Okyanus Kralı

Users who are viewing this thread

İnsanoğlu tarihinin en garip savaşlarından birine tanık olacak.
Binlerce yıldır yanı başlarında yaşadıklarını fark etmedikleri tuhaf varlıklar onları ölümle tehdit ediyor.
İnsanoğlu böylesine bir dünya savaşını kaldırabilir mi ?
Bütün insanoğlunun kaderi onun vereceği karara bağlı.
İnsanoğlunu ölüme mi terk edecek ? Yoksa dünyayı kurtaran adam mı olacak ?
Tek şansları Serhat...



OKYANUS KRALI

54293824-208-k431877.jpg

Bir pazar sabahıydı, saat 11.00'i gösterirken Serhat çıldırmışcasına hemen yanı başında ki komidinin üzerinde duran çalar saati tokatlıyordu.

"Kes sesini siktiğimin şeyi, uyumaya çalışıyorum lan!"

Kafasını yastığına yüz üstü gömmüş bir yandan saati tokatlarken bir yandan uykusuna tekrar dönebilmek için Allah'a yalvarıyordu.

"Allah'ım ne olursun rüyama devam edeyim, o rüya bitemez Büşra'yı biraz daha görmek istiyorum Allah'ım yalvarırım!"

Büşra okulun en güzel, en çekici ve en cazibeli kızıydı.Okulda ki bütün erkekler Büşra'dan hoşlanırlardı ve Serhat bu hayran kitlesinin başını çekiyordu.Evet diğerlerine göre birkaç adım önde denebilirdi.Tabii ki bunu sarıdan dönme kahverengi gibi görünen ilgi çeken saçına, bakıldığın da berrak bir denizden farksız masmavi gözlerine, diğer çocuklara nazaran daha uzun olan boyuna ve atletik vücuduna borçluydu.Ancak hayatta en nefret ettiği şey olan utangaçlığı belki de yeni bir 'Leyla ile Mecnun' efsanesine engel oluyordu.

Birden odanın içini korna sesleri, süratle seyreden araçlardan çıkan motor sesleri ve araçlara söven insanların sesleriyle doldu taştı.Saati tokatlamayı kesen Serhat irkildi ve tekrar uyuyup uyumadığını anlamaya çalıştı.Aniden oda aydınlanmış, sapsarı güneş loş ortamı kovmuş ve odayı ışınlarıyla doldurmuştu.Serhat hızla kafasını geriye çevirip kıçını kontrol etti.

"Ulan kıçım açık mı kaldı gece benim, neler oluyor ?"

Pencerenin kenarında bekleyen annesini görememişti henüz.

"Kalk artık çocuğum bugün Pazar ve kahvaltı sofrasında seni bekliyoruz babanı daha fazla kızdırma da hemen aşağıya in." dedi kolları göbeğinin hemen yukarısında sarılı olan ve dik dik Serhat'a bakan annesi.

"Anne yaaa.." Serhat'ın sesi yastığın oluşturduğu engelle boğuk ve kısık çıkmıştı.Birden sıcacık, uğruna canını bile verebileceği, bir korsan gemisi deseni bulunan yorganı üzerinden ışık hızıyla uçuverince yerinden sıçradı.

"Lanet olsun Pazar gününe, lanet olsun Pazar kahvaltısına, lanet olsun Pazar'ınıza laneet!" diye gürledi.

Sıkıla sıkıla, en sevdiği kırmızı renk üzerine mavi şeritlerle şekil verilmiş dar hırkasını üzerine geçirip, içine beyaz rengin üzerine dalgalı bir deniz resmedilmiş tişörtü ile, bacaklarına yapışan siyah kot pantolonunu giydi ve mutfağa doğru yürüdü.Mutfağa giden koridora girdiğin de banyonun yanından geçmek zorunda kalıyordu.Banyonun kapısı açık kalmıştı ve içeriden ağır ağır musluktan akan suyun sesini duydu.Önce 'Kendi kendine durur herhalde' diye düşünerek birkaç adım attı, fakat 'Ya durmazsa ?' sorusu bir anda beynine hücum etmiş ve söve söve geriye dönmüştü.

"Öyle boktan bir gün ki, şu musluğun köküne koymak istiyorum.Ne diye tık tık ses çıkartırsın ki ? Ne diye akarsın ? Ne diye beni yolumdan edersin piç!" diyerek banyoya adımını atmıştı ki suyun bir anda durduğunu görünce ani bir şok psikolojisine girmişti.Akan su durmuştu ve sebebini bilmiyordu.Pazar gününden nefret etmesi, sabah erkenden uyandırılması ve kahvaltı yapma zorunluluğu zihnini yeterince bulandırmışken akan suyun kendi kendine durmasına bir türlü anlam veremiyordu ve haklıydı da musluktan akan su kendi kendine nasıl durabilirdi ki ?

Bütün bu soruları bir kenara bırakarak, mutfağa doğru ilerledi.Burnunu dolduran bol kaşarlı,biberli ve bahçelerinde yetiştirdikleri o leziz domatesin tereyağıyla karışıp, menemenin alt yapısını oluşturan kokusu onu kendinden geçirmişti.Adımlarını hızlandırdı ve mutfağın kapısından içeri daldı, gördüğü manzaranın odasından çıkıp mutfağa gelene kadar zihninde canlandırdığı manzarayla aynı olduğunu görünce sinsice gülümsedi ve ellerini birbiriyle ovuşturarak masada ki yerine hızlıca oturdu.

"Ooo, hoş geldiniz Serhat Bey.Soframızı şereflendirmeniz bizi onurlandırdı, lütfen lütfen rahat oturun tıpkı sizin evinizin bir kahvaltı sofrasıymış gibi!" dalga geçtiğini belli edercesine sırıtıyordu babası.

"Ya baba bıkmadın değil mi şu espriyi her Pazar sabahı yapmaktan ?" bütün olumsuz enerjisi bu kahvaltının şerefine dağılmıştı ve babasının bunu tekrar bozmasına izin vermeyecekmiş gibi kendinden emin bir ifadeyle konuşmuştu Serhat.

Babası yuvarlak masanın balkon kapısına bakan kısmında oturuyordu,manzaralı yemek yemeye bayılırdı.Annesi her zaman ki gibi sofra da boş nokta kalmayana kadar doldurmakla meşguldü ve genelde masada pek oturmazdı, sürekli kalkıp unuttuğu eksiklikleri tamamlardı.

Her Pazar olduğu gibi kahvaltı faslından sonra, Karadeniz'in hırçın denizinin kenarına arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyordu.Fakat bu Pazar yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.Samsun şehri sanki denizden çıkıp, solunum yapamayan bir hamsi balığı gibi çırpınıyordu.Her zaman yürüdüğü o yol uzamıştı, sanki sonsuza dek uzanıyor gibiydi.Sağa bakıyor,sola bakıyor ama o Pazar günleri şen şakrak eğlenen mahalleliyi, birbirlerine yolun bir yanından diğer yanına karşılıklı sürekli şaka yollu sataşan bakkal Nuri amca ile berber Hüseyin ağabeyi, sokakta ki çöpleri süpüren ve süpürürken alçak sesle mahalleliye küfürler yağdıran tatlı,ton ton Murat amcayı göremiyordu.Herkes birden nereye kaybolmuştu ? Zaman durmuş gibiydi, her şey ağır çekimde ilerliyordu sanki.Serhat bacaklarına baktı, arkadaşlarının hızlı adım atıyorsun diye şikayet ettiği Serhat şimdi kaplumbağa gibiydi sanki.Bir ses işitti o an, ince fakat yoğun ve kulak tırmalayıcı fark edilmemesi imkansız bir ses.Bir şeyler söylüyordu fakat Serhat anlayamıyordu, sanki kendine çağırıyormuş gibiydi onu.

Birden sahilde hırçın beyaz dalgalara bakarken buldu kendini.Neler olduğunu anlayamamıştı, 'Ne ara buraya geldim ben ? ' diye düşünüyordu kendi kendine.Biraz evvel yaşadığı o şey, hayal miydi ? Yoksa zihninin ona oynadığı bir oyun mu ? Bir rüya mıydı yoksa ? Ama insanlar uyanıkken rüya göremezlerdi ki. Bu düşünceler beynini tırmalarken bir anda 'Serhat!' diye gelen bir sesle irkildi ve bu düşünceler aklından uçuverdi.Yusuf'tu bağıran, Serhat'ın en yakın arkadaşıydı, beraber doğduğu ve hastanede yan yana küvez de kaldığı çocukluk arkadaşı.Kader onları sanki birbirlerine yoldaş olsun diye bir araya getirmişti, her yemeği paylaşırlar, her kavgaya beraber gider ve her sorunu beraber çözerlerdi.Yusuf'un sesiyle o büyülü anlar son bulmuş ve Serhat kendini Pazar gününün monotonluğuna bırakarak arkadaşlarının yanına doğru yürümüştü.

Mavi gözleri, sarı ve kıvrımlı beline dek uzanan saçlarıyla okulun bahçesinde karşı bankta oturan Büşra'yı izliyordu.Kız sağ elinde bir kağıt tutuyor ve sol elinde ki kalemi ağzına götürerek bir şeyler söylüyordu.Serhat kızı duyamayacak kadar uzaktaydı fakat şarkı söylediğine emindi.Dudaklarını okumaya çalışıyordu.Söylediği şarkı önce ki yıl okulun mezuniyet için yaptığı eğlence gecesinde onunla beraber sahnede seslendirdikleri 'MFÖ-Ele Güne Karşı' şarkısıydı.'Ama neden kağıda bakarak söylüyor ki ? Zaten ezbere bilmiyor muydu o şarkıyı ?' soruları karşısında afallamıştı.Ama kim bilebilirdi ki belki de kız başka bir şarkı söylüyordu.Kızın yanına gelip oturan iri yarı çocuk Büşra'ya bir şeyler anlatmaya başladı.Anlatırken sırıtıyor fakat kızın yüz ifadesine bakıldığın da öfkeleniyor gibi görünüyordu.Serhat birden kıpkırmızı olmuş, zihni öfkesi tarafından kuşatılmıştı.Kalkıp çocuğun üzerine çullanıp, çocuğu öldürene dek yumruklamak istiyordu fakat okulun kuralları karşısında duran en büyük engeldi.Büşra bir anda çocuğa tokat atıp kalkınca Serhat yerinden ok gibi fırladı ve 10 metrelik mesafeyi 2 saniye de kapatarak Büşra ile iri yarı,kaslı ve yakışıklı çocuğun arasına attı kendini.

"Uzaklaş ulan hemen kızdan piç!" dedi hiddetle.

Karşısında ani bir öfkeyle parlayan ve masmavi gözlerini üzerine diken bu tehditkar genci gören çocuk afallayarak birkaç adım geriledi.

"Sen de kim oluyorsun it!" diye çıkıştı.

Büyük bir kavganın başlayacağını sezen Büşra kendini araya attı.Zira bu hareketi ile belki de iki delikanlının da hayatını kurtarıyordu.

"Siz ikiniz ne saçmaladığınızı zannediyorsunuz böyle ? İkiniz de def olup gidin buradan hemen !"

Kızın ses tonu öyle huzur verici öyle tatlıydı ki bu ani çıkışıyla sesi iki yakışıklı hayranının da içlerinin en derinlerine nüfuz etmişti.İki genç de öfkelerini unutarak birden sakinleşti ve kıza bakakaldılar.Ortamda bir süre sessizlik oluşmuştu ve bunu bozan Serhat'ın çocuğa sol kaşıyla yaptığı işaretti.Hemen karşılarında kalan tuvaleti işaret ediyordu, çocuk mesajı anladı ve arkasını dönerek uzaklaştı.Serhat doğruca tuvalete gitti ve içeride ki çocukları hemen dışarı çıkartarak rakibini beklemeye başladı.

Tuvalet dardı, beyaz parkeler üzerine bölmeli alaturka tuvalet ve karşılarında iki lavabo vardı.Lavaboların hemen solunda iki adet pisuvar yer alıyordu, tavanda otomatik yanan lambalardan vardı.Serhat kolunu giriş kapısının karşısında tuvaletin sonunda yer alan duvara yaslamış bekliyordu.Birden kapı açıldı ve içeri iri yarı çocuk girdi.Serhat'ın çabuk öfkelenen bir yapısı vardı ve Büşra'yı kızdıran, o tatlı,sevimli ve sevecen kızı on saniyeliğine de olsa kızdıran çocuğa dersini vermeliydi.

Çocuk çevik bir hareketle lavabonun üzerine atladı ve sağ ayağından destek alarak Serhat'ın üzerine sıçradı.Bu ani saldırı karşısın da bir anlık gaflete düşen Serhat son anda eğilerek kendisini çocuğun arkasına atıverdi.Çocuğun kendine güvenen tavrından ve yaptığı hamleden usta bir dövüşçü olduğu anlaşılıyordu fakat geri adım atmayacaktı.Çocuğa sol yumruğunu gösterip onun gardını almasıyla karın boşluğuna bir tekme savurdu, hamlesinin başarılı olduğunu çocuğun sendeleyerek geri çekilmesinden anlamıştı.Fakat aniden toparlanarak sağ ayağıyla karşı bir hamle yapan çocuk Serhat'ın sağ koluna vurdu ve lavabolara doğru düşmesini sağladı, hemen üzerine çullanıp Serhat'ın kafasını lavaboya sokup elleriyle üzerinden bastırdı.Serhat inliyordu ve öfke damarlarında ki her bir alyuvara kadar nüfuz etmişti.Nabzının sesini duyabiliyordu, kalbi sol göğsünü uçuracakmış gibi vuruyordu içeriden.Serhat bir anda zihninde yarım saat önce ki görüntüyü canlandırdı, çocuğun aşık olduğu kızın yanına oturup ona bir şeyler söylediği ve kızın kalkıp çocuğa tokat atıp sövdüğü anlar.Aşık olduğu kızı hiç kimse üzemezdi, o tatlılık abidesinin sinirlenmesini hiç ama hiç kimse sağlayamazdı.Tuvaletin içinde bir anda bir çığlık koptu, Serhat'ın içinden en derinlerinden gelen bir sesti bu, daha önce hiç duyulmamış türden bir ses.Okyanusun serin dalgalarının sert kayalıklara çarptıktan sonra çıkarttığı sese benziyordu bu ses.Bir anda musluktan sular fışkırmış, sular adeta dans ediyormuşcasına bir ahenkle yukarı doğru akarak bir yumruk şeklini alıp Serhat'ın kafasını lavaboya bastıran çocuğun şakağına adeta bir ağır siklet boksörünün kroşesiymiş gibi inmişti.

Serhat'ın monoton giden artık her gün hatta her saati aynı olan, bir sonra ki saatte neler olacağını veya ne yapacağını ezberlediği sıradan hayatı değişmeye başlıyordu.Bir şeyler farklı gidiyordu, sanki bir türlü anlam veremediği tuhaf bir varlık onu kendine çekmeye çalışıyordu, kendine çağırıyordu fakat Serhat inatla ve tüm iradesiyle buna karşı koyuyordu.Evet sebebini bilmiyordu fakat korkuyordu, sırf korktuğu için belki de hayatının en büyük fırsatını tepiyordu kim bilebilirdi ki ?

O kavgadan sonra Serhat garip garip rüyalar görmeye başlamıştı, anlam veremediği kesik kesik görüntüler canlanıyordu zihninde.Daha önce hiç görmediği şeyler görüyor, hiç duymadığı sesler duyuyordu.Bir su kütlesi görmüştü son rüyasında, dev bir su kütlesiydi.Bir okyanus kadar büyük, bir okyanus kadar etkileyiciydi.Tuhaf olan bu su kütlesinin içinde olmasıydı, nasıl nefes alabiliyordu ki ? Veya orada ne işi vardı ? Sorması gereken sorular cidden bunlar mıydı ? Yoksa bu okyanusun içinde ki tuhaf yosundan yapılmış gibi görünen yeşilimsi yapıların ne olduğu muydu ? Evet okyanusun dibinde , şaşırtıcı bir düzenle oluşturulmuş bir şehir görüyordu.Tam ortada kuleleri okyanusun ortasına kadar yükselen dev bir kale vardı.İki yüz balina genişliğinde bir avlusu vardı, kalenin etrafını saran her köşesinde bir tane olacak şekilde 4 adet gözcü kulesi vardı.Kalenin ortasından yükselen bu gözcü kulelerinin yarısı boyunda kırmızı taşlar üzerine, masmavi incilerle süslenmiş, bir merkez kule görünüyordu.Bu kulenin tepesinde dalgalanan mavi renk üzerine işlenmiş kırmızımsı renkli bir kuş deseni görünüyordu.Kuşun kafası gövdesine oranla daha küçük, ihtişamlı kanatları dev gibi ve çok güçlü gibiydi.Uçuyor gibi resmedilmişti,ayakları sanki avına yaklaşıyormuşçasına kıvrılmış ve her ayağında 4 er tane mızrak ucu gibi görünen tırnağını öne uzatmıştı.Göz kamaştırıcı bir kuştu, burada yer alan şehrin sancağı olmalı diye düşünmüştü bu ihtişamlı görüntüyle gözleri rüyada bile kamaşan Serhat.

O kavga sırasında kafası lavabonun içindeyken, zihnini kaplayan iri yarı çocuğa okkalı bir yumruk sallama fikri öylesine öfkeyle parlamıştı ki, içinde bulunduğu çaresizlik de buna eklenince koyverdiği çığlık ve ardından musluktan fışkırıp bir yumruk şekline bürünen suyun çocuğu bayıltması, bunların hepsi çok garipti.İçi içini yiyor bununda bir rüya olması için yaratana yalvarıyordu.Bütün bu olanlara, suyla ilgili gelişen enteresan olaylara bir türlü anlam veremiyordu.Hiç kimseye bunlardan bahsetmeme kararı almıştı ve bu korkularıyla yüzleşecekti, o bir Karadenizliydi cesareti ve yürekliliği ile ünlüydü.Hiç bir Karadeniz genci, arkadaşları arasında güçsüz,korkak biri olarak tanınmak istemezdi, bunun olacağına ölmeyi bile tercih edebilecek kapasitedeydi onlar.

" O'şıııınnn, ékæliüp térræ.." Garip 3 kelime tekrar tekrar kulaklarında çınlıyordu.Gözleri kapalı ve uykusundaydı fakat sanki bir şey, bir varlık ona bir şeyler fısıldıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu  ve kelimeler art arda devam ediyordu.Boğuk,derinden gelen ve yırtık bir gırtlaktan çıkarmışcasına böğüren bir ses tonuydu, ürkütücü ve korkutucuydu fakat tuhaf bir içtenliği vardı.Bütün bedeni kaplayan bu ses sanki onu etkisi altına almaya çalışıyormuş gibiydi.Teslim olmak üzereydi, tüm gücüyle direniyordu fakat bunu başaramayacak kadar güçsüz hissediyordu.Buraya kadar mıydı ? Ruhunu ebediyete mi bırakıyordu ? Yoksa ölüm böyle bir şey miydi ?

"Annee !" Bir çığlık sarmıştı tüm evi, Serhat avazı çıktığı kadar bağırıyordu.Ses telleri uyarı veriyordu sanki ona, biraz daha bağırırsan kopacağım dercesine bozuk çıkıyordu sesi.Tonlamasında ki korku dehşet vericiydi, nasıl bir ruh böylesine vahşet içeren bir çığlık atabilirdi ki ? Uykusundan birdenbire fırlayıverip yatakta doğrulmuştu.Neler olup bittiğine anlam veremiyordu.Buz gibi olmuş ellerini kafasına götürdü ve yüzünü elleri arasına aldı.Nefes alış verişi çok hızlıydı,akciğerleri müthiş bir tempoyla çalışıyordu sanki patlayacakmış gibi karnını acıtıyordu şişip inerken.Birden zaman durdu.Her şey binlece kat yavaşlatılmış gibiydi.Nabzını duyuyordu, 'Tık,tık,tık..' fakat çok ağırdı.Kalp atışlarının sesi duyduğu korkuyla birleşince gözleri pörtlemişti.Yuvalarından çıkacakmış gibi bakıyorlardı.Ani ve yoğun bir istek kafasını sağ tarafa çevirmesini diliyordu ondan.Buna karşı koymak istiyor fakat bunu başaramıyordu, kafası ağır ağır sağa dönüyordu.Kafasını çevirdiğinde gördüğü suret ödünü kopartmıştı.Bayılacağını sanmıştı,nefes alış verişi durmuştu.Kalbi göğüs kafesini patlatacakmış gibi atıyordu.Yeşilimsi bir şeydi gördüğü, ekşimiş peynir gibi kokuyordu ve sırılsıklamdı.Burnu goril burnunu andırıyordu, kocamandı fakat delik yerine 3 sağ da 3 sol da olacak şekilde perdeler vardı.Gözleri masmaviydi ve iriydi, bir eşeğin gözlerini andırıyordu.Saçları yosundandı sanki, uzundu ve at kuyruğu biçimini almış, bir yengeç kıskacıyla tutturulmuştu arkadan.Sol elinde bir tür kılıç tutuyordu, kılıç üç cetvel boyundaydı fakat bilindik kılıçlar gibi keskin bir yapıya sahip değildi.Bu uzun düz keskin kısım yerine boyu on beş santimetreyi bulan sipsivri dişlerle doluydu.Köpek balıklarının dişlerini andıran bu sivri şeyler tek darbeyle bir insanın kafasını kopartabilecek güçte ve yapıdaydılar.

"Korkma" dedi ıslak bir ses tonu kullanarak ağır ağır.Yaratığın yüzüyle Serhat'ın yüzü arasında beş santimetre kadar bir mesafe ya vardı ya yoktu.Ağzı deniz tuzu kokuyordu sanki.Bir görüntü gibiydi bu yaşananlar, bir saniye içerisinde gelişen anlık olaylardı.Ne olup bittiğini anlayamamıştı bir türlü,rüya gördüğünü düşünmek istiyordu fakat bir güç bunu engelliyordu.Zihnini kontrol edemiyordu sanki, yıllardır emirler yağdırdığı beyni artık ona hizmet etmiyor gibiydi.Fakat bütün bu yaşananlardan sonra içinde parlayan korku duygusu öylesine büyümüştü ki, o mistik gücü de aşarak beyninin kontrolünü ele geçirmiş ve kalan son gücüyle bağırmasını emrediyordu.Aldığı emre itaat eden Serhat son bir haykırış koyuverdi.Sesini kime duyurmak istediğini bilmiyordu.Yeter ki birileri gelsin diye düşünüyordu, yeter ki biri beni bu durumdan kurtarsın diyordu içinden.Sesinin nereye gittiğini umursamayarak bağırmaya devam ediyordu.Odasının sağ çaprazında kalan anne ve babasının yattığı yerin kapısının sesi duyuldu.Birden odasından fırlayan babasının kolunu kapıda görmüştü Serhat.Duraksayan zaman artık daha da yavaşlıyordu, sanki durmak için savaşıyormuş gibiydi ve zaman akabilecek en düşük seviyeyle akıyordu.Babasının yüzünü gördüğünde içini bir umut dalgası kaplamıştı.Babasının etrafına saçtığı o manevi ve muazzam güç öylesine büyülüydü ki, durmak için savaşan zamanın kontrolcüsü sanki yenilmişti ve zaman kontrolden çıkmıştı.Artık her şey eskisi gibiydi, babası hızla yanına gelerek Serhat'ı kollarına aldı.Zihnini bürüyen karanlık güç yok olmuştu, artık kendi zihnini kendi kontrol edebiliyordu bunu hissetmişti.Kalan son gücüyle kafasını yaratığı son gördüğü yere çevirdi fakat yaratık çoktan gitmişti.Odayı yıllanmış yosun kokusu sarmıştı, yoğundu ve oksijeni boğduğu için nefes alış verişler zorlaşmıştı.Gözleri yavaşça kapanırken, yerde ki su birikintisi dikkatini çekmişti.Yaratık aniden yok olurken, ardında minik bir gölet bırakmıştı.Okyanustan bir örnekti sanki.
"Oğlum, oğlum neler oluyor neden bağırıyorsun!" bağıran babasıydı.Oğlunu yatakta iki büklüm çığırarak gören adam ufak bir şok anının ardından nihayet konuşabilmişti.Serhat korkuyla yorganını var gücüyle sıkıyor ve hala bağırıyordu.Babasının ardından odaya giren annesi olayın şokunu çabuk atlatıp seri bir hareketle 'Osmanlı Tokadı'nı yapıştırıverdi biricik oğluna.Bu yediği tokatla kafasını duvara vuran Serhat yalpalayarak yastığına doğru sırt üstü düştü ve sesi kesildi.Annesi nefes nefese kalmıştı, büyük bir şaşkınlık hissinin ardından içini endişe ve panik dolduruyordu.Yaptığından pişman olup oğlunun üzerine eğilerek çocuğun kafasını elleri arasına alıp gözlerine baktı.Gördüğü manzara karşısında bir kez daha şok olmuştu.Kadının tepkisini gören babası hemen oğluna yaklaştı ve ürkütücü manzara karşısında donakaldı.Oda ölüm sessizliğine bürünmüştü.Annesi ile babası evlatlarının göz bebeklerinin kan donduran ışıltısı karşısında kaskatı kesilmişlerdi.Serhat'ın zihni çalışmayı durdurmuş göz bebeklerine gelen yeşilimsi renk mavi gözleri altında etkileyici bir arka plan rengi oluşturmuştu.

Tuhaf varlığın art arda sıraladığı sözler, çocuğu büyülemişti.Serhat'ın damarlarında ki kan yerini yavaş yavaş okyanus tazeliği taşıyan güçlü su moleküllerine bırakıyordu.Ciğerleri değişime uğramaya başlamıştı.Solunum yapmasını sağlayan kesecikler yavaş yavaş yerini süzgeçlere bırakıyordu.İç organları tamamen mutasyona uğruyor fakat bu ağır ağır ilerliyordu.Liss bunu bilerek yapmıştı, çocuğun derinlerine gönderdiği büyülü sözcüklerin etkisini normalden daha düşük seviyelere çekmişti.Çocuğun halkının kurtarıcısı olduğunun farkındaydı.Serhat'ın insanoğlu için ne derece önemli bir rol üstleneceğini ön görebiliyordu.Ona zarar vermeye hiç niyeti yoktu, çocuk bir kraldı ve krala zarar vermenin bedeli ölümdü.Tek umutları Serhat'tı ve onu canları pahasına koruyacaklardı.

Serhat bu değişime ayak uydurabilecek kadar kudretli bir mistik güce sahipti.O bin yılda bir gelen 'Okyanus Kralı' mertebesine erişim sağlayabilecek nadir insanlardandı.Elbette Serhat henüz bunun farkında değildi.Okyanus krallarının görevi bin yıl boyunca Pasifik Okyanusu'nun tam ortasında, en soğuk ve en sert dalgalara sahip bölgenin dibine kurulu bir kadim uygarlığa liderlik yapmak, suyun muazzam gücüyle birleşerek onları korumaktı.Evet Serhat seçilmiş kişiydi, onun kaderi bin yıl öncesinden yazılmıştı.Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı.Bu sefer ki seçtikleri kişi bir Türk'tü ve bir Türk asla vatanını yalnız bırakmaz,ona ihanet etmezdi.Ya Serhat kendini bir okyanusun dibine hapsetme fikrine karşı çıkarsa ? O zaman ne yapacaklardı ? O zaman içine düştükleri tuzağı nasıl bertaraf edeceklerdi ? Yaşam ve yok oluş arasında ki ince çizgi bir kez daha belirivermişti işte.

Hiç kuşkusuz ki seçimin yapıldığı o kutsal törenlerin olduğu dönemde bugün ki çaresizliklerini düşünmemişler veya hesaba katmamışlardı.Her şey binlerce yıldır o kadar güzel gidiyordu ki.Savaşçılar dünya üzerinde ki bütün denizlere dağıtılmış, suda yaşayan her canlıyı bin bir türlü kötülükten kurtarıyordu.Tüccarlar okyanus tabanlarını delik deşik ederek inciler topluyor ve onları pazarlıyorlardı.Alt sınıflar gündüz vakitlerinde  madenlerde,kazı çalışmalarında veya inşaatlarda çalışıyorlar akşam eve geldiklerinde aileleriyle birlikte yürüyüşe çıkıp, birer yosunlu kestane alıp yunus balıklarının benzersiz dans gösterilerini seyrediyorlardı.Ancak hiç biri kendilerini bekleyen felaketin farkında değillerdi.Okyanusların en tehlikeli suları olduğu düşünülen ve hiçbir tüccarın oradan mecbur olmadıkça geçmedikleri Hint Okyanusu, muhteşem gizemiyle bu kaosun yaratıcılarını bir sır gibi saklıyordu.Hint Okyanusu'nun dibinde yaşayan Tırap ırkının ayaklanma hareketleri bu kötü geleceğin yalnızca başlangıcıydı.Tırap'ların getireceği kaos,savaş ve yıkımı hiç kimse göremiyordu.Herkes okyanusun altında ki huzurlu yaşama  o kadar çok bağlanmıştı ki bu ırkın binlerce yıldır planladığı hain eylemlerden haberdar değillerdi.Silahlanma çalışmaları,özel askeri birimler yetiştirilmesi,yapılan savaş planları, Pafi ırkının sonunun nasıl olacağı gibi şeylerle meşguldü Tırap'lar.Bütün bunlar binlerce yıldır bir sır gibi saklanmış ya da Pafi'lerin kendilerine aşırı güvenmelerinden de kaynaklanıyor olabilirdi, işin kötüsü bunu kimse bilmiyordu.Fakat kesin olan tek şey, Pasifik'in ve aynı zamanda gezegende ki tüm okyanusların koruyuculuğunu yapan Pafi ırkının geleceği tehlikedeydi.Muazzam güçlerinde bir delik açılmıştı ve bu delikten içeri sızan virüsler bu deliği hızla genişletmektelerdi.Eğer bir çare bulunamaz, bir önlem alınamazsa binlerce yıldır yerine getirdikleri kutsal koruyuculuk görevleri artık el değiştirecek ve zalimlikleriyle nam salmış Tırap ırkının eline geçecekti.Bütün okyanus canlılarını köle yapıp, inci madenlerinde çalıştıracak,kadim büyüler yardımıyla devasa bir ordu oluşturup su üstüne çıkacak ve dünyayı sahiplenmiş, orada yaşayan bencil insan ırkına saldıracaklardı.Ve böyle bir durum da binlerce yıldır barış halinde yaşadıkları hatta kendilerini bile belli etmedikleri insan ırkının sonunu getirecekti.Ne Everest'e tırmanan dağcıların bir dağı, ne yelkenli teknelerle yarış yapanların bir denizi, ne ailelerin pikniğe gidecek ormanları ne mahalle kenarında futbol oynayan çocukların bir mahallesi kalacaktı.Dünya, bütün güzelliği ve ihtişamıyla belki de karanlığın sonsuz gücü karşısında zayıf kalacak ve kendini uzayın devasa soyutluğunda çürümeye yüz tutacaktı.

İnsanlar olanlardan habersiz bir şekilde sıradan hayatlarına devam ediyor, hafta içi erken uyanıp işe gidiyor akşam yorgun vaziyette eve gelip dinleniyorlar ve ertesi gün tekrar aynı işlemi tekrarlıyorlardı.Güçlü ülkeler zayıf ülkeleri sömürüyor, onları köleleri gibi kullanıyorlardı.Güçlü ülkeler kendi aralarında medya yoluyla birbirlerine atıflarda bulunuyor ve gündem sürekli değişiyordu.Terör eylemleri,insan kaçakçılıkları,uyuşturucu ticaretleri ve daha bir sürü kötülük insan ırkını ele geçirmiş ve etkisi altına almıştı.İnsanlar birbirleriyle o kadar ufak sebeplerden dolayı saldırıyorlardı ki yaklaşan savaş karşısında durabilecek güçleri bile kalmayacaktı.Acaba yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varabilecekler miydi ? Bu tehlike karşısında yine birbirlerini öldürüp kan mı dökeceklerdi ? Yoksa kenetlenip varlıklarını sürdürebilmek için savaşmayı mı tercih edeceklerdi ? Dünya yaratıldığından beri karşılaşmadığı kadar ilginç,büyük ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyaydı ve işin garibi dünyayı sahiplenen insan ırkının bu durumdan zerre kadar haberi yoktu.
Pafi halkı bütün olumsuzluklardan habersiz bir şekilde gündelik hayatlarına devam ediyorlardı.

Pafi ırkında toplum 4 sınıfa ayrılmıştı; Ayrıcalıklılar, zenginler, savaşçılar ve toplayıcılar.

Ayrıcalıklılar, toplum tarafından saygı gören, üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunan sınıftı.

Zenginler, üstün ticari zekaya sahip,ticari kervanlar yöneten bir sınıftı.

Savaşçılar, doğuştan yetenekli ve halk tarafından saygı duyulan doğrudan krala bağlılık yemini etmiş, Pafi'lerin vurucu güçleri konumunda olan sınıftı.

Toplayıcılar, okyanusun derinlerinde yer alan inci madenlerinde inci toplayan,ülkede genelde işçi olarak kullanılan bir basit sınıftı.

Şako, levrek derisinden yapılma içi Miami kıyılarından toplanmış yosunlarla dolu kral yatağında , ecel terleri döküyordu.Bulunduğu kral odası, kalenin tam ortasında yer alan kırmızı taşlar üzerine masmavi incilerle süslenmiş merkez kulesinin zirvesinde yer alıyordu.Manzarası müthişti, Pasifik'in eşşiz doğası karşısında bir insan böyle bir yerde günlerce bu manzarayı izleyebilirdi.Fakat Şako şu sıralar yakalandığı bir tür kanser hastalığı yüzünden bu manzaranın tadını çıkartacak durumda değildi.Yıllardır o yatağa mahkum kalan, 'Poseidon' lakabıyla anılan efsane kral artık bir istavrit balığı kadar masum ve çaresiz görünüyordu.Giriştiği sayısız savaş ve kazandığı zaferler bir yana, yürüttüğü barış dolu politikalarla bütün okyanus aleminin saygısını ve sevgisini kazanmıştı, birkaç istisna dışında tabii ki.Dairenin kapı görevi gören aşağıya doğru sarkıtılmış ahtapot kolları kıpırdaşmaya başlamıştı,bunu sağlayanın bir çift yüzgeçli el olduğunu gören Şako, sol elini yukarı aşağı sallayarak gelmesi yönünde bir işaret verdi.İçeri gelen Liss'ti.

Krallığın en güzel ve en güçlü kadın savaşçısıydı Liss.Zarafeti ve güzelliği bir yana askeri dehasıyla nam salmış, kralın vazgeçilmez danışmanı ve sağ koluydu kendisi.Onu her gördüğünde onunla yan yana giriştiği savaşlar ve omuz omuza vererek hayatta kalma mücadelesi vererek kazandığı zaferler aklına geliyordu.Bu düşüncelere her kapıldığında suratı buruşuyor ve kafasını diğer tarafa çevirerek kızın, akıttığı göz kristallerini görmemesini sağlamaya çalışıyordu.Fakat durumun farkına bu sefer varmıştı Liss.

"Kralım, her zaman ki gibi çok yakışıklı ve de güçlü görünüyorsunuz.Bunu neye borçluyuz ?" dedi sırıtarak.Bir nebze olsun içini rahatlatmak istiyordu canından çok sevdiği kralının.Zaten sınıfı gereği canından çok sevmek zorundaydı kralı fakat farklı bir sınıfa mensup olmuş olarak doğsaydım bile bu kral uğruna canımı seve seve hiç düşünmeden verirdim diye düşünüyordu zaman zaman.

"Ah Liss, eğer sen olmasaydın beni defalarca kez dişlemişlerdi.Bugünlerimi sana borçluyum kızım." dedi sırıtmaya zorlayarak mimiklerini yaşlı kral.

Görevinin sonlarına yaklaştığını kendisi de Liss'de biliyordu.Zayıflayan bedeni yüzünden ülkede ki hatta gezegende ki saygınlığı ve merkezi otoritesi bile zarar görüyordu.Yatalak olduğunu duyan her yağmacı, ufak tefek köylere saldırıyorlardı.Karşılarında gördükleri dev köpek balıkları yüzünden bu yağmacılara itiraz etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmeyen zavallı köylüler bütün mallarını bu çapulculara vermek zorunda kalıyorlardı.Kralın bu durumdan haberi vardı elbette fakat savaşçı sınıfında ufak tefek çalkantılar oluşmaya başlamış ve krala bağlılığı zayıflayan askerler rahatlamış ve gevşek davranmaya başlamıştı.Sessizliği bozan Liss oldu;

"Efendim,genç prensi ilk ziyaretim pek istediğim gibi gitmedi.Çocuk beklediğimden fazla tepki verdi,ara ara onu yokladığım zamanlarda duraksatmaya çalıştığım, zihnine yolladığım sinyaller aracılığıyla zamanın yavaşladığını hissetmesi işe yaramadı.Bağlantıyı henüz kuramadı fakat umuyorum ki.." sözünü bir el hareketi kesmişti.

"Dinle Liss, ilk defa bir insan seçildi ve bunun nelere mal olacağını hiç birimiz bilmiyoruz.Tek bildiğimiz kadim kitaplar da yer alan insanın suyla birleşimi sonrası ortaya çıkan muazzam güç bizi eski kudretli günlerimize döndürecek.Bu yüzden sabırlı olmak zorundayız, çocuk bu duruma alışacaktır merak etme."

"Haklısınız efendim, zaten ara sıra kontrolsüzce suyu kontrol edebiliyor fakat bunun farkında değil henüz.Veya korktuğundan dolayı dışarıya bir şey belli etmiyor ancak çok güçlü bir çocuk.Aşkı uğruna birini su yumruğu ile bayılttı, buna çok şaşırdım ben henüz onu yarı resmi olarak prens ilan etmeden bunu yapması çok şaşırtıcıydı fakat bundan çok etkilendim.O züppeye dersini verd.." sözü bir kez daha kesilmişti.

"Ah Liss, senin şu çocuk sever yapın ve aşka olan zaafın bir gün başımıza bela olmasa bari!" diye şakayla karışık çıkıştı yorgun kral.Konuşmak için harcadığı her enerji, sonunu biraz daha yaklaştırıyordu fakat en sevdiği insanlar söz konusu olduğunda bunu önemsemiyordu kudretli lider.

"Özür dilerim efendim." diyerek iki büklüm oldu kral karşısında genç savaşçı.Utandığı burnunda ki perdelerin hızla açılıp kapandığından belli oluyordu.Kral bir hareketle bunun önemsiz olduğunu belirtti ve öz güveni yerine gelen kız konuşmaya devam etti.

"Neyse ki artık yarı resmi bir Pafi prensi o artık.Değişime yavaş yavaş başladı,birkaç haftaya suyu gözle görülür bir şekilde kontrol etmeye başlayacak.O sıralar onu buraya getirip eğitimine hızlıca başlamalıyız efendim.Zira Tırap'lar kutsal koruma duvarımızın etrafına yaklaşmaya başladılar.O açtıkları ufak deliği genişletmeye çalışacaklarına hiç şüphem yok."

"Evet bu konuda haklısın, çocuğu hızlandırılmış bir eğitime sokarak güçlerini tam kapasiteye çıkartmamız gerekiyor.Bu konuda sana büyük iş düşüyor kızım, Tırap'lara karşı fazla zamanımız kalmadı.Dilersen yanına Mul.." bu sefer sözü kesilen kral olmuştu.Buna şaşırmaması mümkün değildi bir kralın sözünü kimse kesemezdi, fakat yıllardır omuz omuza savaştığı ve canından çok sevdiği kızı yerine koyduğu Liss'in buna hakkı olduğunu düşünmüştü.

"Lütfen efendim, o şeytanın adını ağzınıza anmayın.En azından benim yanımda anmayın çünkü yüzgeçlerim delikli delikli oluyor o adamın adını duyduğumda." Mulu ismini duymak Liss'i oldukça sinirlendiriyordu.Mulu krallığın en yakışıklı ve en güçlü erkeğiydi, üstelik Liss'e duyduğu hayranlık aşka dönüşmüş ve yıllardır Liss'in peşinden koşuyordu.

"Sanırım yine canını sıktı o iblis, bende tam onu da yanına alıp öyle çık karaya diyecektim.Malum artık kara bizim için daha güvensiz bir ortam, Tırap'lar kiralık katillerini oralarda konuşlandırmış olabilirler.Bu prens olayından haberleri olduğunu biliyorum fakat kim olduğunu henüz bulamadılar.Onlardan önce çocuğu buraya getirmeliyiz, ölmesini istemiyorum." başıyla onaylayan Liss, geleneksel Pafi selamı olan sırtında ki yüzgeçleri iki yana sallayarak havalanıp ters takla attıktan sonra ahtapot kollarına doğru yürüdü, kolları tiksintiyle iki kenara ittirerek kapıdan çıktı.
Güneş tüm kızıllığıyla kendini gösteriyordu.Serhat yatağında mışıl mışıl uyurken birden çalar saat çalmaya başladı ve yatağından fırlayarak saati kapattı fakat bir sorun vardı, saat sabahın beşiydi ve bu saate neden alarm kurmuştu ?

Rüyasında garip şeyler görmeye devam ediyordu.Uyandığı sabahın hemen önce ki gecesinde rüyasında bir kız görmüştü.Arkası dönük olan kız çılgınca kahkahalar atıyordu, sarı ve kıvrımlı saçları beline dek uzanmış o gülerken bir sağa bir sola savruluyordu.Bu etkileyici manzara karşısında Serhat'ın nutku tutulmuş, hipnoz olmuş gibi kızı seyrediyordu.Etraf masmavi olmuştu birden, hemen sonrasında yerden sular fışkırmaya başlamıştı.Serhat bunun farkına vararak paniklemiş ve kıza bağırmaya çalışıyordu ;

"Heeey! Kaç çabuk kaaaaç! Kurtar kendini boğulacağız!"

Fakat sesini bir türlü kıza ulaştıramıyordu sanki,kız ya duymazdan geliyor ya da cidden duymuyordu.Fakat sular bel hizalarına kadar yükselmişti, kız deliler gibi gülmeye devam ederken Serhat kıza doğru yürümeye yeltendi.Yürüyor adım atıyor fakat beş metre önünde duran kıza bir türlü yaklaşamıyordu sanki.Sular birden hızla yükseldi ve boylarını aştı, ikisi de suyun altında kalmışlardı.Serhat son bir gayretle büyük bir solunum yaparak ciğerlerini nefesle doldurmuştu çaresizce.Evet nefesi tükeniyordu ve boğulacaktı, ömrünün sonuna geliyordu.Hayatı görüntü görüntü, saniye saniye gözlerinin önünden akmaya başladı hızlıca.Gözleri kapanıyordu, göz bebekleri kendini ebediyete bırakırken bir anda bir elin kalbine dokunmasıyla irkildi ve gözleri fal taşı gibi açıldı.Karşısında o kız vardı, gözleri o kadar yakındı ki kendine, aşık olduğu kızdı bu tanımıştı onu.Birden tuhaf bir huzur kapladı içini, kızın mavi gözlerine bakıyordu derinlerine inmek istercesine.Kız tebessüm ederek;

"Gel." dedi o insanın içini sevgiyle dolduran sesiyle "Gel."

Serhat nefes alıp verebildiğini fark etmemişti henüz, kızın büyüsüne kaptırmıştı yine kendisini.Kızı öyle seviyordu ki , kılına zarar veren olsa gözünü kırpmadan öldürürdü onun için.Zihni Serhat'a bu görüntüleri sunarken bir yandan gerçek zamanda alarm kurdurtuyordu,güneşin kendini gösterdiği bir vakte kurmuştu Serhat alarmı haberi olmadan.Mistik bir güçtü bunu ona yaptıran ve Serhat'ı istiyordu anlaşılan.

Serhat giyinirken neden bu saatte uyandım ve neden giyinip dışarı çıkmak istiyorum diye düşünüyordu fakat yanıt bulamıyordu.Mantıklı bir açıklaması yoktu bunun fakat tek bildiği rüyasında gördüğü aşkının onu çağırdıyıydı, bir buluşma yeri belirlememişlerdi evet fakat hele kendisini bir dışarı atsında gerisi gelirdi elbette diye düşünüyordu.Sessizce çıktı evden, hava hafif rüzgarlıydı.Bir anda durdu ve havayı kokladı, ciğerlerini doldurdu bu etkileyici Karadeniz'in hırçın dalgalarının evinin önüne dek gönderdiği deniz kokusuyla.

"Evet." dedi, "Deniz, denize gitmeliyim." denize doğru yol almaya başladı.

Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, her zaman ki neşesi bir anda yok oluvermişti.Tüylerinin ürperdiğini hissediyordu, adımlarını yavaşlattı ve etrafı gözlemeye başladı.Bulunduğu sokakta karşılıklı dizilmiş yedi bina görünüyordu, sokak da iki çöp kutusu bulunuyordu birisi sokağın başında diğeri sonunda.Yolun kenarları ağaçlarla süslenmişti, kaldırımlar iki insanın yan yana rahatlıkla yürüyebileceği genişlikteydi.Yolun sol tarafına park edili araçlar göze çarpıyordu, fakat normal görüntüyü bozan bir şey vardı ortada.Yirmi metre kadar ilerisinde sağ tarafında kalan bir müstakil ev göze çarpıyordu.

"Apartmanların arasında bu iki katlı evin ne işi var ki." dedi kısık sesle.

Bu evin ufak bir bahçesi ve görünmeyen arka tarafına doğru evin sağ cephesinden giden bir aracın geçebileceği şekilde tasarlanmış yol görünüyordu.

"Bir park yerine gidiyor olmalı." diye düşündü içinden.

Yürümeye devam etti fakat adım attıkça içini doldurmaya başlayan huzursuzluğu hissedebiliyordu.Elini beline asılı olan, hiç yanından ayırmadığı özel el yapımı Sürmene bıçağına uzandı.Bıçak on beş santimetre boyundaydı, kabzası mavi sert yapı üzerine kazınmış kızıl bir kuş deseniyle kaplıydı.Kuşun kafası bıçağın keskin kısmının çeyreğini kaplayacak şekilde uzatılmıştı, kanatları kabzasın da yer alıyor ve çok güçlü bir görünüm saçıyordu etrafına.Bıçağın keskin kısmı ortasında ucuna kadar araları 50 mili metrelik boşluklarla, ufak 11 adet delik ile kaplıydı.

Minik adımlarla o tuhaf ve garip bir korku hissine kapılmasını sağlayan eve yaklaşmıştı ki birden durdu;

"Lanet olsun! O ne lan öyle!."

Önüne evin arkasına giden yoldan bir yengeç fırlamış ve tam beş metre ilerisinde Serhat'a bakacak şekilde yere konmuştu.

"Bu nasıl uçtu lan oradan buraya , Allah'ım sen aklıma mukayet ol ya rabbim!"

Yengeç bilindik boylarda ufak bir görünüme sahipti, Serhat yavaşça etrafından dolaşmaya yeltenmişti ki, yengeç birden kıpraşmaya başlamıştı.Bir ayak boyunda olan yengeç büyüyordu, bu bir Tırap savaş yengeciydi.Bu yengeçler Tırap ırkının kadim kitaplarda keşfettiği özel savaş güçleri arasında yer alıyordu.Karaya çıktıkları da, beş insan boyu kadar büyüyebilen bir mistik güce sahiplerdi.Yengeç birden dev gibi olunca Serhat donakalmıştı.

Yengeç bu anı fırsat bilerek bir insan boyuna ulaşan kıskaçlarından birini Serhat'ı budamak üzere uzatmıştı ki birden kafasına yukarıdan tuhaf bir varlık binmiş iki ayağından destek alarak yengecin kafasından sekip havada takla atarak tuhaf, kılıca benzer bir silahla hayvanın uzanan kıskacını ortadan kesmişti.Hayvan acı içinde kıvranarak kendini geriye doğru atarken havada takla atan bu varlık Serhat'ın önüne bir dizi yerde olacak şekilde konmuştu.

Neden hep dünya Amerikalı kahramanlar tarafından kurtarılıyor ki ? Neden bütün uzaylılar New York'a iniyor ?

Ben bu oyunu bozarım arkadaş !

Bir Türk, bir Karadenizli, bir tehlike !

Dünyayı kurtaran kişiyi, okyanusların kralını takipte kalın.
 
Hikayede fazlasıyla eksik var. Daha ağırbaşlı bir dille anlatmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Bunun dışında hikaye ilgi çekici fakat zengin değil gibi geldi bana. Unutmadan şu imla hatalarını da düzeltsen iyi olacak, takipteyim.
 
Tiags Luvianne Versorium said:
Hikayede fazlasıyla eksik var. Daha ağırbaşlı bir dille anlatmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Bunun dışında hikaye ilgi çekici fakat zengin değil gibi geldi bana. Unutmadan şu imla hatalarını da düzeltsen iyi olacak, takipteyim.

Teşekkür ederim yorumunuz dikkate alınmıştır.

3.bölüm yayımlandı keyifli okumalar dilerim.

Kral Doğuyor!

Düzenleme:
4.bölüm yayımda arkadaşlar, yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen düşüncelerinizi öğrenmek beni daha güzel yazmaya teşvik edecektir buna emin olabilirsiniz.

Pafi'ler kendilerini gösteriyor


Düzenleme 2: 5.bölüm yayımlandı arkadaşlar, keyifli okumalar dilerim.Önerilerinize açık olduğumu sakın unutmayın iyi eğlenceler!

Tırap'lar atağa kalkıyor
 
Merhaba,

Bölümlerin çokluğu sebebiyle şuan ilk bölümü okudum ve sadece onunla ilgili bir yorum yaptım. Teşekkürler.

Fantastik kurgularda alışık olmadığımız bir şekil var, genel olarak yabancı isimler, yabancı memleketler, diyarlar görürdük ama sizin hikayenizde bunun tam tersi ile karşılaşınca sevindim. Burada Serhat ismi bende bir tedirginlik yaratmadı değil, açık konuşayım. Sanırım alışkanlıktan ve algıda seçicilikten dolayı olsa gerek. Biraz garipsedim. Hatta daha revaçta olan isim tercihi bile olabilirdi. Popüleritesi yüksek olanlardan. (Bknz: Berkecan vb)

Ama bu düşüncelerimden fazla değil, bir kaç satır sonrasında kurtuldum. Çünkü çok sıradan geldi. Sıradanlıktan kastım kötü anlamda değil. Çok bizden biri gibiydi. Ama yine ana karakterimizin bu denli iyi vücut hatlarına sahip olması, hep bir adım önde olması beni rahatsız ediyor. Sanırım benim çok Yeraltı Edebiyatı müptelası/sâkini olmamdan kaynaklanıyor.

Sabah bölümleri genellikle iyi tasvir edilmiş yalnız Serhat fazla agresif bir tavır sergilemiş, baştan çalar saate öyle bir tepki vermesi beni korkuttu. "Birden" odanın içini korna sesleri... ile "Aniden" oda aydınlanmış.. bölümlerinde tekrarlanma oluyor gibi, her ne kadar araya bir kaç cümle girse de. Bu bölümleri böyle uzatmak (uzatmaktan kastım farklı cümlelerde yazmak) yerine tek bir cümlede, virgül ile kurtulabilirsin. Böylelikle anlam kaynaşması olmaz.

Kahvaltı masası biraz tasvir edilebilirdi. O arada bir kopukluk olmuş. Babası ile bir kaç diyalog konulabilirdi. Samsun şehrinin betimi güzeldi. Bir Samsunlu olarak orayı ayrı bir benimsedim diyebilirim. İlk fantastik ögelere bu paragrafta karşılaşınca sanırım başladık dedim. Serhat'ın sorgulama anı güzeldi. Yalnız şurayı anlamadım, yanılıyor olabilirim ama günlerden Pazar değil mi? Ve o sahile gittikten sonra arkadaşı onu uyandırıyor ve okuldalar. Bir yeri mi atladım diye bir daha okudum ama sanırım orada bir kopukluk var.

Kızımızda güzel, oğlanımız da yakışıklı. Tipik olarak devam ediyor hikâye. Ama sanırım bu gerekli okuyuculara. Okuyuculardan genellikle üstün özellikte ki kahramanlar sevildiğinden, tercih edilmesi normal gibi geldi. (Her ne kadar benlik olmasa da :razz:).

Kavga bölümü iyi gibiydi. Gibiydi çünkü isim tekrarı çok vardı. Bu da hikâyenin akıcılığını etkiliyor. Şunu da belirtmek istiyorum, muslukların fışkırma sahnesi bana Percy Jackson'ı anımsattı. Ve denizden sesler duyması, dalgalar vb.

Ek olarak: Sürekli isimleri yazıyorsunuz. Yani Serhat şunu yaptı, iri yarı çocuk Serhat'a vurdu. Sonra Serhat şöyle yaptı. gibi. Bunları biraz azaltırsanız daha iyi olur. Ve noktalama işaretlerinde bazı yerlerde hata var. Bunları da düzeltirseniz, okuyacak arkadaşlar için kolaylık olur.

Bir tavsiye: Bölümler başını almış gitmiş durumda, biraz daha yavaş ilerleseniz daha iyi olur. Okuyucular sizinle aynı takip etsinler seriyi, daha sağlıklı olur. Bir yorum geldiğinde ve eğer bu yorum böyle başlarda ise düzeltimi siz ileride olduğunuz için çok sonralarda olacak. Okuyucu belki yine aynı hatayla karşılaşırsa, okumayı bırakabilir. Dikkat ederseniz iyi olur. :smile:

İkinci bölüm ile diğerlerini en kısa sürede okuyup, genel bir yorum yapmaya çalışacağım. Kaleminize kuvvet.
 
Anesthetized said:
Merhaba,

Bölümlerin çokluğu sebebiyle şuan ilk bölümü okudum ve sadece onunla ilgili bir yorum yaptım. Teşekkürler.

Fantastik kurgularda alışık olmadığımız bir şekil var, genel olarak yabancı isimler, yabancı memleketler, diyarlar görürdük ama sizin hikayenizde bunun tam tersi ile karşılaşınca sevindim. Burada Serhat ismi bende bir tedirginlik yaratmadı değil, açık konuşayım. Sanırım alışkanlıktan ve algıda seçicilikten dolayı olsa gerek. Biraz garipsedim. Hatta daha revaçta olan isim tercihi bile olabilirdi. Popüleritesi yüksek olanlardan. (Bknz: Berkecan vb)

Ama bu düşüncelerimden fazla değil, bir kaç satır sonrasında kurtuldum. Çünkü çok sıradan geldi. Sıradanlıktan kastım kötü anlamda değil. Çok bizden biri gibiydi. Ama yine ana karakterimizin bu denli iyi vücut hatlarına sahip olması, hep bir adım önde olması beni rahatsız ediyor. Sanırım benim çok Yeraltı Edebiyatı müptelası/sâkini olmamdan kaynaklanıyor.

Sabah bölümleri genellikle iyi tasvir edilmiş yalnız Serhat fazla agresif bir tavır sergilemiş, baştan çalar saate öyle bir tepki vermesi beni korkuttu. "Birden" odanın içini korna sesleri... ile "Aniden" oda aydınlanmış.. bölümlerinde tekrarlanma oluyor gibi, her ne kadar araya bir kaç cümle girse de. Bu bölümleri böyle uzatmak (uzatmaktan kastım farklı cümlelerde yazmak) yerine tek bir cümlede, virgül ile kurtulabilirsin. Böylelikle anlam kaynaşması olmaz.

Kahvaltı masası biraz tasvir edilebilirdi. O arada bir kopukluk olmuş. Babası ile bir kaç diyalog konulabilirdi. Samsun şehrinin betimi güzeldi. Bir Samsunlu olarak orayı ayrı bir benimsedim diyebilirim. İlk fantastik ögelere bu paragrafta karşılaşınca sanırım başladık dedim. Serhat'ın sorgulama anı güzeldi. Yalnız şurayı anlamadım, yanılıyor olabilirim ama günlerden Pazar değil mi? Ve o sahile gittikten sonra arkadaşı onu uyandırıyor ve okuldalar. Bir yeri mi atladım diye bir daha okudum ama sanırım orada bir kopukluk var.

Kızımızda güzel, oğlanımız da yakışıklı. Tipik olarak devam ediyor hikâye. Ama sanırım bu gerekli okuyuculara. Okuyuculardan genellikle üstün özellikte ki kahramanlar sevildiğinden, tercih edilmesi normal gibi geldi. (Her ne kadar benlik olmasa da :razz:).

Kavga bölümü iyi gibiydi. Gibiydi çünkü isim tekrarı çok vardı. Bu da hikâyenin akıcılığını etkiliyor. Şunu da belirtmek istiyorum, muslukların fışkırma sahnesi bana Percy Jackson'ı anımsattı. Ve denizden sesler duyması, dalgalar vb.

Ek olarak: Sürekli isimleri yazıyorsunuz. Yani Serhat şunu yaptı, iri yarı çocuk Serhat'a vurdu. Sonra Serhat şöyle yaptı. gibi. Bunları biraz azaltırsanız daha iyi olur. Ve noktalama işaretlerinde bazı yerlerde hata var. Bunları da düzeltirseniz, okuyacak arkadaşlar için kolaylık olur.

Bir tavsiye: Bölümler başını almış gitmiş durumda, biraz daha yavaş ilerleseniz daha iyi olur. Okuyucular sizinle aynı takip etsinler seriyi, daha sağlıklı olur. Bir yorum geldiğinde ve eğer bu yorum böyle başlarda ise düzeltimi siz ileride olduğunuz için çok sonralarda olacak. Okuyucu belki yine aynı hatayla karşılaşırsa, okumayı bırakabilir. Dikkat ederseniz iyi olur. :smile:

İkinci bölüm ile diğerlerini en kısa sürede okuyup, genel bir yorum yapmaya çalışacağım. Kaleminize kuvvet.



Yorumlarınız için teşekkür ederim şöyle söyleyeyim ilk 5 bölüm yaklaşık olarak 2 sene önceye dayanıyor bu yüzden biraz acemice olmuş olabilir, sadece üzerinde biraz oynama yaparak tek tek burada paylaştım.Daha sonra ki bölümler 2 yıllık bir kitap okuma/takip etme sürecinden sonra yazacağım için daha kaliteli olacaktır hiç merak etmeyiniz, yeter ki takipte kalıp yorumlar yapın eleştiriler yapın, gerisini bu garip yazara bırakın tekrar teşekkürler :smile:
 
"Efendim." dedi beraberinde okyanus esintisini hissettiren ses tonuyla Liss.Serhat şaşırmıştı,şuan önünde diz çöken ve  bir hafta önce gece odasına kadar giren ve garip şeyler telaffuz eden bu yaratığı hatırlamıştı.Birden suratı asıldı ve bıçağını kınından çıkartarak savunma pozisyonuna geçti.Bu çaresiz hareket karşısında tebessümünü zorla gizleyen Liss, arkasında ki yengeci hatırlayarak aniden kendini Serhat'ın önüne atarak yengece karşı pozisyonunu aldı.

"Si,sii,sikk,******!" kekeleyerek ve çatlayarak çıkmıştı sesi Serhat'ın.Olan biten karşısında o kadar şaşırmıştı ki, normal bir insan olsa bayılıp kafasını asfalta vurmaktan alı koyamazdı kendini.Refleks olarak birkaç adım geriledi.

"Efendim hemen uzaklaşın, denize koşun burada ki en güvenli yer orası olacaktır." dedi Liss sakin bir şekilde.Serhat görüntülere karşı alıştırmaya çalışıyordu zihnini ve bedenini, yengecin öfkeli bakışlarıyla temas ettiğinde gözleri, bu işi hızlandırmaya karar vermişti ve hayatının vereceği bu karara bağlı olduğunun bilincindeydi.

"Lanet olsun! Tamam gidiyorum ama haklı olsan iyi olur yoksa seni bulur ve bu bıçağı kalbine sokarım!" akıl almaz bir şekilde kendinden emin konuşmuştu, üstelik gezegenin en iyi savaşçılarından olan birini öldürmekle tehdit etmişti hemde Sürmene bıçağı ile.Liss bu sefer dayanamayıp çılgınca bir kahkaha patlatıvermişti.Hemen sonra cebinde ki tılsımı hatırlayarak çocuğa doğru dönerek tılsımı ona doğru uzattı.

"Koş prens koş! dedi bağırarak.Serhat bir anlık tereddüt yaşasa da mavi beyaz yuvarlak bir taban üzerine büyük bir balina desenli kolyeyi elleri arasına sıkıştırarak hızla uzaklaşmaya başladı.

Kıskacını kaybetmenin acısını unutan ve öfkesi kabaran yengeç yeniden dövüşe konsantre olmuştu.Liss'in gözlerinin içine küçümseyici bir bakış attıktan sonra atağa kalkan yengeç kalan son kıskacını yaratığa doğru savurdu.Bir yandan uzatırken diğer yandan yakaladım zannederek kıskaçlarını makas gibi kapatıp açıyordu fakat her denemesinde Liss kıvrak hareketlerle bu saldırılardan sıyrılmayı başarıyordu.Son denemesi var gücüyle öne atılarak kıskacını yukarıdan aşağıya Liss'i ezmek için giriştiği saldırıydı.Liss geriye doğru takla atarak bu saldırıdan kurtulup hemen ardından hızla doğrularak kıskacın üzerine atladı ve dev yengecin kıskacında hızla yengecin başına doğru koşmaya başladı ancak dördüncü adımından sonra yengeç kıskacını havaya kaldırmış ve Liss'in dengesini bozarak düşmesini sağlamayı amaçlamıştı.Liss bu hamleyi sezerek yengecin yukarıya doğru yaptığı kuvvetten yararlanıp havada yengecin başına doğru sıçramış, kafasını dizlerine yapıştırarak iki tur döndükten sonra elinde ki 20 sivri köpek balığı dişli kılıcını yengecin kafasına fırlatmış ve önce kılıcın ucunda ki diş daha sonra devamında ki dişler sırayla yengecin kafasını deşerek onu öbür dünyaya postalamıştı.

Yengeç ruhunu teslim ettikten sonra vücudu asitlenmiş gibi eriyerek hızla buharlaşmış ve ardında bir iz bırakmamıştı.Liss ortalıkta daha fazla görünmenin bir risk olacağını bildiğinden hızla Serhat'ın peşine takılmıştı.Bu yengeci her kim gönderdiyse bir b planı olduğundan hiç kuşkusu yoktu, harcadığı her saniye Serhat'ın aleyhine işliyor olabilirdi.

Sahile doğru var gücüyle koşuyordu, arkasına bile bakmadan doğruca denize gidiyordu.Geçirdiği on dakika ona seneler gibi gelmişti, dev yengeç, konuşan tuhaf yaratık, giriştikleri dövüş, bir yaratığın evine gelmesi bunlar kolay hazmedilebilecek şeyler değildi ve oldukça garip oldukları aşikardı.Bu tuhaf olaylar zincirinde Serhat'ın rolü neydi ki ? Bu soru zihnini bir fare gibi tırmalıyordu.Ne yapmış olabilirdi ? Neden onun peşindeydiler ? Neden onu öldürmek istiyorlardı ? Tüm bunlar .. bir anlam yükleyemiyordu hiç birine hatta bir cevap dahi veremiyordu bu sorulara.Tek yaptığı içinden gelen bir istekle o yaratığa güvenerek sahile koşmaktı, bir yerlerden bir şey ona Liss'in onun tarafında olduğunu söylüyordu sanki.

Koştuğu sokağın sonundan sağa döner dönmez sahille karşılaşacaktı, az kalmıştı güvenli koruyucu sulara.

"Ahh, siktiiir!" öfkeyle bağırarak yıkılıverdi birden yere Serhat.Önüne aniden çıkan dev bir deniz atına binmiş, kırmızı renkli zırh görünümlü kıyafetin içinde Serhat'a doğru öfkeyle bakan yaratık, sağ elinde tuttuğu uzun kılıç balığını Serhat'a doğrultmuştu.Kılıç balığı görünümlü şey sanki cansız gibiydi,iki insan boyunda ki bu şeyin öldürücü gücünü on metreden bile hissedebiliyordu.Yaratığın kafası yuvarlak ve parlak yeşildi, kulakları iki mezgit balığı büyüklüğün de fakat anatomik yapısı istiridyenin andıran tuhaf bir görünüme sahipti.Ellerinde dört adet parmak vardı ve oldukça irilerdi, yaratık iki insan boyundaydı ve korkutucu bir görünüme sahipti.

"Öleceksin!" diye tısladı, tane tane konuşuyordu.Öyle bir ses tonu kullanmıştı ki şu tek kelime bile yeterdi bir insanı bayıltmak için.Fakat Serhat sıradan insanlardan farklı olduğunu bir çok kez kanıtlamıştı.

Yaratık elinde ki tuhaf kılıcı öne doğru uzattı ve altında ki dev deniz atını mahmuzlayarak Serhat'ın üzerine doğru dörtnala koşturmaya başladı.Ölüm birkaç metre kadar ötesindeydi genç prensin.Bir elinde bıçağıyla çaresizce yaratığı izliyordu, kalan son birkaç saniyesini sol elinde tuttuğu tılsıma harcadı.Tılsımı biraz evvel Liss'den almıştı ve ne işe yarayacağını bilmiyordu.Yaratık son bir metre kala kılıcı sağ koluyla destekleyerek Serhat'ın kafası hizasında kaldırıp ileri yöneltmişti ki birden kulakları sağır edebilecek bir ses duyuldu, kıyamet borusu üfleniyordu sanki ya da deprem oluyor ve yer yarılıyordu, volkan da patlıyor olabilirdi çocuk bir saniye içerisinde bu sesi onlarca şeye benzetebilmişti.Dövüş alanına dev bir mavi balina okyanus kokusuyla ve ardında bıraktığı berrak,soğuk,yırtıcı dalgalarla girip yaratığı atıyla beraber yutarak ortalıktan kaybolmuştu.

Serhat'ın iç güdüsel bir hareketle üzerine doğru kanasusamışçasına koşan yaratığa doğru son anda kaldırdığı tılsım aniden parlamış ve içinden dev bir balina fırlayıp yaratığı yutmuştu.Her şey birkaç saniye içinde olup biterken Serhat'ın gözleri hala kapalıydı ve son duasını ediyordu.Bir anda hiç bir şeyinin olmadığını, seslerin kesildiğini fark ederek irkildi, gözlerini açtı ve yüzünü şaşırdığını belirten bir ifade bürüdü.Yaratık kaybolmuştu daha da önemlisi kendisi hala ölmemişti ve yaşıyordu.Birden zihnini korkunç bir düşünce kapladı, ya ölüp de öbür dünyaya geldiyse ? Ya ölüm böyle bir şeyse ? Kendini tokatladı.

"Lan, lan öldüm mü ? Lan,hey neler oluyor ?" birkaç saniye sonra duyduğu garip korna sesiyle ölmediğini anlamıştı.

"Lan it çekilsene yolun ortasından yatmışsın yere malak gibi, çık şurdan!" diye çıkıştı orta yaşlı adam kamyonetinin şoför koltuğundan. Serhat kendini kaldırımlara attı ve derin bir oh çektikten sonra dikkatini elinde ki tılsım çekti. Balina deseni kaybolmuş yerini boş yuvarlak bir maviliğe bırakmıştı.

Bölüm 6 yayımlandı, keyifli okumalar!

Bölüm 7 yayımda, iyi eğlenceler!

Krallık panik halindeydi; deniz atları,ahtapotlar, minik balıklar,yunus balıkları, kılıç balıkları, camları silen vatozlar, Pofi halkı alarmdaydı.Herkes panik ve korku içinde dört bir yana kaçışıyor, evlerinden alabildikleri kadar eşya alarak kaleye sığınıyorlardı.Garnizon toplanmış kraldan gelecek emri bekliyordu, Pofi krallığının sınırlarını koruyan kadim kalkanda delik açılmış içeriye yüzlerce vahşi, aç, gaddar köpek balığı doluyordu.Merkeze yaklaş yüz altmış beş deniz mili uzaklıktaydı bu kalkan.Canavarlaştırılmış köpek balıklarının Pofi ülkesine ulaşmasına birkaç saat kalmıştı.

Aynı panik merkez kulede de yaşanıyordu, kralın konseyi merkez kulesinde bulunan geniş, duvarları kadim tanrıların betimlemeleriyle süslenmiş, yüksek tavanlı pencereleri bulunan, Pofi uygarlığının eşsiz manzarasını izlettiren bir oda da toplanmıştı.Herkes aynı anda bir şeyler söylüyor fakat kimse birbirini anlamıyordu.Bunun sebebi korkuydu, mallarını, canlarını, ülkelerini, sevdiklerini kaybetme korkusuydu.

"Kesin artık şu sesinizi, yeter!"

Bu cümle bütün konseyi susturmuştu.Danışmanlar,generaller,temsilciler herkes bir anda yüzünü ona çevirdi.Mulu'ydu konuşan, ülkenin en yakışıklı,en kaslı erkeği ve en güçlü savaşçısıydı.

"Ben kraliyet muhafızı Mulu, aynı zamanda Kral Şako'nun sağ kolu ve birinci dereceden yakın korumasıyım." dedi gür ve kendinden emin bir ses tonuyla.Ülkede ki herkes ona saygı duyuyordu, herkese gücünü ve cesaretini ispatlamıştı.Kral tarafından çok sevilen birisiydi.

"Kralımız bildiğiniz gibi çok hasta ve şuan bu acil durum konseyine katılamamakta.Onu burada ben temsil edeceğim, bir itirazı olan var mı ?" ses tonunda tehditkar bir hava seziliyordu, bu soruyu sorarken aslında kimsenin olumsuz bir yanıt vermeyeceğinden emindi fakat formalite icabı sormak durumundaydı.

"Savaşçı Mulu, bu köpek balıklarıyla barış içindeyiz zannediyordum.Şimdi ne değişti de birdenbire kadim kalkanımızı delmeye teşebbüs edip hatta bunu başararak kalkanda bir delik açıp ülkemize saldırıyorlar ?" dedi Ufut.Kendisi toplayıcılar sınıfının merkez kulede ki temsilcisiydi.Toplayıcılar adına konuşur, onların yararına işler yapmaya çalışırdı.

"Ufut, evet haklısın köpek balıkları ile aramız da bir sorun yoktu fakat şuan saldıran köpek balıklarını üçüncü bir şahıs tarafından etki altına alındığını düşünüyoruz, bir çeşit büyü diyebiliriz.Bu Tırak'ların işi olabilir."

Bu sözler üzerine salonu tekrar bir uğultu kaplamıştı.Oturdukları üçgen masanın üst tepesinde Kral otururdu.Bu en üst yetkilinin onun olduğunun bir göstergesiydi, üçgenin tabanlarında yer alan diğer iki noktadan birinde Ufut, yani toplayıcıların temsilcisi diğerinde ise zenginlerin temsilcisi Grak oturuyordu.

Mulu salonun susması için bir el hareketi yaptı ve uğultular tekrar kesilerek salonu sessizlik sardı.

"Kervanlarımız ne olacak ? Edeceğimiz zarar ne olacak ? Kim bunu karşılayacak ? Bize mallarımızın güvencesini vermelisiniz!" diye çıkıştı sessizliği yararcasına Grak.

"Seni budala şişko, önce kıçını kurtar da sonra mallarının çaresine bakarsın!" diye karşılık verdi Ufut.Bu cevap üzerine salonda ki herkes suratlarında oluşan minik tebessümlerini gizlemeye çalışıyordu, birkaçı bunu başaramayarak elleriyle kapatmaya çabaladı ağızlarını.

"Sakin olun, bir çaresine bakacağız.Biz basit bir uygarlık değiliz, gezegende ki her su damlasından sorumlu bir yüce ırkız.Nice savaşlar kazandık, bizi bozguna uğratacaklarını düşünen ahmaklara derslerini verdik.Bunu tekrar yapacağız, bu güce sahibiz hep sahiptik.Burada birbirimize saldırarak bir çözüm elde edemeyiz, hep beraber bir şeyler düşünerek bu savaşı kazanmak zorundayız." tavsiyeler almak üzere generallere çevirdi kafasını.Fakat ülke o kadar uzun zamandır barış içindeydi ki generaller adeta savaş stratejilerini,bilgilerini ve yeteneklerini unutmuştu, hepsi yeni tutulup poşete atılan balık gibi çırpınıyor ve çaresizlik içerisindeydiler.

"Bir fikrim var." dedi tanıdık bir ses, herkes Liss'e dönmüştü.Ne zaman geldiğini kimse bilmiyordu fakat umursayan da yoktu, bu işin içinden çıkmaları için bir planı olduğunu duymaları diğer her şeyi unutmalarına sebep olmuştu.Mulu şaşkınlığını belli etmeden devam et dercesine bir hareket yaptı.

"Son bir saatimiz kaldı, komşu uygarlıklardan yardım talep edemeyiz fakat sınırlarımızın hemen bitişiğinde yaşayan mavi balinalar bize yardım edebilirler." salonu tekrar bir uğultu kaplamıştı.Herkes şaşırmış ve birbirine bakarak 'Bu ne saçmalıyor ?' dercesine hareketler yapıyorlardı.Hayvanlarla iletişim kurarak yardım istemek mi ? Bu görülmemiş bir şeydi.Evet hayvanlara dostça yaklaşarak belki onları barış içinde yaşamaya zorlayabilirdiniz fakat işin içinde yine de size zarar verme riskleri vardı ancak onlarla müttefik olarak omuz omuza savaşma fikri çok çılgıncaydı ve herkes bu fikre değer vermeyecek kadar akıllı zannediyordu kendini.

Sağ elini havaya kaldırıp öne doğru herkesin görebileceği şekilde uzatan Liss, tekrar sessizliği sağlamıştı.Herkesin ona baktığından emin olduktan sonra avucunun içinde ki madalyonu serbest bıraktı.

"İm,imm,imkan,imkansıızz!" diye çıkıştı Grak.Bütün salon aynı tepkiyi vermişti aslında fakat dillendirme cesaretin de bulunan Grak olmuştu.Kızın elinden sarkan madalyon bir 'Enım' sembolüydü yani Pofi efsanelerinde adı geçen uzun zamandır görülmemiş hayvanları kontrol etme yetisine sahip seçilmiş kişilerdi.Bunca yıldır bir Enım'ın yanında yaşamışlar ve bunu ruhları bile duymamıştı.Madalyon boyna takılmak için bir tür özel yosun bağıyla bağlanmıştı.20 madeni para hacmine sahipti ve kırmızı renk üzerine beyaz incilerle süslenmiş, ortasında şaha kalkmış bir yunus balığı deseni bulunan sert bir yapıya sahipti.Kenarları eritilmiş inciden yapılma eski çağlardan kaldığını belli eden bir el işi sanatkarı tarafından balık motifleriyle donatılmıştı.Benzersiz bir çekiciliğe sahipti ve sahibine oldukça havalı bir görüntü katıyordu.

"Evet baylar, şu şaşkın ve çirkin ağızlarınızı kapatın da işimize odaklanalım, vaktimiz daralıyor."
 
Köpek balıkları çok cesur ve acımasız hayvanlardı ve güçleri de tartışılmayacak derecede muazzamdı.Onların karşısında pek az şey durabilirdi ve bunlardan biri hiç kuşkusuz ki dev mavi balinalardı.Mavi balinalar bir diğer adıyla gök balinalar, uysallıklarıyla tanınırlardı.Ancak haksız bir durum gördüklerinde bir canavara dönüşür, ihtişamlı güçlerini hiç çekinmeden ortaya çıkarırlardı.Pofi sınırına giren köpek balığı sayısı binleri buluyordu, git gide tedirginleşen halk kraldan bir hareket,bir eylem bekliyordu.Bir umut ışığı görebilmek adına merkez kuleyi gözetleyip duruyorlardı.

Krallığın askeri gücü kutsal görevlerinden ötürü dört bir yana dağıtılarak, çeşitli stratejik noktaları ve zayıf hükümdarlıkları korumakla görevlendirilmişti.Dolayısıyla esas gücünün dörtte biri kadarına sahip olan Pofi kalesi bu yetersiz güç ile köpek balıklarının karşısına çıkmaktan çekiniyordu.Olası bir mağlubiyet sonucunda Pofi halkından geriye yalnızca bu yosun tutmuş binalar ve çürümeye başlayacak olan kale kalacaktı.

"Hemen Kral ile görüşmeliyiz, vaktimiz daralıyor Mulu acele et haydi!" dedi Liss.

Biran evvel balinaları yardıma çağırmak istiyordu.Köpek balıklarının arkasına dolaşması gerekecekti ve bu çok riskli bir görevdi, yapacağı en ufak bir hata ölümüyle sonuçlanabilir ve beraberinde ırkının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasını sağlayabilirdi.Bu büyük kararı ancak ve ancak Kral onayladıktan sonra verebilirdi.

"Efendim, özel yeteneğimi kullanmak için sizden izin istiyorum.Balinaları yardıma çağıracağım aksi halde savaşı kaybedeceğiz." hazırlıksız yakalanan Şako birden elinde ki deniz kestanesini yatağın diğer ucuna atarak toparlanmaya çalıştı.

"Iğğh, şey evet haklısın kızım fakat balinaların yaşam alanı ile aramızda işgal güçleri var.Bu çok riskli olacak." çabuk toparlamıştı kendini, sesi otoritesini koruyacak şekilde çıkmıştı.

"Her şeyin farkındayım efendim ancak ulusumuzun kaderi buna bağlı ve ben bu riski alabilecek kapasitede olduğumu düşünüyorum." sesi kendinden emin bir tondaydı ve kral bu cümle sonrasında etkilendiğini belli edercesine kafasını yukarı aşağı oynatmıştı.

"Liss, bu çok tehlikeli yanında benimde gelmeme izin ver lütfen." bir ricadan çok bir yalvarış gibi konuşmuştu Mulu, Liss'e aşıktı ve onu kaybetmekten korkuyordu.Ancak kızın yanında olursa içi rahat edecekti ve savaşçı ruhu yardımıyla kızı güvende tutabilecekti.

"Sana kale de ihtiyacımız var Mulu, garnizonu başıboş bırakamayız." konuşurken göz ucuyla kralı işaret etmişti.Yatalak bir hasta olduğundan ordu işlerine Mulu bakıyordu ve onun yokluğu demek askerlerin disiplinsiz davranması demekti, bu da kaçınılmaz olarak savaşı kaybetmelerine yol açabilirdi.

"Haklısın ama..." pes ettiği her halinden belli oluyordu Mulu'nun.Kız haklıydı krallığı yalnız bırakamazdı ve ırkının güvenliği aşkından daha önemliydi.Bu ince çizgiyi koyabilecek iradeye sahipti.Her ne kadar üzülse de, kızı kaybetme korkusu sarsa da tüm benliğini eli mahkumdu, buna izin vermek zorundaydı.

Mulu'nun rahatsızlığını çabuk kavrayan Liss, elini çocuğun omzuna attı.

"Lütfen rahatla Mulu, bana bir şey olmayacak söz veriyorum.İşgal gücünün arkasından balinalarla beraber geleceğim, sen burayı koru yeter ki." dedi ikna edici bir ses tonu kullanarak.Mulu artık teslim olmuştu ve omuz silkti, kafasını yukarı aşağı sallayarak bunu onayladığını belirtti zira konuşurken üzüntüsünden dolayı sesinin çatlamasından korkuyordu.Gezegenin en güçlü savaşçılarından birinin konuşurken sesinin çatlaması kadar utanç verici bir şey olamazdı hele ki aşık olduğu kadının ve bağlı olduğu kralın yanındayken.

"Sakın ölme." kelimeler güçlükle çıkmıştı ağzından, derin bir üzüntü içerisindeydi ve gönlü hiç rahat değildi kızı yalnız göndereceği için fakat bazen her şey istediğimiz gibi gitmeyebiliyor diye düşündü. Bu sözler karşısında etkilenip duygulanan Liss, bir anda ileri atılarak güçlü savaşçıya sarıldı.

"Merak etme, bu zor zamanlar da geçecek." diyebildi kendini zorlayarak.

Ayrılık vakti gelmişti, zalim köpek balıkları yaklaşık dört bin kadar bir sayıya ulaşmış şehre doğru ilerliyorlardı.Liss hızlıca ekipmanlarını kuşandı ve kraliyet deniz atına binerek yola koyuldu.Kaleden ayrıldığında gördüğü manzara karşısında bir kez daha ürpermişti, şen şakrak olan Pofi sokaklarından eser yoktu.Herkes ya evinin altına özel inşa ettiği gizli sığınaklara kaçmış ya da kaleye sığınmıştı.O neşeli Pofi halkının yerinde balıklar yüzüyordu artık.Bu korkunç manzara yüzünden biraz daha öfkelenen Liss atını mahmuzlayarak hızlanmasını sağladı.

Büyük bir ordu haline geldikleri ve kat etmeleri gereken mesafe uzun olduğu için ortalama hızda bir tempo tutturmuştu canavar köpek balıkları.Her yarım saatte bir durup biraz dinlendikten sonra tekrar yüzgeçlere asılıyorlardı.Girişecekleri savaş epey güç kaybettirecekti zaten, bir de yarış atı gibi hızla dinlenmeden koşarlarsa dövüşecek güçleri kalmayacaktı, geç olsun güç olmasın mantığıyla hareket ediyorlardı.Önlerinden genç ve güçlü beş balığı seçip keşif kolu olarak göndermişlerdi, ana kafileden yaklaşık yarım saat mesafe uzaklıktan ilerliyorlardı ve olası tehlike durumunda geri dönüp alarm vermekle görevliydiler.Bu beş balıklık ekibin her bir üyesi aralarında birer kilo metre olacak şekilde geniş bir yelpaze şeklini alarak ilerliyordu.Olası bir tehlike durumunu gözden kaçırmamak,düşmanı arkalarına geçirmemek için alınmış basit bir önlemdi sadece.Birbirlerinin görüş mesafesinden zaman zaman çıkıyorlardı fakat, bir diğerinin uyarı ulumasıyla tekrar aynı pozisyona geliyorlardı.Tek bir amaçları vardı, avlanmalarını kısıtlayarak damaklarını en güzel lezzetlerden mahrum bırakan Pofi ırkını katlederek bu mahrumiyeti ortadan kaldırmaktı.Bunun için kışkırtılmışlardı belki ama önemli olan elbette şuan saldırıya geçmiş olmalarıydı.

Liss hızla ilerliyordu, dipten giderek çeşitli kayaları, kalabalık bitki gruplarını kendini olası bir olumsuz duruma karşı kamufle etmek istiyordu.Nitekim gördüğü manzara karşısında , iyi ki bu önlemi almışım diye düşündü içinden.Bir köpek balığı acımasızca ilerliyor ve dört bir yanı radar gibi tarıyordu.Aralarında yaklaşık beş yüz metre vardı, bu mesafe fark edilmesine yaklaşık yirmi saniye var demekti.Hızla bir şeyler düşünmeliydi, eli istemsizce beline asılı olan yirmi sivri katil balina dişiyle donatılmış geniş kılıcına gitti.

Köpek balığı rotasında seyrederken birden bir kayalık grubu gözüne çarptı, yanında bulunan ufak çaplı sarı ve turuncu renklerden oluşan bitki topluluğu da dikkatini çekmişti.Bir göz atmalıyım diye düşünerek iç güdüsel bir hareketle oraya yöneldi.Ancak bu hareketi hayatına mal olacaktı. Saklandığı iki kayalık arasından yıldırım hızıyla fırlayan silueti, boğazının hemen altında ki solungaçlara yediği güçlü darbeden sonra fark edebilmişti.Kuyruğu ile son bir saldırı da bulunsa da artık çok geçti, bu zayıf saldırıyı atlatmak Liss için çocuk oyuncağıydı.Köpek balığının boğazını yirmi sivri katil diş yardımıyla yarmış ve onu ebediyete yollamıştı.

Liss bir kumar oynamıştı.Bu köpek balıklarının kana karşı üst düzey koku alma yetileri vardı ve etrafta başka köpek balıkları varsa bu kokuyu alarak üstüne çökmeleri an meselesiydi.En büyük hatasını yeni fark etmişti, etrafı gözetlemeden hırsına yenik düşerek bodoslama saldırmıştı köpek balığına.



Yeni bölüm geldi, iyi okumalar!

 
Üzerine doğru aralarında belli mesafeler olacak şekilde tam dört canavar köpek balığı geliyordu.Hızlı yüzdükleri için keşif kolunda görevlendirilmişlerdi fakat bu yöne eğilimleri onların savaş konusunda zayıf kalmasını sağlamıştı.Liss bunun farkındaydı ve hepsini hızlıca teker teker öldürebilmek adına aklından binbir türlü planlar geçiriyordu.Aralarından en basitini ve en garantilisini seçmek birkaç dakikasını almıştı.Köpek balıklarının arasında ki mesafeyi ölçtü ve her birini öldürmesi için yaklaşık 25 saniyesi olduğunu hesapladı.İlk köpek balığını saklandığı kayalıkların arkasında karşılayacaktı.Öldürdüğü köpek balığına yaptığı aynı şeyi yapmayı planlıyordu, ne de olsa üzerine gelen köpek balığının olanlardan haberi yoktu yalnızca kuşkulandığı için geliyordu.

Kulakları tırmalayan bir cıyaklama duyuldu, yüzgeçlerinden içeri aldığı ağır darbe hayvanın can havliyle bütün gücüyle bağırmasına sebep olmuştu.Liss elinde ki güçlü kılıcı aniden köpek balığını önüne geldiğin de saklandığı yerden çıkıp saplayarak hayvanı öldürmüştü fakat bu cıyaklamayı hesaba katmamıştı.Var gücüyle bildiği tüm tanrılara dua ediyordu ana kafilenin bunu duymamış olması için.

"Imtala'nın gücü adına, ne olur duymamış olsunlar !" ufak çaplı bir paniğe kapılmıştı ama kalan 3 köpek balığını hatırlayınca saklanma yerine geçti.Bu sefer gelen köpek balığı diğerlerine nazaran daha iriydi, hayvan görüş açısına girdiğinde küçük bir şaşkınlığın ardından saldırıya geçmişti.Hayvanın karnına savurduğu darbesi bu sefer önce kiler kadar başarılı olmamıştı.Hayvan bir sıyrık alarak aniden Liss'e doğru manevra yaptı ve kızın üzerine doğru atıldı, dev hayvanın ani saldırısına yana doğru takla atarak karşılık verdi.İlk saldırıyı savuşturmuştu, neyse ki köpek balığı yüzmede olduğu kadar manevra yapmakta da hızlı değildi, geriye dönmesi birkaç saniyesini alacaktı.Bu fırsattan yararlanan Liss elinde ki kılıcı hayvanın arkasından kuyruğuna doğru savurdu ve hayvanın kuyruğunu kopardı.Acıyla ters dönen köpek balığı yön değiştirme kabiliyetini kaybetmişti artık.Olduğu yerde kalakalan çaresiz hayvanın acısına kızın üçüncü saldırısı son vermiş ve hayvanı kalbinden vurmuştu.

Dördüncü köpek balığıyla giriştiği mücadele de omzunu hayvanın ağzına kaptırmış fakat güçlü refleksleri ile hızla geri çekilirken hayvan omzunu sivri dişleriyle çizmeyi başarmıştı.Dördüncü canavar köpek balığının da icabına bakan Liss, acıyla omzunu tutarak son hayvanı beklemeye başladı.

"Umarım savaşçı bir şey değildir, yoksa işim çok zor olacak." dedi kendi kendine.

Keşif kolunda ki arkadaşlarından birinin kopuk kuyruğunu gören köpek balığı birden şaşkınlık ve korkuyla duraksadı.Birkaç saniye için de senaryoyu gerçeğine yakın tahmin etmiş ve arkadaşlarının aksine kayalıkların diğer tarafından oraya dolanmayı seçmişti.Bu sefer ki köpek balığı olası bir dövüşe hazırlıklı olarak temkinli yaklaşıyordu katliam bölgesine.Dört arkadaşını da öldüren şey ne olabilirdi ? Soru hayvanın kafasını kemiriyordu.Sorunun cevabını, karşısına kayalıkların arasından fırlayan elinde 20 sivri canavar köpek balığı dişiyle tasarlanmış muazzam bir kılıç tutan, iki metre boylarında bir Pofi savaşçısını görünce anlamıştı.

Liss'in yaralı omzu çökmüştü, kılıcını tuttuğu sağ omzu eski görkemli görünüşündeydi hala.Köpek balığı üzerine doğru gelmeye başladı, yavaş yavaş süzülürken birden koca ağzını açarak ileri fırlamıştı.

"Yakaladım seni bebek!" diye bağıran Liss kılıcını hayvanın üst çenesine savurdu fakat hayvan mükemmel bir manevrayla ağzını kapatıp hem darbeden kurtulmuş hem de kendini kızın sağ yanına atarak kuyruğu ile büyük bir darbe indirmişti.Bu darbeyle geriye doğru sendeleyip yere çakılan Liss kılıcını elinden düşürmüştü.

Canavar köpek balığı kızın tam üstündeydi, kazandığı zafer ve arkadaşlarının aldığı intikamını düşündüğünde sanki yüzüne zalim bir tebessüm yerleşmiş gibiydi.Liss sızlayan kemikleri ve açılan yaranın okyanus suyunun tuzuyla birleşmesinden kaynaklanan acıyla ölümü bekliyordu.Omzunun yarası veya kemiklerinin ağrısı önemli değildi, görevinde başarısız olmuştu ve ülkesini büyük bir tehlikenin içine sürüklemişti.Onun yüzünden on binlerce yıldır var olan krallığı yerle bir edilecek ve belki de hiç kimse hayatta kalamayacaktı.Tarihin karanlık sayfalarında yer almak onlar için büyük bir acı olacaktı.Köpek balığı ağzını açtı ve Liss'e doğru yavaşça yaklaşmaya başladı, bu ölümün onun için başarabildiğince acılı olmasını sağlayacaktı.Liss ölümün o berbat kokusunu soluyordu sanki.

Fışşşşuuuğğğhh, şak!, ses üç defa art arda tekrar etmişti.

"Ne ? Bu, bu ses, yoksa!"

"Liss! Lisssssss!" diye bağıran bu ses Mulu'ya aitti.Dörtnala giden atının üzerinden köpek balığına 3 tane ardı ardına zehirli mürekkebe bulanmış oktan yollamıştı ve köpek balığı aniden felçli duruma gelmişti.

"Muluu!" sesi acılı çıkıyordu.Konuşurken omzu daha da çok acıyor ve okyanusun dibinde kıvranıyordu.Mulu'nun sesini duymak ona o kadar iyi gelmişti ki, girdiği o ölüm psikolojisinden anında kurtulmuş ve tekrar hayata dönmenin mutluluğu içerisine girmişti bile.

Atından atlayarak kızın başını kollarında hafifçe kaldırarak hemen ölümcül bir darbe alıp almadığını kontrol etmeye girişti.Kızın her yerini yokluyordu, yüzünü,başını,kollarını,karın bölgesini,bacaklarını..

"Omuzunda ki çizikten başka bir yara görünmüyor, bir şeyin yok değil mi ?" dedi hızlıca.Kız başını uysallıkla sallamakla yetindi.

"Nereden çıktın sen ? Hani gelmeyecektin benimle ? Kral çok kızacak, bunu yapmamalıydın." dedi o tatlı sesiyle.

"Beni zaten Kral Şako gönderdi, karamsar halime dayanamadı ve bu sana olan sevgisiyle birleştiğinde içi rahat etmedi.Görünen o ki iyi ki de etmemiş yoksa ölmüş olacaktın seni budala!" ettiği hakaret için sonradan ufak bir pişmanlık duysa da kızın bunu hak ettiğini düşünüyordu.Liss bu hakarete normal şartlar altında olsa anında sert bir dönen tekmeyle ya da ters takla atarak sürpriz bir çıkardığı kroşeyle karşılık verirdi fakat şuan şartlar normal olmadığından sadece 'İyi ki geldin' demekle yetindi.Mulu doğru söylüyordu, eğer zamanın da yetişemese şuan o köpek balığının midesinde olacaktı.Mulu hemen ilerilerinde ki ölü köpek balıklarına baktı ve onları işaret ederek;

"Voav, görünen o ki fena benzetmişsiniz hayvancağızları küçük hanım! Keşke biraz merhametli olsaydınız." son sözleri kuyruğu kopuk ve ters halde vücudunun üç yeri delinerek parçalanmış köpek balığını gördükten sonra söylemişti.Elbette ki şaka yapıyordu bu hayvanları bu hale getirmeseydi hiç kuşkusuz Liss şuan o halde olacaktı hatta olmayadabilirdi, direkt canlı canlı yenebilirdi de! Bu uğursuz düşünceleri hemen aklından çıkarttı.

"Şu yaranı saralım ve biran evvel yola koyulalım, yeni keşif kolları yoldadır.O büyük çığlığı ben bile duydum onların duymamış olması imkansız." dedi. Bu sözlere sırıtarak karşılık verdi Liss.

Mulu'nun yanağına bir teşekkür öpücüğü kondurduktan sonra yakınlarında bir yerlerde bıraktığı kraliyet deniz atına yöneldi ve hemen yola koyuldular.

Keyifli okumalar.
 
Artık her şey bambaşkaydı, üç hafta öncesine kadar her fırsatta hayatının monotonluğundan şikayetçi olan Serhat, bundan sonra ki zamanların da bu pişman olduğu anları hatırladıkça küfür edecekti kendi kendine.Tuhaf yaratıklar, dev yengeçlerle savaş, suyla arasında ki anlam veremediği enteresan ilişki .. Bunlar çok ürkütücüydü başlarda. Fakat teknoloji çağının getirdiği anlayış doğrultusunda, zamane gençleri bilgisayar oyunları sayesinde bu tarz şeylere zaten alışkındılar.'Bundan sonra ne olacak ? Bana o tuhaf kolyeyi veren şey tekrar gelecek mi ?' Bu sorularla beynini yeyip bitiriyordu günlerdir.Bu ani değişikliğinin de farkındaydı çevresindekiler.O neşeli çocuk gitmiş yerine asi, eve kapanık bir çocuk gelmişti.Annesi bu konuyu konuşmak üzere kapıyı açmıştı.

"Oğlum, ne yapıyorsun ?" dedi tatlılıkla.

"Hiiç." ses tonu aslında ele veriyordu kendini.Aslında bir çok şey var ama hiç bir şey yok der gibiydi.

"Hadi ordan kereta, anneler anlar var bir derdin anlat bakayım bana." şefkatini göstermeye başlamıştı annesi ve Serhat çok sevdiği annesini, bu girişimleri sırasında hiç reddedemezdi.

"Anne garip şeyler oluyor, anlatsam eminim ki delirdiğimi düşünüp beni Bakırköy'e falan yollarsınız o yüzden boş ver." haklıydı da.İnsanlar bu tarz şeyleri pek normal karşılamazlardı hele ki Türkiye gibi bir yerdeysen bu gördüklerine diğerlerini inandırmak dünyada ki en zor şeydi.

"Pekala öyle olsun bakalım, ama her zaman yanında olduğumu unutma olur mu ?" dedi ve Serhat'ın yanağına ufak bir öpücük kondurdu.Oğlunun güvendiği ve sevdiği bir erkekle konuşmaya ihtiyacı vardı, bunu anlayabiliyordu.Babasını gönderecekti odaya bu yüzden çok üzerine gitmemişti çünkü Serhat'ın o deli inadını biliyordu.

"Lan it, ne haltlar çeviriyorsun sen bakalım!" bu sert sesle irkilip arkasını dönerek sesin geldiği yöne doğru bakmıştı Serhat.Babasıydı konuşan ve sırıtarak üzerine geliyordu.

"Ya baba yok bir şey rahat bırak beni." hüzünlü bir ses tonu kullanmıştı, babasını ikna etmenin tek yolunun bu olduğunu tecrübe edinmişti.

"Ha ****** lan oradan it, tanımıyor muyum oğlumu çabuk öt bakalım." dedi. Kurnaz babası numarasını yememişti.

"Baba çok garip şeyler oluyor, anlamadığım şeyler ama sana anlatsam güler ve delirdim diye hastaneye falan kapatırsın kesin beni." annesine anlattığı şeylerin benzerini babasına da anlatıp olaydan sıyrılabileceğini düşünmüştü.

"Ne gibi garip şeylermiş onlar ?"

"Off!" sıkıla sıkıla yatağında doğrularak babasının yüzüne doğru bakmaya başladı.

"Baba geçen haftalar da okulda bir kavgaya girdim, tuvaletteydik ve çocuk beni fena sıkıştırmıştı, kafam lavabonun içindeydi ve çocuk öldürmek istercesine bastırıyordu.Buraya kadar her şey normal ama buradan sonra işler biraz karıştı.Ben bir anda öfke patlaması yaşadım ve bağırdım hemen öncesin de çocuğun şakağına bir yumruk atıp bayıltmak istiyordum delice bir istekti bu.Sonra bir anda kafamı bastıran eller gevşedi ve kafamda bir ıslaklık oluştu, bende geriye doğru bir tekme savurdum bu anı fırsat bilerek ama boşa gitti çocuk yerde yatıyordu ve yattığı yerde minik bir gölet oluşmuştu." babasının tepkisini anlamak için duraksadı.Adam oğlunun gözlerinin içine bakıyordu ve ona inandığını belli edercesine parıldıyordu o gözler, bundan cesaret alarak devam etti konuşmaya.

"Ondan sonra geçen gece bağırmıştım ve odaya gelmiştin ya onun sebebi kabus falan değildi odama tuhaf bir yaratık girmişti bana tuhaf şeyler söylüyordu ve deniz kokuyordu.Sonra sizin geldiğinizi duyunca birden kaçtı gitti.Yeşilimsi bir teni vardı, burnu.." sözünü kesen babasının sözleriydi.

"Üçü sağ da üçü solda olacak şekilde altı perdeden oluşuyordu ve saçları at topuzu şeklinde bağlanmış yosun gibiydi.Gözler iri ve masmaviydi."

Oda bir an da ölüm sessizliğine bürünmüştü.Serhat babasının sözleri karşısında donakalmıştı.'Babam bütün bunları nereden biliyor ? O nerede gördü bu yaratığı ? Bütün bunlar ne demek oluyor ' Bu sorular gibi yüzlercesi birkaç saniye içinde beyninin içinde uçuşmaya başlamıştı.Şimşekler çakıyordu sanki zihninde, babası elini Serhat'ın yüzünde gezdirmeye başladı.

"Sakin ol oğlum, her şeyi anlatacağım sana kendine gel haydi." sakince konuşuyor ve oğlunu da sakinleştirmek istiyordu adam.

"B,ba,bab,baba se,sen nası.. ?" babası bir el hareketiyle sessiz olmasını istemişti.Kalkıp odanın kapısını kapattı ve oğlunun yanına oturarak konuşmaya başladı.

"Bak oğul, sen daha doğmadan önce bir gün yolda işe doğru giderken zaman duruyormuş gibi olmaya başlamıştı.Bir anda her şey sanki bin kat daha yavaştı, adımlarım, bakışlarım, nefes alış verişim, konuşmam. Ve birden her şey düzeldi derken karşımda duran kocaman yeşil şeyi fark ettim.Aniden ortam yosun kokmaya başlamıştı, yaratık bana bakıyordu ve bir anda elim belimde ki kılıca gitti kılıcı çektim, heyt ulan dedim ve bi koydum yaratığın kafası uçmuştu sonra bir tane daha koyd.." Serhat babasının dalga geçtiğini anlayarak öfkeli bakışlarını kendini kaybetmiş adamın gözlerinin içine dikmişti.Adam omuz silkerek devam etti.

"Tamam tamam şaka yapıyordum, yaratığı görünce altıma sıçtım.Bir anda hayatım film şeridi gibi geçmeye başladı önümden, donakalmıştım.Yaratığın beni tutup kucağına almasıyla sarsılarak kendime gelmiştim, beni omzuna atarak bir binanın içine daldı.Bodrum katına indik, dedim ha ****** inşallah düşündüğüm şey olmaz.Düşünsene uzaylılar dünyaya inmiş ve babanı kaçırıp bodrum katında tecavüz ediyorlar.Düşüncesi bile fena lan neyse sonra bana yaklaştı ve konuşmaya başladı 'Sen' dedi, 'Doğacak oğlun Pofi ırkının yeni kralı olacak ve tüm okyanuslarla denizlere hükmederek barışı sağlayacak' dedi. Ben salağa döndüm tabii, daha annen hamile bile değildi ve çocuk yapmayı düşünmüyorduk da.Sonra kendime geldim tabi ben hemen yapıştırdım cevabı; Sen de kimsin ? Ne istiyorsun benden ? Ne oğlu ? Ne Pofi'si ? Ne saçmalıyorsun lan ? Yaratık cevap verdi hemen 'Ben Liss, Pofi ırkının savaşçılar sınıfına mensubum' mu ne öyle bir şeyler geveledi.Tarif ettiğin şeyle aynıydı ve muhtemelen adı Liss'ti.Sonra bana birkaç şey daha zırvaladı ve şununla bitirdi konuşmayı; 'Şimdi sana bir mistik güç vereceğim, bu güç ırkımın kadim geleneğini taşıyan bir güçtür ve doğacak çocuğunun kral olmasını sağlayacak gerekli tohumu sana verecek.Oğlun bu gezegene barışı getiren kişi olacak, kendinle gurur duymalısın ve bunu kimseye anlatmayacaksın' tarzında şeyler sıraladı.Ben tabi şaşırmışım ağzım bir karış açık mal mal karıyı seyrediyorum.Durdu tuhaf tuhaf hareketler yapmaya başladı ve anlamadığım dilde bir şeyler söyledi sanki sihir yapıyormuş gibiydi, sonra da gitti.Ben de senin gibi korkarak, kimseye anlatmadım bunu hatta annen bile bilmiyor yani eğer bunlar doğruysa sen dünyayı kurtaracak kişisin evlat, bununla gurur duymalısın.Ve sakın korktuğunu bir daha duymayayım, biz Karadeniz'liyiz unuttun mu ? Karadeniz'lilerin korkaklık duyguları doğarken alınıyor lan dümbük.Hadi bakalım sarıl babaya, geçecek her şey merak etme." dedi ve kollarını açarak şaşkınlıktan kendini dinlerken zaman zaman nefes almayı unutan oğlunun kendine gelerek sarılmasını bekledi.

"Baba, beni yalnız bırakma hiç olur mu ?" adam kafa sallamakla yetinmişti, elbette her canlı bir gün ölümü tadacaktı fakat o an bunu belirtmenin bir anlamı olmadığını düşünmüştü.

"Haydi hazırlayın bavulları tatile gidiyoruz!" sağ elinde 3 tane biletle eve dalan babasının bağırışlarını duymuştu Serhat.Son konuşmalarından bu yana iki gün geçmişti ve bütün bu duyduklarına bir anlam veremeyerek odasından çıktı ve salona yöneldi.

"Ne tatili baba ne diyorsun ?" dedi merakla.Elinde ki biletleri oğluna uzattı babası, biletleri alan Serhat'ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.Biletler bir seyehat şirketine aitti.Bilette tatil yerinin Hawaii olduğu görülüyordu, önce Los Angeles'a uçakla gideceklerdi ve sonrasın da limandan mükemmel bir seyehat gemisi ile Pasifik Okyanusu'nda ki Hawaii adalarına doğru yelken açacaklardı , hem de odaları en dış taraftaydı yani deniz manzaralı odalardı.

"Ha ****** ! Havaii mi ? Sen ciddi misin ?" ses tonundan yaşadığı şaşkınlığı anlamayacak biri yoktu dünyada.Sevinçten etekleri tutuşmuştu ama hemen ardından üzerinde hissettiği dört sert bakış sonrasın da ettiği küfür ile yaptığı saygısızlığı hatırlayınca yüzü kızardı ve utangaç bir hareketle kafasını çevirdi.

"Özür dilerim , ben şaş..." sözünü babası kesmişti.

"Oğlum önemli değil bavullar diyorum hazırlayın diyorum, uçak diyorum bu gece kalkıyor diyorum haydeee!"

İyi eğlenceler  :party:
 
Samsun Çarşamba Havalimanı'ndan İstanbul'a geldiler.Hemen ertesi sabah saat 08.30 uçağı ile Dubai'ye doğru kalkışa geçtiler.Yolculukları yaklaşık 25 saat sürmüştü, Akdeniz üzerinde ilerlerlerken Serhat ilk kez bu kadar uzun süreli bir uçak seyehati gerçekleştirdiği için neredeyse kusacaktı.Neyse ki babası tecrübeli ve sezgileri kuvvetli biriydi ki onun kusacağını birkaç saniye öncesinden sezerek tuvalete yetiştirmeyi başarmıştı.

Sarsıntılı bir yolculuğun ardından Dubai şehrine inmişlerdi.Bir saat kadar Dubai Havalimanı'nda bekledikten sonra Emirates firmasının bir diğer uçağıyla nihayet Melekler'e doğru havalanmışlardı.

İşte Melekler, işte Los Angeles görünmüştü.Camdan altında ki Amerika Birleşik Devletleri'nin en kalabalık ikinci şehri olan Los Angeles'i meraklı gözlerle izliyordu Serhat.Bir çok şey duymuştu bu şehir hakkında.Geceleri şehir merkezinin oldukça tehlikeli bir yere dönüştüğünü, bir sürü Meksikalı insanın olduğunu, azınlıkların oluşturduğu bir sürü kenar mahalleler olduğunu, taksicilerin büyük bir kesiminin ermenilerden oluştuğunu,ışıklarda beklerken arabaların kaputlarına atlayıp, zıplayan yayaların olduğunu fakat hemen yeşil ışık yandığı için arabada ki insanların inip bu tarz insanların ağzını yüzünü beyzbol sopasıyla kırmaya fırsatının olmadığını ve daha bir sürü şey söylenmişti bu şehir hakkında ona.Fakat kendisi görebilecekti birkaç dakika sonra bütün bunların gerçek olup olmadığını, yalnızca sabretmesi gerekecekti ve sabır etmek bir Karadeniz insanının en nefret ettiği şeydi.

Havalimanına indiklerinde saat 14.38'i gösteriyordu.Binecekleri Hawaii gemisi, Kaliforniya eyaletinin Long Beach şehri limanından saat 23.00'da demir alacaktı.
'Önümüzde ki birkaç saati şehri gezmeye ve bir şeyler yemeye ayırabiliriz.' diye düşündü babası.

"Eveet, sonunda geldik lanet olası şehre ha ahbap ?" konuşurken elinden geldiğince Hollywood filmlerinde kullanılan Amerika aksanını taklit etmeye çalışmıştı babası.

"Evet moruk, tam da düşündüğüm gibi burası suç kokuyor adamım." diye dalga geçerek karşılık vermişti babasına.Fakat hemen ardından ensesine yediği sert bir tokatla bunun iyi bir fikir olmadığını çabucak kavramıştı zeki çocuk.

Sunset bulvarına geldiklerinde yemek yiyebilmek için hesaplı bir yer bulabilmek umuduyla etraflarına bakınmaya başlamışlardı.Aşağılara doğru indiklerinde Crave-İn adlı tabelanın asılı olduğu bir dükkan gözlerine çarpmıştı.Kapısında 'Bize Her Yer Trabzon' baskılı bordo mavi bir atkı asılı olduğunu gördüklerinde kahkahalar atarak hemen dükkanın kapısına yöneldiler.Tıpkı umdukları gibi içeride hoş bir şekilde karşılandılar, doyasıya Türk yemekleri yediler ve saatin ilerlediğini fark edip şehrin can sıkıcı trafiğini düşünerek Long Beach'e doğru yola koyuldular.
Limana vardıklarında saat 22.40'ı gösteriyordu, ucu ucuna yetiştikleri için şükrediyorlardı.'Andromeda' lakaplı gemi iki yüz yirmi metre uzunluğundaydı.Bordaları arasında ki mesafe yaklaşık altmış metreydi.Ana güvertesinin üzerine kurulu, uzunluğu yukarıya doğru çıkıldıkça kısalan beş katlı bir yapı vardı.En alt katında devasa bir salon vardı.Salon yaklaşık yüz metre uzunluğundaydı ve içerisi tamamıyla İtalya mimarisi ile düzenlenmişti, yaklaşık bin beş yüz kişi kapasiteliydi.İkinci kat ekonomi sınıfının konakladığı odalardan oluşuyordu.Üçüncü katta eğlence salonları vardı,kulüpler,barlar,tiyatro salonu,sinema salonları ve bir çay bahçesinden meydana geliyordu.Dördüncü kat üst sınıf zengin insanların konakladığı odalardan meydana geliyordu, kral dairesi diye tabir edilen odalar bu katın vazgeçilmez odalarıydı.Beşinci katta ise dev bir havuz bulunuyordu, üzeri açılıp kapanabilen bir mekanizmayla örtülü, kayaklar,sıçrama tahtaları,güneşlenme bölümleri ve birkaç bar bulunan bir eğlence odağıydı.

Limana giriş yapmalarının ardından gemiye doğru yürümeye başlamışlardı.

"Baba hala inanamıyorum bu biletleri nereden buldun ? Hawaii'ye gidiyoruz lan şaka gibi!" sesi heyecanından ötürü çatlamıştı.

"Ulan it sen daha babanı tanıyamadın mı ? Ben ne istersem o olur, şu olayı kurcalamayı bırak da eğlenmene bak haydi!" diyerek oğlunun kıçına bir tekme koyuverdi babası.

Gemiye uzanan dev yürüyen merdiven mekanizmasının önünde iki sert bakışlı iri yarı adam biletleri kontrol ediyordu.Biletlerini gösterdikten sonra gemiye çıktılar.Güverte de hoş bir genç kız onlara dillerini bilip bilmediklerini sordu.Yarım yamalak İngilizcesiyle Serhat bir şeyler geveledikten sonra kızın yakasında ki 'Oda Servisi-Ceren' yazısını gördü ve bir çığlık atarak "Ceren!" dedi.

"Türk müsünüz ? Vay canına bu harika, neden daha önce söylemediniz ki!" şaşkın bir ses tonuyla konuşmuştu kız.

"Allah'ım sana şükürler olsun, bizi büyük bir dertten kurtardın Ceren." minnettar bir gülümseme koyuverdi konuşmanın ardından Serhat.

"Kızım ne olur artık bizi odamıza götür, yorgunluktan ölmek üzereyim günlerdir doğru düzgün uyku uyuyamadık." bayılacak gibi konuşuyordu babası.Bunun üzerine kız hemen biletlerinde ki oda numarasına baktı.'VIP-1/1' ibaresi hemen dikkatini çekmişti ve şaşkınlığını gizleyemeyerek;

"Demek geminin en lüks dairesinde kalıyorsunuz ha? Bu harika, sizin adınıza çok sevindim fakat epey para harcamış olmalısınız ancak buna değeceğine size yemin edebilirim." dedi gülümseyerek.Serhat'ın ve annesinin babasına aynı anda attığı hem sert hem şaşkın bakışlara aldırış etmeden onlara peşinden gelmelerini işaret ederek dördüncü kata doğru yola çıktılar.

Köprü üstünde bir hareketlilik vardı.Andromeda'nın ikinci kaptanı Ivan Daksev, emri altında ki insanlara emirler yağdırıyordu.Hiç kuşkusuz ki aldığı yetmiş bin dolar maaşından olmak istemiyor ve her şeyin eksiksiz olması için çaba sarf ediyordu.

"Rota iki yüz yirmi derece." otoriter bir sesle dümeni tutan serdümene vermişti bu emri ve geri cevap bekliyordu.

"Rota iki yüz yirmi derece." sakin bir ses karşılık vermişti emre ve bu ses rotanın iki yüz yirmi derecede olduğunu doğrulamıştı.

"Pekala baylar, halatları çözün ve motora on knot güç verin kalkıyoruz." elinde ki telsizin mandalına basarak gemi içi iletişimde kullanılan on beşinci kanalda, geminin pruvasında bekleyen üçüncü kaptana ve pupasında bekleyen dördüncü kaptana vermişti bu emirleri.

'Halatlar alındı' , 'Motora güç verildi' telsizden sesler ardı ardına onar saniye arayla gelmişti.

"Sancak yirmi, ağır yol ileri." sert ve ifadesiz bir cümle kurmuştu ikinci kaptan.

"Sancak yirmi,ağır yol ileri." karşılık üç saniye sonra gelmişti.

Yaklaşık yarım saat sonra limandan çıkıp Pasifik Okyanusu'nun büyüleyici maviliklerinde yol almaya başlamışlardı.

"Baba, şu Trabzonspor'un hali ne olacak ya ?" elinde ki pudingi kaşıklayarak yerken konuştuğu için dişlerinde siyah siyah lekeler görünmüştü Serhat'ın.

"Bilmiyorum oğlum, bu sene bir bok olmaz bakalım seneye inşallah umudum var yani." kral dairesinin kuş tüyünden yapılmış yatağında karısı omuzlarına masaj yaparken konuşmuştu babası ve ses tonu oldukça huzurlu olduğunu gösteriyordu.

Yaklaşık 65 deniz mili mesafe kat ederek yolu neredeyse yarılamışlardı.Gemi okyanus üzerinde uzaktan bakıldığın da bir dünya gibi görünüyordu,gecenin karanlığını hiçe sayarcasına atmosfere yansıyan kuvvetli ışıklar, okyanusun sessizliğini yırtan doksanların klasik müzikleri,geminin pervanelerinin buz gibi Pasifik suyunu binlerce ton kuvvetle dönerek itmesinden kaynaklanan ses dalgalarının okyanusta yarattığı acı verici his, hiç kuşkusuz ki suyun görünen sakinliğinin yanıltıcı olduğunun göstergesiydi.Zira geminin geçtiği kısımlarda yaşayan su altı canlıları sakin ve monoton giden hayatlarının bir anda böylesine bir gürültüyle değişmesini hoş karşılamıyormuş gibi çılgınca suyun üzerinde zıplayıp duruyorlardı.Fakat bunun bir faydası olmadığının farkında olamayacak kadar akılsızlardı, çünkü gemide ki herkes eğlenmekle meşguldü.
Ancak hemen birkaç dakika sonra kopan gümbürtü bu canlıların sırf monoton giden hayatlarına aldıkları darbe yüzünden olmadığını kanıtlar niteliğindeydi.Pasifik Okyanusu'nu disko topu gibi sağa sola ışıklar saçarak renklendiren Andromeda gemisinin yarattığı ışık haznesi yerini devasa bir alev şelalesine bırakmıştı.Birkaç saniye önce ki eğlenceli gemiden duyulan feryatlar, ölümle burun buruna gelen insanların korkularının kokuları, Azrail'i görenlerin onu kovmak istercesine giriştiği dövüş yüzlerce mil ötelerden bile duyulabilecek büyüklükteydi.Issız okyanusu renklendiren geminin biraz önce ki yarattığı etki şuan ki patlamanın yanında dünya ile bir bina arasında ki ilişki kadar farklıydı.Böylesine bir patlamadan sağ kurtulmak oldukça zordu ve görünen o ki zaten pek çok kişi kurtulmuş sayılmazdı.


İyi eğlenceler arkadaşlar  :cool:

Düzenleme: Arkadaşlar ilk iki bölümü düzenledim, dileyenler tekrar okuyabilirler.

Düzenleme 2: Kral doğuyor adlı bölümü tekrar düzenledim.
 
Nihbrin said:
İmla hatalarına değinmeyeceğim, farkındasın zaten yorumlardan da anlaşılıyor. Yeni bölüm yayınlamak yerine elden geçirmen gerekiyor. İlk bölümün tamamını ve ikinci bölümü yarısına kadar okuyabildim. Fikir güzel mi? Tartışmaya açık bir konu. Bence pek fazla iyi değil. Çünkü bunu yabancı bir versiyonunu okumuştuk öncesinde. Percy Jackson adı altında. Hatta bir sahnesi bile aşırı benzer geldi  bana. Tuvaletlerin fışkırması. Biraz esinlenme var gibi.

Fazla bir nanesi yok açıkçası. Daha ilk başlarda garip bir betimleme var, bir benzetme var. Çalar saati tokatlamak. Oldukça garipsedim bunu. Alışagelmişin dışında. Olmamış yani. Musluktan da tık tık ses gelmez, şıp şıp gelir gelse gelse. Çok fazla betimleme yapmak isteyip, eline yüzüne bulaştırmışsın. Ama yine de güzel betimlemeler yok değil. Hakkını verdiklerin de var. Hikayede kurguda ilk bölümde zaman bölünmüş. Pazar günündeyken, okuldalar bir anda. Okurken ne oluyoruz diyor insan. İmla hataları çok, kelime yazımlarında hata çok. Bunlar okuyucuyu hikayeden iten şeyler. Umarım düzeltirsin.

Karakter aşırı şişirilmiş, ego ile harmanlanmış geldi. İtici buldum. Bir kahramandan çok, egolarının içerisinde kaybolmuş biri gibi geldi. Süreli bir küfür, kavga içerisinde olması, yakışıklı ve özelliklerinin yerinde olması, beni bu hikayeden iten şeyler. İlerde ki bölümlerde var mı bilmiyorum ama en azından bir kaç eksisi olabilirdi karakterin. Sürekli pozitif, artı özellikler de bir yere kadar.

Konu düzeni iyi gibi sadece renkler daha iyi olabilirdi. Okyanus Kralı sonuçta. Sürekli deniz, okyanus gibi şeylerle haşır neşir olacağız anlamına geliyor. Başta ki kırmızı yazı yerine, konuda hakim olarak başlı başına mavi tonları kullanabilirdin. Bir kaç resim ekleyip, okuyucuya yorum bırakabilirdin. Yani bölümlerle alakalı resimler. Az okuyabildiğim için az yorum yapabilirim.

Resim olayını düşüneceğim, güzel olabilir.Fakat fikir konusuna gelirsek Percy Jackson ile aslında alakası bile yok kurgunun.Yani orada bildiğiniz gibi olay Yunan Mitolojisi ile alakalı ilerliyor.Orada ki olay bambaşka yani.Tanrılar,tanrıların melez çocukları, titanlar vb.Burada ki kurguda ise, okyanusun derinlerinde insanlardan daha önce bu gezegene yerleşmiş canlıların, insanların egolarından ve dünyayı sahiplenmelerinden sıkılarak dünyanın gerçek sahibinin kim olduğunu onlara göstermeye can atan bir ırk ile, okyanusların yüzyıllardır koruyuculuğunu yapan bir diğer ırkın çatışması anlatılıyor.İşler bir noktada kesişiyor, gücünü kaybetmek istemeyen taraf ile insanoğlunu yıkıma götürmek isteyen taraf bir insanda çatışıyor.Serhat bir tarafın kurtarıcısı olma durumunda olduğu için diğer tarafın hedefi haline gelmiş durumda.Eğer başarabilirse insanoğlunu bu yıkımdan kurtaracak.Olaylar bambaşka yani, fakat suyu kontrol edebilme konusunda Percy'ye benzediği doğrudur.Malum kahramanımız 'Okyanus Kralı' olacağı için suya haşır neşir olmuş olması gerekiyor.

Eleştiriniz için teşekkür ederim, umarım kalan bölümleri de okursunuz, asıl aksiyon sonra ki bölümlerde zaten  :wink:
 
Patlamadan birkaç gün önce...

Karanlık onlar için korkunun değil, gücün simgesiydi.Yıllardır süregelen barış dolu bir okyanus hayatı onları çileden çıkartıyordu.Kötülük için yaratılmışlardı, iyilerden nefret ediyorlardı.Asırlardır okyanusları sarmış bu dev iyilik sarmalında bir delik açmak için planlar yapıyorlardı.Nihai hedefleri dünyayı ele geçirmekti.Fakat dünyanın liderliği ile aralarında ki tek engel, okyanusların koruyuculuğunu üstlenmiş dev Pafi İmparatorluğu'ydu.Pafi ırkının kökünü kazımalıydılar, ancak o zaman kutsal gücü yanlarına alarak insanoğlunun karşılarına çıkabilirlerdi.Kötülüğün dünyada ki temsilcileri, şeytanın kadim dostu Tırap ırkı, atalarının miras bıraktığı haritalar yardımıyla mistik bir kütüphaneye ulaşmışlardı.Bu kütüphanede yazılan kitaplar, yer alan belgeler ve deneyler on binlerce yıl öncesine aitti.Hepsi kadim büyülerin anlatıldığı, insanoğlunun sonunu getirebilecek bilgileri barındıran tehlikeli eserlerdi.Tırapların elindeyse bu tehlike, yıkım ve kaosun habercisi niteliğine erişebilirdi.Tek sorun bu eserlerin dillerine çevrilmesiydi.Anlayamadıkları şeyi uygulamaları mümkün değildi.Fakat bazı bilgileri deşifre etmeyi başarmışlardı.Bu bilgiler, efsanevi yaratıkları ve hayvanları canavarlara dönüştürebilme sanatlarını anlatıyordu.Tıraplar bir ordu hazırlıyordu, devasa bir ordu.Katil köpek balıklarından, dev yengeçlere, dev yengeçlerden kukla haline getirdikleri kılıç balıklarına, kılıç balıklarından bir tankın bile zorlukla delebileceği güçlükte doğal kalkan haline getirilmiş koca istridyelere değin uzanan bir egzotik orduydu bu.Bilgilerin devamını deşifre etmeye çalışıyorlardı, orduya yeni yaratıklar eklemek hiç kuşkusuz ki güçlerine güç katacak ve karşılarında kimse duramayacaktı.

"Bana hemen Saka komutanını çağırın." kalın ve çirkin sesiyle huzurunda ki zorba yaratığa emri veren Wola'ydı, kötülüğün kralı zalim Tırap.Bulunduğu yer Hint Okyanusu'nun ortasının biraz güneyinde kalan muazzam Tırap kalesiydi.Kalenin duvarları insanoğlundan çaldıkları teknolojilerle donatılmış ve ele geçirilmesi imkansız bir korkuluğa dönüşmüştü.Duvarların dış yüzeyi, her türlü darbeye dayanıklı bir tür demir-çelik alaşımından yapılma zırhla kaplıydı.Ne bir tank, ne bir balina bu duvara zarar verebilirdi.Muhtemelen ufak bir delik açmak için, bir tank ordusu gerekliydi.Yüzeyde, kalenin etrafını saracak şekilde onar metre arayla dizilmiş nişancı delikleri vardı.Bu delikler üç yüz altmış derece dönebilen bir mekanizmayla donatılmıştı ve arkasına geçen nişancılar kullandıkları silahlarla, ölmeleri imkansızmış gibi atışlar yapabiliyorlardı.Savaşta her şeyin psikolojik üstünlüğe bağlı olduğunu düşünürsek, bu ölümsüzlük hissi ile donanan nişancıların yaptıkları atışların karşılarında kimse olmak istemezdi.Kalenin içi yalnızca garnizonla doluydu, akademiler, savaş alanları, askeri kamplar, dövüş arenaları ve nöbetçi kulelerinden oluşuyordu.Tırap ırkı zaten yağmacı bir düzenle geçindiği için, hepsinin kendi depoları vardı ve hepsi kaçak yaşıyordu.Pafilerin devriyelerine yakalanmamak için bu depoları okyanusun dibine gömülü halde inşaa ediyorlardı.Çevrede ki toplumların hazinelerini çalarak geçinen bir ırktı Tırap'lar.Kalenin içinde ki tahtın bulunduğu geniş ve tavanı yüksek odada oturan Wola, savaş istiyordu.Kan akıtmak istiyordu,yüzgeç doğrayıp köpek balıklarına yedirmek istiyordu.Pafi kralını ayaklarının altına alıp bütün okyanus halklarının önünde öldürmeyi planlıyordu.Güç delisi ve katil bir liderdi.Okyanusun kralı olmak onun için pahabiçilemez bir şehvetti.Asırlardır gizli tuttuğu bu savaş hazırlıklarının artık gerçekten bir savaşa dönüşecek olması onun bu sıralarda neden etrafına mutluluk saçtığını açıklıyor olmalıydı.

Saka'lar Tırap ırkının yıllar önce insanoğlundan çaldığı altın değerinde ki bir bilginin ürünü olan birimin adıydı.Kısa boyları başlangıçta etraflarına güçsüz bir imaj yansıtmalarına neden olsa da, sonrasında yaptıkları operasyonlarda ki gösterdikleri çeviklik,hız ve güçleri ile bunun doğru olmadığını bütün ülkeye kanıtlamışlardı.Görüşleri diğer canlılardan daha keskindi.Su içinde ki manevra kabiliyetleri,zekaları hiçbir canlının yaklaşamayacağı kadar iyiydi.On yedi kişiydiler.Wola'nın casusları, bu birimin kullandığı dövüş stilini ve sahip oldukları gücü insanoğlundan çalmıştı.Polat adında bir bilim adamı ile Eser adlı usta dövüşçünün ortak projesi olan 'Parçala'yı ele geçirmek onlar için çok zor olmamıştı.Okyanusun yüzlerce metre altında yaşayan canlıların binbir türlü operasyonla çalmaya çalıştıkları bu bilgileri insanoğlunun önemsememesi ne kadar garip bir durumdu.

Dövüş stili ilk olarak bir bilgisayar yardımı ile Eser'in hareketlerini kaydetmesiyle başlamıştı.Polat'ın ürettiği ilaçlar, Eser'in hareket kabiliyetlerini büyük ölçüde arttırmıştı.Tarihe dönüp araştırma yaptıklarında karşılarına çıkan önemli savaşlarda ki tarafların zayıflıkları,kullanılan savaş taktikleri ve askerlerin ölüm nedenlerini keşfederek ortaya kusursuz bir suikastçi sistemi çıkartmışlardı.Fakat tek sorun bu sistemin serum haline getirilmesiydi.Daha sonrasında bu serumlarla sıradan bir çocuğu bile dehşet verici bir savaşçıya dönüştürebilirlerdi.Hareketler Eser sayesinde bilgisayara yükleniyor ve Polat'ın iğnelerine doldurabilmesi edebilmesi için bir tür sıvı üretiyordu makine.Eser'in hareket yeteneği bir yerden sonra yerinde sekmeye başladı.Seruma ekleyecekleri dövüş yeteneklerini kaynağı böylece tıkanmıştı.Ancak tek umutları Polat'ın bilgisayar programının insan dna'sının üzerinde yaptığı ince oynamalarla ortaya çıkan muaazam güç,zeka ve hızın bu dövüş yeteneği eksikliğini tamamlayabilecek olmasıydı.Ama Eser ürettikleri bu iğneleri denemeye korkuyordu.İğnelerin oluşturabileceği yan etkileri keşfedememişlerdi o dönemde.Proje bu safhada tıkanmıştı ve her ikisi de bu durumdan oldukça mutsuzdu, çareyi denek insanlar aramaya başlamakta buldular.Her gün yeni birilerini getirip serumu deniyorlardı.Fakat sonuç pek iç açıcı değildi, üstün bir savaşçıya dönüşen denekler bir gün bile dayanamadan ölüyorlardı.Üstelik bunun sebebini bilmiyorlardı.Bu aşamada devreye Tırap casusları girmişti.Projeyi ve kaydedilen ilerlemeyi yürütüp geliştirerek kendilerine birer ölüm makineleri yaratmışlardı.Tırap ırkına mensup özenle seçilmiş yaratıklar üzerine uygulanan proje sonucu ortaya, kısa boylu geniş omuzlu fakat omuzlarına rağmen sıska sayılabilecek vücutlu,yüzgeçleri diğer canlılara oranla daha geniş ve kalın, kasları oldukça kuvvetli ve şişik, boyunları kısa fakat kafaları vücutlarına oranla büyük sayılabilecek, birer suikastçı olmuşlardı.

"Emredin efendim." dedi komutan eğilerek.

"Beni dikkatle dinle." tok ve gür bir ses kullanıyordu, ister istemez karşı koyamıyordu karşısında ki.

"Tahminen üç gün sonra bir gemi Hawaii sularına doğru yaklaşacak.Sizden bu gemiyi imha etmenizi istiyorum.Görev çok gizli, gemiden kimsenin ama kimsenin sağ çıkamayacağından emin olmadan sakın o boktan yüzlerinizi buraya getirmeyeceksiniz." bir tepki alamayınca, "Anlaşıldı mı ?" diye ekledi, öfke hissini yosun kokulu ses tonuna katarak.

"Evet efendim." cılız fakat kendinden emin bir ses tonu kullanmıştı komutan.

"Haydi işe koyulun o halde, sakın beni başarısızlığa uğratmayın."

Komutan ekibinden on kişiyi bu önemli operasyon için seçmişti.Grubun en hızlı yüzen ve en etkili suikastçilerini bulmakta çok zorlanmamıştı.Grubu karargahlarında toplanmak üzere çağırmıştı.Hızlıca görevin gizliliğinden bahsederek konuşmaya girişti.

"Görev çok basit, bul ve imha et.Bu görevi de her zaman ki gibi başarıyla tamamlayacaksınız.Gemi yaklaşık olarak saatte otuz deniz mili hızıyla ilerleyecek.Eğer hemen yüzgeçlere asılırsanız iki gün sonra Hawaıı'nin altmış deniz mili açıklarında bir noktada yakalayacaksınız.Bu operasyona özel bir sürpriz hazırladım." bulundukları odanın uzak köşesinde yer alan masayı işaret etti.

"Şu çantayı almayı unutma Zorat, operasyonun lideri sensin."

Zorat ekibin en başarılı üyesiydi.Katıldığı operasyon sayısı, Saka'ların ilk üyesi olduğundan ötürü diğerlerinden fazlaydı ve operasyonda elde ettiği başarılar onu diğerlerinin arasında sivriltiyordu.

Pek konuşkan biri olmayan Zorat, kafasıyla komutanı onayladı ve çantayı geniş omuzlarına atarak ekibe bir işaret verip odadan ayrıldı.Operasyon başlıyordu.Normalde seyahatlerde özel tasarlanmış ve eğitilmiş deniz atları kullanılırdı.Fakat bu ekip sıradan halk gibi vasıfsız değildi, kendileri bu atların üç kat hızına erişebiliyorlardı.Zorat ve diğerleri Hint Okyanusu'nun en azılı suikastçileriydi.Bu okyanusun sınırları içerisinde yüzerken diğer hiçbir canlı onlara yaklaşmayı bırakın, bakmaya bile çekiniyorlardı.Zorat tahmini varış noktalarına yaklaşırlarken, komutanının verdiği çantayı kolaçan etmeye karar verdi.Henüz gemiyi nasıl imha edeceklerini düşünmemişti, genelde düşünmezdi de zaten.Doğaçlama yaşamaya bayılırdı, belki de üzerinde uygulanan kadim büyülerle tarçınlanmış insan icadı serumun bir yan etkisiydi bu.Fakat umurunda bile değildi, halinden memnundu.

Çantayı açtığında karşılaştığı şey su dünyasının belki de en yıkıcı savaşçısı olan Zorat'ın bile yüzgeçlerini titretmişti.Çantanın içinde on tane deniz kestanesi boyutlarında,Pasifik Okyanusu'nun Kaliforniya kıyılarında yetişen ender rastlanan yosunlarla kaplı, mercandan oyulmuş şeytanın temsili çirkin yüzü vardı.Bir Tırap efsanesine göre, kadim büyülerin hakim olduğu dönemlerde yaşayan bir büyücü, mistik kuvvetlerle bir tür akıllı patlayıcı yaratmıştı.Başlarda bunu çeşitli gösterilerde kullanırken daha sonraları şeytanın varisi olduğu iddaa edilen bir başka büyücü bu gücü ondan çalmış ve biraz geliştirerek savaşlarda kullanmış.Bu patlayıcıların dinleme yeteneği varmış.O dönemde kullanılan kadim dil ile onlara emirler verebiliyorlarmış.Fakat daha sonraları daha güçlü bir büyücü çıkıp bu patlayıcıları yaratanları cezalandırarak bu büyüyü engellemek için karşı bir büyü yapmış.

"Ama efsaneye göre bu patlayıcıların tekrar yapılması imkansız olmalıydı." istemeden mırıldanmıştı suikastçi.Çantanın içinde patlayıcıların yanında bir de kağıt yer alıyordu.Kağıdı kaldırıp okuduğunda istemeden sırıtmıştı. Wola'nın efsanevi kılıcının damgalandığı kağıtta,

'Wola'nın öfkesini onlara tattır,dünya yalnızca Tırap ırkınındır.' sözleri ve hemen altında patlayıcılara verilecek olan emirlerin kadimce tercümesi yer alıyordu.

Aklında bir plan şekillenmeye başlamıştı.Dev gemiyi on farklı noktadan aynı anda vuracaktı.Omurgasından, baş omuzluğundan, makine dairesinden, köprüüstünden ve yolcuların yer aldığı katlardan vuracaktı.Dinlenen ekibine bir işaret vererek toparlanmalarını istedi ve eskisinden daha hızlı bir tempoyla yüzmeye başladılar.

Gemi görüş açılarına girmişti.Yaklaşık kırk deniz mili vardı aralarında.Zorat ekibine dur işaretini yaptı ve toplanmalarını işaret etti.Pasifik Okyanusu'nun serin suları onları biraz üşüttüyse de hiçbiri bunu önemsemeyecek kadar düşünceliydi.

"Gemiyi on noktadan vuracağız.Ben patlayıcıları yönlendirdikten sonra işaretimi bekleyin.İşaretimle birlikte saldırıya geçeceğiz ve geminin etrafını saracağız.Kimsenin sağ çıkmadığına emin olun.Sak..." konuşurken gözleri bir anda yaklaşık on mil yanlarından geçen yunus sürüsüne takılmıştı.Yunus sürüleri Tırap ırkınca nefret edilen bir unsurdu.Onlar iyiliğin denizlerde ki yegane temsilcileriydiler ve Tırap ırkı yağmalamaya çıktıklarında görülen yunus sürülerinin uğursuzluk getireceğine inanırlardı.Bu operasyonda bir tür yağma niteliğindeydi ve Zorat bir an başarısız olduklarını düşünmeden edemedi.Düzinelerce operasyona katılmıştı fakat hiç birinde böyle bir olayla karşılaşmamıştı.Silkelenerek bu düşünceleri aklından çıkartıp elini çantaya attı.Patlayıcılara talimatlara uygun bir dille emirleri vererek, patlamaya hazır hale getirdi.Artık tek yapması gereken gemiye yaklaşıp, patlayıcıları göndermekti.Daha sonrası kolaydı, gemi havaya uçacak ve Pasifik Okyanusu'nun derinliklerine gömülerek, unutulmaya yüz tutacaktı.İçerisinde olan yüzlerce insan umurunda bile değildi.Irkının geleceği için her şeyi yapardı ki aldığı eğitim ile maruz kaldığı büyülü ilaç aksini düşünmesini olanaksız kılıyordu.İnsanoğlu ölmeliydi, kökleri kazınmalıydı.Dünya onlardan arındırılarak, bekaretini geri kazanmalıydı.Sonrası kolaydı, bütün kara parçalarını suya indirecekler ve dünyada ayak basılacak tek bir toprak parçası kalmayacaktı.Tırap ırkı başa geçecek, ve zalimlikleriyle her canlıya zulmedeceklerdi.Bu emelleri aklında canlanırken patlayıcılar yola çıkmıştı bile.Ekibine işaret vererek yerlerine geçmelerini bekledi.Yaklaşık bir dakika sonra gemi havaya uçacaktı.Dünyanın en büyük ve en ihtişamlı gemilerinden olan Prenses Andromeda, az sonra bütün galaksiye bir şölen yaşatacaktı.

Ve zaman durdu.Zolat kafasını çevirdiğinde duyduğu tıkırtı, patlayıcıların imha edileceğinin sinyaliydi.Aynı zamanda dev bir alev topu Pasifik Okyanusu'nu aşağıdan sarmıştı.Her bir su molekülüne nüfuz etmişti patlamanın sıcaklığı.Geminin etrafında ki her canlı erimişti aynı anda.Buradan şeytan bile kurtulamazdı.

Diğer bölümlere nazaran biraz daha uzun oldu bu bölüm.Keyifli okumalar diliyorum, yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.
 
Back
Top Bottom