve şişeyi burnuna yaklaştırdı. Şişenin kokusunu içine çekti ve kokuyu içine çekmesi ile kafasını dışarı çekmesi bir oldu. Şişe o zamana kadar vücuduna girmiş en iğrenç kokudan bile daha iğrenç kokuyordu. Bir süre kendisini hazırladıktan sonra kafasını tekrar şişenin ağzına yaklaştırdı ve bu sefer hiçbir şey hissetmedi, anlaşılan koku almasına yarayan bütün fonksiyonları devre dışı kalmıştı. Şişeyi ağzına götürdü ve şişeden büyük bir yudum aldı. İçtiği şeyin tadını zar zor alıyordu, çünkü kokusunu alamadığınız şeyin tadını almak çok zordur. Zar zor aldığı tat da dilini acıtıyor, boğazından geçen içki yüzünden boğazı yanıyordu.

Şişeden bir iki yudum daha aldıktan sonra tam sarhoşluğa dayanan merdivenden yukarı tırmanıyordu ki, hanın kapısının olduğu taraftan davul sesine benzer bir gürültü geldi. Davul sesine benziyordu fakat hiçbir davulun çıkaramayacağı kadar güçlü bir sesti. Hatta o kadar güçlü bir sesti ki hanın en sarhoşu bile kısa süreliğine ayıldı ve bakışlarını kapının olması gereken yere çevirdi. Fakat kapının bulunmasının gerektiği yerde sarı saçlı ve yapılı bir adam, iki Zalt ve zayıf bir adam vardı. Zalt’lar, boyları iki buçuk metreye varan varlıklardır, çölün en azılı haydutları da Zalt’tır. Normal bir insanın kolu bir Zalt tarafından tutulursa kurtulma ihtimali imkânsıza yakındır. Tutulan kol sarhoş bir adamın koluysa… O zaman geçmiş olsun.

Sarı saçlı adam, handaki kapüşonlu adamı işaret etti ve kapüşonlu adam kımıldamaya bile fırsat bulamadan kolundan yakalandı. Hancı ise ne olduğunu anlamaya çalışarak ve meraklı gözlerle, yaşananları seyrediyordu. Sarışın adamın ikinci bir işaretiyle Zalt, kapüşonlu adamı sırtına aldı ve bu hareketle birlikte adamın kapüşonu açıldı. Çok kara olmasa da Ilmar’daki bembeyaz insanlara göre oldukça kara bir cildi vardı. Alık alık bakan uyuşmuş suratı, hancının rahatça inceleyebileceği bir mesafedeydi ve koyu sarı gözleri vardı. Burnunda kırmızı bir çizgi, dudaklarında ise zümrüt suyunun yeşil izi vardı.

Hancı, bu adamı fazla incelemeye fırsat bulamamıştı çünkü adam, bu koca cüsseli Zalt tarafından sallana sallana götürülüyordu ve sallantıdan adamın yüzü rahatça incelenemiyordu. Sarışın adam ve yanındakiler kapıya vardıkları sırada hancının aklına parası geldi ve arkalarından
“Param, param onda kaldı!” diye bağırdı.

Sarışın adam ise durdu ve yanında getirdiği zayıf adama dönerek: “Ne diyor bu sefil adam?” diye sordu kendi dilinde.

Anlaşılan yanındaki zayıf adamı tercüman olarak yanına almıştı.

Zayıf adam ise “Parası Remon’da kalmış efendim.” dedi ve sırıttı.

Karşılık olarak sarışın adam da sırıttı ve “Ona de ki, önce bize olan borcunu ödesin.” dedi.

Zayıf adam da hemencecik hancıya döndü, “O adamın sizden önce bize ödenecek boRcu vaR.” dedi ve “Ancak, fazla umutlanmayın.” diye de ekledi.

Sarışın adam; iki koruması, zayıf tercümanı ve Remon (Cüppeli olan) ile birlikte handan çıktı. Hiçbir şey söylemeden arkalarından baka kalan hancı ise şokun etkisinden kurtulup hanın kapısına biraz ilerledikten sonra, ayağının altında sürtünen bir kâğıt parçasının sesiyle yere baktı.

Yerde duran kâğıt parçasını aldı ve okudu hayatında okuduğu en mühim ama bir o kadar da kısa cümleyi: “Bayf’da görüşürüz.”

"Bayf? Görüşmek? Borç? Peki ya hancıya olan borç, ona ne olacak?”

Hancının bir-iki hafta düşünmesi gerekecekti, sorması da gerekecekti: Bayf’ı, çölü, sahte müşterisini sahte davranışları için kaçıran gerçek adamı ve yanındaki iki garip yaratığı. Ah o yaratıklar yok mu? Hancının gördüğü en uzun adamdan bile daha uzundular. Pazıları hancının boynu kadar kalındı, derileri karaydı ve suratları koyu yeşildi. Gözleri sarıydı, aynı kaçırılan kara cüppeli müşterisi gibi. Niye parayı önce istememişti ki? Başta parasını isteseydi belki de her şey farklı olacaktı. İşte hancıyı oyalayan düşünceler bunlardı, hancı düşündü düşünmesine ama uzaklara götürülen Remon’un düşünecek gücü de kalmamıştı, zamanı da, ortamı da. Sadece umudu kalmıştı…

BÖLÜM2: Örtünün Arkasındaki Kurtarıcı

BÖLÜM3: Ufukta Bir Hancı

BÖLÜM4,Birinci Kısım: Orman Rüyası
BÖLÜM4,İkinci Kısım: Denizlerin Kızı

BÖLÜM5,Birinci Kısım:Aranan Bir Hancı
BÖLÜM5,İkinci Kısım:Kralın Kızı ve Vatikes

BÖLÜM6: Denizden Dışarıya
 
Last edited:
Giriş bölümü için biraz kısa olmuş. Betimleme eksikliği de gözümden kaçmadı. Diyaloglarda da düzensizlik sezdim. Fakat genel olarak umut vaad eden bir hikâye olacağa benziyor. Peşini bırakma, takipteyim. :smile:
 
Güzel eleştirileriniz için teşekkür ederim :grin: Sıkıcı olabilir diye uzun yazmak istemedim fakat eleştirilerinizi dikkate alıp daha ayrıntılı yazacağım. Zaten ileride karakterleri de yavaş yavaş anlatmaya başlayacağım. Bu biraz da tanıtım bölümü olsun istedim :smile:
 
Yeni bölüm geldi!
   

Sulmu tarihi boyunca onlarca insan kahraman doğmuştur, hepsi de kahraman olana kadar türlü acılar çekmiştir. Hangisinin daha acılı bir hayat yaşadığı ise asla tartışma konusu olmamıştır. İyi ki de olmamıştır, böyle bir konu, şüphesiz Mazkulum Çölü’nün en Güneyinden İmparatorluk sınırlarının en Kuzeyine kadar tartışılırdı ve onlarca farklı isim söylenirdi. Frek’in Orman İnsanları o zamana kadar yaşamış tüm liderlerinin isimlerini sayardı. Kalyo’nun çirkin yaratıkları Zalt’lar, ismi lazım olmayan o çirkin Zalt’ın ismini söylerdi. Aslında onlara söz hakkı tanınmazdı çünkü biz insan arıyoruz, Zalt değil. Zaten o çirkin yaratık hayatının son iki dakikası dışında hep huzurluydu. Solt Halkına sorsak Dünya Gezginleri üyelerinin isimlerini sıralarlardı fakat özel olarak “Sicimku” derlerdi.

    Hâlbuki Sicumki içlerinden en rahat yaşamış olanlarındandı her ne kadar acı çektiyse de, onu seçme sebepleri büyük ihtimalle ona olan hayranlıklarından dolayı olurdu. Büyücüler’e sorsan da kendilerine iyi hizmet etmiş olan birkaç isim sayardı. İmparatorluğun büyük limanına ev sahipliği yapan sahil kasabası Palmu’nun halkı da ünlü denizci Behor ile Solt halkının da desteklediği Dünya Gezginleri üyeleri arasında gidip gelirdi.

    Liste uzayıp giderdi anlayacağınız. Remon belki bu listeye sokulamazdı ama içmesinin üzerinden haftalar geçmiş olsa da midesini yakmaya devam eden içkinin acısı, bileğini sertçe kavrayan Zalt yüzünden kırılan birkaç kemiğindeki yoğun ağrı ve her türlü hastalığın bulunduğu pis kafesinin kokusu onu bir hayli zorluyordu.

    Ensesi de biraz yanıyordu ama sebebini hâlâ bulamamıştı. Başka zaman olsa bu acının, bindirildiği kafesli at arabasının sıcak iklimleri olduğu gibi içeri taşıyan demirinden kaynaklandığını hemen anlardı. Sallantıyı hissetmesine rağmen bir at arabasında olduğunu bile anlayamamıştı, önüne konan yemekleri yemeyi bile akıl edememiş ve açlıktan ölmek üzere olduğunu fark edememişti, ensesini neyin yaktığını nasıl anlasın?

  Gününün yarısından fazlasını uykuyla geçiriyordu, kalanını ise uykudan da beter bir kaybolmuşluk hissiyle.  Vücudu, rüya bile göremeyecek kadar yorgundu. Bir aya yakındır hiçbir şeyi yemediğini fark eden gardiyan Zalt’lar da zorla ağzına tıkmaya başlamıştı. Arabanın arkasına onu beslemeye giden Zalt’lar, hep uyuyan bir adamla karşılaşıyorlardı.

    Remon başka bir dünyada yaşıyordu. Bedeni Sulmu’daydı ama aklı her şeyin bulanık göründüğü başka bir âlemdeydi. Hiç rüya görmüyordu, rüya görecek gücü bile kalmamıştı. Rüyalarının yerini yarı uyanık olduğu zamanlarda gördüğü sanrılar doldurmuştu. Onlarca yeşil göz ona bakıyordu; her yeşil gözün içinde bir yeşil göz daha vardı, ya da o öyle sanıyordu. Yeşil gözlerin sahiplerini göremiyordu ama etrafındaki bulanık görüntülerden çok daha net bir şekilde hayal edebiliyordu. Her birinin kahverengi bir bıyığı, sapsarı bir yüzü ve insanda ellerine bakma isteği uyandıran pembe ve bakımlı tırnakları vardı. Remon her bir gözü acaba bir farklılık var mı diye iyice inceledikten sonra her bir yeşil gözün içine saklanan gözler kırmızıya dönüyordu ve bu kırmızı yayılarak dışarıdaki gözleri de kaplıyordu.

  Ilmar’daki handa yakalanışının üzerinden bir aydan fazla bir süre geçirdiği ve ortak Sulmu Takvimi’nin 3-05.07-4270 (Üçüncü Çağ, dört bin iki yüz yetmiş) yılını gösterdiği sıralarda, at arabası Palmu Limanının yanındaki Palmu Kasabasına vardı. Bilinci hâlâ bulanık olsa da eski haline nazaran daha netti çünkü Zalt’lar tarafından zorla beslenmesi sonuç vermeye başlamıştı. Artık dışarıyı algılayabilen (Her ne kadar bir sis perdesinin arkasından da olsa) bilinci sayesinde her gün uyuduğu uyku da azalmış ve daha hafif uykular uyumaya başlamıştı. Midesindeki yanma da büyük oranda geçmişti. Böylelikle kaçırdığı kara yolculuğunu denizi seyrederek telafi edecek gücü kazanmıştı. Sadece denizi değil denize açıldıkları Palmu Limanını da izleyebilecek gücü vardı.

    Palmu Limanı, yanında bulunduğu sahil kasabası Palmu kadar büyüktü. Zaten Palmu’dan çok daha eskiydi ve Palmu’ya adını veren limandı. İlk Drato Palmu’yu onurlandırmak amacıyla koyulmuştu bu isim. Çok eskiden, Dünya Gezginleri tarafından büyücülere yaptırılmıştı ve gün geçtikçe büyüyerek varlığını bu şanlı günlere kadar taşımıştı. Dört ana kapısı ve onlarca minik giriş noktasıyla ziyaretçilerine asla trafik yaşatmıyordu. İç bölümlerine ulaşmak yarım saati buluyordu ve gemilerin yola çıktığı ana limana gelmeden önce de liman şefinin binası ve gemicilerin dinlendiği çadırlar bulunuyordu. Çadırlar ziyaretçileri rahatsız etmesin diye yolun uzağına kurulmuştu ve ilk günün yiyecek masraflarını liman şefi karşılıyordu.

    At arabasıyla Palmu limanına girmeden önce geçtikleri Palmu kasabasının içlerinden, sabahın ilk ışıklarıyla başlayan bir hareketlilik doğmuştu. Balıkçılar çoktan avlarını yakalamış ve eve dönüyor, kıyıdan daha uzakta yaşayan çiftçiler ise yataklarından kalkmış ve tarlalarına yöneliyordu. Kasabanın yanından geçip gittiler ve görkemli Palmu Limanına giriş yaptılar. At arabası limana vardı ve gemiye yerleştirildi. Oldukça büyük bir gemiydi. Seyahat gemilerinin renkleri olan kırmızı ve maviye boyanmıştı. Gemi iki katlıydı ve ön direğinin yüksekliği yirmi metre kadardı. Gemide, kalabalık bir mürettebata ek olarak sarışın adamın arkasında bıraktığı dört-beş adamı vardı. Zalt değildiler ama bir Zalt’ı aratmayacak iriliğe sahiptiler. O kadar iri ve güçlüydüler ki koskoca at arabasını gemiye yerleştirmeye içlerinden yalnızca iki tanesi yetti. Bir tanesi arkadan, diğeri de önden tutmuştu at arabasını.

    At arabasının arkasındaki küçük delikten olanları seyreden Remon, aylardır ilk kez heyecanlanabilmişti. İçindeki denizi seyretme isteği kabarmıştı ve onu her yandan sarıyor, içine çekiyordu. Sarışın adam, Remon’un denizi izleme isteğinin farkındaydı. Bu yüzden Remon’u, küçük deliği fışında her yerinden kapalı at arabasından çıkarmadı ve Remon’un denizi seyretme hayalleri de boşa gitti.

    Gemiye bindirilir bindirilmez yola çıkmadılar. Sarışın adamın ve adamlarının bir-iki saat konuşması gerekti.  Büyük ihtimalle rota hakkında konuşuyorlardı. Konuşmaları bittikten sonra liman şefinden son izinler alındı ve denize açıldılar. Deniz yolculuklarının ilk günü Remon için de gemi için de olaysız geçti. Deniz çok sakindi ve dalgaların yarattığı sarsıntıları hissedemeyen Remon’un üstüne bir mahzunluk çökmüştü. Kafesine, yemeğini tazelemeye gelen çirkin bir Zalt’tan başka kimse uğramamıştı. Konuşacak kimsesi yoktu ama bulunduğu kafesin içi bir kervanla bile doldurulsa kısacık bir cümle kurmaya yeltenmezdi.

    Öğlene doğru yola çıkmalarından dolayı tüm gücüyle parlayan güneş, üstüne örtü geçirilmiş kafesindeki küçücük delikten içeri giriyor ve tüm kafesi aydınlatmaya yetiyordu. Öyle ki, bir ayın sonunda ilk defa açılan bilincinin de etkisiyle, kafesinde daha önce görmediği tonla ayrıntı fark etmişti. Giydiği şeyin onu saklayan kara cüppesi olmadığını, daha doğrusu altına geçirilen ve vücuduna yapışmış bir şort dışında hiçbir şey giymediğini de kolayca fark etti. İlk defa gündüz uykularından birinde rüya görmüştü ve onlarca yeşil gözün onu çevrelediği sanrıları sona ermişti.

    Günün sonuna doğru gemi hafif hafif sallanmaya başladı ve o da bu sallantının etkisiyle derin bir uykuya daldı.

    İkinci günün sabahında iki kişinin sohbetiyle uyandı. Konuşmadan duyabildiği kadarıyla nöbet değişimi yapılıyordu. Onun bu perişan haline rağmen işler sağlama alınmış ve at arabasının önüne nöbetçi koyulmuştu. Nöbet değişimi için gerçekleştirilen konuşma bittikten sonra konuşanlardan birinin ayak sesini uzakta kaybolana kadar dinledi. Sonra da bulunduğu yere doğru gelen ayak seslerini duyup kulak kabarttı. Bu sesler de birden kesildi ve at arabasının örtüsü kaldırılarak kapısı açıldı. İçeriye, sarı çöl kıyafetleri ve yüzüne örtülmüş peçeyle birlikte ince uzun biri girdi.

Sonra geri dönüp örtüden dışarı bakındı ve kimsenin onu izlemediğinden emin olmuş bir şekilde Remon’a döndü.

“Bayf surlarında rastladığım adam ne hale gelmiş?” dedi.

Sesi, Remon’un kulağına gelen hafif dalga seslerinden bile daha yumuşaktı. İnce bir sesti ama en hassas kulağı bile rahatsız etmezdi. Bu kadife ses, Remon’a çok şey ifade ediyor olacak ki, o yorgun ve uyku sersemi halinden tamamen kurtularak ve heyecanla “Delhyis?” dedi.
 
  Karşısında duran kadife sesli kadın eğildi ve suratındaki peçeyi kaldırdı. Yemyeşil gözleri ve minicik bir burnu vardı, teni Remon’dan biraz daha koyuydu fakat çöl halklarına göre beyaz sayılırdı. Remon’a gülümsedi ve bu küçücük gülümsemesiyle bile Remon’un çektiği tüm acılar kısa bir süreliğine uçup gitti.

  Remon’u oraya sabitleyen halatları ince bilekleri için bile hızlı denilebilecek bir çeviklikle çözdü ve Remon’un uzun süredir hareketsiz durmaktan hamlamış bedeninin kalkmasına yardım etti. Remon, kadının narin ellerinden sanki kalın bir direğe tutunuyormuş gibi destek alarak doğruldu ve kendine gelmeye çalıştı. Kendine gelmesi hiç de zor olmadı çünkü kadın onu hemen dinçleştirmişti. Kadın dışarıyı kontrol etti ve kafesten çıktılar.  Aydınlığı sadece küçük bir delikten seyreden Remon’un gözleri, sabahın aydınlığı karşısında bulanıklaştı fakat kısa sürede alıştı.

  Delhyis denen bu kadından destek alarak bir süre ilerledi ve sonra da kendi başına yürümeye başladı. Bir kaplumbağa kadar yavaş ve sessiz ilerliyorlardı. Sonunda geminin kenarına bağlanmış kayığa vardılar. Delhyis, kayığın iplerini çözmeye başladı. Bu ipleri çözmesi Remon’un bağlı tutulduğu kafesin iplerini çözmek kadar kolay olmadı. Delhyis ipleri çözerken Remon da denizin suratına çarpan serin rüzgârını ve temiz havasını içine çekiyordu.

  Tam da Delhyis ipleri çözmeyi işini yarıladığı sırada “Durun orada!” diye bağıran Zalt’ın sesi onlara ulaştı ve gemi alarm durumuna geçti.

    Zalt’ın çıkardığı ses tüm gemi tarafından duyulmuştu. Delhyis artık sessizliği ve özeni bırakıp ipleri hızla çözmeye başladı. Bağırıp yaygarayı koparan Zalt’ın bulunduğu gözleme noktasından inene kadar geçirdiği sürede, Delhyis kayığı çözmüş ve suya bırakmıştı bile. Delhyis, merdivenden aşağı kaydı ve kayığa atladı. Hemen ardından da Remon geldi. Hızla kürek çekmeye başladılar. Onlara bağıran Zalt şimdi suya dalmış ve onlara yetişmek için tüm hızıyla yüzüyordu. Onlar ise çoktan uzaklaşmışlardı bile.

  İkisi de kafalarını kürekten ayırmadan ve arkalarına bile bakmadan ilerliyorlardı. Kafalarını sadece bir kez çevirdiler: Sarışın adam onlara “ O BORÇ BİRGÜN ÖDENECEK.” diye öfkeyle bağırdığında…

 
    İki saate yakındır kürek çekiyorlardı fakat aralarında hiçbir konuşma geçmemişti. Remon çok yorgundu ve zaten kürek çekerek daha da yorulan Remon’u bir de konuşarak yormak istemeyen Delhyis hiçbir şey demiyordu. Sarışın adam ve gemisinden 15 mil kadar uzaklaşmışlardı ve açık deniz önlerinde uzanıyordu. Delhyis aç değildi ama uzun süredir kafes yemeklerinden başka bir şey yememiş, hatta onları bile tamamen bitirmemiş Remon’un karnı gurulduyordu.

    Karnının gurultuları Delhyis’e kadar ulaşmış olacak ki Remon’a “Yiyecek bir şeyler ister misin?” dedi.
   
    Delhyis’in bu sorusunu açlığını kapatmak için fırsat bilen Remon, heyecanla başını salladı. Delhyis de kayığın arkasına bıraktığı çantasına yöneldi. Remon da arkasına geçmiş ve onun çantayı karıştırışını çocuksu bir edayla izliyordu. Delhyis’in eli, çantadan bir kutuyla birlikte çıktı. Kutuyu açtı ve içinden kumaşa sarılmış bir ekmek, bir şişe zümrüt suyu, ekmeğe sürmek için bir kutu portakal reçeli ve iki parça da Larfesim peyniri çıktı. Larfesim peynirini gören Remon, hemen peynire yöneldi çünkü içlerinden yenmeye en çok değen şey bu güzel peynirdi.

    Larfesim Dağlarının keçilerinin sütünden yapılmaydı bu peynir. Larfesim keçileri normal otlarla beslenmezdi, Larfesim Dağlarının zenginliklerini içine çeken otlarla beslenirlerdi. Hal böyle olunca da Larfesim peyniri çok tatlı oluyordu.

    Rüzgâr arkalarından esiyordu,  ikisinin de kolları yorulmuştu. Bu yüzden Remon yemek yerken Delhyis de kürek çekmeyi bırakıp dinlenmeye karar verdi. Dinlenmek için uzanmasının ardından da narin bir uykuya daldı. Yemeğini bitiren Remon da Delhyis’in karşısına geçti ve uykuya daldı. Onlar böyle uyurken, sanki bu sakin denizin görüntüsüne isyan edermiş gibi tek başına ilerleyen dev bir dalga da onlara doğru geliyordu.

    Dalga o kadar gürültülü geliyordu ki zaten uykusu hafif olan Delhyis hemen uyandı ve kafasını kaldırdığında karşısındaki dev dalgayı gördü. Dalga; en büyük gemiden de uzundu, en korkunç deniz yılanından da korkunçtu, en ağır dağlardan bile ağırdı. Gürültüsüyle, uyuyan tüm deniz canlılarını uyandırıyordu. Bir kasırga kadar hızlıydı. Nitekim Remon ve Delhyis in kayığına ulaşıp onları da içine katması uzun sürmedi.  Tüm kayığı sanki yemeklerine eklediği az miktar bir baharatmış gibi kolayca yuttu. Remon da hayatı boyunca ilk kez suyun içinde uyanmıştı. Gözlerini açtığında, kendine doğru yüzmeye çalışan Delhyis’i gördü. Remon ise kımıldamadan duruyordu, dalgalar onu nereye isterse götürsün, umurunda değildi.

    Kayıkları dalgadan korkmuş ve uzaklara kaçmıştı anlaşılan; gözünü yakan deniz tuzundan etrafa bakmaya çalışan Remon, kayığı görememişti. Belki de gitmemişti kayık, kendisine yüzen Delhyis’e tüm benliğiyle odaklanan Remon görememişti sadece. Remon’un kıpırdamadan durmasına hem şaşan hem de ekstra bir eforla yüzmeye çalışan Delhyis’in nefesi tükenmeye başladı. Kalan nefesiyle Remon’a ulaşması da imkânsızdı, denizin yüzeyine çıkması da. O da bunun farkına vardı ve kendini durdurup Remon’un yaptığı gibi beklemeye başladı.

    O beklerken Remon çoktan bilincini kaybetmişti, en sonunda onun görüşü de karardı ve denizin derinliklerine doğru ilerleyerek daha önce uyuduğu uykulardan çok daha derin bir uykuya daldı…
 
Üçüncü bölüm geldi. Bu iki bölümü hemencecik yazmak zorunda kaldım çünkü bir hafta boyunca forumda olmayacağım. Döndükten sonra dördüncü bölümü de yazarım.

  Ilmar Şehri’nin güneyi, her zaman olduğu gibi kuzeyden daha sessizdi. Gürültü çıkarma potansiyeli taşıyanların çoğu, içtikleri ağır uyuşturucular veya içkilerin etkisine dayanamayıp uykuya dalmıştı bile. Gecenin bu saatleri, en işlek han için bile paydos demekti. Ilmar’ın doğusundaki orman ikliminin getirdiği yağmur, hafif hafif çiseliyordu. Ay beyaz beyaz parlıyor, kardeşi Plya ise solgun kırmızı rengiyle ayın aydınlatamadığı gizli köşeleri aydınlatıyordu.

    Kapz sokağının tek hancısı da daha önce hiç düşünmediği kadar teferruatlı düşünüyordu. Gelirini hesaplama dışında ömrü boyunca hiç yazı yazmamış bu hancının küçük odası, onlarca not kağıdıyla doluydu. Normalde hesap defterini ve paralarını sakladığı sandığı ona yetmemiş, masanın üstünde de kâğıtlardan bir kule oluşmuştu. Her zaman yaptığı gibi yoğun çalışma temposunu unutturacak bir şişe zümrüt suyunu içmemiş ve harcamalarını kısarak kendine bir tane daha kalem almıştı. Hatta kaliteli olsun diye de kaleminin içini Moltan madenlerinden gelen Moltan boyasıyla doldurmuştu. Moltan boyası, normalde kullandığı ucuz Ilmar mürekkebinin iki katı fiyatınaydı fakat daha uzun dayanıyor ve Ilmar mürekkebinin silik yazısına nazaran oldukça koyu bir tonla yazıyordu.

    Dalgın halini bahane ederek o günün işlerini kısa kesmişti. Normalde bir şeyler taşımaktan ağrıyan kollarının yerini, uzun süredir yazı yazmaktan ağrıyan bilekleri almıştı. Otuzlu yaşlarında olmasına rağmen erkenden solan yüzünün yerini ise yorgun ama hareketli bir surat almıştı. Bir saatten uzun bir süredir hiç mola vermeden yazıyor da yazıyordu. Kısa kestiği iş gününden arta kalan zamanında nadiren de olsa bir şeyler danışmak için gittiği yaşlı Lofu’yu ziyaret etmişti. Yaşlı Lofu’nun evi, yaşlı Pilys’in evinin hemen karşısındaydı ancak evleri de kişilikleri gibi zıttı. Pilys; aksi, hayvanlardan hoşlanmayan ve hayatı boyunca başkalarının sırtından geçinmekten başka bir şey öğrenmemiş kaba bir adamdı. Yaşlı Lofu’ya göre daha zengindi ama onun aksine çevresine hiç yardımda bulunmazdı. Evi küçük ama bakımlı bir evdi, hatta Kapz sokağının en bakımlı eviydi.

    Lofu ise iki katlı bir evde oturuyordu ve evinin üst katını yolcuklarından getirdiği eşyalarıyla kitaplarına ayırmıştı. Zengin bir adam değildi ama kendisinden yardım isteyenlere maddi olmasa da manevi yardımlarını esirgemezdi. Evinin zamanında çok değerli bir ev olduğu biraz inceleyince hemen anlaşılıyordu ama artık duvarları dökülen bakımsız bir evdi. Lofu, yaşadığı bu uzun ömrü bilgiyle doldurmuştu ve bir konu hakkında herhangi bir anlaşmazlık çıktığı zamanlarda ona danışılırdı. Hatta civar mahallelerden insanlar da ondan bilgi almaya gelirdi, güneydeki suç oranı düşük fakat nadir rastlanan mahalleler hariç. Bu tarz mahallelerin insanları, Kapz sokağına gitmeye korkarlardı ve yaşadıkları yerlerin etrafını kalın duvarlarla çevirmişlerdi. Yaşlı Lofu’ya ondan bilgi almak için gelenler dışında, kafiyeli konuşmasını dinlemek için gelenler de vardı.

    Kapz sokağının yalnız hancısı da sorularına cevap verebilecek tek kişinin Yaşlı Lofu olduğuna karar vermişti. Kendisine ziyarete gelen bu adamı kırmayan Yaşlı Lofu da onu sabırla dinlemişti.

    Hancı, elindeki not parçasını Lofu’ya verdi. “Nedir bu Bayf denen yer? Nasıldır? Zengin midir, yoksa bu sıkıcı mahalleden bir farkı yok mudur? Peki, bu garip isim neden verilmiştir, yoksa insanları da mı tuhaftır?”

    Yaşlı Lofu her zaman neşeli ve sabırlı bir adam olmuştu, ancak tüm bu soruları nefes bile almadan arka arkaya sıralayan hancıya dayanamayıp sözünü kesmemesi veya sinirli bir tavır takınmak yerine “Bayf” ismini duyunca gülümsemesi onun için bile şaşırtıcı bir tavırdı.

    Tüm sorularını hızla sıraladıktan sonra nefes nefese kalan hancıya döndü ve şaşkınlıkla, “Bayf mı, kimse bilmez sanırdım o ismi benden başka” dedi. Hancının daha fazlasını dinlemeye hazır bir şekilde kendisine baktığını görünce söylediği şeyin hancının beklediğinden çok daha azı olduğunu fark etti. Bir şeyler söylemeyi denedi ama bir türlü nereden başlayacağını bilemiyordu. Odadaki kısa süreli suskunluğun ardından, sohbeti devam ettirebilmek amacıyla “Sen nereden duydun bu ulu şehri, ben bile duymadım yıllardan beri.” dedi.

    Beynini bu kadar yormaya alışık olmayan hancı ise uzun sürmeyen bir dalgınlığın ardından ve Yaşlı Lofu’dan gözlerini kaçırarak “Not… Geçen hafta çok garip bir şey oldu, sarhoş değildim ama en sarhoş halimde gördüğüm şeyler bile böyle gerçekdışı değildi. “Kocaman iki tane yaratık ve onlara emir veren kara tenli sarışın bir adam. Öyle iri yaratıklardı ki bir tanesi o kara cüppeli adamı tek eliyle hiç zorlanmadan sırtına attı.”

  “O kara cüppeli adam derken, bahsetmedin ondan, yoksa bahsetme için çok mu erken”

  Hancı kendi aceleci tavrına güldü.  “Ah, pardon. Her şeyi baştan anlatayım.”

  “İyi olur anlatırsan, bilmiş olur bu yaşlı adam.”

  Böylece hancı da o gün yaşanan her şeyi Yaşlı Lofu’ya anlattı. Lofu onu sessizce dinledi ve birkaç ayrıntıyı öğrenmek için sorduğu sorular dışında hancının sözünü hiç kesmedi. Hancı anlatmayı bitirdiğinde kendini biraz daha rahatlamış ve olayların etkisini üstünden atmış hissediyordu. Yaşlı Lofu da hancının sözü bittikten sonra, yılların beyazlattığı sakalını kaşıyarak bir süre düşünmüş fakat hancının anlattığı şeyle ilgili Bayf şehrinden başka hiçbir bilgisi olmadığı için susmuştu.

  “Evet, tüm gariplikler hakkında bir bilginiz var mıdır?”
 
  “Düşünüyorum oğlum, sabırlı ol. Sabırsız olursan belki kurtulursun kısa süreli bir acıdan, fakat arkasında fırtınalarla gelir senin canını yakacak olan.”

  Bu cümlenin üstüne hancı da susması gerektiğini anladı ve sabırla bekledi. Yaşlı Lofu bir süre daha düşündü ve anlatacak bir şey bulamasa da misafiri boşuna geldiğini hissetmesin diye hancının merakını iyice alevlendiren o iki yaratıktan, yani Zalt’lardan bahsetmeye kadar verdi. Uzun süredir ziyaretine gelen olmamıştı, bu yüzden o tatlı ve kafiyeli masalsı dilini uzun bir aradan sonra kısa bir hikâyeyi anlatmak için kullanacaktı:

  “İlk çağlardan beri vardı amansız Zalt’lar, ne zaman bir Ranke doğsa en büyük yardımcısı onlar oldular. Büyüdükçe büyüdüler çölün ortasında, bir merkez kurdular hayallerin birbirine karıştığı çöl yolunda. Adına ‘Kalyo’ dediler kendi çirkin ve kaba dillerinden aldıkları kelimelerle, şehir de onlar gibi çirkin oldu ve yaşadı tüm tüccarların en korkunç düşlerinde. Bizim güzel İmparatorluğumuz daha yeni şekillenirken denizin ortasında, onlar kervanlarımızı yağmalıyordu Mazkulum denen koca çölün doğusunda. Zaman ilerledi ve doğdu korkunç liderleri, boyu sen de üç, ben diyeyim dört metreydi. Pirse’den geldi Pirse’nin şanlı kralı, kör etti Zalt’ların en irisi olan kara liderlerini. Zalt’lar zayıfladı o sıralarda, ancak büyüdüler ve haydutluları devam ediyor hâlâ…”

  Onu dinleyen hancı da yeni aldığı kalemle bir takım notlar almıştı ve o günden sonra kalemi, yanından hiç ayırmadığı tatlı bir dostu olacaktı.

  İşte kâğıtlardan başını kaldırmayan ve harıl harıl bir şeyler yazan hancı, Lofu’nun evinde konuştuklarını düşünüyordu o gece. Yağmurun hızlanması ve göğün de gürüldemesiyle birlikte tüm bu hayallerinden sıyrıldı ve yazdığı şeye konsantre oldu. Yine, Yaşlı Lofu’nun evinde yazdığı notlardan birini düzenliyordu. Notu düzenlemesi bittikten sonra günün yorgunluğuyla arkasına yaslandı ve içemediği zümrüt suyunun yerini doldurması için yanına aldığı su dolu bardaktan bir yudum aldı. Arkasına yaslanması ona ne kadar yorgun olduğunu hatırlatmıştı. Ellerinin ve kollarının üstündeki yaralara baktı: Handa yaşanan kavgalardan kalma iki küçük çizik, yere düşürdüğü ve ona pahalıya mal olan bir şişenin kırıklarının yaptığı çizik, soğuk kış günlerinde handa kalmaya gelen ve kolunu tutan adamın ona bulaştırdığı garip hastalığın kabarığı. Bir Pofl bağımlısı tarafından saldırıya uğradığı sırada kolunda açılan derin yara da tam ortalarında duruyordu. İlk darbeleri canını oldukça acıtan bu yaralar, şimdi sadece kolunun güzelliğini baltalayan komik birer anıydılar onun için.

  Yaralarını hafif hafif okşadı ve dikkati yabancının bıraktığı nota kaydı. Bu tek not parçası, onun bu sıkıcı hayatının tüm tekdüzeliğini unutturmuş ve ona heyecanlı bir hafta yaşatmıştı. Not parçasını yerine bıraktı ve bu hareketli haftanın yorgunluğunu atmak isteyen vücuduna karşı gelemeyerek uykuya daldı.

  Sıçrayarak uyandı ve sıçramasının etkisiyle sallanan sandalyesinden yere düştü. Hareketli bir rüya görmüştü. Rüyasında, kalabalık bir gemideydi. Etrafındaki tüm insanlar birbirine benziyordu, o ise her şeyiyle aralarından sıyrılıyordu. Onun haricindeki herkes kırmızı bir alt ve sarı bir üst giymişti. O ise sarı bir pantolon üstüne lacivert bir ceket giymişti ve kendisini diğerlerinin arasında dışlanmış hissediyordu. Belki de böyle hissetmesinin sebebi giydiği farklı kıyafetler değil de ona garip garip bakan insanlardı. Bakışlarını hancıdan ayırmadan izliyorlardı. Hancı çok rahatsız olmuş olacak ki sırtını insanların olduğu tarafa dönmüştü fakat dönmesiyle beraber arkasında bir çığlık koptu ve o da ne olduğunu merak ederek bu garip insanların olduğu tarafa tekrar baktı. Gördüğü manzara tüyler ürperticiydi: Karşısında dev gibi bir denizyılanı ağzında bir kadını sallıyordu. Sonunda bu çirkin yaratık, sallandırdığı kadını yuttu ve gözüne yeni bir av kestirmek için gemiyi incelemeye koyuldu. Tam bu sırada deniz canavarıyla göz göze geldiler ve deniz canavarının ona hamle yapmasıyla birlikte rüyası sona erdi.

  Uyuya kalmadan önce masasın bıraktığı not, rüyasının etkisinden hemen kurtulmasına yardım etti ve notu eline alarak hanın gıcırtılı merdivenlerinden hızla aşağı indi. Hanın yeni tamir ettiği kapısından dışarıya kafasını uzattı ve temiz havayı iyice içine çektikten sonra yukarı kata dönerek sandığındaki tüm parayı ve notları çıkarıp yatağının altından aldığı çantasına tıkıştırdı. Daha sonra merdivenleri indi ve hemen solunda bulunan raftan iki şişe zümrüt suyuyla alt çekmecesindeki yiyecekleri de paketleyip çantasına koydu. Ağzına kadar doldurduğu ağır çantasını sırtına alarak dışarı çıktı ve Kapz sokağının dışına doğru hızlı adımlarla yürüdü.

  Arkasından arkadaşlarından biri seslendi. “Nereye gidiyorsun Tavor?”

  “Uzun bir maceraya çıkıyorum.”

  Sesi Kapz sokağını son bir kez salladı ve hancı Tavor, gökyüzünün yerle buluştuğu o ince çizgide gözden kayboldu…
 
Anlatımını çok beğendim. Sade ve akıcı. Hikaye ile ilgili çıkarımlar yapmak için henüz erken ama ilgi çekici bir konusu olduğu belli. Takipteyim.
 
Şu anlık ilk bölümü okudum. Öncelikle çok devrik sözcüğün olması kötü bir şey. Devrik cümleleri yeri ve zamanına göre yazabilirsen daha büyük bir etki yaratabilir. Misal; yabancı devrik cümlelerle konuşsaydı daha çok yabancıya benzeyebilirdi. "R" harfini yazman bana biraz mantıksız geldi. Cümleleri çok fazla uzatıyorsun ve virgülü genellikle kullanmıyorsun. Virgül yerine daha çok parantezi tercih etmen kötü bir görüntü verebilir. Çok fazla anlatım bozukluğu var. Betimlemelerde noksanlık kendini çabuk belli ediyor. Bu dediklerimi düzeltirsen çok daha iyi bir iş çıkarabilirsin. Umarım dediklerimle hevesini kırmamışımdır.

"...çok insan da vardı, (Yani büyü ışığı da bilmezlerdi.) tabi bu da..."

Yerine

"....çok insan da vardı, genellikle büyü ışığı da bilinmezdi, tabiî bu da..."

Şahsımca, çok daha iyi bir tercih.
 
Kara Bey said:
Giderek güzelleşiyor devamını bekliyorum.
Homerøs said:
Anlatımını çok beğendim. Sade ve akıcı. Hikaye ile ilgili çıkarımlar yapmak için henüz erken ama ilgi çekici bir konusu olduğu belli. Takipteyim.
Nadir Şah said:
Şu anlık ilk bölümü okudum. Öncelikle çok devrik sözcüğün olması kötü bir şey. Devrik cümleleri yeri ve zamanına göre yazabilirsen daha büyük bir etki yaratabilir. Misal; yabancı devrik cümlelerle konuşsaydı daha çok yabancıya benzeyebilirdi. "R" harfini yazman bana biraz mantıksız geldi. Cümleleri çok fazla uzatıyorsun ve virgülü genellikle kullanmıyorsun. Virgül yerine daha çok parantezi tercih etmen kötü bir görüntü verebilir. Çok fazla anlatım bozukluğu var. Betimlemelerde noksanlık kendini çabuk belli ediyor. Bu dediklerimi düzeltirsen çok daha iyi bir iş çıkarabilirsin. Umarım dediklerimle hevesini kırmamışımdır.

"...çok insan da vardı, (Yani büyü ışığı da bilmezlerdi.) tabi bu da..."

Yerine

"....çok insan da vardı, genellikle büyü ışığı da bilinmezdi, tabiî bu da..."

Şahsımca, çok daha iyi bir tercih.

Yorumlarınız için teşekkür ederim, diğer bölümü en yakın zamanda yazmaya çalışacağım.
 
4.Bölümü yazdım fakat kısa olduğu için "Birinci kısım" adı altında paylaşıyorum

 
    Ilmar Ormanı, Trit ve Büyük Vadi’yi birbirinden ayıran dağlardan başlayarak Ilmar’ın doğusuna uzanıyor ve orada yoğunlaşıyordu. Güneşte sararmış saçları andıran ve koyu renkli ağaçların arasında beliren açık yeşil ağaçlar, ormanın devasalığını sevimli göstermek yerine ormanın küçük süsleri gibi gözüküyordu. Ilmar’ın dış surlarına kadar ilerleyen ağaçlar, sanki şehre muhafızlık ediyormuş gibi bir görüntü oluşturuyordu. Ağaç çiftlerinin aralarında oluşturduğu insan geçmemiş yollar, uzakta kayboluyor fakat bazıları yeniden ortaya çıkıyordu.

    Ağaçların rüzgârda çıkardıkları tatlı sesler, Tavor’un kulağına bir ninniymişçesine giriyor ve onu sakinleştiriyordu. Ağaçların arasında kalabalıkta rahatça göze çarpan azınlık rolünü oynayan kırmızı ağaçlar da vardı. Bunlar daha kısaydı ve sayıları çok azdı fakat ormanın hiçbir ağacına benzememeleri ve parlak kırmızı renkleri sayesinde kolayca fark ediliyorlardı. Ormanın belli noktalarında rahatça seçilebilen dev kayalar, ormanın sonunun bulunmadığı düşündürtse de Büyük Vadi’nin uzakta parlayan dağları, bu düşünceyi hemen unutturuyordu.

    Doğanın bu muhteşemliğini ilk defa gören Tavor ise onu bu yolculuğa sürükleyen kâğıt parçasına içinden teşekkür etti. “Şehrin surlarına dayanmış bu ağaçların güzelliğini görmek için dünyanın tüm çirkinliklerine katlanılır.” diye düşündü. Soluk yüzünün yanında olduğundan da koyu görünen saçları parlıyordu. Gözlerinin soluk mavisi, ağaçların yarattığı gölgelerde fark edilmez oluyordu. Burnunda çıkan bir- iki sivilce sayesinde suratının solgunluğu bir nebze olsun azalmıştı.

    Bir ucundan diğer ucuna gitmesi bile bir gününü almış olan Ilmar şehrinin dev kapılarından dışarıya çıktı. Terk ettiği Ilmar’a son bir bakış fırlattı ve dışarıdan muhteşem görünen bu ormanın içini de göreceği ağaçların arasında kaybolup giden dar patikaya saptı.

    Ormanda uzun bir yürüyüşün ardından, gökyüzünü karartan görkemli yağmur bulutlarının kendisine doğru gelmesi üzerine, dal parçalarının üstüne serdiği örtüden çadırını kurdu. Sevimli bir çadırı vardı; akıllılık edip ürettiği, yağmur ihtimaline karşı koyma stratejisinin bir ürünüydü bu çadır. Üstüne örttüğü örtü, yağmur suyunu neredeyse hiç geçirmiyordu. Bir süre dinlendikten sonra çevresine bakınmak için dışarı çıktı. Çadırda beklemek onu ormanın büyüleyici görüntüsünden mahrum bırakmıştı.

    Manzarayı uzunca inceledi. Uzun bir süre boyunca devasa şehirden başka bir şey görmemişti. Hatta yaşadığı şehrin bile küçücük bir bölümünü biliyordu. Uzakta, büyük vadinin uçsuz bucaksız dağlarını seçebiliyordu.  Bu dev vadinin ötesinde Larin’in ünlü ovaları duruyordu. Kim bilir oralarda ne tür bitkiler yetişiyordu, çiftçiler neler yapıyordu? Büyük Vadi’nin dağları ona Ilmar’ın sınır kapılarını hatırlattı. Bu kapıların olduğunu bilmese şehir hiç bitmiyor sanırdı.

    Arkasına döndüğünde gözleri, artık surları uzakta silik birer anı gibi gözüken şehrin surlarını seçebildi. Şehrin bu silik görüntüsü ona aştığı uzun mesafeyi hatırlattı ve gülümsedi.

    Ormanın içlerine kadar yürümüştü ve uzun süre yürümek onu acıktırmıştı fakat kendi yemeğini tüketmek yerine, hali hazırda ona sonsuz nimetlerini sunan ormandan faydalanmaya karar verdi. Meyvelerini rahatça seçebildiği bir ağaca doğru yürüdü ve ağacı tüm gücünü kullanmadan salladı. Ağaca uyguladığı bu kuvvet bile ağzını açık tuttuğu çantasının büyük bir kısmını doldurdu. Ormanın etrafında meyve toplamak için çadırının yakınında bir gezintiye çıktı. Yürüdüğü yol kısa da olsa topladığı meyveler, çantasının ağzına kadar dolup taşmasına yetti. Yine yürüyüşün kısalığının aksine; geçirdiği zaman, onu bir günün ortasına kadar sürüklemişti.

    Gözlerden kaybolup yerini Aya ve Plyo’ya bırakmak isteyen Güneş de sabırsızlanıyor ve gittikçe kızararak aşağıya doğru ilerliyordu. Tavor zamanın geçtiğini anlamış olacak ki, hafif bir heyecanla karışık gitme isteğiyle, çantasını da alarak çadırını bıraktığı yöne ilerledi. Çadırını arkasında bıraktığı minik tepeciğe vardı ve tırmandı. Çadırının olması gereken yere baktı fakat bir çukurun etrafında çember oluşturmuş ağaçlardan başka bir şey göremedi.

    Gözlerini kırpıştırdı ve ikinci kez baktı fakat hâlâ çadırını göremiyordu. Bir anda içini bir endişe kapladı. Yoksa kayıp mı olmuştu? Ormanda korkuyla koşuşturmaya başladı. Her biri birbirinin aynısı olan on binlerce ağacın arasında çadırını aradı ama nafile…

    Çadırını sanki yer yutmuştu da o yüzden göremiyordu. Tam bu sırada gözlerinde bir parlama meydana geldi ve aceleyle başladığı yere döndü. Tepenin arkasında derin çukura baktı, günün yeni gelen karanlığına alışan gözleri daha da dikkatli bakınca bir şeyler seçmeye başladı. İlk başta şekilsiz garip nesnelerdi gördükleri, ama daha sonra çadırı ve çadırının yanına bıraktığı eşyalarına dönüştüler.

    Tüm bu gördükleri karşısında dehşete düştü. Bıraktığı çadırı, normalde olması gereken yerden metrelerce derindeydi. Bir süre daha hayretle izledikten sonra uzaklardan geldiğini sandığı ve şiddeti sürekli artan ancak hemen yanı başında beliriveren bir sarsıntıyla yere kapaklandı. Yere düşmesinin bir sonucu olarak kısa süreli bir şok geçirmişti ancak bu şoku hemen atlatıp ayağa kalktığında daha da hayrete düşmesine neden olacak şeyi gördü: Çadırı ve eşyaları daha da derine inmişti.

    Anlaşılan toprak, bıraktığı eşyalarını içine çekiyordu. Bu hayretler edici olay karşısında çığlık atmayı denedi, ancak ağzından kuru bir nefesten başka bir şey çıkaramadı. Korkuyordu ve korkusunun yavaş yavaş dönüştüğü cesaretle, hiç düşünmeden çukura atladı, düştü de düştü. Saatler, günler, aylar hatta yıllar boyunca düştü; o kadar uzun süre düştü ki kemikleri inceldi, saçları beyazladı, yüzü buruştu, düşünceleri bulanıklaştı…

    Uyandığında kemikleri sızlıyordu, sanki bir yere sertçe çarpmış gibi hissediyordu. Telaşla etrafına bakındı. Simsiyah dört duvardan oluşan bir odadaydı. Yastık örtüsü kirden koyulaşmış bir yatakta uyanmıştı. Tam karşısında insanda ormanda bulunduğu hissini veren bir koku yayan masayla küçük bir sandalye vardı. Bu tanıdık görüntü onu rahatlatmış olacak ki kafasını yorgun bir edayla tekrar yastığa gömmeden önce “İyi ki orman yolunu kullanmamışım.” dedi.

    Sonra da tüm ışıklarını çoktan söndürmüş Fayfelet’in bu sevimli hanının küçük odasında uykusuna devam etti…
 
4.Bölüm, İkinci kısım geldi!

  İmparatorluk ve Dev Mazkulum Çölü’nü birbirinden ayıran denize isim koymak kimsenin aklına gelmemiştir. Buradan sadece “Deniz” diye bahsedilir zira Tsomte Denizi ve bu deniz dışında bir deniz yoktur, dolayısıyla kimsenin denizleri karıştırma ihtimali de yoktur. Her ne kadar bu denizin bir ismi olmasa da, Denizaltı Şehri Alfar Kralı Alfik’in dönemine kadar bu denize “Alfar Denizi” denmiştir.

    Fakat o talihsiz olaydan sonra Alfar Kralı tüm denizden değil, sadece Alfar’dan sorumlu olmaya başlamıştır…

    Güneş tepede parlıyor, deniz ise güneş ışıklarını yansıtarak parlak bir görüntü oluşturuyordu. Tüm deniz canlıları, uzun süren bir refahın etkisiyle mayışmıştı. Denizin karadan görülemeyen diplerine ilerledikçe daha akıllı varlıklarla karşılaşıyordunuz. 

    Güneşin artık görülemediği, denizin içinde gizlenen küçük tepelerin yavaş yavaş ortaya çıktığı derin sularda bir dağın arkasında ise bir giz yatıyordu: “Alfar”

    Denizin diplerindeki bu dağın arkasında saklanan Alfar, kendisini istenmeyen ziyaretçilere karşı gizli tutan özel bir büyüyle korunuyordu. Çağlar yokken yapılmış bir büyüydü bu, bizzat her şeyin yaratıcısı Objo tarafından. Hrtalmo onu daha kıskanmamışken yapmıştı bu büyüyü. Hiçbir Ranke bu güçlü büyüyü aşamamıştı kendi korkunç amaçları uğruna.

    Dağın arkasındaki sise saklanan, Alfar’ın denizin en değerli mercanlarından yapılmış mavi duvarları görkemle parlıyordu.  Şehrin devamı; denizin ötesinde, çölün olduğu sanılan yerdeki uzak çizgide kayboluyordu. Şehrin durduğu bölge yüzünden, binalar yakınlaştıkça daha bir koyu mavi duruyordu ama hiçbiri mavi duvarların yanında kaybolmuyordu.

    Şehrin devasalığına rağmen en uzak surlardan bile görülebilen dev saray ihtişamla parlıyordu. Bu saray da şehrin büyük bir kısmını oluşturan mavi beyaz renklerdendi ama şehrin tüm parlak renkleri arasından ihtişamla sıyrılıyordu. Sarayın muazzam renkleri, sanki önemli bir şeyi saklıyormuş izlenimi veriyordu, bu doğruydu da. Kendi başına bir şehir büyüklüğündeki devasa sarayın beyaz parlak kulelerinin ötesindeki ana kalede iki tane de yabancı vardı.

    Alfar Kralı Alfe, kendisini korumaya ve ona hizmet etmeye yemin etmiş yüzlerce askerin arkasındaki mücevher işlemeli dev tahtında oturuyordu. Askerlerinin en önemli grubunun içerisinde; dev ahtapot biniciler olan Oktol’lar, çoğu zaman kaplumbağalara benzetilen fakat onların aksine karada iki ayağı üstünde durabilen Trot’lar ve ordusundaki yıkımın sembolü olan dev yaratıklar Palkuma’lar vardı. Tüm bu yaratıklar onun en sadık askerleriydi ve genellikle diğer önemsiz askerlerinden daha üst rütbede olurlardı.

    Kralın başında altından tacı parıldıyordu ancak üstünde duran mavi taş parlamıyor, tüm krallığın parlak mavisiyle tezat oluşturan soluk bir görünüm veriyordu. Kral her zamanki ihtişamıyla ve güvenliğiyle tahtında otururken, bakışlarını ona doğru hızla gelen ve asker gruplarının ikiye ayrılarak kendisine yol verilmesini sağlayan adama çevirdi. Krala doğru süratle yüzen bu adamı gören tüm İmparatorluk insanları; bir hemşerilerine baktıklarını sanırlardı, beyaz bir teni ve masmavi gözleri vardı. Saçları hafif kumraldı ve saçlarının ortasından geçen çizgi bir şelaleyi andırıyordu. Yine de kafasından aşağı doğru yeşil pullu bir deri başlıyordu ve bacakları yerine bir balığın kuyruğuna benzer bir yapı vardı. (Bunun hiçbir İmparatorluk insanında bulunmayan bir özellik olduğunu biliyorsunuz herhalde). Boyu da ortalamadan uzundu fakat o anki telaşlı hali ve narin bakışları onu olduğundan küçük gösteriyordu.

    Dinlenmek için yüzgeçlerini bir süre çırptı ve tahtı yüksekte duran krala bakmak için bakışlarını yukarı çevirerek “Getirilmeye hazırlar efendim.” dedi.

    Kral Alfe yüz yaşından daha yaşlıydı fakat bir Trot için son derece genç bir yaştaydı. Dolayısıyla yüz yaşında bir insanın tecrübesine, yirmi yaşında bir büyücünün aklına sahipti. Trot’larda sıkça rastlanan simsiyah gözleri ve hafif buruşuk bir suratı vardı. Çenesinden, uzun ince dört beş demet beyaz sakal dökülüyordu ve suratını olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Boyu bir Zalt’ınkinden azıcık daha kısaydı ancak kollarıyla bir Zalt’ın kaldırabileceğinden çok daha ağır yükler kaldırabilirdi. Sırtındaki, kaplumbağa kabuğunu andıran kahverengi doku ise Zalt’ların iri kemiklerinden çok daha sertti.

    Kalın kollarıyla tahtının iki tarafından da destek alarak doğruldu ve “O zaman getirin de amaçları neymiş öğrenelim.” dedi.

    Adam da itaatkâr bir tavırla başını eğip tam gitmeye hazırlanıyordu ki Kral Alfe, “Ve o adamla olan sorunlarını.” diye ekledi. Balık kuyruklu adam da yüzerek askerlerin ona açtığı yoldan hızla ilerledi ve gözden kayboldu.

    Kral Alfe giden uşağını gözden kaybolana kadar derin düşüncelerle izledikten sonra muhafızlarından birine parmağıyla bir hareket yaptı. Hareketi algılayan muhafız da koşarak yakınındaki bir kola gitti. Bir takım garip sözcükler fısıldadı ve kıpkırmızı parıldayan kolu tüm gücüyle asılarak indirdi. Kolu indirmesiyle birlikte, kralın tahtında bir takım ışıklar yanıp söndü. Ardından kralın tahtı hafif bir gürültüyle yukarı doğru, kralın odasının olduğu yere yükselmeye başladı. Kralın odasının kapısı açıldı ve kral da tahtla birlikte odanın içine girerek kayboldu.

    Bu sırada hızla sarayın uç kesimlerine yüzen uşak da çoktan “misafirlerin” bulunduğu odaya gitmişti. Odanın kapısını, kapı kolunun olması gereken yerdeki vanayı döndürerek açtı. Böylece küçük bir bölmeye girdi ve açtığı kapı da arkasından kapandı. Daha sonra, küçük bölmenin tavanına asılı duran su dolu cam kaskı kafasına geçirdi. Küçük bölmenin diğer yanındaki kapıyı açarak odaya girdi. Odanın içinde; yüzleri karanlıktan dolayı seçilemeyen iki kişi vardı.

    Uşak elini kaskına vurarak ve oldukça yüksek bir sesle “Haydi uyanın, uyanın ki kral sizi görsün, uyanın ki minnetlerinizi rahatça sunabilin.” dedi.

    İkisinden de hiçbir tepki göremeyince daha da yüksek sesle hatta biraz da bağırarak tekrarladı. En sonunda sese bir tepki olarak başını kaldıran bir tanesi uşağa döndü ve kollarını gererek esnedi. Onun bu uykulu tavrına hafiften kızan uşak, homurdanmaya başladı. Yine de suratına zorla bir gülümseme koyarak son kez tekrarladı: “Haydi uyanın, uyanın ki kral sizi görsün…” acı bir detonenin ardından boğazını temizledi ve “uyanın ki minnetlerinizi rahatça sunabilin.” diyerek cümlesini tamamladı. 

    Kafasını kaldıran kişi, bu söz üzerine kafasını karanlıkta zar zor da olsa kadın olduğu anlaşılan arkadaşına çevirdi. Durumu fark etmiş olacak ki fısıldayarak onu uyandırmaya çalıştı ve en sonunda çabaları başarılı oldu. Yanındaki kadın gözlerini kırpıştırarak uyku halini üzerinden attı ve meraklı gözlerle adama döndü. Adama bakmasıyla beraber, tanıdık bir surat görmüşçesine rahatladı. 

    Daha sonra bakışlarını uşağa çevirdi ve “Uşak Kapelun başımda dikilmiş ne yapıyor?” dedi.

    Uşak ise yüzüne samimi bir tebessüm yerleştirerek “Sizi ve arkadaşınızı babanıza götürüyorum hanımım Delhyis” dedi…
 
Forumda pek high fantasy türünde hikâye yazılmıyor. O yüzden bu hikâyeyi çok değerli görüyorum. Sevdiğim bir tür ve bana ilham veriyor. Mesela son bölümde denizle bağlantısı olan ırklar var sanırsam. İlgi çekici bir dünyası var hikâyenin. Eline sağlık.
 
Teşekkür ediyorum  :grin: umarım uzun soluklu bir hikaye olur. Yazma konusunda pek deneyimli değilim fakat bu hikaye umduğum gibi uzun sürerse bana çok şey katacağını düşünüyorum.
 
Yeni bölümü yazmadım fakat onun yerine hikayenin geçtiği dünyayı daha iyi anlamanız için küçük bir bilgilendirme masalı yazdım. Bunu yazarken bilgilendirme amacı taşıdığım için hikayemdeki kadar bir estetik kaygım yoktu. Bu arada, bu bir ara bölüm değildir.

    Tarihin yazılmadığı o eski yerde her yer karanlıkmış, zamanın efendisi Talmo bile yokmuş o zamanlar. Sadece iki tane yıldız varmış bu uçsuz bucaksız karanlıkta dönüp duran. Durmadan dönerlermiş de dönerlermiş. Zaman denen şey olmadığı için de ne kadardır dönmekte olduklarını bilmezlermiş. Bir gün içlerinden biri -Hangisi olduğu bilinmez- yörüngesinden sapmış ve diğer yıldıza toslamış. İki yıldızın çarpışması öyle şiddetli olmuş ki, içlerinde sakladıkları ruhları meydana çıkmış. Birinin içinden zaman yani “Talmo”, diğerinin içinden de yaratıcı ve varlıkların efendisi “Objo” çıkmış.

    Objo; ışıkların en büyüğünü saçsın diye Güneşi yaratmış, güneşin yokluğunda gökleri süslesin diye yıldızları yaratmış, Güneş’in parlak ışığı geceleri de unutulmasın diye Ayı yaratmış, Ay yalnız kalmasın diye de ona bir kardeş olan Plya’yı yaratmış. Tüm yarattıklarına gururla bakıyormuş, hepsini de ayrı ayrı seviyormuş fakat hâlâ yaptıkları ona az geliyormuş. Bir gün tüm dikkatini toplamış ve o zamana kadarki en güzel eseri yapmaya karar vermiş. “Sulmu”yu özenle inşa etmiş. Her bir bölgesini ayrı ayrı düşünerek tasarlamış.

    Sulmu’yu yani dünyamızı yaratmış yaratmasına, ama içini de süslemek istiyormuş. Bu yüzden de dünyayı şekillendirsinler diye 5 Falu yaratmış ve onları Sulmu’ya yollamış:

    Falu’larından ilki olan Meverfa’ya dünyayı şekillendirsin diye Çölün ve Yeryüzünün Kılıcı “Mever”i vermiş. Mever, çölün sarı kumlarıyla uyum oluşturan açık sarı bir renge sahiptir.  Sahibi Meverfa da kılıcıyla aynı renkte bir miğfer takmış. Sarı sarı parıldayarak dünyaya inmiş. Kılıcını yere daldırmış ve eskiden içi bomboş olan çölü kumla doldurmuş. Dağları, taşları, kayaları ve ormanı besleyecek toprağı ortaya çıkarmış. Dağların içini parlak madenlerle doldurmuş.

    Falu’lardan ikinci yollanan Vatifa’ya Suyun Kılıcı “Vatikes”i vermiş. Vatikes; kabzası koyu mavi, kendisi de parıltılı açık mavi bir kılıçtır. Vatifa; kılıcını kullanarak deniz canlılarını yönetmiş, daha çağlar var olmamışken kurulan denizler altı şehri Alfar’ın kurulmasına yardım etmiş. Alfar’ı akıllı bir Trot olan Alfin’in ile birlikte kurmuş. Suyun Kılıcı Vatikes, tüm deniz canlılarını hükmü altına alabiliyormuş.

    Kılıçlardan Rüzgârın ve Gökyüzünün Kılıcı Vundkes, Vundfa’ya verilmiş. Bu kılıcın gri bir kabzası vardır ve kılıcın demirinin etrafında minik fırtına bulutları döner. Vundfa, kılıcı Vundkes’i kullanarak gökyüzü canlılarını yaratmış. Kuşlar ve kuş-yaratıklar Fleviri’leri yaratmış. Sadece uçan canlıları yaratmakla da kalmamış, Vatifa ile kılıçlarını birleştirerek iklimleri düzenleme gücüne sahip olmuşlar ve iklimler yaratılmış.

    Dördüncü Falu Lisumfa da Yaşamın Kılıcı “Lisamkes”i kullanarak canlılara yaşamı bahşetmiş. Lisamkes’i taşıyan ölümsüzdür ve bir dış etken tarafından zarara uğramadığı sürece sonsuza kadar yaşar. Lisamkes’in saplandığı kişi bir Glam’a dönüşür. Bir Glam acı içinde yaşar ve kılıcın sahibine itaat eder. Kılıç sahip değiştirirse veya kılıcın sahibi onu azat ederse de yok olur. Kılıcı ona sonsuz bir ömür bahşettiği için de tek yaşlanmayan Falu Lisumfa’ymış.

    Son Falu Berinfa, En Keskin Kılıç“Berin”i kullanarak dünyanın yaratılışındaki fazlalıkları kesip biçiyormuş. Böylece Sulmu’nun tüm eksiklerinden arınarak kusursuz bir yer olmasını sağlıyormuş.

    Zamanın efendisi Talmo ise ilk başta iyi anlaştığı arkadaşı Objo’nun yaptığı şeyleri kıskanmaya başlamış. Bu kıskançlık günden güne büyümeye başlamış. Kendisi zamanı yönetebildiği için zamanı yavaşlatarak günden güne artan kıskançlığını durdurmaya çalışmış fakat en son dayanamamış ve tüm gücüyle bağırmış. Onun bağırmasıyla dağlarda ilk çığ meydana gelmiş. Onun bağırmasıyla kıskançlığından küçük bir parçası da insanlığa sıçramış. (İnsanların bazılarının bu yüzden kıskançlık yaptığı söylenir.) Kıskançlığına yenik düşen Talmo, dayanıklı ve dinç Falu’ları ortadan kaldırmak için her birini hızla yaşlandırmaya başlamış.

    Fakat kılıcı Lisamkes sayesinde asla yaşlanmayan Lisumfa, arkadaşlarındaki değişimleri fark etmiş ve hemen Objo’ya bildirmiş. Duydukları karşısında hiddetlenen Objo, En Keskin Kılıç Berin’in içini herkesi kör eden bir ışıkla doldurmuş. Berinfa da kılıcının keskin tarafından ışıklar saçarak Talmo’ya doğrultmuş ve Talmo, yaptıklarının cezası olarak kör olmuş. İnsanların zamanın nasıl geçtiğini anlamamalarının nedeninin, Talmo’nun onlara da geçirdiği körlüğü olduğu söylenir.

    Talmo kör olmuş olmasına, ama yaşlılığa dayanamayan Falu’lar da Lisumfa haricinde ölmüşler. Tüm kılıçlar Lisumfa’ya kalmış. Zaman geçtikçe Lisamkes’in gücüyle kutsanan Lisumfa ölümsüz olmuş. İleride çokça el değiştirecek olan kılıcı Lisamkes’i de artık ihtiyaç duymadığı için, Zindan Şehir’in derinliklerine saklamış. Mever’i de yanına almış fakat hiç kullanmamış. (Mever, ileride Bayf’ın kahraman kralına hediye edilecek ve kılıcın gücüyle devasa Bayf Şehri inşa edilecek.) Suyun Kılıcı Vatikes’i Alfar Kralı Alfin’e, Rüzgârın ve Gökyüzünün Kılıcı Vundkes’i de ilk büyücü Valmi’ye vermiş. (Vundkes asla sahip değiştirmeyen tek kılıçtır. Büyücüler bu kılıcı çok iyi korumuştur.) Son olarak Berin’i de ileride kurulacak olan Pirse’nin merkezindeki kesilemeyen kayaya saplamış.

    Bu sırada, Krallıklar kurulmakta ve gelişmekteymiş. Falu’ları azalan Objo da dünyaya yardım etsin diye iki yeni ruh yaratmış. Bu ruhları öyle yaratmış ki, yerleştikleri beden asla yaşlılıktan veya hastalıktan ölmeyecekmiş; başka sebeplerden öldüklerinde de, dört yüz yıl sonra yeni bir bedende yeniden doğacaklarmış. Bu ruhlardan birine “Drato”, diğerine de “Ranke” demiş. Ruhlarını özenle yaratmış ve Drato’nun içini iyilikle doldurmuş, ancak Berin’in ışığı az da olsa onu da körleştirmiş ve bu yüzden Ranke’yi kötü bir ruh olarak yarattığının farkına varamamış…
 
Back
Top Bottom