İnsanoğlu tarihinin en garip savaşlarından birine tanık olacak.
Binlerce yıldır yanı başlarında yaşadıklarını fark etmedikleri tuhaf varlıklar onları ölümle tehdit ediyor.
İnsanoğlu böylesine bir dünya savaşını kaldırabilir mi ?
Bütün insanoğlunun kaderi onun vereceği karara bağlı.
İnsanoğlunu ölüme mi terk edecek ? Yoksa dünyayı kurtaran adam mı olacak ?
Tek şansları Serhat...
Neden hep dünya Amerikalı kahramanlar tarafından kurtarılıyor ki ? Neden bütün uzaylılar New York'a iniyor ?
Ben bu oyunu bozarım arkadaş !
Bir Türk, bir Karadenizli, bir tehlike !
Dünyayı kurtaran kişiyi, okyanusların kralını takipte kalın.
Binlerce yıldır yanı başlarında yaşadıklarını fark etmedikleri tuhaf varlıklar onları ölümle tehdit ediyor.
İnsanoğlu böylesine bir dünya savaşını kaldırabilir mi ?
Bütün insanoğlunun kaderi onun vereceği karara bağlı.
İnsanoğlunu ölüme mi terk edecek ? Yoksa dünyayı kurtaran adam mı olacak ?
Tek şansları Serhat...
OKYANUS KRALI
Bir pazar sabahıydı, saat 11.00'i gösterirken Serhat çıldırmışcasına hemen yanı başında ki komidinin üzerinde duran çalar saati tokatlıyordu.
"Kes sesini siktiğimin şeyi, uyumaya çalışıyorum lan!"
Kafasını yastığına yüz üstü gömmüş bir yandan saati tokatlarken bir yandan uykusuna tekrar dönebilmek için Allah'a yalvarıyordu.
"Allah'ım ne olursun rüyama devam edeyim, o rüya bitemez Büşra'yı biraz daha görmek istiyorum Allah'ım yalvarırım!"
Büşra okulun en güzel, en çekici ve en cazibeli kızıydı.Okulda ki bütün erkekler Büşra'dan hoşlanırlardı ve Serhat bu hayran kitlesinin başını çekiyordu.Evet diğerlerine göre birkaç adım önde denebilirdi.Tabii ki bunu sarıdan dönme kahverengi gibi görünen ilgi çeken saçına, bakıldığın da berrak bir denizden farksız masmavi gözlerine, diğer çocuklara nazaran daha uzun olan boyuna ve atletik vücuduna borçluydu.Ancak hayatta en nefret ettiği şey olan utangaçlığı belki de yeni bir 'Leyla ile Mecnun' efsanesine engel oluyordu.
Birden odanın içini korna sesleri, süratle seyreden araçlardan çıkan motor sesleri ve araçlara söven insanların sesleriyle doldu taştı.Saati tokatlamayı kesen Serhat irkildi ve tekrar uyuyup uyumadığını anlamaya çalıştı.Aniden oda aydınlanmış, sapsarı güneş loş ortamı kovmuş ve odayı ışınlarıyla doldurmuştu.Serhat hızla kafasını geriye çevirip kıçını kontrol etti.
"Ulan kıçım açık mı kaldı gece benim, neler oluyor ?"
Pencerenin kenarında bekleyen annesini görememişti henüz.
"Kalk artık çocuğum bugün Pazar ve kahvaltı sofrasında seni bekliyoruz babanı daha fazla kızdırma da hemen aşağıya in." dedi kolları göbeğinin hemen yukarısında sarılı olan ve dik dik Serhat'a bakan annesi.
"Anne yaaa.." Serhat'ın sesi yastığın oluşturduğu engelle boğuk ve kısık çıkmıştı.Birden sıcacık, uğruna canını bile verebileceği, bir korsan gemisi deseni bulunan yorganı üzerinden ışık hızıyla uçuverince yerinden sıçradı.
"Lanet olsun Pazar gününe, lanet olsun Pazar kahvaltısına, lanet olsun Pazar'ınıza laneet!" diye gürledi.
Sıkıla sıkıla, en sevdiği kırmızı renk üzerine mavi şeritlerle şekil verilmiş dar hırkasını üzerine geçirip, içine beyaz rengin üzerine dalgalı bir deniz resmedilmiş tişörtü ile, bacaklarına yapışan siyah kot pantolonunu giydi ve mutfağa doğru yürüdü.Mutfağa giden koridora girdiğin de banyonun yanından geçmek zorunda kalıyordu.Banyonun kapısı açık kalmıştı ve içeriden ağır ağır musluktan akan suyun sesini duydu.Önce 'Kendi kendine durur herhalde' diye düşünerek birkaç adım attı, fakat 'Ya durmazsa ?' sorusu bir anda beynine hücum etmiş ve söve söve geriye dönmüştü.
"Öyle boktan bir gün ki, şu musluğun köküne koymak istiyorum.Ne diye tık tık ses çıkartırsın ki ? Ne diye akarsın ? Ne diye beni yolumdan edersin piç!" diyerek banyoya adımını atmıştı ki suyun bir anda durduğunu görünce ani bir şok psikolojisine girmişti.Akan su durmuştu ve sebebini bilmiyordu.Pazar gününden nefret etmesi, sabah erkenden uyandırılması ve kahvaltı yapma zorunluluğu zihnini yeterince bulandırmışken akan suyun kendi kendine durmasına bir türlü anlam veremiyordu ve haklıydı da musluktan akan su kendi kendine nasıl durabilirdi ki ?
Bütün bu soruları bir kenara bırakarak, mutfağa doğru ilerledi.Burnunu dolduran bol kaşarlı,biberli ve bahçelerinde yetiştirdikleri o leziz domatesin tereyağıyla karışıp, menemenin alt yapısını oluşturan kokusu onu kendinden geçirmişti.Adımlarını hızlandırdı ve mutfağın kapısından içeri daldı, gördüğü manzaranın odasından çıkıp mutfağa gelene kadar zihninde canlandırdığı manzarayla aynı olduğunu görünce sinsice gülümsedi ve ellerini birbiriyle ovuşturarak masada ki yerine hızlıca oturdu.
"Ooo, hoş geldiniz Serhat Bey.Soframızı şereflendirmeniz bizi onurlandırdı, lütfen lütfen rahat oturun tıpkı sizin evinizin bir kahvaltı sofrasıymış gibi!" dalga geçtiğini belli edercesine sırıtıyordu babası.
"Ya baba bıkmadın değil mi şu espriyi her Pazar sabahı yapmaktan ?" bütün olumsuz enerjisi bu kahvaltının şerefine dağılmıştı ve babasının bunu tekrar bozmasına izin vermeyecekmiş gibi kendinden emin bir ifadeyle konuşmuştu Serhat.
Babası yuvarlak masanın balkon kapısına bakan kısmında oturuyordu,manzaralı yemek yemeye bayılırdı.Annesi her zaman ki gibi sofra da boş nokta kalmayana kadar doldurmakla meşguldü ve genelde masada pek oturmazdı, sürekli kalkıp unuttuğu eksiklikleri tamamlardı.
Her Pazar olduğu gibi kahvaltı faslından sonra, Karadeniz'in hırçın denizinin kenarına arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyordu.Fakat bu Pazar yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.Samsun şehri sanki denizden çıkıp, solunum yapamayan bir hamsi balığı gibi çırpınıyordu.Her zaman yürüdüğü o yol uzamıştı, sanki sonsuza dek uzanıyor gibiydi.Sağa bakıyor,sola bakıyor ama o Pazar günleri şen şakrak eğlenen mahalleliyi, birbirlerine yolun bir yanından diğer yanına karşılıklı sürekli şaka yollu sataşan bakkal Nuri amca ile berber Hüseyin ağabeyi, sokakta ki çöpleri süpüren ve süpürürken alçak sesle mahalleliye küfürler yağdıran tatlı,ton ton Murat amcayı göremiyordu.Herkes birden nereye kaybolmuştu ? Zaman durmuş gibiydi, her şey ağır çekimde ilerliyordu sanki.Serhat bacaklarına baktı, arkadaşlarının hızlı adım atıyorsun diye şikayet ettiği Serhat şimdi kaplumbağa gibiydi sanki.Bir ses işitti o an, ince fakat yoğun ve kulak tırmalayıcı fark edilmemesi imkansız bir ses.Bir şeyler söylüyordu fakat Serhat anlayamıyordu, sanki kendine çağırıyormuş gibiydi onu.
Birden sahilde hırçın beyaz dalgalara bakarken buldu kendini.Neler olduğunu anlayamamıştı, 'Ne ara buraya geldim ben ? ' diye düşünüyordu kendi kendine.Biraz evvel yaşadığı o şey, hayal miydi ? Yoksa zihninin ona oynadığı bir oyun mu ? Bir rüya mıydı yoksa ? Ama insanlar uyanıkken rüya göremezlerdi ki. Bu düşünceler beynini tırmalarken bir anda 'Serhat!' diye gelen bir sesle irkildi ve bu düşünceler aklından uçuverdi.Yusuf'tu bağıran, Serhat'ın en yakın arkadaşıydı, beraber doğduğu ve hastanede yan yana küvez de kaldığı çocukluk arkadaşı.Kader onları sanki birbirlerine yoldaş olsun diye bir araya getirmişti, her yemeği paylaşırlar, her kavgaya beraber gider ve her sorunu beraber çözerlerdi.Yusuf'un sesiyle o büyülü anlar son bulmuş ve Serhat kendini Pazar gününün monotonluğuna bırakarak arkadaşlarının yanına doğru yürümüştü.
Mavi gözleri, sarı ve kıvrımlı beline dek uzanan saçlarıyla okulun bahçesinde karşı bankta oturan Büşra'yı izliyordu.Kız sağ elinde bir kağıt tutuyor ve sol elinde ki kalemi ağzına götürerek bir şeyler söylüyordu.Serhat kızı duyamayacak kadar uzaktaydı fakat şarkı söylediğine emindi.Dudaklarını okumaya çalışıyordu.Söylediği şarkı önce ki yıl okulun mezuniyet için yaptığı eğlence gecesinde onunla beraber sahnede seslendirdikleri 'MFÖ-Ele Güne Karşı' şarkısıydı.'Ama neden kağıda bakarak söylüyor ki ? Zaten ezbere bilmiyor muydu o şarkıyı ?' soruları karşısında afallamıştı.Ama kim bilebilirdi ki belki de kız başka bir şarkı söylüyordu.Kızın yanına gelip oturan iri yarı çocuk Büşra'ya bir şeyler anlatmaya başladı.Anlatırken sırıtıyor fakat kızın yüz ifadesine bakıldığın da öfkeleniyor gibi görünüyordu.Serhat birden kıpkırmızı olmuş, zihni öfkesi tarafından kuşatılmıştı.Kalkıp çocuğun üzerine çullanıp, çocuğu öldürene dek yumruklamak istiyordu fakat okulun kuralları karşısında duran en büyük engeldi.Büşra bir anda çocuğa tokat atıp kalkınca Serhat yerinden ok gibi fırladı ve 10 metrelik mesafeyi 2 saniye de kapatarak Büşra ile iri yarı,kaslı ve yakışıklı çocuğun arasına attı kendini.
"Uzaklaş ulan hemen kızdan piç!" dedi hiddetle.
Karşısında ani bir öfkeyle parlayan ve masmavi gözlerini üzerine diken bu tehditkar genci gören çocuk afallayarak birkaç adım geriledi.
"Sen de kim oluyorsun it!" diye çıkıştı.
Büyük bir kavganın başlayacağını sezen Büşra kendini araya attı.Zira bu hareketi ile belki de iki delikanlının da hayatını kurtarıyordu.
"Siz ikiniz ne saçmaladığınızı zannediyorsunuz böyle ? İkiniz de def olup gidin buradan hemen !"
Kızın ses tonu öyle huzur verici öyle tatlıydı ki bu ani çıkışıyla sesi iki yakışıklı hayranının da içlerinin en derinlerine nüfuz etmişti.İki genç de öfkelerini unutarak birden sakinleşti ve kıza bakakaldılar.Ortamda bir süre sessizlik oluşmuştu ve bunu bozan Serhat'ın çocuğa sol kaşıyla yaptığı işaretti.Hemen karşılarında kalan tuvaleti işaret ediyordu, çocuk mesajı anladı ve arkasını dönerek uzaklaştı.Serhat doğruca tuvalete gitti ve içeride ki çocukları hemen dışarı çıkartarak rakibini beklemeye başladı.
Tuvalet dardı, beyaz parkeler üzerine bölmeli alaturka tuvalet ve karşılarında iki lavabo vardı.Lavaboların hemen solunda iki adet pisuvar yer alıyordu, tavanda otomatik yanan lambalardan vardı.Serhat kolunu giriş kapısının karşısında tuvaletin sonunda yer alan duvara yaslamış bekliyordu.Birden kapı açıldı ve içeri iri yarı çocuk girdi.Serhat'ın çabuk öfkelenen bir yapısı vardı ve Büşra'yı kızdıran, o tatlı,sevimli ve sevecen kızı on saniyeliğine de olsa kızdıran çocuğa dersini vermeliydi.
Çocuk çevik bir hareketle lavabonun üzerine atladı ve sağ ayağından destek alarak Serhat'ın üzerine sıçradı.Bu ani saldırı karşısın da bir anlık gaflete düşen Serhat son anda eğilerek kendisini çocuğun arkasına atıverdi.Çocuğun kendine güvenen tavrından ve yaptığı hamleden usta bir dövüşçü olduğu anlaşılıyordu fakat geri adım atmayacaktı.Çocuğa sol yumruğunu gösterip onun gardını almasıyla karın boşluğuna bir tekme savurdu, hamlesinin başarılı olduğunu çocuğun sendeleyerek geri çekilmesinden anlamıştı.Fakat aniden toparlanarak sağ ayağıyla karşı bir hamle yapan çocuk Serhat'ın sağ koluna vurdu ve lavabolara doğru düşmesini sağladı, hemen üzerine çullanıp Serhat'ın kafasını lavaboya sokup elleriyle üzerinden bastırdı.Serhat inliyordu ve öfke damarlarında ki her bir alyuvara kadar nüfuz etmişti.Nabzının sesini duyabiliyordu, kalbi sol göğsünü uçuracakmış gibi vuruyordu içeriden.Serhat bir anda zihninde yarım saat önce ki görüntüyü canlandırdı, çocuğun aşık olduğu kızın yanına oturup ona bir şeyler söylediği ve kızın kalkıp çocuğa tokat atıp sövdüğü anlar.Aşık olduğu kızı hiç kimse üzemezdi, o tatlılık abidesinin sinirlenmesini hiç ama hiç kimse sağlayamazdı.Tuvaletin içinde bir anda bir çığlık koptu, Serhat'ın içinden en derinlerinden gelen bir sesti bu, daha önce hiç duyulmamış türden bir ses.Okyanusun serin dalgalarının sert kayalıklara çarptıktan sonra çıkarttığı sese benziyordu bu ses.Bir anda musluktan sular fışkırmış, sular adeta dans ediyormuşcasına bir ahenkle yukarı doğru akarak bir yumruk şeklini alıp Serhat'ın kafasını lavaboya bastıran çocuğun şakağına adeta bir ağır siklet boksörünün kroşesiymiş gibi inmişti.
"Kes sesini siktiğimin şeyi, uyumaya çalışıyorum lan!"
Kafasını yastığına yüz üstü gömmüş bir yandan saati tokatlarken bir yandan uykusuna tekrar dönebilmek için Allah'a yalvarıyordu.
"Allah'ım ne olursun rüyama devam edeyim, o rüya bitemez Büşra'yı biraz daha görmek istiyorum Allah'ım yalvarırım!"
Büşra okulun en güzel, en çekici ve en cazibeli kızıydı.Okulda ki bütün erkekler Büşra'dan hoşlanırlardı ve Serhat bu hayran kitlesinin başını çekiyordu.Evet diğerlerine göre birkaç adım önde denebilirdi.Tabii ki bunu sarıdan dönme kahverengi gibi görünen ilgi çeken saçına, bakıldığın da berrak bir denizden farksız masmavi gözlerine, diğer çocuklara nazaran daha uzun olan boyuna ve atletik vücuduna borçluydu.Ancak hayatta en nefret ettiği şey olan utangaçlığı belki de yeni bir 'Leyla ile Mecnun' efsanesine engel oluyordu.
Birden odanın içini korna sesleri, süratle seyreden araçlardan çıkan motor sesleri ve araçlara söven insanların sesleriyle doldu taştı.Saati tokatlamayı kesen Serhat irkildi ve tekrar uyuyup uyumadığını anlamaya çalıştı.Aniden oda aydınlanmış, sapsarı güneş loş ortamı kovmuş ve odayı ışınlarıyla doldurmuştu.Serhat hızla kafasını geriye çevirip kıçını kontrol etti.
"Ulan kıçım açık mı kaldı gece benim, neler oluyor ?"
Pencerenin kenarında bekleyen annesini görememişti henüz.
"Kalk artık çocuğum bugün Pazar ve kahvaltı sofrasında seni bekliyoruz babanı daha fazla kızdırma da hemen aşağıya in." dedi kolları göbeğinin hemen yukarısında sarılı olan ve dik dik Serhat'a bakan annesi.
"Anne yaaa.." Serhat'ın sesi yastığın oluşturduğu engelle boğuk ve kısık çıkmıştı.Birden sıcacık, uğruna canını bile verebileceği, bir korsan gemisi deseni bulunan yorganı üzerinden ışık hızıyla uçuverince yerinden sıçradı.
"Lanet olsun Pazar gününe, lanet olsun Pazar kahvaltısına, lanet olsun Pazar'ınıza laneet!" diye gürledi.
Sıkıla sıkıla, en sevdiği kırmızı renk üzerine mavi şeritlerle şekil verilmiş dar hırkasını üzerine geçirip, içine beyaz rengin üzerine dalgalı bir deniz resmedilmiş tişörtü ile, bacaklarına yapışan siyah kot pantolonunu giydi ve mutfağa doğru yürüdü.Mutfağa giden koridora girdiğin de banyonun yanından geçmek zorunda kalıyordu.Banyonun kapısı açık kalmıştı ve içeriden ağır ağır musluktan akan suyun sesini duydu.Önce 'Kendi kendine durur herhalde' diye düşünerek birkaç adım attı, fakat 'Ya durmazsa ?' sorusu bir anda beynine hücum etmiş ve söve söve geriye dönmüştü.
"Öyle boktan bir gün ki, şu musluğun köküne koymak istiyorum.Ne diye tık tık ses çıkartırsın ki ? Ne diye akarsın ? Ne diye beni yolumdan edersin piç!" diyerek banyoya adımını atmıştı ki suyun bir anda durduğunu görünce ani bir şok psikolojisine girmişti.Akan su durmuştu ve sebebini bilmiyordu.Pazar gününden nefret etmesi, sabah erkenden uyandırılması ve kahvaltı yapma zorunluluğu zihnini yeterince bulandırmışken akan suyun kendi kendine durmasına bir türlü anlam veremiyordu ve haklıydı da musluktan akan su kendi kendine nasıl durabilirdi ki ?
Bütün bu soruları bir kenara bırakarak, mutfağa doğru ilerledi.Burnunu dolduran bol kaşarlı,biberli ve bahçelerinde yetiştirdikleri o leziz domatesin tereyağıyla karışıp, menemenin alt yapısını oluşturan kokusu onu kendinden geçirmişti.Adımlarını hızlandırdı ve mutfağın kapısından içeri daldı, gördüğü manzaranın odasından çıkıp mutfağa gelene kadar zihninde canlandırdığı manzarayla aynı olduğunu görünce sinsice gülümsedi ve ellerini birbiriyle ovuşturarak masada ki yerine hızlıca oturdu.
"Ooo, hoş geldiniz Serhat Bey.Soframızı şereflendirmeniz bizi onurlandırdı, lütfen lütfen rahat oturun tıpkı sizin evinizin bir kahvaltı sofrasıymış gibi!" dalga geçtiğini belli edercesine sırıtıyordu babası.
"Ya baba bıkmadın değil mi şu espriyi her Pazar sabahı yapmaktan ?" bütün olumsuz enerjisi bu kahvaltının şerefine dağılmıştı ve babasının bunu tekrar bozmasına izin vermeyecekmiş gibi kendinden emin bir ifadeyle konuşmuştu Serhat.
Babası yuvarlak masanın balkon kapısına bakan kısmında oturuyordu,manzaralı yemek yemeye bayılırdı.Annesi her zaman ki gibi sofra da boş nokta kalmayana kadar doldurmakla meşguldü ve genelde masada pek oturmazdı, sürekli kalkıp unuttuğu eksiklikleri tamamlardı.
Her Pazar olduğu gibi kahvaltı faslından sonra, Karadeniz'in hırçın denizinin kenarına arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyordu.Fakat bu Pazar yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.Samsun şehri sanki denizden çıkıp, solunum yapamayan bir hamsi balığı gibi çırpınıyordu.Her zaman yürüdüğü o yol uzamıştı, sanki sonsuza dek uzanıyor gibiydi.Sağa bakıyor,sola bakıyor ama o Pazar günleri şen şakrak eğlenen mahalleliyi, birbirlerine yolun bir yanından diğer yanına karşılıklı sürekli şaka yollu sataşan bakkal Nuri amca ile berber Hüseyin ağabeyi, sokakta ki çöpleri süpüren ve süpürürken alçak sesle mahalleliye küfürler yağdıran tatlı,ton ton Murat amcayı göremiyordu.Herkes birden nereye kaybolmuştu ? Zaman durmuş gibiydi, her şey ağır çekimde ilerliyordu sanki.Serhat bacaklarına baktı, arkadaşlarının hızlı adım atıyorsun diye şikayet ettiği Serhat şimdi kaplumbağa gibiydi sanki.Bir ses işitti o an, ince fakat yoğun ve kulak tırmalayıcı fark edilmemesi imkansız bir ses.Bir şeyler söylüyordu fakat Serhat anlayamıyordu, sanki kendine çağırıyormuş gibiydi onu.
Birden sahilde hırçın beyaz dalgalara bakarken buldu kendini.Neler olduğunu anlayamamıştı, 'Ne ara buraya geldim ben ? ' diye düşünüyordu kendi kendine.Biraz evvel yaşadığı o şey, hayal miydi ? Yoksa zihninin ona oynadığı bir oyun mu ? Bir rüya mıydı yoksa ? Ama insanlar uyanıkken rüya göremezlerdi ki. Bu düşünceler beynini tırmalarken bir anda 'Serhat!' diye gelen bir sesle irkildi ve bu düşünceler aklından uçuverdi.Yusuf'tu bağıran, Serhat'ın en yakın arkadaşıydı, beraber doğduğu ve hastanede yan yana küvez de kaldığı çocukluk arkadaşı.Kader onları sanki birbirlerine yoldaş olsun diye bir araya getirmişti, her yemeği paylaşırlar, her kavgaya beraber gider ve her sorunu beraber çözerlerdi.Yusuf'un sesiyle o büyülü anlar son bulmuş ve Serhat kendini Pazar gününün monotonluğuna bırakarak arkadaşlarının yanına doğru yürümüştü.
Mavi gözleri, sarı ve kıvrımlı beline dek uzanan saçlarıyla okulun bahçesinde karşı bankta oturan Büşra'yı izliyordu.Kız sağ elinde bir kağıt tutuyor ve sol elinde ki kalemi ağzına götürerek bir şeyler söylüyordu.Serhat kızı duyamayacak kadar uzaktaydı fakat şarkı söylediğine emindi.Dudaklarını okumaya çalışıyordu.Söylediği şarkı önce ki yıl okulun mezuniyet için yaptığı eğlence gecesinde onunla beraber sahnede seslendirdikleri 'MFÖ-Ele Güne Karşı' şarkısıydı.'Ama neden kağıda bakarak söylüyor ki ? Zaten ezbere bilmiyor muydu o şarkıyı ?' soruları karşısında afallamıştı.Ama kim bilebilirdi ki belki de kız başka bir şarkı söylüyordu.Kızın yanına gelip oturan iri yarı çocuk Büşra'ya bir şeyler anlatmaya başladı.Anlatırken sırıtıyor fakat kızın yüz ifadesine bakıldığın da öfkeleniyor gibi görünüyordu.Serhat birden kıpkırmızı olmuş, zihni öfkesi tarafından kuşatılmıştı.Kalkıp çocuğun üzerine çullanıp, çocuğu öldürene dek yumruklamak istiyordu fakat okulun kuralları karşısında duran en büyük engeldi.Büşra bir anda çocuğa tokat atıp kalkınca Serhat yerinden ok gibi fırladı ve 10 metrelik mesafeyi 2 saniye de kapatarak Büşra ile iri yarı,kaslı ve yakışıklı çocuğun arasına attı kendini.
"Uzaklaş ulan hemen kızdan piç!" dedi hiddetle.
Karşısında ani bir öfkeyle parlayan ve masmavi gözlerini üzerine diken bu tehditkar genci gören çocuk afallayarak birkaç adım geriledi.
"Sen de kim oluyorsun it!" diye çıkıştı.
Büyük bir kavganın başlayacağını sezen Büşra kendini araya attı.Zira bu hareketi ile belki de iki delikanlının da hayatını kurtarıyordu.
"Siz ikiniz ne saçmaladığınızı zannediyorsunuz böyle ? İkiniz de def olup gidin buradan hemen !"
Kızın ses tonu öyle huzur verici öyle tatlıydı ki bu ani çıkışıyla sesi iki yakışıklı hayranının da içlerinin en derinlerine nüfuz etmişti.İki genç de öfkelerini unutarak birden sakinleşti ve kıza bakakaldılar.Ortamda bir süre sessizlik oluşmuştu ve bunu bozan Serhat'ın çocuğa sol kaşıyla yaptığı işaretti.Hemen karşılarında kalan tuvaleti işaret ediyordu, çocuk mesajı anladı ve arkasını dönerek uzaklaştı.Serhat doğruca tuvalete gitti ve içeride ki çocukları hemen dışarı çıkartarak rakibini beklemeye başladı.
Tuvalet dardı, beyaz parkeler üzerine bölmeli alaturka tuvalet ve karşılarında iki lavabo vardı.Lavaboların hemen solunda iki adet pisuvar yer alıyordu, tavanda otomatik yanan lambalardan vardı.Serhat kolunu giriş kapısının karşısında tuvaletin sonunda yer alan duvara yaslamış bekliyordu.Birden kapı açıldı ve içeri iri yarı çocuk girdi.Serhat'ın çabuk öfkelenen bir yapısı vardı ve Büşra'yı kızdıran, o tatlı,sevimli ve sevecen kızı on saniyeliğine de olsa kızdıran çocuğa dersini vermeliydi.
Çocuk çevik bir hareketle lavabonun üzerine atladı ve sağ ayağından destek alarak Serhat'ın üzerine sıçradı.Bu ani saldırı karşısın da bir anlık gaflete düşen Serhat son anda eğilerek kendisini çocuğun arkasına atıverdi.Çocuğun kendine güvenen tavrından ve yaptığı hamleden usta bir dövüşçü olduğu anlaşılıyordu fakat geri adım atmayacaktı.Çocuğa sol yumruğunu gösterip onun gardını almasıyla karın boşluğuna bir tekme savurdu, hamlesinin başarılı olduğunu çocuğun sendeleyerek geri çekilmesinden anlamıştı.Fakat aniden toparlanarak sağ ayağıyla karşı bir hamle yapan çocuk Serhat'ın sağ koluna vurdu ve lavabolara doğru düşmesini sağladı, hemen üzerine çullanıp Serhat'ın kafasını lavaboya sokup elleriyle üzerinden bastırdı.Serhat inliyordu ve öfke damarlarında ki her bir alyuvara kadar nüfuz etmişti.Nabzının sesini duyabiliyordu, kalbi sol göğsünü uçuracakmış gibi vuruyordu içeriden.Serhat bir anda zihninde yarım saat önce ki görüntüyü canlandırdı, çocuğun aşık olduğu kızın yanına oturup ona bir şeyler söylediği ve kızın kalkıp çocuğa tokat atıp sövdüğü anlar.Aşık olduğu kızı hiç kimse üzemezdi, o tatlılık abidesinin sinirlenmesini hiç ama hiç kimse sağlayamazdı.Tuvaletin içinde bir anda bir çığlık koptu, Serhat'ın içinden en derinlerinden gelen bir sesti bu, daha önce hiç duyulmamış türden bir ses.Okyanusun serin dalgalarının sert kayalıklara çarptıktan sonra çıkarttığı sese benziyordu bu ses.Bir anda musluktan sular fışkırmış, sular adeta dans ediyormuşcasına bir ahenkle yukarı doğru akarak bir yumruk şeklini alıp Serhat'ın kafasını lavaboya bastıran çocuğun şakağına adeta bir ağır siklet boksörünün kroşesiymiş gibi inmişti.
Serhat'ın monoton giden artık her gün hatta her saati aynı olan, bir sonra ki saatte neler olacağını veya ne yapacağını ezberlediği sıradan hayatı değişmeye başlıyordu.Bir şeyler farklı gidiyordu, sanki bir türlü anlam veremediği tuhaf bir varlık onu kendine çekmeye çalışıyordu, kendine çağırıyordu fakat Serhat inatla ve tüm iradesiyle buna karşı koyuyordu.Evet sebebini bilmiyordu fakat korkuyordu, sırf korktuğu için belki de hayatının en büyük fırsatını tepiyordu kim bilebilirdi ki ?
O kavgadan sonra Serhat garip garip rüyalar görmeye başlamıştı, anlam veremediği kesik kesik görüntüler canlanıyordu zihninde.Daha önce hiç görmediği şeyler görüyor, hiç duymadığı sesler duyuyordu.Bir su kütlesi görmüştü son rüyasında, dev bir su kütlesiydi.Bir okyanus kadar büyük, bir okyanus kadar etkileyiciydi.Tuhaf olan bu su kütlesinin içinde olmasıydı, nasıl nefes alabiliyordu ki ? Veya orada ne işi vardı ? Sorması gereken sorular cidden bunlar mıydı ? Yoksa bu okyanusun içinde ki tuhaf yosundan yapılmış gibi görünen yeşilimsi yapıların ne olduğu muydu ? Evet okyanusun dibinde , şaşırtıcı bir düzenle oluşturulmuş bir şehir görüyordu.Tam ortada kuleleri okyanusun ortasına kadar yükselen dev bir kale vardı.İki yüz balina genişliğinde bir avlusu vardı, kalenin etrafını saran her köşesinde bir tane olacak şekilde 4 adet gözcü kulesi vardı.Kalenin ortasından yükselen bu gözcü kulelerinin yarısı boyunda kırmızı taşlar üzerine, masmavi incilerle süslenmiş, bir merkez kule görünüyordu.Bu kulenin tepesinde dalgalanan mavi renk üzerine işlenmiş kırmızımsı renkli bir kuş deseni görünüyordu.Kuşun kafası gövdesine oranla daha küçük, ihtişamlı kanatları dev gibi ve çok güçlü gibiydi.Uçuyor gibi resmedilmişti,ayakları sanki avına yaklaşıyormuşçasına kıvrılmış ve her ayağında 4 er tane mızrak ucu gibi görünen tırnağını öne uzatmıştı.Göz kamaştırıcı bir kuştu, burada yer alan şehrin sancağı olmalı diye düşünmüştü bu ihtişamlı görüntüyle gözleri rüyada bile kamaşan Serhat.
O kavga sırasında kafası lavabonun içindeyken, zihnini kaplayan iri yarı çocuğa okkalı bir yumruk sallama fikri öylesine öfkeyle parlamıştı ki, içinde bulunduğu çaresizlik de buna eklenince koyverdiği çığlık ve ardından musluktan fışkırıp bir yumruk şekline bürünen suyun çocuğu bayıltması, bunların hepsi çok garipti.İçi içini yiyor bununda bir rüya olması için yaratana yalvarıyordu.Bütün bu olanlara, suyla ilgili gelişen enteresan olaylara bir türlü anlam veremiyordu.Hiç kimseye bunlardan bahsetmeme kararı almıştı ve bu korkularıyla yüzleşecekti, o bir Karadenizliydi cesareti ve yürekliliği ile ünlüydü.Hiç bir Karadeniz genci, arkadaşları arasında güçsüz,korkak biri olarak tanınmak istemezdi, bunun olacağına ölmeyi bile tercih edebilecek kapasitedeydi onlar.
" O'şıııınnn, ékæliüp térræ.." Garip 3 kelime tekrar tekrar kulaklarında çınlıyordu.Gözleri kapalı ve uykusundaydı fakat sanki bir şey, bir varlık ona bir şeyler fısıldıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ve kelimeler art arda devam ediyordu.Boğuk,derinden gelen ve yırtık bir gırtlaktan çıkarmışcasına böğüren bir ses tonuydu, ürkütücü ve korkutucuydu fakat tuhaf bir içtenliği vardı.Bütün bedeni kaplayan bu ses sanki onu etkisi altına almaya çalışıyormuş gibiydi.Teslim olmak üzereydi, tüm gücüyle direniyordu fakat bunu başaramayacak kadar güçsüz hissediyordu.Buraya kadar mıydı ? Ruhunu ebediyete mi bırakıyordu ? Yoksa ölüm böyle bir şey miydi ?
"Annee !" Bir çığlık sarmıştı tüm evi, Serhat avazı çıktığı kadar bağırıyordu.Ses telleri uyarı veriyordu sanki ona, biraz daha bağırırsan kopacağım dercesine bozuk çıkıyordu sesi.Tonlamasında ki korku dehşet vericiydi, nasıl bir ruh böylesine vahşet içeren bir çığlık atabilirdi ki ? Uykusundan birdenbire fırlayıverip yatakta doğrulmuştu.Neler olup bittiğine anlam veremiyordu.Buz gibi olmuş ellerini kafasına götürdü ve yüzünü elleri arasına aldı.Nefes alış verişi çok hızlıydı,akciğerleri müthiş bir tempoyla çalışıyordu sanki patlayacakmış gibi karnını acıtıyordu şişip inerken.Birden zaman durdu.Her şey binlece kat yavaşlatılmış gibiydi.Nabzını duyuyordu, 'Tık,tık,tık..' fakat çok ağırdı.Kalp atışlarının sesi duyduğu korkuyla birleşince gözleri pörtlemişti.Yuvalarından çıkacakmış gibi bakıyorlardı.Ani ve yoğun bir istek kafasını sağ tarafa çevirmesini diliyordu ondan.Buna karşı koymak istiyor fakat bunu başaramıyordu, kafası ağır ağır sağa dönüyordu.Kafasını çevirdiğinde gördüğü suret ödünü kopartmıştı.Bayılacağını sanmıştı,nefes alış verişi durmuştu.Kalbi göğüs kafesini patlatacakmış gibi atıyordu.Yeşilimsi bir şeydi gördüğü, ekşimiş peynir gibi kokuyordu ve sırılsıklamdı.Burnu goril burnunu andırıyordu, kocamandı fakat delik yerine 3 sağ da 3 sol da olacak şekilde perdeler vardı.Gözleri masmaviydi ve iriydi, bir eşeğin gözlerini andırıyordu.Saçları yosundandı sanki, uzundu ve at kuyruğu biçimini almış, bir yengeç kıskacıyla tutturulmuştu arkadan.Sol elinde bir tür kılıç tutuyordu, kılıç üç cetvel boyundaydı fakat bilindik kılıçlar gibi keskin bir yapıya sahip değildi.Bu uzun düz keskin kısım yerine boyu on beş santimetreyi bulan sipsivri dişlerle doluydu.Köpek balıklarının dişlerini andıran bu sivri şeyler tek darbeyle bir insanın kafasını kopartabilecek güçte ve yapıdaydılar.
"Korkma" dedi ıslak bir ses tonu kullanarak ağır ağır.Yaratığın yüzüyle Serhat'ın yüzü arasında beş santimetre kadar bir mesafe ya vardı ya yoktu.Ağzı deniz tuzu kokuyordu sanki.Bir görüntü gibiydi bu yaşananlar, bir saniye içerisinde gelişen anlık olaylardı.Ne olup bittiğini anlayamamıştı bir türlü,rüya gördüğünü düşünmek istiyordu fakat bir güç bunu engelliyordu.Zihnini kontrol edemiyordu sanki, yıllardır emirler yağdırdığı beyni artık ona hizmet etmiyor gibiydi.Fakat bütün bu yaşananlardan sonra içinde parlayan korku duygusu öylesine büyümüştü ki, o mistik gücü de aşarak beyninin kontrolünü ele geçirmiş ve kalan son gücüyle bağırmasını emrediyordu.Aldığı emre itaat eden Serhat son bir haykırış koyuverdi.Sesini kime duyurmak istediğini bilmiyordu.Yeter ki birileri gelsin diye düşünüyordu, yeter ki biri beni bu durumdan kurtarsın diyordu içinden.Sesinin nereye gittiğini umursamayarak bağırmaya devam ediyordu.Odasının sağ çaprazında kalan anne ve babasının yattığı yerin kapısının sesi duyuldu.Birden odasından fırlayan babasının kolunu kapıda görmüştü Serhat.Duraksayan zaman artık daha da yavaşlıyordu, sanki durmak için savaşıyormuş gibiydi ve zaman akabilecek en düşük seviyeyle akıyordu.Babasının yüzünü gördüğünde içini bir umut dalgası kaplamıştı.Babasının etrafına saçtığı o manevi ve muazzam güç öylesine büyülüydü ki, durmak için savaşan zamanın kontrolcüsü sanki yenilmişti ve zaman kontrolden çıkmıştı.Artık her şey eskisi gibiydi, babası hızla yanına gelerek Serhat'ı kollarına aldı.Zihnini bürüyen karanlık güç yok olmuştu, artık kendi zihnini kendi kontrol edebiliyordu bunu hissetmişti.Kalan son gücüyle kafasını yaratığı son gördüğü yere çevirdi fakat yaratık çoktan gitmişti.Odayı yıllanmış yosun kokusu sarmıştı, yoğundu ve oksijeni boğduğu için nefes alış verişler zorlaşmıştı.Gözleri yavaşça kapanırken, yerde ki su birikintisi dikkatini çekmişti.Yaratık aniden yok olurken, ardında minik bir gölet bırakmıştı.Okyanustan bir örnekti sanki.
O kavgadan sonra Serhat garip garip rüyalar görmeye başlamıştı, anlam veremediği kesik kesik görüntüler canlanıyordu zihninde.Daha önce hiç görmediği şeyler görüyor, hiç duymadığı sesler duyuyordu.Bir su kütlesi görmüştü son rüyasında, dev bir su kütlesiydi.Bir okyanus kadar büyük, bir okyanus kadar etkileyiciydi.Tuhaf olan bu su kütlesinin içinde olmasıydı, nasıl nefes alabiliyordu ki ? Veya orada ne işi vardı ? Sorması gereken sorular cidden bunlar mıydı ? Yoksa bu okyanusun içinde ki tuhaf yosundan yapılmış gibi görünen yeşilimsi yapıların ne olduğu muydu ? Evet okyanusun dibinde , şaşırtıcı bir düzenle oluşturulmuş bir şehir görüyordu.Tam ortada kuleleri okyanusun ortasına kadar yükselen dev bir kale vardı.İki yüz balina genişliğinde bir avlusu vardı, kalenin etrafını saran her köşesinde bir tane olacak şekilde 4 adet gözcü kulesi vardı.Kalenin ortasından yükselen bu gözcü kulelerinin yarısı boyunda kırmızı taşlar üzerine, masmavi incilerle süslenmiş, bir merkez kule görünüyordu.Bu kulenin tepesinde dalgalanan mavi renk üzerine işlenmiş kırmızımsı renkli bir kuş deseni görünüyordu.Kuşun kafası gövdesine oranla daha küçük, ihtişamlı kanatları dev gibi ve çok güçlü gibiydi.Uçuyor gibi resmedilmişti,ayakları sanki avına yaklaşıyormuşçasına kıvrılmış ve her ayağında 4 er tane mızrak ucu gibi görünen tırnağını öne uzatmıştı.Göz kamaştırıcı bir kuştu, burada yer alan şehrin sancağı olmalı diye düşünmüştü bu ihtişamlı görüntüyle gözleri rüyada bile kamaşan Serhat.
O kavga sırasında kafası lavabonun içindeyken, zihnini kaplayan iri yarı çocuğa okkalı bir yumruk sallama fikri öylesine öfkeyle parlamıştı ki, içinde bulunduğu çaresizlik de buna eklenince koyverdiği çığlık ve ardından musluktan fışkırıp bir yumruk şekline bürünen suyun çocuğu bayıltması, bunların hepsi çok garipti.İçi içini yiyor bununda bir rüya olması için yaratana yalvarıyordu.Bütün bu olanlara, suyla ilgili gelişen enteresan olaylara bir türlü anlam veremiyordu.Hiç kimseye bunlardan bahsetmeme kararı almıştı ve bu korkularıyla yüzleşecekti, o bir Karadenizliydi cesareti ve yürekliliği ile ünlüydü.Hiç bir Karadeniz genci, arkadaşları arasında güçsüz,korkak biri olarak tanınmak istemezdi, bunun olacağına ölmeyi bile tercih edebilecek kapasitedeydi onlar.
" O'şıııınnn, ékæliüp térræ.." Garip 3 kelime tekrar tekrar kulaklarında çınlıyordu.Gözleri kapalı ve uykusundaydı fakat sanki bir şey, bir varlık ona bir şeyler fısıldıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ve kelimeler art arda devam ediyordu.Boğuk,derinden gelen ve yırtık bir gırtlaktan çıkarmışcasına böğüren bir ses tonuydu, ürkütücü ve korkutucuydu fakat tuhaf bir içtenliği vardı.Bütün bedeni kaplayan bu ses sanki onu etkisi altına almaya çalışıyormuş gibiydi.Teslim olmak üzereydi, tüm gücüyle direniyordu fakat bunu başaramayacak kadar güçsüz hissediyordu.Buraya kadar mıydı ? Ruhunu ebediyete mi bırakıyordu ? Yoksa ölüm böyle bir şey miydi ?
"Annee !" Bir çığlık sarmıştı tüm evi, Serhat avazı çıktığı kadar bağırıyordu.Ses telleri uyarı veriyordu sanki ona, biraz daha bağırırsan kopacağım dercesine bozuk çıkıyordu sesi.Tonlamasında ki korku dehşet vericiydi, nasıl bir ruh böylesine vahşet içeren bir çığlık atabilirdi ki ? Uykusundan birdenbire fırlayıverip yatakta doğrulmuştu.Neler olup bittiğine anlam veremiyordu.Buz gibi olmuş ellerini kafasına götürdü ve yüzünü elleri arasına aldı.Nefes alış verişi çok hızlıydı,akciğerleri müthiş bir tempoyla çalışıyordu sanki patlayacakmış gibi karnını acıtıyordu şişip inerken.Birden zaman durdu.Her şey binlece kat yavaşlatılmış gibiydi.Nabzını duyuyordu, 'Tık,tık,tık..' fakat çok ağırdı.Kalp atışlarının sesi duyduğu korkuyla birleşince gözleri pörtlemişti.Yuvalarından çıkacakmış gibi bakıyorlardı.Ani ve yoğun bir istek kafasını sağ tarafa çevirmesini diliyordu ondan.Buna karşı koymak istiyor fakat bunu başaramıyordu, kafası ağır ağır sağa dönüyordu.Kafasını çevirdiğinde gördüğü suret ödünü kopartmıştı.Bayılacağını sanmıştı,nefes alış verişi durmuştu.Kalbi göğüs kafesini patlatacakmış gibi atıyordu.Yeşilimsi bir şeydi gördüğü, ekşimiş peynir gibi kokuyordu ve sırılsıklamdı.Burnu goril burnunu andırıyordu, kocamandı fakat delik yerine 3 sağ da 3 sol da olacak şekilde perdeler vardı.Gözleri masmaviydi ve iriydi, bir eşeğin gözlerini andırıyordu.Saçları yosundandı sanki, uzundu ve at kuyruğu biçimini almış, bir yengeç kıskacıyla tutturulmuştu arkadan.Sol elinde bir tür kılıç tutuyordu, kılıç üç cetvel boyundaydı fakat bilindik kılıçlar gibi keskin bir yapıya sahip değildi.Bu uzun düz keskin kısım yerine boyu on beş santimetreyi bulan sipsivri dişlerle doluydu.Köpek balıklarının dişlerini andıran bu sivri şeyler tek darbeyle bir insanın kafasını kopartabilecek güçte ve yapıdaydılar.
"Korkma" dedi ıslak bir ses tonu kullanarak ağır ağır.Yaratığın yüzüyle Serhat'ın yüzü arasında beş santimetre kadar bir mesafe ya vardı ya yoktu.Ağzı deniz tuzu kokuyordu sanki.Bir görüntü gibiydi bu yaşananlar, bir saniye içerisinde gelişen anlık olaylardı.Ne olup bittiğini anlayamamıştı bir türlü,rüya gördüğünü düşünmek istiyordu fakat bir güç bunu engelliyordu.Zihnini kontrol edemiyordu sanki, yıllardır emirler yağdırdığı beyni artık ona hizmet etmiyor gibiydi.Fakat bütün bu yaşananlardan sonra içinde parlayan korku duygusu öylesine büyümüştü ki, o mistik gücü de aşarak beyninin kontrolünü ele geçirmiş ve kalan son gücüyle bağırmasını emrediyordu.Aldığı emre itaat eden Serhat son bir haykırış koyuverdi.Sesini kime duyurmak istediğini bilmiyordu.Yeter ki birileri gelsin diye düşünüyordu, yeter ki biri beni bu durumdan kurtarsın diyordu içinden.Sesinin nereye gittiğini umursamayarak bağırmaya devam ediyordu.Odasının sağ çaprazında kalan anne ve babasının yattığı yerin kapısının sesi duyuldu.Birden odasından fırlayan babasının kolunu kapıda görmüştü Serhat.Duraksayan zaman artık daha da yavaşlıyordu, sanki durmak için savaşıyormuş gibiydi ve zaman akabilecek en düşük seviyeyle akıyordu.Babasının yüzünü gördüğünde içini bir umut dalgası kaplamıştı.Babasının etrafına saçtığı o manevi ve muazzam güç öylesine büyülüydü ki, durmak için savaşan zamanın kontrolcüsü sanki yenilmişti ve zaman kontrolden çıkmıştı.Artık her şey eskisi gibiydi, babası hızla yanına gelerek Serhat'ı kollarına aldı.Zihnini bürüyen karanlık güç yok olmuştu, artık kendi zihnini kendi kontrol edebiliyordu bunu hissetmişti.Kalan son gücüyle kafasını yaratığı son gördüğü yere çevirdi fakat yaratık çoktan gitmişti.Odayı yıllanmış yosun kokusu sarmıştı, yoğundu ve oksijeni boğduğu için nefes alış verişler zorlaşmıştı.Gözleri yavaşça kapanırken, yerde ki su birikintisi dikkatini çekmişti.Yaratık aniden yok olurken, ardında minik bir gölet bırakmıştı.Okyanustan bir örnekti sanki.
"Oğlum, oğlum neler oluyor neden bağırıyorsun!" bağıran babasıydı.Oğlunu yatakta iki büklüm çığırarak gören adam ufak bir şok anının ardından nihayet konuşabilmişti.Serhat korkuyla yorganını var gücüyle sıkıyor ve hala bağırıyordu.Babasının ardından odaya giren annesi olayın şokunu çabuk atlatıp seri bir hareketle 'Osmanlı Tokadı'nı yapıştırıverdi biricik oğluna.Bu yediği tokatla kafasını duvara vuran Serhat yalpalayarak yastığına doğru sırt üstü düştü ve sesi kesildi.Annesi nefes nefese kalmıştı, büyük bir şaşkınlık hissinin ardından içini endişe ve panik dolduruyordu.Yaptığından pişman olup oğlunun üzerine eğilerek çocuğun kafasını elleri arasına alıp gözlerine baktı.Gördüğü manzara karşısında bir kez daha şok olmuştu.Kadının tepkisini gören babası hemen oğluna yaklaştı ve ürkütücü manzara karşısında donakaldı.Oda ölüm sessizliğine bürünmüştü.Annesi ile babası evlatlarının göz bebeklerinin kan donduran ışıltısı karşısında kaskatı kesilmişlerdi.Serhat'ın zihni çalışmayı durdurmuş göz bebeklerine gelen yeşilimsi renk mavi gözleri altında etkileyici bir arka plan rengi oluşturmuştu.
Tuhaf varlığın art arda sıraladığı sözler, çocuğu büyülemişti.Serhat'ın damarlarında ki kan yerini yavaş yavaş okyanus tazeliği taşıyan güçlü su moleküllerine bırakıyordu.Ciğerleri değişime uğramaya başlamıştı.Solunum yapmasını sağlayan kesecikler yavaş yavaş yerini süzgeçlere bırakıyordu.İç organları tamamen mutasyona uğruyor fakat bu ağır ağır ilerliyordu.Liss bunu bilerek yapmıştı, çocuğun derinlerine gönderdiği büyülü sözcüklerin etkisini normalden daha düşük seviyelere çekmişti.Çocuğun halkının kurtarıcısı olduğunun farkındaydı.Serhat'ın insanoğlu için ne derece önemli bir rol üstleneceğini ön görebiliyordu.Ona zarar vermeye hiç niyeti yoktu, çocuk bir kraldı ve krala zarar vermenin bedeli ölümdü.Tek umutları Serhat'tı ve onu canları pahasına koruyacaklardı.
Serhat bu değişime ayak uydurabilecek kadar kudretli bir mistik güce sahipti.O bin yılda bir gelen 'Okyanus Kralı' mertebesine erişim sağlayabilecek nadir insanlardandı.Elbette Serhat henüz bunun farkında değildi.Okyanus krallarının görevi bin yıl boyunca Pasifik Okyanusu'nun tam ortasında, en soğuk ve en sert dalgalara sahip bölgenin dibine kurulu bir kadim uygarlığa liderlik yapmak, suyun muazzam gücüyle birleşerek onları korumaktı.Evet Serhat seçilmiş kişiydi, onun kaderi bin yıl öncesinden yazılmıştı.Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı.Bu sefer ki seçtikleri kişi bir Türk'tü ve bir Türk asla vatanını yalnız bırakmaz,ona ihanet etmezdi.Ya Serhat kendini bir okyanusun dibine hapsetme fikrine karşı çıkarsa ? O zaman ne yapacaklardı ? O zaman içine düştükleri tuzağı nasıl bertaraf edeceklerdi ? Yaşam ve yok oluş arasında ki ince çizgi bir kez daha belirivermişti işte.
Hiç kuşkusuz ki seçimin yapıldığı o kutsal törenlerin olduğu dönemde bugün ki çaresizliklerini düşünmemişler veya hesaba katmamışlardı.Her şey binlerce yıldır o kadar güzel gidiyordu ki.Savaşçılar dünya üzerinde ki bütün denizlere dağıtılmış, suda yaşayan her canlıyı bin bir türlü kötülükten kurtarıyordu.Tüccarlar okyanus tabanlarını delik deşik ederek inciler topluyor ve onları pazarlıyorlardı.Alt sınıflar gündüz vakitlerinde madenlerde,kazı çalışmalarında veya inşaatlarda çalışıyorlar akşam eve geldiklerinde aileleriyle birlikte yürüyüşe çıkıp, birer yosunlu kestane alıp yunus balıklarının benzersiz dans gösterilerini seyrediyorlardı.Ancak hiç biri kendilerini bekleyen felaketin farkında değillerdi.Okyanusların en tehlikeli suları olduğu düşünülen ve hiçbir tüccarın oradan mecbur olmadıkça geçmedikleri Hint Okyanusu, muhteşem gizemiyle bu kaosun yaratıcılarını bir sır gibi saklıyordu.Hint Okyanusu'nun dibinde yaşayan Tırap ırkının ayaklanma hareketleri bu kötü geleceğin yalnızca başlangıcıydı.Tırap'ların getireceği kaos,savaş ve yıkımı hiç kimse göremiyordu.Herkes okyanusun altında ki huzurlu yaşama o kadar çok bağlanmıştı ki bu ırkın binlerce yıldır planladığı hain eylemlerden haberdar değillerdi.Silahlanma çalışmaları,özel askeri birimler yetiştirilmesi,yapılan savaş planları, Pafi ırkının sonunun nasıl olacağı gibi şeylerle meşguldü Tırap'lar.Bütün bunlar binlerce yıldır bir sır gibi saklanmış ya da Pafi'lerin kendilerine aşırı güvenmelerinden de kaynaklanıyor olabilirdi, işin kötüsü bunu kimse bilmiyordu.Fakat kesin olan tek şey, Pasifik'in ve aynı zamanda gezegende ki tüm okyanusların koruyuculuğunu yapan Pafi ırkının geleceği tehlikedeydi.Muazzam güçlerinde bir delik açılmıştı ve bu delikten içeri sızan virüsler bu deliği hızla genişletmektelerdi.Eğer bir çare bulunamaz, bir önlem alınamazsa binlerce yıldır yerine getirdikleri kutsal koruyuculuk görevleri artık el değiştirecek ve zalimlikleriyle nam salmış Tırap ırkının eline geçecekti.Bütün okyanus canlılarını köle yapıp, inci madenlerinde çalıştıracak,kadim büyüler yardımıyla devasa bir ordu oluşturup su üstüne çıkacak ve dünyayı sahiplenmiş, orada yaşayan bencil insan ırkına saldıracaklardı.Ve böyle bir durum da binlerce yıldır barış halinde yaşadıkları hatta kendilerini bile belli etmedikleri insan ırkının sonunu getirecekti.Ne Everest'e tırmanan dağcıların bir dağı, ne yelkenli teknelerle yarış yapanların bir denizi, ne ailelerin pikniğe gidecek ormanları ne mahalle kenarında futbol oynayan çocukların bir mahallesi kalacaktı.Dünya, bütün güzelliği ve ihtişamıyla belki de karanlığın sonsuz gücü karşısında zayıf kalacak ve kendini uzayın devasa soyutluğunda çürümeye yüz tutacaktı.
İnsanlar olanlardan habersiz bir şekilde sıradan hayatlarına devam ediyor, hafta içi erken uyanıp işe gidiyor akşam yorgun vaziyette eve gelip dinleniyorlar ve ertesi gün tekrar aynı işlemi tekrarlıyorlardı.Güçlü ülkeler zayıf ülkeleri sömürüyor, onları köleleri gibi kullanıyorlardı.Güçlü ülkeler kendi aralarında medya yoluyla birbirlerine atıflarda bulunuyor ve gündem sürekli değişiyordu.Terör eylemleri,insan kaçakçılıkları,uyuşturucu ticaretleri ve daha bir sürü kötülük insan ırkını ele geçirmiş ve etkisi altına almıştı.İnsanlar birbirleriyle o kadar ufak sebeplerden dolayı saldırıyorlardı ki yaklaşan savaş karşısında durabilecek güçleri bile kalmayacaktı.Acaba yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varabilecekler miydi ? Bu tehlike karşısında yine birbirlerini öldürüp kan mı dökeceklerdi ? Yoksa kenetlenip varlıklarını sürdürebilmek için savaşmayı mı tercih edeceklerdi ? Dünya yaratıldığından beri karşılaşmadığı kadar ilginç,büyük ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyaydı ve işin garibi dünyayı sahiplenen insan ırkının bu durumdan zerre kadar haberi yoktu.
Tuhaf varlığın art arda sıraladığı sözler, çocuğu büyülemişti.Serhat'ın damarlarında ki kan yerini yavaş yavaş okyanus tazeliği taşıyan güçlü su moleküllerine bırakıyordu.Ciğerleri değişime uğramaya başlamıştı.Solunum yapmasını sağlayan kesecikler yavaş yavaş yerini süzgeçlere bırakıyordu.İç organları tamamen mutasyona uğruyor fakat bu ağır ağır ilerliyordu.Liss bunu bilerek yapmıştı, çocuğun derinlerine gönderdiği büyülü sözcüklerin etkisini normalden daha düşük seviyelere çekmişti.Çocuğun halkının kurtarıcısı olduğunun farkındaydı.Serhat'ın insanoğlu için ne derece önemli bir rol üstleneceğini ön görebiliyordu.Ona zarar vermeye hiç niyeti yoktu, çocuk bir kraldı ve krala zarar vermenin bedeli ölümdü.Tek umutları Serhat'tı ve onu canları pahasına koruyacaklardı.
Serhat bu değişime ayak uydurabilecek kadar kudretli bir mistik güce sahipti.O bin yılda bir gelen 'Okyanus Kralı' mertebesine erişim sağlayabilecek nadir insanlardandı.Elbette Serhat henüz bunun farkında değildi.Okyanus krallarının görevi bin yıl boyunca Pasifik Okyanusu'nun tam ortasında, en soğuk ve en sert dalgalara sahip bölgenin dibine kurulu bir kadim uygarlığa liderlik yapmak, suyun muazzam gücüyle birleşerek onları korumaktı.Evet Serhat seçilmiş kişiydi, onun kaderi bin yıl öncesinden yazılmıştı.Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı.Bu sefer ki seçtikleri kişi bir Türk'tü ve bir Türk asla vatanını yalnız bırakmaz,ona ihanet etmezdi.Ya Serhat kendini bir okyanusun dibine hapsetme fikrine karşı çıkarsa ? O zaman ne yapacaklardı ? O zaman içine düştükleri tuzağı nasıl bertaraf edeceklerdi ? Yaşam ve yok oluş arasında ki ince çizgi bir kez daha belirivermişti işte.
Hiç kuşkusuz ki seçimin yapıldığı o kutsal törenlerin olduğu dönemde bugün ki çaresizliklerini düşünmemişler veya hesaba katmamışlardı.Her şey binlerce yıldır o kadar güzel gidiyordu ki.Savaşçılar dünya üzerinde ki bütün denizlere dağıtılmış, suda yaşayan her canlıyı bin bir türlü kötülükten kurtarıyordu.Tüccarlar okyanus tabanlarını delik deşik ederek inciler topluyor ve onları pazarlıyorlardı.Alt sınıflar gündüz vakitlerinde madenlerde,kazı çalışmalarında veya inşaatlarda çalışıyorlar akşam eve geldiklerinde aileleriyle birlikte yürüyüşe çıkıp, birer yosunlu kestane alıp yunus balıklarının benzersiz dans gösterilerini seyrediyorlardı.Ancak hiç biri kendilerini bekleyen felaketin farkında değillerdi.Okyanusların en tehlikeli suları olduğu düşünülen ve hiçbir tüccarın oradan mecbur olmadıkça geçmedikleri Hint Okyanusu, muhteşem gizemiyle bu kaosun yaratıcılarını bir sır gibi saklıyordu.Hint Okyanusu'nun dibinde yaşayan Tırap ırkının ayaklanma hareketleri bu kötü geleceğin yalnızca başlangıcıydı.Tırap'ların getireceği kaos,savaş ve yıkımı hiç kimse göremiyordu.Herkes okyanusun altında ki huzurlu yaşama o kadar çok bağlanmıştı ki bu ırkın binlerce yıldır planladığı hain eylemlerden haberdar değillerdi.Silahlanma çalışmaları,özel askeri birimler yetiştirilmesi,yapılan savaş planları, Pafi ırkının sonunun nasıl olacağı gibi şeylerle meşguldü Tırap'lar.Bütün bunlar binlerce yıldır bir sır gibi saklanmış ya da Pafi'lerin kendilerine aşırı güvenmelerinden de kaynaklanıyor olabilirdi, işin kötüsü bunu kimse bilmiyordu.Fakat kesin olan tek şey, Pasifik'in ve aynı zamanda gezegende ki tüm okyanusların koruyuculuğunu yapan Pafi ırkının geleceği tehlikedeydi.Muazzam güçlerinde bir delik açılmıştı ve bu delikten içeri sızan virüsler bu deliği hızla genişletmektelerdi.Eğer bir çare bulunamaz, bir önlem alınamazsa binlerce yıldır yerine getirdikleri kutsal koruyuculuk görevleri artık el değiştirecek ve zalimlikleriyle nam salmış Tırap ırkının eline geçecekti.Bütün okyanus canlılarını köle yapıp, inci madenlerinde çalıştıracak,kadim büyüler yardımıyla devasa bir ordu oluşturup su üstüne çıkacak ve dünyayı sahiplenmiş, orada yaşayan bencil insan ırkına saldıracaklardı.Ve böyle bir durum da binlerce yıldır barış halinde yaşadıkları hatta kendilerini bile belli etmedikleri insan ırkının sonunu getirecekti.Ne Everest'e tırmanan dağcıların bir dağı, ne yelkenli teknelerle yarış yapanların bir denizi, ne ailelerin pikniğe gidecek ormanları ne mahalle kenarında futbol oynayan çocukların bir mahallesi kalacaktı.Dünya, bütün güzelliği ve ihtişamıyla belki de karanlığın sonsuz gücü karşısında zayıf kalacak ve kendini uzayın devasa soyutluğunda çürümeye yüz tutacaktı.
İnsanlar olanlardan habersiz bir şekilde sıradan hayatlarına devam ediyor, hafta içi erken uyanıp işe gidiyor akşam yorgun vaziyette eve gelip dinleniyorlar ve ertesi gün tekrar aynı işlemi tekrarlıyorlardı.Güçlü ülkeler zayıf ülkeleri sömürüyor, onları köleleri gibi kullanıyorlardı.Güçlü ülkeler kendi aralarında medya yoluyla birbirlerine atıflarda bulunuyor ve gündem sürekli değişiyordu.Terör eylemleri,insan kaçakçılıkları,uyuşturucu ticaretleri ve daha bir sürü kötülük insan ırkını ele geçirmiş ve etkisi altına almıştı.İnsanlar birbirleriyle o kadar ufak sebeplerden dolayı saldırıyorlardı ki yaklaşan savaş karşısında durabilecek güçleri bile kalmayacaktı.Acaba yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varabilecekler miydi ? Bu tehlike karşısında yine birbirlerini öldürüp kan mı dökeceklerdi ? Yoksa kenetlenip varlıklarını sürdürebilmek için savaşmayı mı tercih edeceklerdi ? Dünya yaratıldığından beri karşılaşmadığı kadar ilginç,büyük ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyaydı ve işin garibi dünyayı sahiplenen insan ırkının bu durumdan zerre kadar haberi yoktu.
Pafi halkı bütün olumsuzluklardan habersiz bir şekilde gündelik hayatlarına devam ediyorlardı.
Pafi ırkında toplum 4 sınıfa ayrılmıştı; Ayrıcalıklılar, zenginler, savaşçılar ve toplayıcılar.
Ayrıcalıklılar, toplum tarafından saygı gören, üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunan sınıftı.
Zenginler, üstün ticari zekaya sahip,ticari kervanlar yöneten bir sınıftı.
Savaşçılar, doğuştan yetenekli ve halk tarafından saygı duyulan doğrudan krala bağlılık yemini etmiş, Pafi'lerin vurucu güçleri konumunda olan sınıftı.
Toplayıcılar, okyanusun derinlerinde yer alan inci madenlerinde inci toplayan,ülkede genelde işçi olarak kullanılan bir basit sınıftı.
Şako, levrek derisinden yapılma içi Miami kıyılarından toplanmış yosunlarla dolu kral yatağında , ecel terleri döküyordu.Bulunduğu kral odası, kalenin tam ortasında yer alan kırmızı taşlar üzerine masmavi incilerle süslenmiş merkez kulesinin zirvesinde yer alıyordu.Manzarası müthişti, Pasifik'in eşşiz doğası karşısında bir insan böyle bir yerde günlerce bu manzarayı izleyebilirdi.Fakat Şako şu sıralar yakalandığı bir tür kanser hastalığı yüzünden bu manzaranın tadını çıkartacak durumda değildi.Yıllardır o yatağa mahkum kalan, 'Poseidon' lakabıyla anılan efsane kral artık bir istavrit balığı kadar masum ve çaresiz görünüyordu.Giriştiği sayısız savaş ve kazandığı zaferler bir yana, yürüttüğü barış dolu politikalarla bütün okyanus aleminin saygısını ve sevgisini kazanmıştı, birkaç istisna dışında tabii ki.Dairenin kapı görevi gören aşağıya doğru sarkıtılmış ahtapot kolları kıpırdaşmaya başlamıştı,bunu sağlayanın bir çift yüzgeçli el olduğunu gören Şako, sol elini yukarı aşağı sallayarak gelmesi yönünde bir işaret verdi.İçeri gelen Liss'ti.
Krallığın en güzel ve en güçlü kadın savaşçısıydı Liss.Zarafeti ve güzelliği bir yana askeri dehasıyla nam salmış, kralın vazgeçilmez danışmanı ve sağ koluydu kendisi.Onu her gördüğünde onunla yan yana giriştiği savaşlar ve omuz omuza vererek hayatta kalma mücadelesi vererek kazandığı zaferler aklına geliyordu.Bu düşüncelere her kapıldığında suratı buruşuyor ve kafasını diğer tarafa çevirerek kızın, akıttığı göz kristallerini görmemesini sağlamaya çalışıyordu.Fakat durumun farkına bu sefer varmıştı Liss.
"Kralım, her zaman ki gibi çok yakışıklı ve de güçlü görünüyorsunuz.Bunu neye borçluyuz ?" dedi sırıtarak.Bir nebze olsun içini rahatlatmak istiyordu canından çok sevdiği kralının.Zaten sınıfı gereği canından çok sevmek zorundaydı kralı fakat farklı bir sınıfa mensup olmuş olarak doğsaydım bile bu kral uğruna canımı seve seve hiç düşünmeden verirdim diye düşünüyordu zaman zaman.
"Ah Liss, eğer sen olmasaydın beni defalarca kez dişlemişlerdi.Bugünlerimi sana borçluyum kızım." dedi sırıtmaya zorlayarak mimiklerini yaşlı kral.
Görevinin sonlarına yaklaştığını kendisi de Liss'de biliyordu.Zayıflayan bedeni yüzünden ülkede ki hatta gezegende ki saygınlığı ve merkezi otoritesi bile zarar görüyordu.Yatalak olduğunu duyan her yağmacı, ufak tefek köylere saldırıyorlardı.Karşılarında gördükleri dev köpek balıkları yüzünden bu yağmacılara itiraz etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmeyen zavallı köylüler bütün mallarını bu çapulculara vermek zorunda kalıyorlardı.Kralın bu durumdan haberi vardı elbette fakat savaşçı sınıfında ufak tefek çalkantılar oluşmaya başlamış ve krala bağlılığı zayıflayan askerler rahatlamış ve gevşek davranmaya başlamıştı.Sessizliği bozan Liss oldu;
"Efendim,genç prensi ilk ziyaretim pek istediğim gibi gitmedi.Çocuk beklediğimden fazla tepki verdi,ara ara onu yokladığım zamanlarda duraksatmaya çalıştığım, zihnine yolladığım sinyaller aracılığıyla zamanın yavaşladığını hissetmesi işe yaramadı.Bağlantıyı henüz kuramadı fakat umuyorum ki.." sözünü bir el hareketi kesmişti.
"Dinle Liss, ilk defa bir insan seçildi ve bunun nelere mal olacağını hiç birimiz bilmiyoruz.Tek bildiğimiz kadim kitaplar da yer alan insanın suyla birleşimi sonrası ortaya çıkan muazzam güç bizi eski kudretli günlerimize döndürecek.Bu yüzden sabırlı olmak zorundayız, çocuk bu duruma alışacaktır merak etme."
"Haklısınız efendim, zaten ara sıra kontrolsüzce suyu kontrol edebiliyor fakat bunun farkında değil henüz.Veya korktuğundan dolayı dışarıya bir şey belli etmiyor ancak çok güçlü bir çocuk.Aşkı uğruna birini su yumruğu ile bayılttı, buna çok şaşırdım ben henüz onu yarı resmi olarak prens ilan etmeden bunu yapması çok şaşırtıcıydı fakat bundan çok etkilendim.O züppeye dersini verd.." sözü bir kez daha kesilmişti.
"Ah Liss, senin şu çocuk sever yapın ve aşka olan zaafın bir gün başımıza bela olmasa bari!" diye şakayla karışık çıkıştı yorgun kral.Konuşmak için harcadığı her enerji, sonunu biraz daha yaklaştırıyordu fakat en sevdiği insanlar söz konusu olduğunda bunu önemsemiyordu kudretli lider.
"Özür dilerim efendim." diyerek iki büklüm oldu kral karşısında genç savaşçı.Utandığı burnunda ki perdelerin hızla açılıp kapandığından belli oluyordu.Kral bir hareketle bunun önemsiz olduğunu belirtti ve öz güveni yerine gelen kız konuşmaya devam etti.
"Neyse ki artık yarı resmi bir Pafi prensi o artık.Değişime yavaş yavaş başladı,birkaç haftaya suyu gözle görülür bir şekilde kontrol etmeye başlayacak.O sıralar onu buraya getirip eğitimine hızlıca başlamalıyız efendim.Zira Tırap'lar kutsal koruma duvarımızın etrafına yaklaşmaya başladılar.O açtıkları ufak deliği genişletmeye çalışacaklarına hiç şüphem yok."
"Evet bu konuda haklısın, çocuğu hızlandırılmış bir eğitime sokarak güçlerini tam kapasiteye çıkartmamız gerekiyor.Bu konuda sana büyük iş düşüyor kızım, Tırap'lara karşı fazla zamanımız kalmadı.Dilersen yanına Mul.." bu sefer sözü kesilen kral olmuştu.Buna şaşırmaması mümkün değildi bir kralın sözünü kimse kesemezdi, fakat yıllardır omuz omuza savaştığı ve canından çok sevdiği kızı yerine koyduğu Liss'in buna hakkı olduğunu düşünmüştü.
"Lütfen efendim, o şeytanın adını ağzınıza anmayın.En azından benim yanımda anmayın çünkü yüzgeçlerim delikli delikli oluyor o adamın adını duyduğumda." Mulu ismini duymak Liss'i oldukça sinirlendiriyordu.Mulu krallığın en yakışıklı ve en güçlü erkeğiydi, üstelik Liss'e duyduğu hayranlık aşka dönüşmüş ve yıllardır Liss'in peşinden koşuyordu.
"Sanırım yine canını sıktı o iblis, bende tam onu da yanına alıp öyle çık karaya diyecektim.Malum artık kara bizim için daha güvensiz bir ortam, Tırap'lar kiralık katillerini oralarda konuşlandırmış olabilirler.Bu prens olayından haberleri olduğunu biliyorum fakat kim olduğunu henüz bulamadılar.Onlardan önce çocuğu buraya getirmeliyiz, ölmesini istemiyorum." başıyla onaylayan Liss, geleneksel Pafi selamı olan sırtında ki yüzgeçleri iki yana sallayarak havalanıp ters takla attıktan sonra ahtapot kollarına doğru yürüdü, kolları tiksintiyle iki kenara ittirerek kapıdan çıktı.
Pafi ırkında toplum 4 sınıfa ayrılmıştı; Ayrıcalıklılar, zenginler, savaşçılar ve toplayıcılar.
Ayrıcalıklılar, toplum tarafından saygı gören, üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunan sınıftı.
Zenginler, üstün ticari zekaya sahip,ticari kervanlar yöneten bir sınıftı.
Savaşçılar, doğuştan yetenekli ve halk tarafından saygı duyulan doğrudan krala bağlılık yemini etmiş, Pafi'lerin vurucu güçleri konumunda olan sınıftı.
Toplayıcılar, okyanusun derinlerinde yer alan inci madenlerinde inci toplayan,ülkede genelde işçi olarak kullanılan bir basit sınıftı.
Şako, levrek derisinden yapılma içi Miami kıyılarından toplanmış yosunlarla dolu kral yatağında , ecel terleri döküyordu.Bulunduğu kral odası, kalenin tam ortasında yer alan kırmızı taşlar üzerine masmavi incilerle süslenmiş merkez kulesinin zirvesinde yer alıyordu.Manzarası müthişti, Pasifik'in eşşiz doğası karşısında bir insan böyle bir yerde günlerce bu manzarayı izleyebilirdi.Fakat Şako şu sıralar yakalandığı bir tür kanser hastalığı yüzünden bu manzaranın tadını çıkartacak durumda değildi.Yıllardır o yatağa mahkum kalan, 'Poseidon' lakabıyla anılan efsane kral artık bir istavrit balığı kadar masum ve çaresiz görünüyordu.Giriştiği sayısız savaş ve kazandığı zaferler bir yana, yürüttüğü barış dolu politikalarla bütün okyanus aleminin saygısını ve sevgisini kazanmıştı, birkaç istisna dışında tabii ki.Dairenin kapı görevi gören aşağıya doğru sarkıtılmış ahtapot kolları kıpırdaşmaya başlamıştı,bunu sağlayanın bir çift yüzgeçli el olduğunu gören Şako, sol elini yukarı aşağı sallayarak gelmesi yönünde bir işaret verdi.İçeri gelen Liss'ti.
Krallığın en güzel ve en güçlü kadın savaşçısıydı Liss.Zarafeti ve güzelliği bir yana askeri dehasıyla nam salmış, kralın vazgeçilmez danışmanı ve sağ koluydu kendisi.Onu her gördüğünde onunla yan yana giriştiği savaşlar ve omuz omuza vererek hayatta kalma mücadelesi vererek kazandığı zaferler aklına geliyordu.Bu düşüncelere her kapıldığında suratı buruşuyor ve kafasını diğer tarafa çevirerek kızın, akıttığı göz kristallerini görmemesini sağlamaya çalışıyordu.Fakat durumun farkına bu sefer varmıştı Liss.
"Kralım, her zaman ki gibi çok yakışıklı ve de güçlü görünüyorsunuz.Bunu neye borçluyuz ?" dedi sırıtarak.Bir nebze olsun içini rahatlatmak istiyordu canından çok sevdiği kralının.Zaten sınıfı gereği canından çok sevmek zorundaydı kralı fakat farklı bir sınıfa mensup olmuş olarak doğsaydım bile bu kral uğruna canımı seve seve hiç düşünmeden verirdim diye düşünüyordu zaman zaman.
"Ah Liss, eğer sen olmasaydın beni defalarca kez dişlemişlerdi.Bugünlerimi sana borçluyum kızım." dedi sırıtmaya zorlayarak mimiklerini yaşlı kral.
Görevinin sonlarına yaklaştığını kendisi de Liss'de biliyordu.Zayıflayan bedeni yüzünden ülkede ki hatta gezegende ki saygınlığı ve merkezi otoritesi bile zarar görüyordu.Yatalak olduğunu duyan her yağmacı, ufak tefek köylere saldırıyorlardı.Karşılarında gördükleri dev köpek balıkları yüzünden bu yağmacılara itiraz etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmeyen zavallı köylüler bütün mallarını bu çapulculara vermek zorunda kalıyorlardı.Kralın bu durumdan haberi vardı elbette fakat savaşçı sınıfında ufak tefek çalkantılar oluşmaya başlamış ve krala bağlılığı zayıflayan askerler rahatlamış ve gevşek davranmaya başlamıştı.Sessizliği bozan Liss oldu;
"Efendim,genç prensi ilk ziyaretim pek istediğim gibi gitmedi.Çocuk beklediğimden fazla tepki verdi,ara ara onu yokladığım zamanlarda duraksatmaya çalıştığım, zihnine yolladığım sinyaller aracılığıyla zamanın yavaşladığını hissetmesi işe yaramadı.Bağlantıyı henüz kuramadı fakat umuyorum ki.." sözünü bir el hareketi kesmişti.
"Dinle Liss, ilk defa bir insan seçildi ve bunun nelere mal olacağını hiç birimiz bilmiyoruz.Tek bildiğimiz kadim kitaplar da yer alan insanın suyla birleşimi sonrası ortaya çıkan muazzam güç bizi eski kudretli günlerimize döndürecek.Bu yüzden sabırlı olmak zorundayız, çocuk bu duruma alışacaktır merak etme."
"Haklısınız efendim, zaten ara sıra kontrolsüzce suyu kontrol edebiliyor fakat bunun farkında değil henüz.Veya korktuğundan dolayı dışarıya bir şey belli etmiyor ancak çok güçlü bir çocuk.Aşkı uğruna birini su yumruğu ile bayılttı, buna çok şaşırdım ben henüz onu yarı resmi olarak prens ilan etmeden bunu yapması çok şaşırtıcıydı fakat bundan çok etkilendim.O züppeye dersini verd.." sözü bir kez daha kesilmişti.
"Ah Liss, senin şu çocuk sever yapın ve aşka olan zaafın bir gün başımıza bela olmasa bari!" diye şakayla karışık çıkıştı yorgun kral.Konuşmak için harcadığı her enerji, sonunu biraz daha yaklaştırıyordu fakat en sevdiği insanlar söz konusu olduğunda bunu önemsemiyordu kudretli lider.
"Özür dilerim efendim." diyerek iki büklüm oldu kral karşısında genç savaşçı.Utandığı burnunda ki perdelerin hızla açılıp kapandığından belli oluyordu.Kral bir hareketle bunun önemsiz olduğunu belirtti ve öz güveni yerine gelen kız konuşmaya devam etti.
"Neyse ki artık yarı resmi bir Pafi prensi o artık.Değişime yavaş yavaş başladı,birkaç haftaya suyu gözle görülür bir şekilde kontrol etmeye başlayacak.O sıralar onu buraya getirip eğitimine hızlıca başlamalıyız efendim.Zira Tırap'lar kutsal koruma duvarımızın etrafına yaklaşmaya başladılar.O açtıkları ufak deliği genişletmeye çalışacaklarına hiç şüphem yok."
"Evet bu konuda haklısın, çocuğu hızlandırılmış bir eğitime sokarak güçlerini tam kapasiteye çıkartmamız gerekiyor.Bu konuda sana büyük iş düşüyor kızım, Tırap'lara karşı fazla zamanımız kalmadı.Dilersen yanına Mul.." bu sefer sözü kesilen kral olmuştu.Buna şaşırmaması mümkün değildi bir kralın sözünü kimse kesemezdi, fakat yıllardır omuz omuza savaştığı ve canından çok sevdiği kızı yerine koyduğu Liss'in buna hakkı olduğunu düşünmüştü.
"Lütfen efendim, o şeytanın adını ağzınıza anmayın.En azından benim yanımda anmayın çünkü yüzgeçlerim delikli delikli oluyor o adamın adını duyduğumda." Mulu ismini duymak Liss'i oldukça sinirlendiriyordu.Mulu krallığın en yakışıklı ve en güçlü erkeğiydi, üstelik Liss'e duyduğu hayranlık aşka dönüşmüş ve yıllardır Liss'in peşinden koşuyordu.
"Sanırım yine canını sıktı o iblis, bende tam onu da yanına alıp öyle çık karaya diyecektim.Malum artık kara bizim için daha güvensiz bir ortam, Tırap'lar kiralık katillerini oralarda konuşlandırmış olabilirler.Bu prens olayından haberleri olduğunu biliyorum fakat kim olduğunu henüz bulamadılar.Onlardan önce çocuğu buraya getirmeliyiz, ölmesini istemiyorum." başıyla onaylayan Liss, geleneksel Pafi selamı olan sırtında ki yüzgeçleri iki yana sallayarak havalanıp ters takla attıktan sonra ahtapot kollarına doğru yürüdü, kolları tiksintiyle iki kenara ittirerek kapıdan çıktı.
Güneş tüm kızıllığıyla kendini gösteriyordu.Serhat yatağında mışıl mışıl uyurken birden çalar saat çalmaya başladı ve yatağından fırlayarak saati kapattı fakat bir sorun vardı, saat sabahın beşiydi ve bu saate neden alarm kurmuştu ?
Rüyasında garip şeyler görmeye devam ediyordu.Uyandığı sabahın hemen önce ki gecesinde rüyasında bir kız görmüştü.Arkası dönük olan kız çılgınca kahkahalar atıyordu, sarı ve kıvrımlı saçları beline dek uzanmış o gülerken bir sağa bir sola savruluyordu.Bu etkileyici manzara karşısında Serhat'ın nutku tutulmuş, hipnoz olmuş gibi kızı seyrediyordu.Etraf masmavi olmuştu birden, hemen sonrasında yerden sular fışkırmaya başlamıştı.Serhat bunun farkına vararak paniklemiş ve kıza bağırmaya çalışıyordu ;
"Heeey! Kaç çabuk kaaaaç! Kurtar kendini boğulacağız!"
Fakat sesini bir türlü kıza ulaştıramıyordu sanki,kız ya duymazdan geliyor ya da cidden duymuyordu.Fakat sular bel hizalarına kadar yükselmişti, kız deliler gibi gülmeye devam ederken Serhat kıza doğru yürümeye yeltendi.Yürüyor adım atıyor fakat beş metre önünde duran kıza bir türlü yaklaşamıyordu sanki.Sular birden hızla yükseldi ve boylarını aştı, ikisi de suyun altında kalmışlardı.Serhat son bir gayretle büyük bir solunum yaparak ciğerlerini nefesle doldurmuştu çaresizce.Evet nefesi tükeniyordu ve boğulacaktı, ömrünün sonuna geliyordu.Hayatı görüntü görüntü, saniye saniye gözlerinin önünden akmaya başladı hızlıca.Gözleri kapanıyordu, göz bebekleri kendini ebediyete bırakırken bir anda bir elin kalbine dokunmasıyla irkildi ve gözleri fal taşı gibi açıldı.Karşısında o kız vardı, gözleri o kadar yakındı ki kendine, aşık olduğu kızdı bu tanımıştı onu.Birden tuhaf bir huzur kapladı içini, kızın mavi gözlerine bakıyordu derinlerine inmek istercesine.Kız tebessüm ederek;
"Gel." dedi o insanın içini sevgiyle dolduran sesiyle "Gel."
Serhat nefes alıp verebildiğini fark etmemişti henüz, kızın büyüsüne kaptırmıştı yine kendisini.Kızı öyle seviyordu ki , kılına zarar veren olsa gözünü kırpmadan öldürürdü onun için.Zihni Serhat'a bu görüntüleri sunarken bir yandan gerçek zamanda alarm kurdurtuyordu,güneşin kendini gösterdiği bir vakte kurmuştu Serhat alarmı haberi olmadan.Mistik bir güçtü bunu ona yaptıran ve Serhat'ı istiyordu anlaşılan.
Serhat giyinirken neden bu saatte uyandım ve neden giyinip dışarı çıkmak istiyorum diye düşünüyordu fakat yanıt bulamıyordu.Mantıklı bir açıklaması yoktu bunun fakat tek bildiği rüyasında gördüğü aşkının onu çağırdıyıydı, bir buluşma yeri belirlememişlerdi evet fakat hele kendisini bir dışarı atsında gerisi gelirdi elbette diye düşünüyordu.Sessizce çıktı evden, hava hafif rüzgarlıydı.Bir anda durdu ve havayı kokladı, ciğerlerini doldurdu bu etkileyici Karadeniz'in hırçın dalgalarının evinin önüne dek gönderdiği deniz kokusuyla.
"Evet." dedi, "Deniz, denize gitmeliyim." denize doğru yol almaya başladı.
Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, her zaman ki neşesi bir anda yok oluvermişti.Tüylerinin ürperdiğini hissediyordu, adımlarını yavaşlattı ve etrafı gözlemeye başladı.Bulunduğu sokakta karşılıklı dizilmiş yedi bina görünüyordu, sokak da iki çöp kutusu bulunuyordu birisi sokağın başında diğeri sonunda.Yolun kenarları ağaçlarla süslenmişti, kaldırımlar iki insanın yan yana rahatlıkla yürüyebileceği genişlikteydi.Yolun sol tarafına park edili araçlar göze çarpıyordu, fakat normal görüntüyü bozan bir şey vardı ortada.Yirmi metre kadar ilerisinde sağ tarafında kalan bir müstakil ev göze çarpıyordu.
"Apartmanların arasında bu iki katlı evin ne işi var ki." dedi kısık sesle.
Bu evin ufak bir bahçesi ve görünmeyen arka tarafına doğru evin sağ cephesinden giden bir aracın geçebileceği şekilde tasarlanmış yol görünüyordu.
"Bir park yerine gidiyor olmalı." diye düşündü içinden.
Yürümeye devam etti fakat adım attıkça içini doldurmaya başlayan huzursuzluğu hissedebiliyordu.Elini beline asılı olan, hiç yanından ayırmadığı özel el yapımı Sürmene bıçağına uzandı.Bıçak on beş santimetre boyundaydı, kabzası mavi sert yapı üzerine kazınmış kızıl bir kuş deseniyle kaplıydı.Kuşun kafası bıçağın keskin kısmının çeyreğini kaplayacak şekilde uzatılmıştı, kanatları kabzasın da yer alıyor ve çok güçlü bir görünüm saçıyordu etrafına.Bıçağın keskin kısmı ortasında ucuna kadar araları 50 mili metrelik boşluklarla, ufak 11 adet delik ile kaplıydı.
Minik adımlarla o tuhaf ve garip bir korku hissine kapılmasını sağlayan eve yaklaşmıştı ki birden durdu;
"Lanet olsun! O ne lan öyle!."
Önüne evin arkasına giden yoldan bir yengeç fırlamış ve tam beş metre ilerisinde Serhat'a bakacak şekilde yere konmuştu.
"Bu nasıl uçtu lan oradan buraya , Allah'ım sen aklıma mukayet ol ya rabbim!"
Yengeç bilindik boylarda ufak bir görünüme sahipti, Serhat yavaşça etrafından dolaşmaya yeltenmişti ki, yengeç birden kıpraşmaya başlamıştı.Bir ayak boyunda olan yengeç büyüyordu, bu bir Tırap savaş yengeciydi.Bu yengeçler Tırap ırkının kadim kitaplarda keşfettiği özel savaş güçleri arasında yer alıyordu.Karaya çıktıkları da, beş insan boyu kadar büyüyebilen bir mistik güce sahiplerdi.Yengeç birden dev gibi olunca Serhat donakalmıştı.
Yengeç bu anı fırsat bilerek bir insan boyuna ulaşan kıskaçlarından birini Serhat'ı budamak üzere uzatmıştı ki birden kafasına yukarıdan tuhaf bir varlık binmiş iki ayağından destek alarak yengecin kafasından sekip havada takla atarak tuhaf, kılıca benzer bir silahla hayvanın uzanan kıskacını ortadan kesmişti.Hayvan acı içinde kıvranarak kendini geriye doğru atarken havada takla atan bu varlık Serhat'ın önüne bir dizi yerde olacak şekilde konmuştu.
Rüyasında garip şeyler görmeye devam ediyordu.Uyandığı sabahın hemen önce ki gecesinde rüyasında bir kız görmüştü.Arkası dönük olan kız çılgınca kahkahalar atıyordu, sarı ve kıvrımlı saçları beline dek uzanmış o gülerken bir sağa bir sola savruluyordu.Bu etkileyici manzara karşısında Serhat'ın nutku tutulmuş, hipnoz olmuş gibi kızı seyrediyordu.Etraf masmavi olmuştu birden, hemen sonrasında yerden sular fışkırmaya başlamıştı.Serhat bunun farkına vararak paniklemiş ve kıza bağırmaya çalışıyordu ;
"Heeey! Kaç çabuk kaaaaç! Kurtar kendini boğulacağız!"
Fakat sesini bir türlü kıza ulaştıramıyordu sanki,kız ya duymazdan geliyor ya da cidden duymuyordu.Fakat sular bel hizalarına kadar yükselmişti, kız deliler gibi gülmeye devam ederken Serhat kıza doğru yürümeye yeltendi.Yürüyor adım atıyor fakat beş metre önünde duran kıza bir türlü yaklaşamıyordu sanki.Sular birden hızla yükseldi ve boylarını aştı, ikisi de suyun altında kalmışlardı.Serhat son bir gayretle büyük bir solunum yaparak ciğerlerini nefesle doldurmuştu çaresizce.Evet nefesi tükeniyordu ve boğulacaktı, ömrünün sonuna geliyordu.Hayatı görüntü görüntü, saniye saniye gözlerinin önünden akmaya başladı hızlıca.Gözleri kapanıyordu, göz bebekleri kendini ebediyete bırakırken bir anda bir elin kalbine dokunmasıyla irkildi ve gözleri fal taşı gibi açıldı.Karşısında o kız vardı, gözleri o kadar yakındı ki kendine, aşık olduğu kızdı bu tanımıştı onu.Birden tuhaf bir huzur kapladı içini, kızın mavi gözlerine bakıyordu derinlerine inmek istercesine.Kız tebessüm ederek;
"Gel." dedi o insanın içini sevgiyle dolduran sesiyle "Gel."
Serhat nefes alıp verebildiğini fark etmemişti henüz, kızın büyüsüne kaptırmıştı yine kendisini.Kızı öyle seviyordu ki , kılına zarar veren olsa gözünü kırpmadan öldürürdü onun için.Zihni Serhat'a bu görüntüleri sunarken bir yandan gerçek zamanda alarm kurdurtuyordu,güneşin kendini gösterdiği bir vakte kurmuştu Serhat alarmı haberi olmadan.Mistik bir güçtü bunu ona yaptıran ve Serhat'ı istiyordu anlaşılan.
Serhat giyinirken neden bu saatte uyandım ve neden giyinip dışarı çıkmak istiyorum diye düşünüyordu fakat yanıt bulamıyordu.Mantıklı bir açıklaması yoktu bunun fakat tek bildiği rüyasında gördüğü aşkının onu çağırdıyıydı, bir buluşma yeri belirlememişlerdi evet fakat hele kendisini bir dışarı atsında gerisi gelirdi elbette diye düşünüyordu.Sessizce çıktı evden, hava hafif rüzgarlıydı.Bir anda durdu ve havayı kokladı, ciğerlerini doldurdu bu etkileyici Karadeniz'in hırçın dalgalarının evinin önüne dek gönderdiği deniz kokusuyla.
"Evet." dedi, "Deniz, denize gitmeliyim." denize doğru yol almaya başladı.
Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, her zaman ki neşesi bir anda yok oluvermişti.Tüylerinin ürperdiğini hissediyordu, adımlarını yavaşlattı ve etrafı gözlemeye başladı.Bulunduğu sokakta karşılıklı dizilmiş yedi bina görünüyordu, sokak da iki çöp kutusu bulunuyordu birisi sokağın başında diğeri sonunda.Yolun kenarları ağaçlarla süslenmişti, kaldırımlar iki insanın yan yana rahatlıkla yürüyebileceği genişlikteydi.Yolun sol tarafına park edili araçlar göze çarpıyordu, fakat normal görüntüyü bozan bir şey vardı ortada.Yirmi metre kadar ilerisinde sağ tarafında kalan bir müstakil ev göze çarpıyordu.
"Apartmanların arasında bu iki katlı evin ne işi var ki." dedi kısık sesle.
Bu evin ufak bir bahçesi ve görünmeyen arka tarafına doğru evin sağ cephesinden giden bir aracın geçebileceği şekilde tasarlanmış yol görünüyordu.
"Bir park yerine gidiyor olmalı." diye düşündü içinden.
Yürümeye devam etti fakat adım attıkça içini doldurmaya başlayan huzursuzluğu hissedebiliyordu.Elini beline asılı olan, hiç yanından ayırmadığı özel el yapımı Sürmene bıçağına uzandı.Bıçak on beş santimetre boyundaydı, kabzası mavi sert yapı üzerine kazınmış kızıl bir kuş deseniyle kaplıydı.Kuşun kafası bıçağın keskin kısmının çeyreğini kaplayacak şekilde uzatılmıştı, kanatları kabzasın da yer alıyor ve çok güçlü bir görünüm saçıyordu etrafına.Bıçağın keskin kısmı ortasında ucuna kadar araları 50 mili metrelik boşluklarla, ufak 11 adet delik ile kaplıydı.
Minik adımlarla o tuhaf ve garip bir korku hissine kapılmasını sağlayan eve yaklaşmıştı ki birden durdu;
"Lanet olsun! O ne lan öyle!."
Önüne evin arkasına giden yoldan bir yengeç fırlamış ve tam beş metre ilerisinde Serhat'a bakacak şekilde yere konmuştu.
"Bu nasıl uçtu lan oradan buraya , Allah'ım sen aklıma mukayet ol ya rabbim!"
Yengeç bilindik boylarda ufak bir görünüme sahipti, Serhat yavaşça etrafından dolaşmaya yeltenmişti ki, yengeç birden kıpraşmaya başlamıştı.Bir ayak boyunda olan yengeç büyüyordu, bu bir Tırap savaş yengeciydi.Bu yengeçler Tırap ırkının kadim kitaplarda keşfettiği özel savaş güçleri arasında yer alıyordu.Karaya çıktıkları da, beş insan boyu kadar büyüyebilen bir mistik güce sahiplerdi.Yengeç birden dev gibi olunca Serhat donakalmıştı.
Yengeç bu anı fırsat bilerek bir insan boyuna ulaşan kıskaçlarından birini Serhat'ı budamak üzere uzatmıştı ki birden kafasına yukarıdan tuhaf bir varlık binmiş iki ayağından destek alarak yengecin kafasından sekip havada takla atarak tuhaf, kılıca benzer bir silahla hayvanın uzanan kıskacını ortadan kesmişti.Hayvan acı içinde kıvranarak kendini geriye doğru atarken havada takla atan bu varlık Serhat'ın önüne bir dizi yerde olacak şekilde konmuştu.
Neden hep dünya Amerikalı kahramanlar tarafından kurtarılıyor ki ? Neden bütün uzaylılar New York'a iniyor ?
Ben bu oyunu bozarım arkadaş !
Bir Türk, bir Karadenizli, bir tehlike !
Dünyayı kurtaran kişiyi, okyanusların kralını takipte kalın.