Kara Bey said:Yaklaşıyor yaklaşmakta olan diyerek yeni bölümü yayınlıyorum. Keyifli okumalar...
Sancar'ın tahtını korumak için bana muhtaç olması beklediğim bir şeydi. Zira Sancar, tahtı için bacısını, kızını ve oğlunu satacak kadar alçak bir insandı. Benim ise onun tahtı için kılımı kıpırdatacak insafım yoktu. Yapacaklarım belliydi. Ben isteyecektim, Sancar verecekti.
Ulağa şöyle dedim:
-"Sancar benimle nerede görüşmek ister?"
Ulak biraz düşündükten sonra cevapladı:
-"Tulga'da."
-"Tulga olmaz! Ayağımla tuzağa gidemem. Tulga ile Distar'ın orta yerine bir çadır kurulacak. Sancar'ın adamlarıyla nökerlerim evvelden gidip emniyeti sağlayacak. Ancak bu şekilde barış olur."
-"Taleplerinizi ileteceğim."
Sancar teklifimi kabul etmek zorundaydı. Aksi takdirde Svadyalılar Halmar'ı zapt edip, Tulga'da konaklayacaktı.
Ulak taleplerimi iletmek için geri döndükten sonra Brula ve yoldaşlarımla durum değerlendirmesi yapmak üzere kaleye geçtik.
Tahtıma oturdum. Brula Noyan, yoldaşlarım ve diğer komutanlar etrafıma dizildi. Biraz sessizlikten sonra Brula konuşmaya başladı:
-"Bu teklif bizim için fırsat. İyi değerlendiremezsek bedeli ağır olur."
Kurtbaş:
-"Bize düşmez fakat Gaddar Han'ımızın bir planı vardır."
Başımı öne eğdim. Biraz düşünmek için zihnimi kurcalamaya başladım. Olacakları düşünerek vakit kaybetmektense bildiğim yoldan gitmek daha gerçekçi olacaktı. Kafamı kaldırıp şunları söyledim:
-"Sancar'dan Malayurg ve Ichamur'u isteyeceğim. Bununla da kalmayacak. Sancar askerlerinin bir kısmını himayeme verecek."
Kargılı atıldı:
-"Kabul etmez. Aksine her şey berbat olur."
Brula:
-"Sancar toprak kaybeder yine de toprağını vermez."
Bu tepkilerin ardından kendimden emin bir şekilde tebessüm ettim. Herkesin dikkati bendeydi. Bundan sonra yapacaklarım hanlığın kaderini etkileyecekti.
Bir müddet daha istişare ettikten sonra fikirlerimde sabit kaldım. Özellikle Brula'nın askeri gücümüzün zayıf olduğunu defalarca söylemesinin aksine güvencemizin askerler değil, siyasetimiz olduğunu yineledim. Bu siyaset öyle bir anahtardı ki, olmaz denilen olayları olduracak, aşılmaz denilen dağları aştıracak, geçilmez denilen nehirleri geçirtecek kabiliyete sahipti.
Günler geçti. Haftalar birbirine karıştı. Nihayet Sancar'dan haber gelmiş, buluşma konusunda anlaşılmıştı. Nökerlerim önden gidip buluşma yerinin emniyetini sağlayacaktı. Böylece savaş hâlinde olduğumuz Sancar bizi tuzağa çekemeyecekti.
Nökerlerimiz gittikten birkaç gün sonra biz de yola çıktık. Arkamda bir ordu, yanımda ise beni bu kutlu yolumda asla yalnız bırakmayan yoldaşlarım vardı.
Öyle huzurluydum ki, Bariyye çöllerinde adam yerine koyulmayıp senelerdir Sarranidlere uşaklık etmiş olan ben, şimdi kendi ordumu kurup koskoca Kergit Hanlığı'nın hükümdarını kendime muhtaç bırakmaya gidiyordum.
Bu kader değil de neydi? Sadece ve sadece kendi çabamın bir ürünü müydü?
Hayır, hayır... Atalarımızın bir sözü vardı, "Sonu görünmeyen çaba, ya sağır eder ya âmâ." diye. İşte benim şansım da burada yatıyordu. Benim bir sonum vardı, görünebilen bir son. İki ihtimalli bir son... Ya olacaktım, ya ölecektim! Bu iki ihtimalli sürecin kaynağı soylu olmama dayanıyordu şüphesiz. Ben de bunu fırsat bilip yollara düştüm. Bundan sonra da kutlu olarak gördüğüm bu dava yolunda olmak ya da ölmek üzerine yaşamaya mecburdum.
Günlerdir yoldaydık. Distar ile Tulga'nın arası epey vardı. Fakat biz Tulga ile Distar'ın orta yerine gidiyorduk. Dinlenmek üzere durduğumuz bir konak yerinde Kurtbaş'ın yanıma geldiğini fark ettim. Kurtbaş'ın gözlerinde endişe hakimdi. Bunu anlamak için gözlerinin fıldır fıldır dönmesi yeterliydi.
Biraz sonra yanıma gelen Kurtbaş aklını kurcalayan soruları sordu:
-"Gaddar Han'ım, biz... Neyimize güveniyoruz?"
Elimde bir küçük ağaç dalı vardı. Bu ağaç dalındaki yaprakları teker teker koparırken Kurtbaş'ın sorularına cevap vermeye başladım. Dalın yapraklarını sırayla koparırken aynı zamanda sorunun cevabını da sırayla veriyordum.
-"Evvela kaderimize...
Sonra kendimize...
Daha sonra siyasetimize...
Son olarak cesaretimize..."
Kurtbaş sessiz kaldı. Anladım ki, verdiğim cevaplar onu pek tatmin etmemişti. Sağa sola bakındığını gördüğümde daha fazla dayanamadım ve esas güvendiğim kişinin ismini söyledim:
-"Aramızda kalacak... Bahestur'a..."
Kurtbaş bunu duyunca şaşırdı. Bir anda gözleri fal taşı gibi açıldı. Etraftakilerin duymaması için kısık sesle şöyle dedi:
-"Bahestur'a mı? İyi ama neden?"
Nükteyle karışık Kurtbaş'ın sırtına vurarak şunları dedim:
-"Kargılı'yla aynı yatakta yata yata onun gibi meraklı olmuşsun."
-"Aman be beyim, o kıçı pis kokanla sırt sırta yatar mıyım ben?"
Kurtbaş'ın bu sözleri kahkaha atmama sebep olmuştu. Kurtbaş her ne kadar cevabımdan tatmin olmasa da demek istediğimi anlamıştı. Bir bildiğim vardı. Svadyalı paralı askerin getirdiği not tek güvencemdi. Kurtbaş da bunu anlamış olacaktı ki, yanımdan ayrılırken şöyle dedi:
"Siyasetinize güveniyorum."
Yeteri kadar dinlendikten sonra tekrar yola çıkıp, Sancar'la buluşacağımız muhite geldik. Etrafta okçu nökerler yerini almış, mekanın emniyetini sağlamıştı. Aynı zamanda Sancar'ın adamları da Sancar'ı korumak için mevzilenmişti.
Atlarımızdan indik. Kurulan çadıra doğru geçtik. Çadırın önüne geldiğimizde yoldaşlarımın dışarıda beklemesi gerektiğini söyledim.
İçeri girdim. Sofralar kurulmuş durumdaydı ve kurulan sofranın başında her iki tarafın nökerleri nöbet tutmaktaydı.
Bir müddet bekledikten sonra çadırın dışından içeri atlıların sesi gelmeye başladı. Biraz sonra Sancar, çadırdan içeri girdi. Onu görmeyeli bayağı olmuştu. Sancar, yaşadıklarından olsa gerek topallayarak yürüyordu. Yaşadığı bunca sıkıntı onu hasta etmişti. Her ne kadar Sancar'a düşman olsam da, saygı duymayı bilen biri olarak anılmak amacımdı. Ayağa kalktım ve elimi göğsüme götürerek ona selam verdim.
Sancar da aynı şekilde bana karşılık verdi. Bundan sonra yapılacak şey karşılıklı olarak anlaşmaktı.
Sancar ile beraber karşılıklı olarak sofraya oturduk. Yemeğe başlamadan önce nezaketimi göstermek isteyerek şöyle dedim:
-"Sıhhatiniz yerindedir umarım."
Sancar tok sesiyle cevapladı:
-"Dostlarımızın sıhhatimize olan husumeti bizi yaralıyor."
Bu sözlerin şahsıma yönelik olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Sözlerime devam ettim:
-"Keşke böyle olmasaydı, ama kader..."
Sancar sözlerimi bitirmeme müsaade etmedi:
-"Bırakalım şimdi masalı. Buraya geliş amacım belli. Öncelikle yurdumuzu kurtaracaz. Sonra aramızdaki kavgaya devam ederiz. Tez ordularını ordularımla beraber kıl, sefere çıkıyoruz!"
Sancar'ın hâlâ beni kendi komutanı gibi görmesi ve bana bu şekilde davranması zoruma gitmişti. Elimi masaya vurarak sert bir şekilde karşılık verdim:
-"Karşında sana köle olmuş nökerin yok Sancar! Benimle böyle konuşamazsın!"
-"Ya nasıl konuşacakmışım?"
-"Evvela dinleyeceksin! Şartlarımı sıralayacam. Kabul edersin veya etmezsin, gerisine karışmam."
Sancar şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Birdenbire bu şaşkınlık ifadesi o iğrenç suratından dağılmaya başlayıp yerini kahkahaya bıraktı. Sancar o mide bunaltıcı hırıltısıyla güldükten sonra şunları söyledi:
-"Şartlar ha... Şartlar... Bak çocuk! Annen senin kıçını temizlerken ben dört bir yana hükmediyordum ayrıca..."
Sancar'ın sesini kesip bağırdım:
-"Yeter! Ben buraya münakaşaya değil anlaşmaya geldim. Sen sormadan söyliyim. Malayurg ve Ichamur'u istiyorum. Buraya ait nökerler bana itaat edecek. Ancak bu şekilde Svadya belasını savuşturabiliriz."
Sancar öfkelenerek ayağa kalktı ve haykırdı:
-"Sen çıldırmışsın! Ben topraklarımızı koruyalım diyorum sen benden toprak istiyorsun."
-"Geçici olarak isterim Sancar. Savaş bittiğinde Distar'dan mücadelemi sürdüreceğim. Ayrıca Ichamur ve Malayurg'taki nökerler ve Noyanlar sana biat eder. Bir emrinle oraları geri alabilirsin. Ben sadece teminat olarak bunu isterim. Nereden bileyim senin nökerlerimi telef etmeyeceğini?"
Sözlerim Sancar'ı çileden çıkarmıştı. Malayurg ve Ichamur'u almak demek gücümüze güç katmak demekti. Fakat savaş bittikten sonra oraları Sancar'a tekrar verme fikri Sancar'ı biraz olsun yumuşatmıştı.
Sancar beraberinde gelen Noyanlarla istişare etmek için müsaade istedi. O buna mecburdu. Ya anlaşmayı kabul edecekti ya da tahtı elinden gidecekti.
Çadırın dışına çıkıp beklemeye koyuldum. Biraz sonra Sancar, bir askeri aracılığıyla beni içeri çağırdı. İçeri girdiğimde Sancar biraz daha sakinleşmiş vaziyetteydi. Kısa bir sessizliğin ardından şöyle dedi:
-"Anlaşmayı kabul ettim. Elimdeki mührü al ve oraları himayene al. Nasıl olsa nökerlerimle baş edemezsin. Onlar bana sadıktır. Şunu da bil ki Gaddar, bu toprakları sana yar etmeyecem!"
Hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim:
-"Svadyalılar gömülmeyi bekler. Sağlıcakla..."
Çadırdan dışarı çıktığımda kendimi öyle bir ferahlamış hissetmiştim ki, adeta Kergit Hanlığı'nın tahtına oturmuş çiçeği burnunda hükümdar gibiydim. Bu şekilde devam ettiğim sürece yolum tekrar ayrı kaldığım Tulga'ya düşecekti. Ben ise Sancar'ın zulmünden kurtardığım halkımla beraber Kalradya'yı ayaklarımın altına alacak olmanın heyecanını yaşayacaktım. Ya da ben öyle umuyordum.
Çok geçmeden atlarımıza atlayıp Distar'ın yolunu tuttuk. Yollar geçtik, tepeler aştık, yağmur olup inledik, sel olup gürledik, nehir olup yataklarımızdan taştık. Nihayet Distar'a geri döndük.
Geri döndüğümüzde yapacağım ilk iş herkese vazifesini vermek olacaktı. Kaledeki geçici tahtıma oturdum. Devlet adamlarımı etrafıma topladım. Onlara sıradaki görevlerini vermeye başladım.
-"Brula Noyan, sen Distar'da kalıp teyakkuzda olacaksın!"
Brula Noyan:
-"Emredersiniz!"
-"Kurtbaş, sen ise Malayurg Kalesi'ne gidip emaneti teslim alacaksın!"
Kurtbaş:
-"Emirler sizindir!"
-"Kargılı, sen de ordunun başında bulunacaksın. Talimler artsın, savaş kapıda!"
Kargılı:
-"Emriniz olur!"
-"Komutan Konur, sen benimle Ichamur'a geleceksin. Nökerleri topla!"
Komutan Konur:
-"Emredersiniz yüce Han'ım!"
Görevleri verdikten sonra ayağa kalktım. Şunları söyleyerek yoldaşlarıma moral vermeyi amaçladım:
-"Beyler! Çıktığımız bu yolda bizi bekleyen felaketlere karşı yılmayacağız!"
Yoldaşlarım hep bir ağızdan:
-"Yılmayacağız!"
-"Düşman kar olsa, çığ olsa ne zarar? Biz fırtına olacağız!"
-"Fırtına olacağız!"
-"Bütün Kalradya bir olsa da yolumuz kutlu, izimiz pak, yüreğimiz ak olacak!"
Yoldaşlarım kılıçlarını çekerek haykırdı:
"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"
Teşekkürler. Birkaç güne yeni bölüm geliyor nasipse takipte kalın.Cynax said:Çok başarılısın nasıl devam edeceğini merakla bekliyorum
Destansı, mükemmel bir öyküydü. Ellerine sağlık üstadım.Yağmur çiselemeye başladı. Bulutlar haşmetli yüzünü gösteriyor, düşmanla aramıza sinsi bir yılan gibi gözyaşlarını döküyordu.
Evet, onlar bizim düşmanımızdı. Doğruları göremeyen, töreye aykırı hareket eden herkes benim düşmanımdı.
Fırtına, tozu toprağa karıştırıyor, atlarımızı hırçınlaştırıyordu. Bariyye'nin kızgın çöllerinde başlayan bu süreç bugün bitecekti. Günün sonunda ya ben galip olacaktım ya da Sancar üzerimizden geçecekti.
İkincisi olmamalıydı. Olsa bile kaçış yolunu bulup başka bir fırsat aramalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...
Tübek Noyan'ın bu hamlesi bizi geri dönüşü olmayan çetin bir yola sokmuştu. Tübek'e uyan askerler ardına takılıp karşı safa geçmeye başladı. Buna izin vermeli miydim? Hayır, vermemeliydim. Soğukkanlılığımı korudum ve elimi havaya kaldırarak yumruğumu sıktım. Uzun saçlarımdan yere damlayan yağmur tanelerinin sesine kulak verdim. Yağmur bana ne karar vereceğimi öğretmişti. Haykırdım:
"Okçular! Şimdi..."
Emrim yerine ulaşmış, birliğimizin okçuları Tübek ve askerlerini ok yağmuruna tutmuştu. Bu öyle zor bir savaş olacaktı ki, sonunda kazanırsak Kergit Hanlığı'nın istikbali kurtulacaktı.
Tübek'in birlikleri ok yağmuruna rağmen birçok kayıp vererek karşı safa geçtiler. Tübek de bu oklardan nasibini almıştı. Nökerlerden birinin attığı ok Tübek'in omzuna saplanmıştı.
Kurtbaş, atını hiddetle öne sürüp bağırdı:
"Başka hain varsa çekip gitsin. Er meydanında görürsem acımam!"
Kurtbaş'ın bu sözleri nökerleri heyecanlandırdı. Her bir nöker bir ağızdan haykırdı:
"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"
Biraz sessizlik oldu. İki büyük ordu taht için mücadele edecekti. Tabi Sancar tahtını korumak için ben ise tahtı ele geçirmek için vuruşacaktım. Savaş meydanında Sancar, Tübek'in kendi saflarına katılmasıyla neşelenmişti. Sancar kılıcını çekip bana doğru bağırdı:
-"Cesedin ayaklarımın altında ezilecek Gaddar!"
Tebessüm ederek cevapladım:
-"Daha hiçbir şey bitmedi Sancar. Yerinde olsam erken havlamazdım."
Evet, daha hiçbir şey bitmemişti. Bildiğim bir şey vardı.
Puslu bir hâl almaya başlayan gökyüzüne doğru başımı kaldırdım. Kirpiklerime damlayan yağmur gözlerimi kapatmama sebep oluyordu. Bir müddet gözüm kapalı bir şekilde düşündüm. Düşündükten sonra gözümü açtım ve kılıcımı çektim. Atımı şaha kaldırdıktan sonra olanları seyretmeye başladım.
Her iki tarafın nökerleri de olacaklardan bihaber şekilde kulak tırmalayan ayak seslerini dinlemeye koyuldular. Neler olduğuna anlam veremeyen nökerler birbirlerine sorular sormaya başladılar:
"Bu da ne böyle?.. Sesler geliyor... Yer titriyor sanki..."
Yer titriyordu evet. Çünkü gelenler, ordumuzun gücüne güç katacak Kergit boylarının neferleriydi.
Kargılı olanlara anlam veremeyerek atını yanıma sürdü ve sordu:
-"Gaddar Han bunlar da kim?"
-"Hatırlıyor musun Kargılı, Ak Kergit Boylarıyla Khuzait aşiretleri asilik etmişti de Sancar, bizi bu isyancıları bastırmamız için vazifelendirmişti."
-"Hatırlarım elbet."
-"İşte bu yiğitleri o vakit, büyük vaatlerle safıma çekmiştim. Sancar'a karşı savaşacaklar."
Bitmemişti. Savaş varsa tedbir de vardı. Savaş sadece meydanda değil aynı zamanda beyinde kazanılırdı. Kim daha akıllıysa o savaşı kazanırdı. Aşiretler ve boylar ordumuzun yanında yerini alınca sıra gelmişti en büyük oyuna.
Bu oyun öyle bir oyundu ki, oyunun şiddeti Sancar'ın kolunu kanadını kıracak düzeydeydi.
Atımı tekrar şaha kaldırarak haykırdım:
"Kergit töresi için şimdi!"
Sözümü bitirir bitirmez gök gürlemiş, yağmur sel olup taşmıştı. Sözümün üzerine söz söylenmeden Sancar'ın safındaki birkaç Noyan saf değiştirip yanımıza gelmeye başlamıştı. Tonju Noyan, Urubay Noyan, Asugan Noyan, Tansugei Noyan...
Bu Noyanlar Ulular diye bahsettiğimiz büyüklerin emri altında Sancar'ı devirmek için görevlendirilmişti. Sancar'ın yanından ayrılıp bize iştirak ettiler.
Bu öyle bir tokattı ki, Sancar ihtiyarlığının da vermiş olduğu ağırlıkla atının üzerinden yere düşmüştü. Sancar hem öfkeli hem de hayal kırıklığı içerisindeydi. Toparlanmalarına fırsat vermeden harekete geçmek üzere nökerlerime emrettim:
"Kergit Hanlığı için hücum ulu kurtlarım!"
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Nökerler şimşek gibi atıldı dört koldan. Ne olduğunu anlayamayan Sancar'ın birlikleri gafil avlandı. Biz de nökerlerin arkasında durarak ağır ağır düşmanın üzerine ilerliyorduk.
Zaman su gibi akıp geçti. Cenk meydanı kanla revan oldu. Akşam olmak üzereydi. Fakat savaş hâlâ devam ediyor, şiddetinden taviz vermiyordu. Derken, gözümle görmek dahi istemediğim bir olay yaşadık. Sancar'ın adamlarından biri elindeki kargıyı düşmanla vuruşan Kargılı'ya doğru yöneltti. Olayı fark edip bağırdım:
"Kargılı eğil!"
Çok geçti. Askerin elindeki kargı bir ok kıvraklığında fırlayıp Kargılı'nın göğsüne saplanmıştı.
Kurtbaş:
"Hayır!"
Gözlerim karardı. Savaş başlarken Sancar'ın atının üstünden düşmesiyle alay eden ben, aynı şekilde duraklamamı fırsat bilen düşman nökerin boynuma vurmasıyla beraber yere kapaklandım. Yere düşerken Brula'nın o çığlığı uzun bir süre kulağımda çınlayacaktı:
"Yüce Han'ımızı koruyun!"
Gözlerimi ağır ağır açmaya başladım. Uzandığım yerin tam karşısında atam Kergit Han'ın tuğu gözüme ilişti. Ne olduğunun farkında bile değildim. Boynum tutulmuştu. Başımı kaldıracak mecalim yoktu. Uyandığımı gören Urubay Noyan hemen yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım iyisiniz ya."
Bir süre konuşmadım. Ağzım kupkuruydu. Urubay'dan su istedim. Suyu içtikten sonra dilim çözüldü.
-"Neler oldu?"
-"Darbe aldınız. Şimdi iyisiniz sanıyorum."
Bu esnada aklıma Kargılı geldi. Birden ayağa fırladım ve dinlenmem için tahsis edilen çadırdan dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda çadırın çevresindeki nökerler sevinç çığlıkları attılar:
"Hey! Kergit Hanlığı çok yaşa, Gaddar Han çok yaşa!"
Savaş umurumda değildi. Benim niyetim yoldaşımı görmekti. Başımı bir o yana bir bu yana çevirdim. Nihayet çadırın arka tarafında yere çömelmiş bir vaziyette oturan Kurtbaş'ı gördüm. Yanına koştum. Kurtbaş beni görünce ayağa fırladı ve dudaklarından şu cümleler döküldü:
-"Zaferiniz kutlu olsun yüce Han'ım."
Kazanmıştım. Senelerdir hayalini kurduğum o kutlu dava, Sancar'ı mağlup ederek nihayete ermişti. Tebessüm ettim ve şöyle dedim:
-"Sancar iti nerede?"
-"Hayatta kalan birkaç Noyanıyla beraber zincirledik."
Kurtbaş bunları söylerken mahzundu. Arkamı döndüm. Bana biat etmiş olan Noyanlardan birkaçını gördüm. Gözlerim Kargılı'yı arıyordu. Tekrar Kurtbaş'a dönerek Kargılı'nın akıbetini sordum.
-"Kargılı nasıl, yaşayacak mı?"
Kurtbaş boynunu büktü ve ağlamaklı bir sesle şunları söyledi:
-"Ulu Han'ım... Kargı... Kargılı ruhunu teslim etti."
Kurtbaş ağlamaya başladı. O ağlarken adım gibi gaddarlaşmış vicdanım merhamete geldi. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Yoldaşım, canımdan bir parça olan nökerim ölmüştü. Hem de zafere bu kadar yaklaşırken bizi bırakıp gitmişti.
Ellerimle göz yaşlarımı sildim. Kergit Hanlığ'nın yeni hükümdar artık bendim. Ağlayarak nökerlerime ve Noyanlarıma aciz gözükmekten korktum. Arkamı döndüğümde Noyanlar tek sıra hâlinde dizilmiş bir şekilde beni bekliyordu. Yanlarına gittiğimde içlerinde eksik olanları fark ettim. Bu sırada, Brula Noyan zaferimi tebrik ederek şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım, her daim zafer sizinle olsun. Başım yolunuza fedadır."
-"Eksik olma Brula... Tonju Noyan nerededir?"
Brula hüzünlü bir şekilde cevapladı:
-"Ruhlar alemine göçtü."
Başımı öne eğdim. Ona olan minnetimi, sessiz kalarak ödemeye çalıştım.
-"Sancar'a götürün beni!"
Nökerler eşliğinde Sancar'ın yanına gittim. Sancar, Ulusamai, Karaban, Akadan ve diğer birkaç Noyan ellerinden ve ayaklarından zincirlenmiş bir şekilde yerde oturuyordu.
Beni görünce yüzünü çeviren Ulusamai'nin aksine Sancar o iğrenç hakaretlerine yine başladı:
-"Hainsin sen. İhanetin seneler geçse de unutulmayacak. Aşağılık köpek!"
Sakince cevap verdim:
-"Oyun bitti Sancar. Tulga meydanında infaz edileceksin. Devir benim devrimdir... Sana gelince Ulusamai, seninle yarım kalan hesabımı öyle kolay kapatmayacağım. Ölene kadar zindanda çürüyeceksin."
Gün ağarırken Tulga'ya doğru yola çıktık. Dereler geçtik, tepeler aştık. Sonunda o kutlu şehrin surları görünür oldu. Ordularımla şehir içine girerken sefalet içinde yaşayan halk sevinç çığlıklarıyla beni karşılamıştı. Tulga'ya gelmeyeli epey olmuştu. Uzun bir aradan sonra şehrin darmadağın edildiğini gördüm. Sancar savaş şartlarının bedelini halkına ödetmişti.
Tulga meydanına ilerlerken halk, yerde sürüklenen Sancar'ı taşlıyor, hakaretler ediyordu. Zaferin tadını doya doya çıkarmak isteyen ben ise Kargılı'nın ölümünden dolayı buruk bir sevinç yaşıyordum. Atımı meydanda durdurdum. Galeyana gelmiş halkı susturmak için sesim gür bir şekilde şunları söyledim:
"Benim kutlu diyarlarda kutlu bir hayat yaşamaya çalışan kutlu ulusum!
Tarife hacet yoktur ki, bugüne kadar uğradığınız zulümler artık son bulmuştur."
Halk hep bir ağızdan:
"Heeyy! Çok yaşa Gaddar Han!"
Devam ettim:
"Bariyye çöllerinde başlayan bu kutlu dava, Sancar'ın ve sahip olduğu iş bilmez, kılıç kuşanmaz it sürüsüne diz çöktürmekle nihayete ermiştir. Sancar, halkına ettiği zulümlerin üstünü, atamız Kergit'in kanından kan olan, soyundan soy olan şahsıma iftiralar atarak örtmeye çalışmıştır. Şunu herkes bilsin ki, zulüm üzere kurulmuş bir ülke asla kutlu olamaz!
Bugün, Sancar ve beraberindeki hain arkadaşları burada infaz edilecektir. Ulusamai adlı hain ise yaptıklarının bedelini ömür boyu zindanlarda karanlığı seyrederek ödeyecektir.
Şunu hiçbir zaman unutmayın!
Bir Kergit Han'ının varlık sebebi, saraylarda keyif çatmak, halkının üzerinden geçinip hatunlarla yatıp kalkmak değildir! Aksine, hedefimiz uçsuz bucaksız bozkırlarda at sürüp, kılıç kuşanmak, yeni yeni diyarlar fethetmek, ganimet toplayıp diğer krallıkları ayaklarımızın altına almaktır. Zaferimiz kutlu olsun!"
Halk yine hep bir ağızdan:
"Heeyy!"
Sözlerimi bitirdikten sonra. Cellatlara işaretimi verdim. Artık Sancar için yolun sonu gelmişti. Elindeki baltayı büyük bir gururla havaya kaldıran cellat, Sancar'ın yere serilmiş boynunu sert bir şekilde vücudundan ayırdı. Hak yerini buldu, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Kergit Hanlığı'nın tahtına oturdu. Bundan sonraki kutlu dava ise diyarlar istila etmek, Kalradya'ya hâkim olmak olacaktı.
Yorucu bir günün ardından Tulga sarayındaki odama çekildim. Odamın camından gün batımını seyretmeye başladım. Bugün de bitmiş artık geleceğe doğru bakmanın vakti gelmişti. Güneş, ulu dağların ardından batarken, gözlerimi kapatarak hayal etmenin keyfini bir kez daha yaşıyordum...
Bu benim öyküm. Uzun ve soluksuz bir maceraydı. Bugüne kadar hikâyemi okuyan, yorum atan veya atmayan, herkese ama herkese sonsuz teşekkür ederim.
Moderatörlerimizin de izni olursa konuyu kilitlemek istemiyorum. Belki, seneler sonra foruma gelen genç arkadaşlarımız merak eder de buraları bir karıştırır, olmadı güzel dileklerini buraya yazarak anılarımızı canlandırır diye umut ediyorum.
Başka hikâyelerde görüşmek üzere, hoşçakalın...