Hanlar Savaşıyor (BİTTİ)

Users who are viewing this thread

Kurtbaş, uzun süredir ortalarda yoktu. Öyle ki, Sancar'ın onu ele geçirip öldürdüğünden bile şüphelenmeye başlamıştık. Altar'ın bizi pusuya düşürmesinin ardından Kurtbaş'ın ortaya çıkması ona olan itimadımı fazlasıyla artırmıştı.
Altar, Kurtbaş'a seslenerek şöyle dedi:
-"Kurtbaş! Sen ki bu hanlığa senelerdir hizmet ettin. Babama olan saygın bu kadar mıdır?"
-"Baban Hırçın Noyan'ı öldürüp bizi yurdumuzdan sürerken sen ortada bile yoktun. Devir Gaddar Han'ın devridir, itaat et!"
Kurtbaş'ın bu sözleri üzerine bir müddet sessizlik oldu. Altar ve beraberindeki hatunlar elimizdeydi. Fakat benim onları esir etmeye hiç niyetim yoktu. Bu niyetsizliğimi de açıkça belirttim.
"Yaptığın kahramanlıktı Altar. Bu cesaretinden dolayı seni ve diğerlerini azat ettim. Bir daha sakın karşıma çıkma! Aksi takdirde leşini çakallara yediririm."

Amacım Altar'ın cesaretinden dolayı onu ödüllendirmek değildi. Aksine hedefim, Sancar'ın gözünün kararmasına engel olmaktı. Bundan sonra ne yaparsak yapalım Sancar ordularını toplayıp üzerimize yürüyecekti. Buna göz yumamazdım. Biraz da olsa öfkesini yatıştırmasına fırsat vermem en doğrusu olacaktı.
Altar, kardeşi Selenge ve halası Ulunike ile birlikte kendi yoluna gitmişti. Bizim ise yapacağımız çok iş vardı. Her şey yeni başlıyordu. Yapmamız gereken bu savaşa en iyi bir şekilde hazırlanmak olmalıydı. Askerlerime emrettim:
"Haydi, kaleye dönüyoruz. Etrafta ceset bırakmayın!"

Kaleye, geldiğimiz yerden geri döndük. İçeri girdiğimizde dinlenmek için odama çekildim. Kurtbaş'ı da olan biteni anlatması için Brula Noyan'ın yanına gönderdim. Merak ettiğim bir şey vardı. Kurtbaş bunca zamandır neredeydi? Bu sorunun cevabını yine kendisinden öğrenecektim.
Akşam olmak üzereydi. Nökerlerden birini Kurtbaş'ı çağırması için onun yanına gönderdim. Kafamı kurcalayan sorunun cevabını öğrenmeliydim. Biraz sonra Kurtbaş odama geldi. İçeri girdikten sonra konuşmaya başladık:
-"Gel Kurtbaş."
-"Gaddar Han beni istemişsin."
Ellerimi arkaya bağlayıp camdan dışarıyı seyrediyordum. Derin bir nefes alıp gün batımını seyre daldım. Ardından yüzümü Kurtbaş'a dönerek şöyle dedim:
-"Nerelerdeydin? Haftalardır akıbetini merak ettik."
Kurtbaş kendinden emindi.
-"Sancar'ın seni esir aldığını öğrenince gizlice Tulga'dan çıktım. Eğer zindandan çıkarsanız, Distar'a geleceğinizi tahmin etmiştim."
-"Peki neden hemen gelmedin?"
-"Yapmam gereken bir şeyler olduğunu düşündüm. Siz Distar'da isyan hazırlıkları yaparken ben de asker ihtiyacını karşılamak için altın bulmanın gayretindeydim."
-"Netice nedir?"
-"Gitmediğim tüccar, öldürmediğim tacir kalmadı. Tabi bunu tek başıma yapmadım. Nökerlerle beraber yaptık. Durumlar ise vahim, ne tüccarın ne de esnafın elinde avucunda yeterince altın yoktu. Bulabildiklerimiz ise bizi bir süre idare eder, sonrası kötü."

Kurtbaş'ın sakladığı bir şeyler olduğunu fark etmem zor olmadı. Fakat şimdi ondan şüphelendiğimi belli etmek akıl kârı değildi. Vakit tahta yürüme vaktiydi. Sorularıma devam ettim.
-"Hangi kılığa girdin?"
-"Seyyah kılığına büründüm."
-"İsyan bayrağını çektiğimizi nereden anladın?"
-"Tamamen varsayımlar üzerine yaşadım kaç gündür. İşimizi bitirdikten sonra Distar'a gelmeye karar verdik. Kalenin burçlarında üç oklu sancağımızı görünce üzerimdeki bütün yük kalktı beyim."
-"Pekala, bundan sonrası daha çetin geçecek. Para bulma fikrinde isabetli karar almışsın."
-"Ne yapacağız peki şimdi?"
-"Görelim bakalım ne olacak..."

Kurtbaş ile konuştuktan sonra asker toplamak için hazırlıklara başladık. Elimizde avucumuzda ne varsa erzakların haricinde asker toplamaya gitmişti. Ağzı laf yapan komutanlarımız, parayla satın aldığımız tüccarlar, kılıçlarımızı bilediğimiz demircilerle beraber civar köyleri ve aşiretleri kendi safımıza çekmeye başladık. Biliyordum ki, savaşa hazırlanmanın ilk safhası gönüllere girmekti. Gönüllere girdikten sonra ele geçirilmeyecek düşman kalesi yoktu.
Bugün "Kergit Asileri" olarak anılıyorduk fakat vakti geldiğinde bu topraklara biz hükmetmeliydik. Bunu yapmak için de en önemli şey paraydı.

Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Altınlarımız bitmek üzereydi. Civar köylülerin getirdiği vergiler de yaramıza merhem olmuyordu. Bir şeyler yapmalıydık. Bunun farkındaydım. Derken kale avlusunda nökerlerle konuşurken gözcülerden biri yanıma geldi. Gözcü şöyle dedi:
-"Gaddar Han, Ulusamai Noyan'ın birlikleri Distar'ı kuşatmak için yola çıktı."
-"Kahretsin!"
Bu hiç iyi olmamıştı. Ulusamai yine meydana çıkmış, otoritemi sarsmaya başlamıştı. Haber üzerine içeri girip Brula Noyan ile konuşmaya gittim. Yapılacak şey belliydi. Aklımdaki plan işe yararsa Sancar'ın cephesinde hiç umulmadık bir delik açacaktık. Artık oyun vaktiydi. Şu durumda kılıçlarımız değil siyasetimiz konuşmalıydı.

Brula Noyan'ın yanına geldiğimde Kurtbaş, Kargılı ve diğer komutanlar da bize eşlik etti. Karar masası oluşturmuştuk. Kargılı'ya şöyle dedim:
-"Kargılı şu masayı önümüze çekin!"
-"Emredersin Gaddar Han!"
Masa geldikten sonra devam ettim:
-"Haritayı da getirin!"
Kalradya'nın bir ucunu kapsayan harita da masanın üzerine serilmişti. Yapılacak iş belliydi. Brula Noyan'a dönerek şöyle dedim:
-"Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Urubay Noyan'ın birlikleri de Ulusamai'ye eşlik etsin. Ardından Urubay'ın nökerleri Svadya hudutlarını taciz etsin. Kervan yollarını kapatsın. Svadyalı kervanların mücevherlerini ele geçirsinler. Svadya ile ateşkes son bulsun, anladın mı?"
-"Emredersiniz Gaddar Han!"
Amacım Kergit nökerlerinin Svadyalıları kışkırtmasıydı. Bu hamlem başarılı olduğunda Urubay Noyan'ın bizden taraf olduğu ortaya çıkabilirdi. Bu mühim değildi, zira Svadyalılar çoktan ordularıyla birlikte zayıf düşmüş olan Sancar'ın tepesine binecekti.
Orada bulunan herkese vazifelerini tevdi ettim. Bu oyunla beraber Ulusamai'nin birliklerinin hedefi şaşacak, Narra'yı savunmak için aksi yönde istikamet edecekti.
Kargılı bütün bu olanlara şaşırarak şöyle tepki verdi:
-"Urubay mı? Urubay bize biat mı etti?"
Cevapladım:
-"Çenen değil elin çalışsın Kargılı."

Svadya ve Kergit arasında çıkacak bir savaş benim işime gelecekti. Svadyalılar her ne kadar Kergit'in içlerine ilerlese de Sancar zaafa düşüp benden yardım isteyecekti. Ya yardım isteyecekti ya da Kral Harlaus kellesini Tulga'nın orta yerine asacaktı.
Bu yaptığımız mertçe değildi evet. Ancak güçlenmek için başka çaremiz yoktu. Tahta geçtiğimde intikamların en büyüğünü alacaktım nasılsa. Bu yüzden vicdanım rahattı.
Aradan birkaç hafta geçti. Urubay emrimi almış, ordularıyla Ulusamai'nin birliklerine refakat etmişti. Bu sırada nökerleri Svadya hudutlarını taciz etmiş, kervanlarını yağmalamış, hatta ileri gidip köylerini istila edip konaklamıştı. Bütün bu olanlar ortalığı ayağa kaldırdı. Kral Harlaus'un kulağına giden bu durum Svadya'nın Sancar'a savaş açmasıyla daha da ileri bir boyuta taşındı.
Sancar ise tahmin ettiğim gibi Ulusamai'yi geri çağırdı. Askere ve komutana ihtiyacı olduğu için de Urubay'ın canına dokunmaktan şimdilik vazgeçti.
Savaş başlamıştı. Ben de fırsattan istifade ederek Kral Harlaus'a mektup yazıp Sancar'a karşı asi durduğumu ve ülkesine musallat olmayacağımı bildirdim. Bu durumdan en kârlı çıkan ise yine ben olmuştum. Ta ki altınlarımız bitene kadar...

Altınlarımız bitmiş, nökerlerim erzak sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Bir yerlerden altın bulup ordumuzu yeniden ayağa kaldırmak mecburiyetindeydik. Savaştan dolayı Svadya'nın sınırlarında asker kalmamıştı. Ordularımla çok rahat Svadya içlerine akın etme imkanına sahiptim. Bir an Svadya köylerini işgal edip çiftçileri öldürmeyi ve ellerindeki ürünleri, paraları, hayvanları almayı düşündüm. Diğer yandan da bunu yapmak demek Kral Harlaus'a verilen sözü tutmamak demekti. Svadya Krallığı, savaşı kazandığında sıra bize de gelirdi. Buna müsaade edemezdim. Çaresizlik aklıma yeni bir fikir getirmişti. Gözümü Svadya'nın kuzeyindeki şehirlerin ve köylerin vergilerine dikmiştim. Bu vergiler günü geldiğinde Kergit hudutlarına yakın ormanlardan Praven'e gidiyordu. Artık kalede oturmanın bir anlamı yoktu. Meydana inip bu vergileri Svadyalı askerlerin elinden alma vakti gelmişti. Güneyde savaş devam ediyordu fakat vergilerin Kral Harlaus'a olan istikametinden taviz yoktu.

Brula ve diğer yoldaşlarımla bu meseleyi etraflıca konuştuk. Amacımız vergilerin gittiği yolu bulup Svadyalı askerlerin tepesine çökmekti. Tabi bunu yaparken de kendimizi açığa çıkaracak değildik.
Gün doğmadan yola çıktık. Artık bizim için yeni ve meşakkatli bir macera başlıyordu...
 
Brula Noyan kalede kalıp teyakkuzda olacaktı. Ben ise yoldaşlarım ve nökerlerimle haydut kılığına çoktan bürünmüştüm. Amacımız Svadya vergileriydi. Başka çaremiz yoktu. Yüzümüzü maskeyle örttük. Üstümüze de yırtık pırtık kıyafetler giymiştik. Bir Kergitli olarak gözükmektense haydut olarak paranın üstüne çökmek daha akıllıca bir işti.
Atlarımızı bozkırlardan engebeli arazilere sürmeye başladık. Svadya hudutlarını geçtiğimizde yapacağımız ilk iş vergilerin geldiği patikaya pusu kurup, Svadyalı askerleri kılıçtan geçirmek olacaktı.

Öğlen oluyordu. Gökyüzünü sis kaplamış, göz gözü görmez olmuştu. Havada mis gibi savaş kokusu vardı. Yalın kılıç düşman üstüne gitmek kadar keyif verici bir şey olmadığını bir kez daha anlamıştım.
Atlarımızla Kergit-Svadya sınırlarında bulunan meşhur Benice ormanlarına ulaştık. Benice ormanları, ruhunu bozkırın haşin rüzgarından aldıysa da, diğer yandan Svadya'nın kokuşmuş topraklarından da almıştı. Kergit Hanlığı'nın haricinde olan yerler beni daraltıyordu. Burada kızgın ruhlar tepeme üşüşmüş de can çekişiyormuşum gibi hissediyordum. Her ne kadar ormanın derinlikleri kurt ulumalarıyla bünyemi ferahlatsa da, ayı böğürmesinden dolayı zihnim azap çekiyordu.

Aldığımız malumatlar neticesinde aradığımız patikayı nihayet bulduk. Nökerlere pozisyon almalarını emrederken Kurtbaş ve Kargılı'ya da yapmaları gerekeni söyledim. Bu orman, sık ağaçlarla kaplı ve çıplak gözle hareketsiz bir varlığın zor görülebileceği bir yerdi. Bundan dolayı herkes sessiz ve hareketsiz bir şekilde düşmanı beklemeliydi. Beklemeliydi ki, karşımızdakiler gafil avlanıp elimize düşmeliydi...
Bundan başka iki sorun vardı. Birincisi basit olanıydı. Her bir yana dağılıp ağaçların arasına gizlenen nökerlerime şöyle seslendim:
-"Ahmaklık edip düşmanı görünce ulumayın! Kim olduğumuz ortaya çıkmasın."
Kargılı:
-"Gaddar Han'ım affına sığınıyorum ama siz bundan böyle Kergit Han'ısınız, sarayda kalmalıydınız."
Kargılı'nın bu sözlerine hafif tebessüm ederek karşılık verdim:
-"Ben buraya meydanlarda vuruşarak geldim. Hükümdar olmak karakterimi değiştirmeyecek Kargılı."
Evet, artık Kergit Hanlığı'nın hükümdarıydım. Fakat Sancar gibi saraylarda pinekleme niyetim yoktu.
Bu meseleyi hallettikten sonra esas mesele aklımı kurcalıyordu. Bu vergiler ne zaman gelecekti?
Evet, bu en büyük sorundu. Vergilerin ne zaman geleceği belirsizdi. Elimizdeki tek bilgi haftada bir Praven'e vergi akışı olduğu yönündeydi. Üstelik bu vergiler sadece kuzey bölgesinden geliyordu. Kral Harlaus bu kadar kısa aralıklarla topladığı vergiyle güçlü bir ordu kurmuş, Kergitlerin avlularını talan etmişti. Bu bana ilham vermişti. Güçlü ordu güçlü ülke demekti. Güçlü ülke de Kalradya'ya hükmetmek anlamına geliyordu. Ayda bir vergi toplayan Sancar'ın aksine bu meseleyi de tahta ele geçirdiğimde düşünecektim.

Yaklaşık 2 gün boyunca patikanın kenarlarında bekledik. Yanımızda getirdiğimiz erzakları tüketmek üzereydik. İkinci günün sonu da yaklaşıyordu. Derken geldiğimizden beri birkaç kelam eden Kurtbaş bir anda bülbül gibi şakımaya başladı:
-"Bunlar gelmez! Gaddar Han'ım, nökerleri bırakalım kaleye dönelim. Duruma göre destek göndeririz onlar vergilere el koyar, bu böyle olmayacak."
-"Ne zamandan beri emirlerim sorgulanır oldu Kurtbaş! Seni severim ama haddini bilerek yaşa!"
-"Yüce hükümdarım, beni affedin ben fikrimi söyledim. Gerekirse birkaç nökerle ben kalırım siz kaleye dönün. Hem bunlar savaştan anlamaz, eğlence düşkünüdür bunlar. 3-5 nökerle alayının üstesinden gelirim."
-"Benim neden sizinle beraber geldiğimi herifler gelince anlayacaksın."
Kargılı araya girdi:
-"Kurtbaş hafızanı yitirmiş gibisin. Gaddar Han meydanlarda savaşarak geldi buralara, şimdi kalede mi oturacak?"
Mesele, benim elimde kılıçla düşman avına gitmem değildi. Mesele, vergiyi Praven'e götürmekle yükümlü askerlerin getireceği emanetti? Ne demek istediğim bir müddet sonra anlaşılacaktı.

Biraz sonra bir ses duyuldu. Sesin ne olduğunu anlamak için İzcili'ye göz işaretimle yapması gerekeni söyledim. İzcili çalılıkların arasından yola çıkıp yere eğildi. Kulağını yere yanaştırdı ve seslerin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Gerçekten de o bu konularda maharetliydi. Derken İzcili bağırdı:
"Geliyorlar Gaddar Han!"
İşte beklediğimiz atlılar geliyordu. 2 günlük yorucu bekleyişin ardından vergiler avuçlarımıza yaklaşıyordu. Birazdan atları gümüş zırhlarla donatılmış, askerleri çelik miğferlerle kuşanılmış Svadyalılar bulunduğumuz yere geldiler. Onlar bize yaklaştıkça heyecanımız artıyor, adeta kalbimiz yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Birliğin önünde ve arkasında ikişer atlı asker varken, ortadaki katırların karınlarına sandıklar bağlanmış vaziyetteydi. Bu sandıklı katırların etrafını da yaya askerler çevrelemişti. Muhtemelen vergiler bu sandıkların içindeydi. Eğer düşündüğüm gibiyse ve beklediğim şey bu sandıklardan birinin içindeyse hedefimize ulaşmak biraz daha kolaylaşmış olacaktı.

Az sonra Svadya birlikleri çevrelediğimiz alanda durdu. Vakit gelmişti. Kılıcımı çekerek haykırdım:
"Yağmalayın!"
Bu haykırışımın ardından nökerlerim düşmanı kuşattı. Yoldaşlarımla birlikte birliğin önünü kestik. Ardından şöyle dedim:
-"Verin bakalım sandıkları."
Svadyalı askerlerin başı karşılık verdi:
-"Cesedimizi çiğnemeden asla!"
Bu cüret dolu sözlerin ardından üzerilerine hücum ettik. Nökerlerim her zaman olduğu gibi korkusuzca çarpışıyor, düşmana fırsat dahi vermiyordu. Sayı olarak onlardan fazlaydık. En sonunda hiçbir askerim yara almadan birliği imha ettik. Vuruşma bittikten sonra konuşmaya başladım:
-"Kaçan oldu mu?"
Kargılı:
-"Hepsini biçtik Gaddar Han!"
-"İyi."
Üç katır ve her birinin karnına bağlanmış ikişer sandık...
Bu altı sandıkta aradığımız vergiler ve bunun yanında beklediğim başka bir şey olmalıydı. Sandıklara teker teker göz attım. Her biri ağzına kadar altınla doluydu. Bu tamamdı. Fakat tamam olmayan bir şey vardı. O bahsettiğim şey ise az sonra karşıma çıktı.

Çalılıkların arasından bir Svadyalı asker fırladı. Ani bir hamleyle kılıcımı çektim. Nökerlerimden biri askeri öldürmeye yeltenirken herif bağırdı:
"Gaddar Bey emanetiniz bendedir."
Şaşırdım. Nökeri durdurdum. Bir Svadyalı askerde benim ne emanetim olabilirdi? Merak edip sordum:
-"Benim sende ne emanetim ola ki ey sefil?"
-"Müsaade ederseniz vereyim."
Elimle işaret ederek emaneti vermesini istedim. Asker yanıma gelerek beline bağladığı kağıdı çıkarıp bana verdi. Kağıdı açıp okuduğumda beklediğim emanetin geldiğini anladım. Kağıtta şunlar yazıyordu:


"Sevgili dostum,
Bana verdiğin vazifeyi yerine getirdim. 1 hafta içinde Svadya topraklarından ayrılıp yurduma geri döneceğimi sana bildirmek isterim."

- Dostun Bahestur...


Beklediğim haber nihayet gelmiş, dostum Bahestur Svadya'daki görevini söylediğine göre yerine getirmişti. Bu görev öyle mühimdi ki, günü geldiğinde Bahestur'un aşiretini dahi güçlendirip bir hanlık hâline getirebilecek düzeydeydi. Aylar evvel isyancı aşiretlerle ettiğim istişareler olumlu neticeler vermeye başlamıştı. Bu geleceğe güvenle bakmam için bir fırsattı.

Vergileri yüklenip Benice ormanlarından ayrılmadan önce Bahestur'un gönderdiği ulak dikkatimi çekti. Ulağın ağzını yoklamaya başladım:
-"Sen de hiç bize benzer bir surat yok, Bahestur'un adamı değil misin?"
-"Yok beyim ben paralı askerim. Bahestur'la Dhirim'de karşılaştım. Bana Lord Kulunar'ın bana verdiğinden fazlasını teklif etti bu iş için. Ben de kabul ettim.
-"Peki neden bu askerlerden sonra geldin?"
-"Nökerleriniz canıma kast etmesin diye beyim. Önden ağır ağır gitmelerini söyledim. İhtiyacımı giderip geleceğimi de şövalyeye ilettim."
-"Demek öyle."
Elimle çenemi kaşırken biraz düşündüm. Vereceğim karar belliydi:
"Bunu diri diri gömün... Vazgeçtim, hiç uğraşmayın."
Paralı asker:
-"Size minnettarım efendim."
-"Ben de sana paralı it. Biriniz kılıcını taşa sürtüp köreltsin. Kör kılıçla bağırtarak gırtlağını kesin!"
-"Yapmayın beyim, yapmayın! Ben size hizmet ettim. Köleniz olayım yapmayın..."
-"Bugün para için kendi ordusunu satan yarın bizi de satar."
Acımak yoktu. Kalradya'da işler böyle yürüyordu. Bugün kendi birliğine ihanet eden, yarın canımızı tehlikeye atardı. Bu iş kendi nökerlerime de ibret olacaktı. Para için adam satmanın bedeline onlar da şahit olmuştu.
Sandıkları atlarımıza yükleyip ormanın derinliklere girerek gözden kaybolduk. Bundan sonra Distar Kalesi'ne geri dönüp iyice dinlenmemiz gerekiyordu. Ardından bu ganimetle ordumuzu güçlendirip yolumuza devam edecektik.

Dağlar aştık, dereler geçtik. Nihayet ufukta Distar'ın burçlarında dalgalanan sancağımızı gördük.
Distar'a ulaştığımızda Brula'nın bizi kapıda karşıladığını fark ettim. Atlarımızı seyise teslim ettikten sonra Brula'nın yanına gittim. Brula şöyle dedi:
-"Sonunda geldiniz yüce Han'ım. Az kalsın asker gönderecektim peşinizden."
-"Geç oldu ama güç olmadı. İşte vergiler..."
Brula ve ben keyiflenip kahkaha attık. Ardından içeri geçmek için hareketlendik. Kaleden içeri girerken nökerlerden biri bağırdı:
"Gaddar Han'ımız bir atlı geliyor."
Bunun üzerine Brula ve ben merak edip olduğumuz yerde gelen atlıyı bekledik. Kaleden içeri giren atlı bir Kergit nökeriydi. Brula ile şaşkınlıkla birbirimize baktık. Atlının elinde kağıt olduğu dikkatimi çekti. Bir ulağa benziyordu. Derken nöker atından inip yanımıza yürümeye başladı. Bizimkiler onu engellediyse de onlara bırakmalarını söyledim. Ulak karşıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Bey ben Sancar Han'ın habercisiyim. Size hükümdarımızdan haber getirdim."
Duyduklarımdan sonra kısa bir süre afalladım. Sancar'ın bana ulak göndermesi demek, istemese de otoritemi kabul etmesi demekti. Kendimi toparlayıp şöyle dedim:
-"Ver!"
Kağıdı büyük bir heyecanla alıp sakince okumaya başladım. Kağıtta şunlar yazıyordu:


"Hırçın Noyan oğlu Gaddar!
Sana barış teklif ediyorum. Hatta barışla kalmayıp Svadya tehlikesine karşı beraber olmamız gerektiğini söylüyorum. Düşünmek için vakit yok! Kardeş kavgasına bir süre ara verip yurdumuzu kurtarmamız gerektiğini düşünüyorum.
Unutma!
Yurdun yoksa iktidarın da yok..."

- Kergit Hanlığı Hükümdarı Sancar Han...



Okuduklarım yüzümde tebessüm oluşturmuş, Sancar'ın elime düştüğünü öğrenmek gururumu okşamıştı. Artık Kergit Hanlığı'nın geleceği ellerimdeydi. Brula Noyan'a söylediğim söz ise büyük savaşa hazırlanacak olmanın habercisiydi:

"Hanlar Birleşiyor!"
 
Yaklaşıyor yaklaşmakta olan diyerek yeni bölümü yayınlıyorum. Keyifli okumalar...

Sancar'ın tahtını korumak için bana muhtaç olması beklediğim bir şeydi. Zira Sancar, tahtı için bacısını, kızını ve oğlunu satacak kadar alçak bir insandı. Benim ise onun tahtı için kılımı kıpırdatacak insafım yoktu. Yapacaklarım belliydi. Ben isteyecektim, Sancar verecekti.

Ulağa şöyle dedim:
-"Sancar benimle nerede görüşmek ister?"
Ulak biraz düşündükten sonra cevapladı:
-"Tulga'da."
-"Tulga olmaz! Ayağımla tuzağa gidemem. Tulga ile Distar'ın orta yerine bir çadır kurulacak. Sancar'ın adamlarıyla nökerlerim evvelden gidip emniyeti sağlayacak. Ancak bu şekilde barış olur."
-"Taleplerinizi ileteceğim."
Sancar teklifimi kabul etmek zorundaydı. Aksi takdirde Svadyalılar Halmar'ı zapt edip, Tulga'da konaklayacaktı.
Ulak taleplerimi iletmek için geri döndükten sonra Brula ve yoldaşlarımla durum değerlendirmesi yapmak üzere kaleye geçtik.

Tahtıma oturdum. Brula Noyan, yoldaşlarım ve diğer komutanlar etrafıma dizildi. Biraz sessizlikten sonra Brula konuşmaya başladı:
-"Bu teklif bizim için fırsat. İyi değerlendiremezsek bedeli ağır olur."
Kurtbaş:
-"Bize düşmez fakat Gaddar Han'ımızın bir planı vardır."
Başımı öne eğdim. Biraz düşünmek için zihnimi kurcalamaya başladım. Olacakları düşünerek vakit kaybetmektense bildiğim yoldan gitmek daha gerçekçi olacaktı. Kafamı kaldırıp şunları söyledim:
-"Sancar'dan Malayurg ve Ichamur'u isteyeceğim. Bununla da kalmayacak. Sancar askerlerinin bir kısmını himayeme verecek."
Kargılı atıldı:
-"Kabul etmez. Aksine her şey berbat olur."
Brula:
-"Sancar toprak kaybeder yine de toprağını vermez."
Bu tepkilerin ardından kendimden emin bir şekilde tebessüm ettim. Herkesin dikkati bendeydi. Bundan sonra yapacaklarım hanlığın kaderini etkileyecekti.

Bir müddet daha istişare ettikten sonra fikirlerimde sabit kaldım. Özellikle Brula'nın askeri gücümüzün zayıf olduğunu defalarca söylemesinin aksine güvencemizin askerler değil, siyasetimiz olduğunu yineledim. Bu siyaset öyle bir anahtardı ki, olmaz denilen olayları olduracak, aşılmaz denilen dağları aştıracak, geçilmez denilen nehirleri geçirtecek kabiliyete sahipti.

Günler geçti. Haftalar birbirine karıştı. Nihayet Sancar'dan haber gelmiş, buluşma konusunda anlaşılmıştı. Nökerlerim önden gidip buluşma yerinin emniyetini sağlayacaktı. Böylece savaş hâlinde olduğumuz Sancar bizi tuzağa çekemeyecekti.
Nökerlerimiz gittikten birkaç gün sonra biz de yola çıktık. Arkamda bir ordu, yanımda ise beni bu kutlu yolumda asla yalnız bırakmayan yoldaşlarım vardı.
Öyle huzurluydum ki, Bariyye çöllerinde adam yerine koyulmayıp senelerdir Sarranidlere uşaklık etmiş olan ben, şimdi kendi ordumu kurup koskoca Kergit Hanlığı'nın hükümdarını kendime muhtaç bırakmaya gidiyordum.

Bu kader değil de neydi? Sadece ve sadece kendi çabamın bir ürünü müydü?
Hayır, hayır... Atalarımızın bir sözü vardı, "Sonu görünmeyen çaba, ya sağır eder ya âmâ." diye. İşte benim şansım da burada yatıyordu. Benim bir sonum vardı, görünebilen bir son. İki ihtimalli bir son... Ya olacaktım, ya ölecektim! Bu iki ihtimalli sürecin kaynağı soylu olmama dayanıyordu şüphesiz. Ben de bunu fırsat bilip yollara düştüm. Bundan sonra da kutlu olarak gördüğüm bu dava yolunda olmak ya da ölmek üzerine yaşamaya mecburdum.

Günlerdir yoldaydık. Distar ile Tulga'nın arası epey vardı. Fakat biz Tulga ile Distar'ın orta yerine gidiyorduk. Dinlenmek üzere durduğumuz bir konak yerinde Kurtbaş'ın yanıma geldiğini fark ettim. Kurtbaş'ın gözlerinde endişe hakimdi. Bunu anlamak için gözlerinin fıldır fıldır dönmesi yeterliydi.
Biraz sonra yanıma gelen Kurtbaş aklını kurcalayan soruları sordu:
-"Gaddar Han'ım, biz... Neyimize güveniyoruz?"
Elimde bir küçük ağaç dalı vardı. Bu ağaç dalındaki yaprakları teker teker koparırken Kurtbaş'ın sorularına cevap vermeye başladım. Dalın yapraklarını sırayla koparırken aynı zamanda sorunun cevabını da sırayla veriyordum.
-"Evvela kaderimize...
Sonra kendimize...
Daha sonra siyasetimize...
Son olarak cesaretimize..."
Kurtbaş sessiz kaldı. Anladım ki, verdiğim cevaplar onu pek tatmin etmemişti. Sağa sola bakındığını gördüğümde daha fazla dayanamadım ve esas güvendiğim kişinin ismini söyledim:
-"Aramızda kalacak... Bahestur'a..."
Kurtbaş bunu duyunca şaşırdı. Bir anda gözleri fal taşı gibi açıldı. Etraftakilerin duymaması için kısık sesle şöyle dedi:
-"Bahestur'a mı? İyi ama neden?"
Nükteyle karışık Kurtbaş'ın sırtına vurarak şunları dedim:
-"Kargılı'yla aynı yatakta yata yata onun gibi meraklı olmuşsun."
-"Aman be beyim, o kıçı pis kokanla sırt sırta yatar mıyım ben?"
Kurtbaş'ın bu sözleri kahkaha atmama sebep olmuştu. Kurtbaş her ne kadar cevabımdan tatmin olmasa da demek istediğimi anlamıştı. Bir bildiğim vardı. Svadyalı paralı askerin getirdiği not tek güvencemdi. Kurtbaş da bunu anlamış olacaktı ki, yanımdan ayrılırken şöyle dedi:
"Siyasetinize güveniyorum."

Yeteri kadar dinlendikten sonra tekrar yola çıkıp, Sancar'la buluşacağımız muhite geldik. Etrafta okçu nökerler yerini almış, mekanın emniyetini sağlamıştı. Aynı zamanda Sancar'ın adamları da Sancar'ı korumak için mevzilenmişti.
Atlarımızdan indik. Kurulan çadıra doğru geçtik. Çadırın önüne geldiğimizde yoldaşlarımın dışarıda beklemesi gerektiğini söyledim.
İçeri girdim. Sofralar kurulmuş durumdaydı ve kurulan sofranın başında her iki tarafın nökerleri nöbet tutmaktaydı.
Bir müddet bekledikten sonra çadırın dışından içeri atlıların sesi gelmeye başladı. Biraz sonra Sancar, çadırdan içeri girdi. Onu görmeyeli bayağı olmuştu. Sancar, yaşadıklarından olsa gerek topallayarak yürüyordu. Yaşadığı bunca sıkıntı onu hasta etmişti. Her ne kadar Sancar'a düşman olsam da, saygı duymayı bilen biri olarak anılmak amacımdı. Ayağa kalktım ve elimi göğsüme götürerek ona selam verdim.
Sancar da aynı şekilde bana karşılık verdi. Bundan sonra yapılacak şey karşılıklı olarak anlaşmaktı.

Sancar ile beraber karşılıklı olarak sofraya oturduk. Yemeğe başlamadan önce nezaketimi göstermek isteyerek şöyle dedim:
-"Sıhhatiniz yerindedir umarım."
Sancar tok sesiyle cevapladı:
-"Dostlarımızın sıhhatimize olan husumeti bizi yaralıyor."
Bu sözlerin şahsıma yönelik olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Sözlerime devam ettim:
-"Keşke böyle olmasaydı, ama kader..."
Sancar sözlerimi bitirmeme müsaade etmedi:
-"Bırakalım şimdi masalı. Buraya geliş amacım belli. Öncelikle yurdumuzu kurtaracaz. Sonra aramızdaki kavgaya devam ederiz. Tez ordularını ordularımla beraber kıl, sefere çıkıyoruz!"
Sancar'ın hâlâ beni kendi komutanı gibi görmesi ve bana bu şekilde davranması zoruma gitmişti. Elimi masaya vurarak sert bir şekilde karşılık verdim:
-"Karşında sana köle olmuş nökerin yok Sancar! Benimle böyle konuşamazsın!"
-"Ya nasıl konuşacakmışım?"
-"Evvela dinleyeceksin! Şartlarımı sıralayacam. Kabul edersin veya etmezsin, gerisine karışmam."
Sancar şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Birdenbire bu şaşkınlık ifadesi o iğrenç suratından dağılmaya başlayıp yerini kahkahaya bıraktı. Sancar o mide bunaltıcı hırıltısıyla güldükten sonra şunları söyledi:
-"Şartlar ha... Şartlar... Bak çocuk! Annen senin kıçını temizlerken ben dört bir yana hükmediyordum ayrıca..."
Sancar'ın sesini kesip bağırdım:
-"Yeter! Ben buraya münakaşaya değil anlaşmaya geldim. Sen sormadan söyliyim. Malayurg ve Ichamur'u istiyorum. Buraya ait nökerler bana itaat edecek. Ancak bu şekilde Svadya belasını savuşturabiliriz."
Sancar öfkelenerek ayağa kalktı ve haykırdı:
-"Sen çıldırmışsın! Ben topraklarımızı koruyalım diyorum sen benden toprak istiyorsun."
-"Geçici olarak isterim Sancar. Savaş bittiğinde Distar'dan mücadelemi sürdüreceğim. Ayrıca Ichamur ve Malayurg'taki nökerler ve Noyanlar sana biat eder. Bir emrinle oraları geri alabilirsin. Ben sadece teminat olarak bunu isterim. Nereden bileyim senin nökerlerimi telef etmeyeceğini?"

Sözlerim Sancar'ı çileden çıkarmıştı. Malayurg ve Ichamur'u almak demek gücümüze güç katmak demekti. Fakat savaş bittikten sonra oraları Sancar'a tekrar verme fikri Sancar'ı biraz olsun yumuşatmıştı.
Sancar beraberinde gelen Noyanlarla istişare etmek için müsaade istedi. O buna mecburdu. Ya anlaşmayı kabul edecekti ya da tahtı elinden gidecekti.
Çadırın dışına çıkıp beklemeye koyuldum. Biraz sonra Sancar, bir askeri aracılığıyla beni içeri çağırdı. İçeri girdiğimde Sancar biraz daha sakinleşmiş vaziyetteydi. Kısa bir sessizliğin ardından şöyle dedi:
-"Anlaşmayı kabul ettim. Elimdeki mührü al ve oraları himayene al. Nasıl olsa nökerlerimle baş edemezsin. Onlar bana sadıktır. Şunu da bil ki Gaddar, bu toprakları sana yar etmeyecem!"
Hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim:
-"Svadyalılar gömülmeyi bekler. Sağlıcakla..."

Çadırdan dışarı çıktığımda kendimi öyle bir ferahlamış hissetmiştim ki, adeta Kergit Hanlığı'nın tahtına oturmuş çiçeği burnunda hükümdar gibiydim. Bu şekilde devam ettiğim sürece yolum tekrar ayrı kaldığım Tulga'ya düşecekti. Ben ise Sancar'ın zulmünden kurtardığım halkımla beraber Kalradya'yı ayaklarımın altına alacak olmanın heyecanını yaşayacaktım. Ya da ben öyle umuyordum.

Çok geçmeden atlarımıza atlayıp Distar'ın yolunu tuttuk. Yollar geçtik, tepeler aştık, yağmur olup inledik, sel olup gürledik, nehir olup yataklarımızdan taştık. Nihayet Distar'a geri döndük.
Geri döndüğümüzde yapacağım ilk iş herkese vazifesini vermek olacaktı. Kaledeki geçici tahtıma oturdum. Devlet adamlarımı etrafıma topladım. Onlara sıradaki görevlerini vermeye başladım.
-"Brula Noyan, sen Distar'da kalıp teyakkuzda olacaksın!"
Brula Noyan:
-"Emredersiniz!"
-"Kurtbaş, sen ise Malayurg Kalesi'ne gidip emaneti teslim alacaksın!"
Kurtbaş:
-"Emirler sizindir!"
-"Kargılı, sen de ordunun başında bulunacaksın. Talimler artsın, savaş kapıda!"
Kargılı:
-"Emriniz olur!"
-"Komutan Konur, sen benimle Ichamur'a geleceksin. Nökerleri topla!"
Komutan Konur:
-"Emredersiniz yüce Han'ım!"

Görevleri verdikten sonra ayağa kalktım. Şunları söyleyerek yoldaşlarıma moral vermeyi amaçladım:
-"Beyler! Çıktığımız bu yolda bizi bekleyen felaketlere karşı yılmayacağız!"
Yoldaşlarım hep bir ağızdan:
-"Yılmayacağız!"
-"Düşman kar olsa, çığ olsa ne zarar? Biz fırtına olacağız!"
-"Fırtına olacağız!"
-"Bütün Kalradya bir olsa da yolumuz kutlu, izimiz pak, yüreğimiz ak olacak!"
Yoldaşlarım kılıçlarını çekerek haykırdı:

"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"
 
Kara Bey said:
Yaklaşıyor yaklaşmakta olan diyerek yeni bölümü yayınlıyorum. Keyifli okumalar...

Sancar'ın tahtını korumak için bana muhtaç olması beklediğim bir şeydi. Zira Sancar, tahtı için bacısını, kızını ve oğlunu satacak kadar alçak bir insandı. Benim ise onun tahtı için kılımı kıpırdatacak insafım yoktu. Yapacaklarım belliydi. Ben isteyecektim, Sancar verecekti.

Ulağa şöyle dedim:
-"Sancar benimle nerede görüşmek ister?"
Ulak biraz düşündükten sonra cevapladı:
-"Tulga'da."
-"Tulga olmaz! Ayağımla tuzağa gidemem. Tulga ile Distar'ın orta yerine bir çadır kurulacak. Sancar'ın adamlarıyla nökerlerim evvelden gidip emniyeti sağlayacak. Ancak bu şekilde barış olur."
-"Taleplerinizi ileteceğim."
Sancar teklifimi kabul etmek zorundaydı. Aksi takdirde Svadyalılar Halmar'ı zapt edip, Tulga'da konaklayacaktı.
Ulak taleplerimi iletmek için geri döndükten sonra Brula ve yoldaşlarımla durum değerlendirmesi yapmak üzere kaleye geçtik.

Tahtıma oturdum. Brula Noyan, yoldaşlarım ve diğer komutanlar etrafıma dizildi. Biraz sessizlikten sonra Brula konuşmaya başladı:
-"Bu teklif bizim için fırsat. İyi değerlendiremezsek bedeli ağır olur."
Kurtbaş:
-"Bize düşmez fakat Gaddar Han'ımızın bir planı vardır."
Başımı öne eğdim. Biraz düşünmek için zihnimi kurcalamaya başladım. Olacakları düşünerek vakit kaybetmektense bildiğim yoldan gitmek daha gerçekçi olacaktı. Kafamı kaldırıp şunları söyledim:
-"Sancar'dan Malayurg ve Ichamur'u isteyeceğim. Bununla da kalmayacak. Sancar askerlerinin bir kısmını himayeme verecek."
Kargılı atıldı:
-"Kabul etmez. Aksine her şey berbat olur."
Brula:
-"Sancar toprak kaybeder yine de toprağını vermez."
Bu tepkilerin ardından kendimden emin bir şekilde tebessüm ettim. Herkesin dikkati bendeydi. Bundan sonra yapacaklarım hanlığın kaderini etkileyecekti.

Bir müddet daha istişare ettikten sonra fikirlerimde sabit kaldım. Özellikle Brula'nın askeri gücümüzün zayıf olduğunu defalarca söylemesinin aksine güvencemizin askerler değil, siyasetimiz olduğunu yineledim. Bu siyaset öyle bir anahtardı ki, olmaz denilen olayları olduracak, aşılmaz denilen dağları aştıracak, geçilmez denilen nehirleri geçirtecek kabiliyete sahipti.

Günler geçti. Haftalar birbirine karıştı. Nihayet Sancar'dan haber gelmiş, buluşma konusunda anlaşılmıştı. Nökerlerim önden gidip buluşma yerinin emniyetini sağlayacaktı. Böylece savaş hâlinde olduğumuz Sancar bizi tuzağa çekemeyecekti.
Nökerlerimiz gittikten birkaç gün sonra biz de yola çıktık. Arkamda bir ordu, yanımda ise beni bu kutlu yolumda asla yalnız bırakmayan yoldaşlarım vardı.
Öyle huzurluydum ki, Bariyye çöllerinde adam yerine koyulmayıp senelerdir Sarranidlere uşaklık etmiş olan ben, şimdi kendi ordumu kurup koskoca Kergit Hanlığı'nın hükümdarını kendime muhtaç bırakmaya gidiyordum.

Bu kader değil de neydi? Sadece ve sadece kendi çabamın bir ürünü müydü?
Hayır, hayır... Atalarımızın bir sözü vardı, "Sonu görünmeyen çaba, ya sağır eder ya âmâ." diye. İşte benim şansım da burada yatıyordu. Benim bir sonum vardı, görünebilen bir son. İki ihtimalli bir son... Ya olacaktım, ya ölecektim! Bu iki ihtimalli sürecin kaynağı soylu olmama dayanıyordu şüphesiz. Ben de bunu fırsat bilip yollara düştüm. Bundan sonra da kutlu olarak gördüğüm bu dava yolunda olmak ya da ölmek üzerine yaşamaya mecburdum.

Günlerdir yoldaydık. Distar ile Tulga'nın arası epey vardı. Fakat biz Tulga ile Distar'ın orta yerine gidiyorduk. Dinlenmek üzere durduğumuz bir konak yerinde Kurtbaş'ın yanıma geldiğini fark ettim. Kurtbaş'ın gözlerinde endişe hakimdi. Bunu anlamak için gözlerinin fıldır fıldır dönmesi yeterliydi.
Biraz sonra yanıma gelen Kurtbaş aklını kurcalayan soruları sordu:
-"Gaddar Han'ım, biz... Neyimize güveniyoruz?"
Elimde bir küçük ağaç dalı vardı. Bu ağaç dalındaki yaprakları teker teker koparırken Kurtbaş'ın sorularına cevap vermeye başladım. Dalın yapraklarını sırayla koparırken aynı zamanda sorunun cevabını da sırayla veriyordum.
-"Evvela kaderimize...
Sonra kendimize...
Daha sonra siyasetimize...
Son olarak cesaretimize..."
Kurtbaş sessiz kaldı. Anladım ki, verdiğim cevaplar onu pek tatmin etmemişti. Sağa sola bakındığını gördüğümde daha fazla dayanamadım ve esas güvendiğim kişinin ismini söyledim:
-"Aramızda kalacak... Bahestur'a..."
Kurtbaş bunu duyunca şaşırdı. Bir anda gözleri fal taşı gibi açıldı. Etraftakilerin duymaması için kısık sesle şöyle dedi:
-"Bahestur'a mı? İyi ama neden?"
Nükteyle karışık Kurtbaş'ın sırtına vurarak şunları dedim:
-"Kargılı'yla aynı yatakta yata yata onun gibi meraklı olmuşsun."
-"Aman be beyim, o kıçı pis kokanla sırt sırta yatar mıyım ben?"
Kurtbaş'ın bu sözleri kahkaha atmama sebep olmuştu. Kurtbaş her ne kadar cevabımdan tatmin olmasa da demek istediğimi anlamıştı. Bir bildiğim vardı. Svadyalı paralı askerin getirdiği not tek güvencemdi. Kurtbaş da bunu anlamış olacaktı ki, yanımdan ayrılırken şöyle dedi:
"Siyasetinize güveniyorum."

Yeteri kadar dinlendikten sonra tekrar yola çıkıp, Sancar'la buluşacağımız muhite geldik. Etrafta okçu nökerler yerini almış, mekanın emniyetini sağlamıştı. Aynı zamanda Sancar'ın adamları da Sancar'ı korumak için mevzilenmişti.
Atlarımızdan indik. Kurulan çadıra doğru geçtik. Çadırın önüne geldiğimizde yoldaşlarımın dışarıda beklemesi gerektiğini söyledim.
İçeri girdim. Sofralar kurulmuş durumdaydı ve kurulan sofranın başında her iki tarafın nökerleri nöbet tutmaktaydı.
Bir müddet bekledikten sonra çadırın dışından içeri atlıların sesi gelmeye başladı. Biraz sonra Sancar, çadırdan içeri girdi. Onu görmeyeli bayağı olmuştu. Sancar, yaşadıklarından olsa gerek topallayarak yürüyordu. Yaşadığı bunca sıkıntı onu hasta etmişti. Her ne kadar Sancar'a düşman olsam da, saygı duymayı bilen biri olarak anılmak amacımdı. Ayağa kalktım ve elimi göğsüme götürerek ona selam verdim.
Sancar da aynı şekilde bana karşılık verdi. Bundan sonra yapılacak şey karşılıklı olarak anlaşmaktı.

Sancar ile beraber karşılıklı olarak sofraya oturduk. Yemeğe başlamadan önce nezaketimi göstermek isteyerek şöyle dedim:
-"Sıhhatiniz yerindedir umarım."
Sancar tok sesiyle cevapladı:
-"Dostlarımızın sıhhatimize olan husumeti bizi yaralıyor."
Bu sözlerin şahsıma yönelik olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Sözlerime devam ettim:
-"Keşke böyle olmasaydı, ama kader..."
Sancar sözlerimi bitirmeme müsaade etmedi:
-"Bırakalım şimdi masalı. Buraya geliş amacım belli. Öncelikle yurdumuzu kurtaracaz. Sonra aramızdaki kavgaya devam ederiz. Tez ordularını ordularımla beraber kıl, sefere çıkıyoruz!"
Sancar'ın hâlâ beni kendi komutanı gibi görmesi ve bana bu şekilde davranması zoruma gitmişti. Elimi masaya vurarak sert bir şekilde karşılık verdim:
-"Karşında sana köle olmuş nökerin yok Sancar! Benimle böyle konuşamazsın!"
-"Ya nasıl konuşacakmışım?"
-"Evvela dinleyeceksin! Şartlarımı sıralayacam. Kabul edersin veya etmezsin, gerisine karışmam."
Sancar şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Birdenbire bu şaşkınlık ifadesi o iğrenç suratından dağılmaya başlayıp yerini kahkahaya bıraktı. Sancar o mide bunaltıcı hırıltısıyla güldükten sonra şunları söyledi:
-"Şartlar ha... Şartlar... Bak çocuk! Annen senin kıçını temizlerken ben dört bir yana hükmediyordum ayrıca..."
Sancar'ın sesini kesip bağırdım:
-"Yeter! Ben buraya münakaşaya değil anlaşmaya geldim. Sen sormadan söyliyim. Malayurg ve Ichamur'u istiyorum. Buraya ait nökerler bana itaat edecek. Ancak bu şekilde Svadya belasını savuşturabiliriz."
Sancar öfkelenerek ayağa kalktı ve haykırdı:
-"Sen çıldırmışsın! Ben topraklarımızı koruyalım diyorum sen benden toprak istiyorsun."
-"Geçici olarak isterim Sancar. Savaş bittiğinde Distar'dan mücadelemi sürdüreceğim. Ayrıca Ichamur ve Malayurg'taki nökerler ve Noyanlar sana biat eder. Bir emrinle oraları geri alabilirsin. Ben sadece teminat olarak bunu isterim. Nereden bileyim senin nökerlerimi telef etmeyeceğini?"

Sözlerim Sancar'ı çileden çıkarmıştı. Malayurg ve Ichamur'u almak demek gücümüze güç katmak demekti. Fakat savaş bittikten sonra oraları Sancar'a tekrar verme fikri Sancar'ı biraz olsun yumuşatmıştı.
Sancar beraberinde gelen Noyanlarla istişare etmek için müsaade istedi. O buna mecburdu. Ya anlaşmayı kabul edecekti ya da tahtı elinden gidecekti.
Çadırın dışına çıkıp beklemeye koyuldum. Biraz sonra Sancar, bir askeri aracılığıyla beni içeri çağırdı. İçeri girdiğimde Sancar biraz daha sakinleşmiş vaziyetteydi. Kısa bir sessizliğin ardından şöyle dedi:
-"Anlaşmayı kabul ettim. Elimdeki mührü al ve oraları himayene al. Nasıl olsa nökerlerimle baş edemezsin. Onlar bana sadıktır. Şunu da bil ki Gaddar, bu toprakları sana yar etmeyecem!"
Hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim:
-"Svadyalılar gömülmeyi bekler. Sağlıcakla..."

Çadırdan dışarı çıktığımda kendimi öyle bir ferahlamış hissetmiştim ki, adeta Kergit Hanlığı'nın tahtına oturmuş çiçeği burnunda hükümdar gibiydim. Bu şekilde devam ettiğim sürece yolum tekrar ayrı kaldığım Tulga'ya düşecekti. Ben ise Sancar'ın zulmünden kurtardığım halkımla beraber Kalradya'yı ayaklarımın altına alacak olmanın heyecanını yaşayacaktım. Ya da ben öyle umuyordum.

Çok geçmeden atlarımıza atlayıp Distar'ın yolunu tuttuk. Yollar geçtik, tepeler aştık, yağmur olup inledik, sel olup gürledik, nehir olup yataklarımızdan taştık. Nihayet Distar'a geri döndük.
Geri döndüğümüzde yapacağım ilk iş herkese vazifesini vermek olacaktı. Kaledeki geçici tahtıma oturdum. Devlet adamlarımı etrafıma topladım. Onlara sıradaki görevlerini vermeye başladım.
-"Brula Noyan, sen Distar'da kalıp teyakkuzda olacaksın!"
Brula Noyan:
-"Emredersiniz!"
-"Kurtbaş, sen ise Malayurg Kalesi'ne gidip emaneti teslim alacaksın!"
Kurtbaş:
-"Emirler sizindir!"
-"Kargılı, sen de ordunun başında bulunacaksın. Talimler artsın, savaş kapıda!"
Kargılı:
-"Emriniz olur!"
-"Komutan Konur, sen benimle Ichamur'a geleceksin. Nökerleri topla!"
Komutan Konur:
-"Emredersiniz yüce Han'ım!"

Görevleri verdikten sonra ayağa kalktım. Şunları söyleyerek yoldaşlarıma moral vermeyi amaçladım:
-"Beyler! Çıktığımız bu yolda bizi bekleyen felaketlere karşı yılmayacağız!"
Yoldaşlarım hep bir ağızdan:
-"Yılmayacağız!"
-"Düşman kar olsa, çığ olsa ne zarar? Biz fırtına olacağız!"
-"Fırtına olacağız!"
-"Bütün Kalradya bir olsa da yolumuz kutlu, izimiz pak, yüreğimiz ak olacak!"
Yoldaşlarım kılıçlarını çekerek haykırdı:

"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"

Olayların baya ilerlediği bir bölüm olmuş. Ellerine sağlık.
 
Son demler...

Bir müddet dinlendikten sonra Komutan Konur ve nökerlerle beraber yola çıktık. Ichamur şehrine gidip orayı himayemiz altına almalıydık. Elimizde Sancar'ın mührü varken orayı teslim almamız zor olmayacaktı. Ortada bir plan vardı. Bu planın işlemesi için dostum Bahestur'a verdiğim görevin nihayete ermesi gerekiyordu.

Dört nala koşarken atlarımızın yorulduğunu fark ettik. Ichamur'a giden yollar engebeliydi. Engebeli yollar atlar için kabustu. Bundan dolayı hızımızı yavaşlatıp sohbet ederek bir süre daha yürüdük.
Bu esnada Komutan Konur ile konuşmayı da ihmal etmedim.
-"Ichamur'ı idare eden Tübek Noyan'ı tanır mısın Konur?"
-"Tanırım Han'ım."
-"Zor biri mi?"
-"Anlayamadım Han'ım."
-"Kendi safımıza çekebilir miyiz onu soruyorum."
-"Ne demek istediğinizi anladım."
-"Bi zahmet."
Komutan Konur garip biriydi. Fazla konuşmasını sevmeyip dinlediğini de hemen idrak edecek kabiliyete sahip değildi. Tahtı ele geçirdiğimde ilk işim vasıfsızları öldürmek olacaktı. Fakat şimdi bunlar bana lazımdı. Her biri benim için bir merdiven basamağıydı. O merdiven aracılığıyla zirveye çıkacaktım. Sonra da merdiveni tekmeleyip bir daha kimsenin benim çıktığım yere çıkmamasını sağlayacaktım.

Ichamur'a her geçen vakit biraz daha yaklaşıyorduk. Öyle ki, Vaegir hudutlarına gelmek üzereydik. Soğuk etkisini artırdıkça artırıyor, sarp dağların yokuşları Ichamur'a giden yolun gittikçe meşakkatleşmesine sebep oluyordu.
Şehrin civarında birkaç köy vardı. Bu köylerden birine girip geceyi geçirmemiz gerektiğine karar verdim. Zira hava karardıkça ayaz etkisini derinden hissettiriyordu. Karşımızda iki köy vardı. Birisi büyükçe bir alanı kaplıyordu. Ötekisi biraz daha küçüktü. Birliğimiz fazla kalabalık olmadığı için küçük köye gitmeye karar verdik.
Nökerlerimle beraber köye girdiğimizi gören ahaliden birkaçı karşımıza çıktı. İçlerinden biri kıyafetlerimden dolayı beni tanımış olacaktı ki, şöyle dedi:
-"Hoş geldiniz kıymetli beyim köyümüze."
-"Hoş gördük. Sen de kimsin?"
-"Ben bu köyün delisiyim efendimiz, buyrunuz, evime geliniz."
Tebessüm ederek karşılık verdim:
-"Biz de bu yurdun delisiyiz."

Atlarımızdan indik. Köye geldiğimizi görenler meydana toplanmaya başladı. Köyün içini kar kaplamış, soğuk etkisini gitgide göstermeye başlamıştı. Şaşkın gözlerle bize bakan ahalinin merakını gidermek için konuşmaya başladım:
-"Ben Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı Gaddar Han. Ichamur şehrini teslim almaya giderken köyünüze uğramak istedik. İzniniz olursa bu geceyi burada geçirip ertesi gün yolumuza devam etmek isteriz."
Söylediklerim köylüleri şaşırtmıştı. İçlerinden bazıları Sancar ile olan husumetimizi biliyor olacaktı ki, kendi aralarında fısıldayarak konuşmaya başladı:
"Gaddar Noyan buymuş demek... Sancar Han'ı devirmiş..."
Köyün ileri gelenlerinden biri sözlerime karşılık verdi:
-"Hoş geldiniz Gaddar Han. Biz ekmeğimizde olan köylüleriz. Kapımıza geleni geri çevirmeyiz. Burada dilediğiniz kadar kalabilirsiniz."
Bu şekilde konuşmak isabet olmuştu. Sanki savaşı kazanmışım gibi bir izlenim oluşmuştu.

Nökerlerime köylülerin gösterdiği yerde konaklamalarını emrettim. Konur ile ben de bizi davet edenlerden birinin evine geçtik.
Bu köyde geceyi geçirdikten sonra sabahın ilk ışıklarında yola koyulduk. Köyden ayrılırken köylülerin gönüllerini de yapmayı ihmal etmedik. Eksikliklerini giderip, gideremediklerimiz için de başka bir zamana söz verdik.
Öğlen olmadan Ichamur'un surlarını görmüştük. Hafif kar yağışına eşlik eden güneş şehri muazzam bir şekilde aydınlatıyordu. Bu şehre sahip olacak olmak ruhumu okşuyor, zafere olan inancımı artırıyordu.

Şehrin kapısına geldiğimizde bekçi nökerler bizi durdurdu. İçlerinden birisi şöyle dedi:
-"Ulak mısınız? Neden bu kadar çoksunuz?"
Cevapladım:
-"Ulağa benzer hâlimiz mi var sefil? Çekil kenara! Ben Sancar Han'ın iradesiyle buraya geldim. Şimdi yol verin bakalım."
Nökerler bu sert tepkimden dolayı ürkmüştü. Birbirlerine bakıp önümüzden çekildiler. Şehrin içine girdiğimizde gördüklerim karşısında şaşırdım. Tübek Noyan burayı o kadar güzel idare etmiş olacaktı ki, şehrin insanları şen şakrak, çocukları eğlenceli, tüccarları ise keyifli görünüyordu. Koskoca hükümdar Sancar'ın yönettiği Tulga ile buraya kıyaslamak bile gülünçtü. Tulga'da insanlar kan ağlıyordu. Burada ise durumlar tam tersiydi.

Biraz sonra Tübek Noyan'ın kaldığı kalenin önüne geldik. Tübek, havadisleri işitmiş kapıya gelir gelmez muhafızlarıyla dışarı çıkmıştı. Tübek toydu. Bıyıkları daha yeni terlemiş fakat asil duruşundan taviz vermemiş bir şekilde yanımıza geliyordu. Biraz sonra karşıma dikildi. Ellerini arkaya bağlayıp pişkin pişkin konuşmaya başladı.
-"Gaddar Noyan, heh... Burada da karşılaşmak varmış."
Şaşırmıştım. Daha önce görmediğimi düşündüğüm birisi kim olduğumu biliyordu.
-"Tanıştığımızı sanmıyorum."
-"Melihan'daki yiğitliğinden biliriz seni. Keşke Melihan'daki gibi kalsaydın."
-"Melihan savaşından epey bir zaman geçti. O zamanlar daha gençmişsin demekki, hatırlayamadım."
-"Buraya neden geldin? Sen isyancı bir hain değil misin?"
-"Değilim. Buraya şehri teslim almaya geldim."
Sözlerim üzerine Tübek Noyan kahkahalara boğuldu. Onunla beraber yanındaki enik suratlı askerler de gülmeye başladı. Tübek'in bu tavrı hoşuma gitmedi. O kahkahaya devam ederken ben Sancar'ın bana verdiği teslim mührünü çıkarıp Tübek'in suratına vurdum.

Bu esnada kılıçlar çekilmiş, ortalık buz kesmişti. Tübek'in adamları üzerimize davranacakken Tübek elini havaya kaldırıp onları durdurdu ve şöyle dedi:
-"Bu da ne böyle?"
-"Teslim mührü. İtlerini kenara çek ve içeriye gelip elimi öpmeye başla!"
Bu cevabın ardından sinsice gülerek içeriye girdim. Komutan Konur da bu sırada kahkahayı basıp beni oldukça neşelendirdi.
İçeri girmeden evvel alay etmeyi de ihmal etmedim. Durakladım, kafamı yana çevirip yere bakarak:
"Ayaklarımı da yalamayı unutma hehehe." dedim.

İçeri girdikten sonra arkamızdan Tübek Noyan geldi. Sancar ile anlaşma yaptığımı bilmediğini ifade ederek özür diledi. Nökerlerime şehrin kontrolünü almalarını emrettim. Komutan Konur'u da şehir ordusunun başına geçirdim.
Tübek Noyan akıbetini merak etmiş olacaktı ki şöyle dedi:
-"Ben Sancar Han'ın komutanıyım Gaddar Bey. Beni görevden alıyor musun?"
-"Niyetim seni makamından etmek değildir. Sancar ile işbirliği yapıp Svadyalıları def etmemiz gerekir. Şehir bana emanet sen istediğin yere gidebilirsin."
-"Madem amaç düşmanı kovmaktır. Ben de sizin yanınızda olmak isterim."
-"Pekala, öyle olsun. Yalnız dikkatimi bir şey çekti. Nökerlerin sana olan sadakati Sancar'a olandan daha fazla görünüyor. Buna ne diyeceksin?"
-"Biz hepimiz Sancar Han'a itaat ettik. Böyle bir şey söz konusu olamaz."
Bir müddet Tübek'i konuşturup ağzından laf almaya bakarken fark ettiğim şey bütün olanları alt üst edecek düzeydeydi. Tübek Noyan'ın kılıcının kabzası dikkatimi çekti. Kabzanın üzerine işlenmiş yay ve üç ok ona olan bakışımı değiştirmeye yetmişti. Bu Kergit Han'ın sancağının sembolüydü. İyi ama Tübek'in bununla ne alakası vardı? Üç ok ve bir yay onun için ne ifade ediyordu?
Bütün bunları öğrenmek için sabırsızlanıyordum.

Akşam olmuştu. Tübek Noyan ve Komutan Konur ile beraber yemeğimizi yedikten sonra devlet meselelerini konuşmaya başladık. Bu esnada fırsatını bulup Tübek Noyan'a kılıcının kabzasındaki işareti sordum.
-"Üç ok bir yay... Bunun anlamı nedir komutan?"
Tübek afallayarak cevap verdi:
-"Şey... Hoşuma gitti o yüzden yaptırdım."
Cevap benim için tatmin edici değildi. Tübek'te başka şeyler vardı. Bunu anlamak için Komutan Konur'a dışarı çıkmasını söyledim. O çıktıktan sonra Tübek ile daha açık konuşmaya başladım.
-"Kergit Han'ın işareti bu. Sancar bunu yasaklamadı mı?"
-"Ee... Rastgele bir işaret işte Gaddar Bey. Uzatmanın anlamı yok."
-"Var! Benim Distar kalesine diktiğim sancakta üç ok bir yay var. Kergit Han'ın soyundan mısın?"
-"Birincisi atamız Kergit'in soyundan olup olmadığımı bilmiyorum. Sancar Han babam ben küçükken ölünce beni yanına aldı ve yetiştirdi. İkincisi sancağınızda bu sembolün olduğunu bilmiyordum. Tesadüf denilebilir buna."
Bu cevabın üzerine hançerimi çekip Tübek'in boynuna ani bir hamleyle dayadım.
-"Denilemez! Kimsin sen? Derhal her şeyi söyle yoksa leşini yığarım buraya!"
-"Sakin olun. Dediğim gibi kimden geldiğimi bilmiyorum. Çok küçüktüm. Tahmini olarak 4-5 yaşlarındaydım. Bu işaret evimizin duvarına asılıydı hayal meyal hatırlıyorum. Sonra bir şeyler oldu. Birileri gece yarısı evimizi bastı. Sonra da bir yangın gördüm. Birisi beni kucağına alıp o yangından kurtardı. Devamı yok."

Tüylerim diken diken oldu. Tübek'in anlattıkları zihnimi bulandırmış, gözümün önünden kalkan perdeler çocukluğumu bana yeniden göstermişti. Bir müddet olduğum yerde donakaldım. Tübek'in anlattıkları benim yaşadıklarıma benzerdi. 9-10 yaşlarındayken kalemizi basan Sancar ve adamları kalemizi yakıp yıkmış, babamı infaz etmiş bizi de sürgüne göndermişti. Tübek'in evimizin duvarında üç ok bir yay asılıydı demesi tanıdık gelmiyordu. Bizim evimizde böyle bir şey yoktu. Ya da ben hatırlamıyordum. Merakımı gidermek için sorgulamaya devam ettim.
-"Babanın adını da mı hatırlamıyorsun?"
-"Hayır."
İlk başlarda şüphelendim. Fakat benim böyle bir kardeşim yoktu. Aklıma gelen başka bir seçenek vardı. O da babam Hırçın Noyan gibi Kergit Han'ın soyundan gelen başka devlet adamlarının Sancar tarafından infaz edilmesiydi. Tübek de benim gibi bu durumu yaşamış olabilirdi. Daha evvel de dediğim gibi Sancar tahtı ele geçirir geçirmez töreyi çiğneyip Noyanların bir kısmını kılıçtan geçirmişti.

Tübek'e olan biteni anlattım. Benim de kendisinin yaşadıklarını yaşadığımı ve Sancar'a karşı hep birlikte intikam için savaşmamız gerektiğini söyledim. Kolay değildi. Senelerdir Sancar'a itimat etmiş ve ona biat etmiş birisi için gerçekleri hazmetmek zordu. Öte yandan kaderim yine bana yardım ediyor gibiydi. Tübek Noyan'ı yanımıza çekmek demek Sancar'a ağır bir darbe indirmek demekti.

Günler dur durak bilmeden geçiyordu. Tübek Noyan bir taraftan geçmişiyle hesaplaşırken diğer taraftan kaleye gelen o müthiş haber büyük savaşın başlayacağının müjdesini veriyordu. Sancar'dan bir ulak gelmişti. Ulağın getirdiği mektup Bahestur'un vazifesini hakkıyla tamamladığını gösterir nitelikteydi.


Kral Harlaus tek taraflı ateşkes ilan etti. Savaş hazırlıkları son bulsun. Ichamur tez vakitte Tübek Noyan'a devredilsin.

- Sancar Han



Bahestur ile Svadya vergilerine el koymak için kuzeye gittiğimizde karşılaşmıştık. Bahestur görevi hakkıyla yaptığını söylemişti. İşte görev buydu. Bahestur Shariz'de aldığı diplomasi eğitiminin hakkını vermişti. Buna göre, Bahestur aracılığıyla Kral Harlaus ile işbirliği yapmıştık. Svadyalılar ateşkes ilan edecek, biz ise Sancar'ın elinden aldığımız kaleler ve şehirlerdeki askerlerle Sancar'ı tahtından edecektik. Sonrasında Svadyalılar için stratejik öneme sahip Unuzdaq kalesini demir yumruğumuzla geri almak şartıyla onlara bırakacaktık. Görünüşe göre Svadyalılar bunu mantıklı görüp kabul etmişlerdi. Şimdi geriye Sancar'ın vereceği tepki kalıyordu.

Ulağın getirdiği malumatı okuyup düşünürken Tübek yanıma geldi.
-"Ne yazıyor?"
-"Svadyalılar ateşkes ilan etti. Şehri teslim etmem gerekiyormuş."
-"Ben... Ben hiç iyi değilim. Bana söylediklerin çok ağır Gaddar Bey."
-"Şimdi beni iyi dinle. Sancar'ın ettiği zulümler yetmedi mi? Bu son şansımız. Babanın ve annenin intikamını almamız lazım. Soyumuz Kergit. Tahta biz oturmalıyız, töre bunu gerektirir."
Tübek Noyan söylediklerimi düşünürken ben de Sancar'a şehri ve diğer kaleleri teslim etmeyeceğimi anlatan bir mektup yazdım. Tübek'in aklını çelebildiğim zaman savaşa hazır olacaktık. Zira arkamızdaki güç Tübek'in ordusuyla sınırlı kalmayacaktı.

Yaklaşık 1 ay boyunca Sancar ile ulaklar aracılığıyla küfürleştik. Sancar Svadya tehlikesini savuşturduğunu sanarken esas tehlikenin farkına anca varmıştı.
Nihayet, Sancar'dan beklediğim son ulak da gelmişti. Gönderdiği haber savaşın fitilini çoktan ateşlemişti.


Zavallı Gaddar!
Bunca zamandır yaptıkların haddi aşmış, hanlığımıza zarar vermiş, halkı birbirine kırdırmıştır. Unutma ki, Kergit Hanlığı, içinde zuhur eden yılanların başını ezmeye muktedirdir. Hanlığımız ordularıyla kelleni almaya gelmektedir. Bundan sonra kimseye bağışlama yoktur. Çevirdiğin entrikalar ile nasıl bir avrat olduğunu cümle alem bilir. Erkeklik yapıp çık bakalım karşıma!


Sancar'ın söyledikleri kanıma dokunmuştu. Bu mektupla savaş başlamış orduları hazırlayıp sefere düşmek gerekmişti. Bizimle beraber olanlar kazanacaktı. Kazanmasa bile dava uğruna ölmek en büyük şeref olacaktı.
Bu süreçte beni sevindiren bir başka gelişme ise Tübek Noyan'ın saflarımıza katılmasıydı. Tübek Noyan aylardır düşündükten sonra safını belli etmiş, Sancar'ın kendisini ihmal ettiğini ve babasını haksız yere öldürdüğüne inanıp Ichamur birlikleriyle emrim altına girmişti.
Bundan sonra yapılacak iş, Malayurg, Distar ve Ichamur'dan hareket eden ordularımızın belirlediğimiz bölgede buluşması ve birlik hâlinde Tulga'ya yürümesi olacaktı.

Vakit gelmiş, kurtlar ulumaya başlamış, çakallar inine girmişti. Sancar Svadya'dan aldığı darbenin yaralarını sarmaya çalışırken karşısında taze ve diri bir ordu bulacaktı. Ichamur'dan yola çıkan ordumuz Kurtbaş'ın ve Brula Noyan'ın birlikleriyle buluşmak için Karaotağ meydanına hareket etti. Eğer vaktinde Tulga'ya yetişirsek karşımızda alacağımız, surlarla çevrili bir şehir duracaktı. Fakat yetişemezsek meydan savaşında gücümüzü gösterecektik.

Zaman su gibi akıp geçiyor, nökerlerimiz Sancar'ın ettiği zalimliklere karşı tek yürek oluyordu. Karaotağ meydanına geldiğimizde Kurtbaş'ın birlikleri çoktan yerini almıştı. Bundan sonra Brula Noyan'ı beklemek zorundaydık. Uzunca bir bekleyişin ardından Brula'nın birlikleri de görünür oldu. Sadece şu durumumuzla birlikte on binlerce asker olmuştuk. Savaştan yeni çıkmış Sancar'ın göreceği bu asker deryası karşısında ne yapacağını ise en çok ben merak ediyordum.
Brula'nın birlikleri yerini aldıktan sonra yanına gittim ve şöyle dedim:
-"Senin birliklerinin yerini alması fazla vakit almadı mı Brula Noyan?"
-"Gaddar Han'ım atlar bataklıktan geçemedi. Toynaklarına çalı çırpı sermek için çok uğraştık. O yüzden geciktik."
-"Peki. Ordumuz hazırsa Tulga'ya yürüyebiliriz."

Büyük bir heyecanla sefere çıktık. Ordumuz o müthiş destansı marşı söyleyerek adeta damarlarına zafer şerbetini doldurdu.

"Nökerler can verir, sancak solmaya,
Bozkırlar başlar, vatan olmaya,
Kısraklar nallanır, düşman üstüne,
Tulga'ya Hey... Tulga'ya... Tulga'ya Hey... Tulga'ya..."

Önümüzde dümdüz geniş bir ova vardı. Bundan sonra karşımıza ne dağ ne de tepe çıkacaktı. Hedefimiz Tulga'yı muhasaraya alıp Sancar'ın ordusunu talan etmekti.
Derken korktuğumuz başımıza geldi. Durmadan yorulmadan Tulga'ya doğru giderken Sancar'ın ordusu karşımıza çıktı.
Burası Hırçınovaydı. Bugün burada öyle bir savaş yaşanacaktı ki, burada dökülen kanlar mürekkep olup Kalradya tarihinde kendine yer bulacaktı.
Elimi havaya kaldırdım. Yumruğumu şiddetli bir şekilde sıkarak nökerleri durdurdum. Dilimden dökülen şu cümleler çocukluğumda bedbaht olmuş hayatımı aksi yönüne çevirmek için moral kaynağı olmuştu:
"Hırçınova... Babam Hırçın Noyan'ın cezası da ancak adı "hırçın" olan bir muhitte kesilebilirdi."

Evet, bu benim kaderimdi. Babamı acımasızca öldüren Sancar bugün burada ölecekti. Ya o ölecekti ya da ben ölecektim. Ortası yoktu. Savaş şartları benim lehimeydi. Kaşlarımı çattım. Atımı şaha kaldırıp nökerleri savaş havasına sokmak için bir o yana bir bu yana seğirttim. Ardından yüksek sesle şunları söyledim:

-"Bozkurtlarım, aslanlarım, alnı ak başı dik yiğit Kergitlerim!
Bugün zaferimizin günüdür. Bugün özlemini çektiğimiz Kalradya hakimiyetinin başlayacağı gündür. Bugün ezilmiş, silinmiş, başına leş kargası üşüşmüş Kergit halkının kurtulacağı aziz gündür.
İçimize girip töreyi çiğneyenler, başımızı eğdirip Svadyalılara karşı hezimete uğrayanlar bunlar değil midir?
Yurdumuzu elimizden alan Harlaus itine kucak açan Sancar değil midir?
Töreyi çiğneyip Kergit Han'ın soyundan gelenleri infaz eden hainler bunlar değil midir?
İşte, size bugün bu kahpe düşmanı atlarınıza çiğnetecek bir ova veriyorum!"

Nökerler kılıçlarını çektiler, kargılarını göğe kaldırdılar ve haykırdılar:
-"Heeeyyy! Çok yaşa Gaddar Han! Çok yaşa Kergit! Uh!.. Uh!.. Uh!.."

Bu coşkulu ve heyecan dolu konuşmamın ardından Sancar'ın savaşmaktan yorulmuş ordusu afallamıştı. Buna rağmen karşılarında senelerdir beraber omuz omuza çarpıştıkları kandaşları bulunuyordu. Sancar ise o bunak aklıyla Kergit Hanlığı'nın tahtından çekilmek yerine olayları buraya kadar getirmeyi başarmıştı. Şimdi karşımızdaki nökerler ya bizden taraf olacaklardı ya da öleceklerdi.
Derken, hiç beklemediğim bir olay yaşadık. Bu olay öyle büyük bir olaydı ki, önlem alınamazsa savaş şartları aleyhimize dönecekti. O beni hayal kırıklığına uğratan olay ise Tübek Noyan'dan gelmişti. Tübek atını sürüp ordunun önüne çıktı ve bizi gafil avladı:

"Haydi yiğitler! Hanlığımızı ele geçirmeye çalışan bu hain Gaddar'a karşı Sancar Han'ın safına geçiyoruz..."
 
Yağmur çiselemeye başladı. Bulutlar haşmetli yüzünü gösteriyor, düşmanla aramıza sinsi bir yılan gibi gözyaşlarını döküyordu.
Evet, onlar bizim düşmanımızdı. Doğruları göremeyen, töreye aykırı hareket eden herkes benim düşmanımdı.
Fırtına, tozu toprağa karıştırıyor, atlarımızı hırçınlaştırıyordu. Bariyye'nin kızgın çöllerinde başlayan bu süreç bugün bitecekti. Günün sonunda ya ben galip olacaktım ya da Sancar üzerimizden geçecekti.
İkincisi olmamalıydı. Olsa bile kaçış yolunu bulup başka bir fırsat aramalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...

Tübek Noyan'ın bu hamlesi bizi geri dönüşü olmayan çetin bir yola sokmuştu. Tübek'e uyan askerler ardına takılıp karşı safa geçmeye başladı. Buna izin vermeli miydim? Hayır, vermemeliydim. Soğukkanlılığımı korudum ve elimi havaya kaldırarak yumruğumu sıktım. Uzun saçlarımdan yere damlayan yağmur tanelerinin sesine kulak verdim. Yağmur bana ne karar vereceğimi öğretmişti. Haykırdım:
"Okçular! Şimdi..."
Emrim yerine ulaşmış, birliğimizin okçuları Tübek ve askerlerini ok yağmuruna tutmuştu. Bu öyle zor bir savaş olacaktı ki, sonunda kazanırsak Kergit Hanlığı'nın istikbali kurtulacaktı.

Tübek'in birlikleri ok yağmuruna rağmen birçok kayıp vererek karşı safa geçtiler. Tübek de bu oklardan nasibini almıştı. Nökerlerden birinin attığı ok Tübek'in omzuna saplanmıştı.
Kurtbaş, atını hiddetle öne sürüp bağırdı:
"Başka hain varsa çekip gitsin. Er meydanında görürsem acımam!"
Kurtbaş'ın bu sözleri nökerleri heyecanlandırdı. Her bir nöker bir ağızdan haykırdı:
"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"

Biraz sessizlik oldu. İki büyük ordu taht için mücadele edecekti. Tabi Sancar tahtını korumak için ben ise tahtı ele geçirmek için vuruşacaktım. Savaş meydanında Sancar, Tübek'in kendi saflarına katılmasıyla neşelenmişti. Sancar kılıcını çekip bana doğru bağırdı:
-"Cesedin ayaklarımın altında ezilecek Gaddar!"
Tebessüm ederek cevapladım:
-"Daha hiçbir şey bitmedi Sancar. Yerinde olsam erken havlamazdım."
Evet, daha hiçbir şey bitmemişti. Bildiğim bir şey vardı.

Puslu bir hâl almaya başlayan gökyüzüne doğru başımı kaldırdım. Kirpiklerime damlayan yağmur gözlerimi kapatmama sebep oluyordu. Bir müddet gözüm kapalı bir şekilde düşündüm. Düşündükten sonra gözümü açtım ve kılıcımı çektim. Atımı şaha kaldırdıktan sonra olanları seyretmeye başladım.
Her iki tarafın nökerleri de olacaklardan bihaber şekilde kulak tırmalayan ayak seslerini dinlemeye koyuldular. Neler olduğuna anlam veremeyen nökerler birbirlerine sorular sormaya başladılar:
"Bu da ne böyle?.. Sesler geliyor... Yer titriyor sanki..."
Yer titriyordu evet. Çünkü gelenler, ordumuzun gücüne güç katacak Kergit boylarının neferleriydi.
Kargılı olanlara anlam veremeyerek atını yanıma sürdü ve sordu:
-"Gaddar Han bunlar da kim?"
-"Hatırlıyor musun Kargılı, Ak Kergit Boylarıyla Khuzait aşiretleri asilik etmişti de Sancar, bizi bu isyancıları bastırmamız için vazifelendirmişti."
-"Hatırlarım elbet."
-"İşte bu yiğitleri o vakit, büyük vaatlerle safıma çekmiştim. Sancar'a karşı savaşacaklar."

Bitmemişti. Savaş varsa tedbir de vardı. Savaş sadece meydanda değil aynı zamanda beyinde kazanılırdı. Kim daha akıllıysa o savaşı kazanırdı. Aşiretler ve boylar ordumuzun yanında yerini alınca sıra gelmişti en büyük oyuna.
Bu oyun öyle bir oyundu ki, oyunun şiddeti Sancar'ın kolunu kanadını kıracak düzeydeydi.
Atımı tekrar şaha kaldırarak haykırdım:
"Kergit töresi için şimdi!"
Sözümü bitirir bitirmez gök gürlemiş, yağmur sel olup taşmıştı. Sözümün üzerine söz söylenmeden Sancar'ın safındaki birkaç Noyan saf değiştirip yanımıza gelmeye başlamıştı. Tonju Noyan, Urubay Noyan, Asugan Noyan, Tansugei Noyan...
Bu Noyanlar Ulular diye bahsettiğimiz büyüklerin emri altında Sancar'ı devirmek için görevlendirilmişti. Sancar'ın yanından ayrılıp bize iştirak ettiler.

Bu öyle bir tokattı ki, Sancar ihtiyarlığının da vermiş olduğu ağırlıkla atının üzerinden yere düşmüştü. Sancar hem öfkeli hem de hayal kırıklığı içerisindeydi. Toparlanmalarına fırsat vermeden harekete geçmek üzere nökerlerime emrettim:
"Kergit Hanlığı için hücum ulu kurtlarım!"
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Nökerler şimşek gibi atıldı dört koldan. Ne olduğunu anlayamayan Sancar'ın birlikleri gafil avlandı. Biz de nökerlerin arkasında durarak ağır ağır düşmanın üzerine ilerliyorduk.

Zaman su gibi akıp geçti. Cenk meydanı kanla revan oldu. Akşam olmak üzereydi. Fakat savaş hâlâ devam ediyor, şiddetinden taviz vermiyordu. Derken, gözümle görmek dahi istemediğim bir olay yaşadık. Sancar'ın adamlarından biri elindeki kargıyı düşmanla vuruşan Kargılı'ya doğru yöneltti. Olayı fark edip bağırdım:
"Kargılı eğil!"
Çok geçti. Askerin elindeki kargı bir ok kıvraklığında fırlayıp Kargılı'nın göğsüne saplanmıştı.
Kurtbaş:
"Hayır!"
Gözlerim karardı. Savaş başlarken Sancar'ın atının üstünden düşmesiyle alay eden ben, aynı şekilde duraklamamı fırsat bilen düşman nökerin boynuma vurmasıyla beraber yere kapaklandım. Yere düşerken Brula'nın o çığlığı uzun bir süre kulağımda çınlayacaktı:
"Yüce Han'ımızı koruyun!"

Gözlerimi ağır ağır açmaya başladım. Uzandığım yerin tam karşısında atam Kergit Han'ın tuğu gözüme ilişti. Ne olduğunun farkında bile değildim. Boynum tutulmuştu. Başımı kaldıracak mecalim yoktu. Uyandığımı gören Urubay Noyan hemen yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım iyisiniz ya."
Bir süre konuşmadım. Ağzım kupkuruydu. Urubay'dan su istedim. Suyu içtikten sonra dilim çözüldü.
-"Neler oldu?"
-"Darbe aldınız. Şimdi iyisiniz sanıyorum."
Bu esnada aklıma Kargılı geldi. Birden ayağa fırladım ve dinlenmem için tahsis edilen çadırdan dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda çadırın çevresindeki nökerler sevinç çığlıkları attılar:
"Hey! Kergit Hanlığı çok yaşa, Gaddar Han çok yaşa!"
Savaş umurumda değildi. Benim niyetim yoldaşımı görmekti. Başımı bir o yana bir bu yana çevirdim. Nihayet çadırın arka tarafında yere çömelmiş bir vaziyette oturan Kurtbaş'ı gördüm. Yanına koştum. Kurtbaş beni görünce ayağa fırladı ve dudaklarından şu cümleler döküldü:
-"Zaferiniz kutlu olsun yüce Han'ım."
Kazanmıştım. Senelerdir hayalini kurduğum o kutlu dava, Sancar'ı mağlup ederek nihayete ermişti. Tebessüm ettim ve şöyle dedim:
-"Sancar iti nerede?"
-"Hayatta kalan birkaç Noyanıyla beraber zincirledik."
Kurtbaş bunları söylerken mahzundu. Arkamı döndüm. Bana biat etmiş olan Noyanlardan birkaçını gördüm. Gözlerim Kargılı'yı arıyordu. Tekrar Kurtbaş'a dönerek Kargılı'nın akıbetini sordum.
-"Kargılı nasıl, yaşayacak mı?"
Kurtbaş boynunu büktü ve ağlamaklı bir sesle şunları söyledi:
-"Ulu Han'ım... Kargı... Kargılı ruhunu teslim etti."
Kurtbaş ağlamaya başladı. O ağlarken adım gibi gaddarlaşmış vicdanım merhamete geldi. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Yoldaşım, canımdan bir parça olan nökerim ölmüştü. Hem de zafere bu kadar yaklaşırken bizi bırakıp gitmişti.

Ellerimle göz yaşlarımı sildim. Kergit Hanlığ'nın yeni hükümdar artık bendim. Ağlayarak nökerlerime ve Noyanlarıma aciz gözükmekten korktum. Arkamı döndüğümde Noyanlar tek sıra hâlinde dizilmiş bir şekilde beni bekliyordu. Yanlarına gittiğimde içlerinde eksik olanları fark ettim. Bu sırada, Brula Noyan zaferimi tebrik ederek şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım, her daim zafer sizinle olsun. Başım yolunuza fedadır."
-"Eksik olma Brula... Tonju Noyan nerededir?"
Brula hüzünlü bir şekilde cevapladı:
-"Ruhlar alemine göçtü."
Başımı öne eğdim. Ona olan minnetimi, sessiz kalarak ödemeye çalıştım.
-"Sancar'a götürün beni!"

Nökerler eşliğinde Sancar'ın yanına gittim. Sancar, Ulusamai, Karaban, Akadan ve diğer birkaç Noyan ellerinden ve ayaklarından zincirlenmiş bir şekilde yerde oturuyordu.
Beni görünce yüzünü çeviren Ulusamai'nin aksine Sancar o iğrenç hakaretlerine yine başladı:
-"Hainsin sen. İhanetin seneler geçse de unutulmayacak. Aşağılık köpek!"
Sakince cevap verdim:
-"Oyun bitti Sancar. Tulga meydanında infaz edileceksin. Devir benim devrimdir... Sana gelince Ulusamai, seninle yarım kalan hesabımı öyle kolay kapatmayacağım. Ölene kadar zindanda çürüyeceksin."

Gün ağarırken Tulga'ya doğru yola çıktık. Dereler geçtik, tepeler aştık. Sonunda o kutlu şehrin surları görünür oldu. Ordularımla şehir içine girerken sefalet içinde yaşayan halk sevinç çığlıklarıyla beni karşılamıştı. Tulga'ya gelmeyeli epey olmuştu. Uzun bir aradan sonra şehrin darmadağın edildiğini gördüm. Sancar savaş şartlarının bedelini halkına ödetmişti.
Tulga meydanına ilerlerken halk, yerde sürüklenen Sancar'ı taşlıyor, hakaretler ediyordu. Zaferin tadını doya doya çıkarmak isteyen ben ise Kargılı'nın ölümünden dolayı buruk bir sevinç yaşıyordum. Atımı meydanda durdurdum. Galeyana gelmiş halkı susturmak için sesim gür bir şekilde şunları söyledim:
"Benim kutlu diyarlarda kutlu bir hayat yaşamaya çalışan kutlu ulusum!
Tarife hacet yoktur ki, bugüne kadar uğradığınız zulümler artık son bulmuştur."
Halk hep bir ağızdan:
"Heeyy! Çok yaşa Gaddar Han!"
Devam ettim:
"Bariyye çöllerinde başlayan bu kutlu dava, Sancar'ın ve sahip olduğu iş bilmez, kılıç kuşanmaz it sürüsüne diz çöktürmekle nihayete ermiştir. Sancar, halkına ettiği zulümlerin üstünü, atamız Kergit'in kanından kan olan, soyundan soy olan şahsıma iftiralar atarak örtmeye çalışmıştır. Şunu herkes bilsin ki, zulüm üzere kurulmuş bir ülke asla kutlu olamaz!
Bugün, Sancar ve beraberindeki hain arkadaşları burada infaz edilecektir. Ulusamai adlı hain ise yaptıklarının bedelini ömür boyu zindanlarda karanlığı seyrederek ödeyecektir.
Şunu hiçbir zaman unutmayın!
Bir Kergit Han'ının varlık sebebi, saraylarda keyif çatmak, halkının üzerinden geçinip hatunlarla yatıp kalkmak değildir! Aksine, hedefimiz uçsuz bucaksız bozkırlarda at sürüp, kılıç kuşanmak, yeni yeni diyarlar fethetmek, ganimet toplayıp diğer krallıkları ayaklarımızın altına almaktır. Zaferimiz kutlu olsun!"
Halk yine hep bir ağızdan:
"Heeyy!"

Sözlerimi bitirdikten sonra. Cellatlara işaretimi verdim. Artık Sancar için yolun sonu gelmişti. Elindeki baltayı büyük bir gururla havaya kaldıran cellat, Sancar'ın yere serilmiş boynunu sert bir şekilde vücudundan ayırdı. Hak yerini buldu, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Kergit Hanlığı'nın tahtına oturdu. Bundan sonraki kutlu dava ise diyarlar istila etmek, Kalradya'ya hâkim olmak olacaktı.

Yorucu bir günün ardından Tulga sarayındaki odama çekildim. Odamın camından gün batımını seyretmeye başladım. Bugün de bitmiş artık geleceğe doğru bakmanın vakti gelmişti. Güneş, ulu dağların ardından batarken, gözlerimi kapatarak hayal etmenin keyfini bir kez daha yaşıyordum...

Bu benim öyküm. Uzun ve soluksuz bir maceraydı. Bugüne kadar hikâyemi okuyan, yorum atan veya atmayan, herkese ama herkese sonsuz teşekkür ederim.
Moderatörlerimizin de izni olursa konuyu kilitlemek istemiyorum. Belki, seneler sonra foruma gelen genç arkadaşlarımız merak eder de buraları bir karıştırır, olmadı güzel dileklerini buraya yazarak anılarımızı canlandırır diye umut ediyorum.
Başka hikâyelerde görüşmek üzere, hoşçakalın... :smile:
 
Emeğine ve hayal gücüne sağlık. Uzun soluklu hikayeleri artık pek görmüyoruz. Başladığın işi bitirmen çok güzel. Hikayeyi, ait olduğu yere, Tamamlanmış Hikayeler'e taşıdım. Başka hikayelerini de görürüz umarım.
 
Hikayeyi okumadığım için içeriği hakkında yorum yapmayacağım. Ama azimle devam ettirip finale kadar getirdiği için yazarını tebrik ederim. Zira bir hikayeye başlamak kolay ama vakit ayırıp sonuna ulaştırmak zordur. Umarım bu başarın devam eder ve Han'a başka hikayeler de kazandırırsın Kara Bey.  :smile:
 
Siteyi daha dün gece buldum ve ilk okuduğum hikaye sizin hikayeniz, sırf yazmak için kaydoldum.
Hikaye harikaydı yarım günde bitirdim bittiği icinde üzüldüm. :xf-frown:
Ama çok merak ettigim seylerde var finali tam bi final degil gibiydi Altar Serenge ve Ulnike(adını doğru yazmisimdir umarim) onlarin nasil tepki verdiklerini cok merak ettim.
Tekrar söylemek istiyorum hikaye cok hosuma gitti ve sürükleyiciydi başarılıydı.Finali verildikten sonra okudugum icin sanslı hissediyorum yoksa meraktan ölürdüm :LOL:
 
Yağmur çiselemeye başladı. Bulutlar haşmetli yüzünü gösteriyor, düşmanla aramıza sinsi bir yılan gibi gözyaşlarını döküyordu.
Evet, onlar bizim düşmanımızdı. Doğruları göremeyen, töreye aykırı hareket eden herkes benim düşmanımdı.
Fırtına, tozu toprağa karıştırıyor, atlarımızı hırçınlaştırıyordu. Bariyye'nin kızgın çöllerinde başlayan bu süreç bugün bitecekti. Günün sonunda ya ben galip olacaktım ya da Sancar üzerimizden geçecekti.
İkincisi olmamalıydı. Olsa bile kaçış yolunu bulup başka bir fırsat aramalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...

Tübek Noyan'ın bu hamlesi bizi geri dönüşü olmayan çetin bir yola sokmuştu. Tübek'e uyan askerler ardına takılıp karşı safa geçmeye başladı. Buna izin vermeli miydim? Hayır, vermemeliydim. Soğukkanlılığımı korudum ve elimi havaya kaldırarak yumruğumu sıktım. Uzun saçlarımdan yere damlayan yağmur tanelerinin sesine kulak verdim. Yağmur bana ne karar vereceğimi öğretmişti. Haykırdım:
"Okçular! Şimdi..."
Emrim yerine ulaşmış, birliğimizin okçuları Tübek ve askerlerini ok yağmuruna tutmuştu. Bu öyle zor bir savaş olacaktı ki, sonunda kazanırsak Kergit Hanlığı'nın istikbali kurtulacaktı.

Tübek'in birlikleri ok yağmuruna rağmen birçok kayıp vererek karşı safa geçtiler. Tübek de bu oklardan nasibini almıştı. Nökerlerden birinin attığı ok Tübek'in omzuna saplanmıştı.
Kurtbaş, atını hiddetle öne sürüp bağırdı:
"Başka hain varsa çekip gitsin. Er meydanında görürsem acımam!"
Kurtbaş'ın bu sözleri nökerleri heyecanlandırdı. Her bir nöker bir ağızdan haykırdı:
"Çok yaşa Gaddar Han, çok yaşa Kergit!"

Biraz sessizlik oldu. İki büyük ordu taht için mücadele edecekti. Tabi Sancar tahtını korumak için ben ise tahtı ele geçirmek için vuruşacaktım. Savaş meydanında Sancar, Tübek'in kendi saflarına katılmasıyla neşelenmişti. Sancar kılıcını çekip bana doğru bağırdı:
-"Cesedin ayaklarımın altında ezilecek Gaddar!"
Tebessüm ederek cevapladım:
-"Daha hiçbir şey bitmedi Sancar. Yerinde olsam erken havlamazdım."
Evet, daha hiçbir şey bitmemişti. Bildiğim bir şey vardı.

Puslu bir hâl almaya başlayan gökyüzüne doğru başımı kaldırdım. Kirpiklerime damlayan yağmur gözlerimi kapatmama sebep oluyordu. Bir müddet gözüm kapalı bir şekilde düşündüm. Düşündükten sonra gözümü açtım ve kılıcımı çektim. Atımı şaha kaldırdıktan sonra olanları seyretmeye başladım.
Her iki tarafın nökerleri de olacaklardan bihaber şekilde kulak tırmalayan ayak seslerini dinlemeye koyuldular. Neler olduğuna anlam veremeyen nökerler birbirlerine sorular sormaya başladılar:
"Bu da ne böyle?.. Sesler geliyor... Yer titriyor sanki..."
Yer titriyordu evet. Çünkü gelenler, ordumuzun gücüne güç katacak Kergit boylarının neferleriydi.
Kargılı olanlara anlam veremeyerek atını yanıma sürdü ve sordu:
-"Gaddar Han bunlar da kim?"
-"Hatırlıyor musun Kargılı, Ak Kergit Boylarıyla Khuzait aşiretleri asilik etmişti de Sancar, bizi bu isyancıları bastırmamız için vazifelendirmişti."
-"Hatırlarım elbet."
-"İşte bu yiğitleri o vakit, büyük vaatlerle safıma çekmiştim. Sancar'a karşı savaşacaklar."

Bitmemişti. Savaş varsa tedbir de vardı. Savaş sadece meydanda değil aynı zamanda beyinde kazanılırdı. Kim daha akıllıysa o savaşı kazanırdı. Aşiretler ve boylar ordumuzun yanında yerini alınca sıra gelmişti en büyük oyuna.
Bu oyun öyle bir oyundu ki, oyunun şiddeti Sancar'ın kolunu kanadını kıracak düzeydeydi.
Atımı tekrar şaha kaldırarak haykırdım:
"Kergit töresi için şimdi!"
Sözümü bitirir bitirmez gök gürlemiş, yağmur sel olup taşmıştı. Sözümün üzerine söz söylenmeden Sancar'ın safındaki birkaç Noyan saf değiştirip yanımıza gelmeye başlamıştı. Tonju Noyan, Urubay Noyan, Asugan Noyan, Tansugei Noyan...
Bu Noyanlar Ulular diye bahsettiğimiz büyüklerin emri altında Sancar'ı devirmek için görevlendirilmişti. Sancar'ın yanından ayrılıp bize iştirak ettiler.

Bu öyle bir tokattı ki, Sancar ihtiyarlığının da vermiş olduğu ağırlıkla atının üzerinden yere düşmüştü. Sancar hem öfkeli hem de hayal kırıklığı içerisindeydi. Toparlanmalarına fırsat vermeden harekete geçmek üzere nökerlerime emrettim:
"Kergit Hanlığı için hücum ulu kurtlarım!"
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Nökerler şimşek gibi atıldı dört koldan. Ne olduğunu anlayamayan Sancar'ın birlikleri gafil avlandı. Biz de nökerlerin arkasında durarak ağır ağır düşmanın üzerine ilerliyorduk.

Zaman su gibi akıp geçti. Cenk meydanı kanla revan oldu. Akşam olmak üzereydi. Fakat savaş hâlâ devam ediyor, şiddetinden taviz vermiyordu. Derken, gözümle görmek dahi istemediğim bir olay yaşadık. Sancar'ın adamlarından biri elindeki kargıyı düşmanla vuruşan Kargılı'ya doğru yöneltti. Olayı fark edip bağırdım:
"Kargılı eğil!"
Çok geçti. Askerin elindeki kargı bir ok kıvraklığında fırlayıp Kargılı'nın göğsüne saplanmıştı.
Kurtbaş:
"Hayır!"
Gözlerim karardı. Savaş başlarken Sancar'ın atının üstünden düşmesiyle alay eden ben, aynı şekilde duraklamamı fırsat bilen düşman nökerin boynuma vurmasıyla beraber yere kapaklandım. Yere düşerken Brula'nın o çığlığı uzun bir süre kulağımda çınlayacaktı:
"Yüce Han'ımızı koruyun!"

Gözlerimi ağır ağır açmaya başladım. Uzandığım yerin tam karşısında atam Kergit Han'ın tuğu gözüme ilişti. Ne olduğunun farkında bile değildim. Boynum tutulmuştu. Başımı kaldıracak mecalim yoktu. Uyandığımı gören Urubay Noyan hemen yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım iyisiniz ya."
Bir süre konuşmadım. Ağzım kupkuruydu. Urubay'dan su istedim. Suyu içtikten sonra dilim çözüldü.
-"Neler oldu?"
-"Darbe aldınız. Şimdi iyisiniz sanıyorum."
Bu esnada aklıma Kargılı geldi. Birden ayağa fırladım ve dinlenmem için tahsis edilen çadırdan dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda çadırın çevresindeki nökerler sevinç çığlıkları attılar:
"Hey! Kergit Hanlığı çok yaşa, Gaddar Han çok yaşa!"
Savaş umurumda değildi. Benim niyetim yoldaşımı görmekti. Başımı bir o yana bir bu yana çevirdim. Nihayet çadırın arka tarafında yere çömelmiş bir vaziyette oturan Kurtbaş'ı gördüm. Yanına koştum. Kurtbaş beni görünce ayağa fırladı ve dudaklarından şu cümleler döküldü:
-"Zaferiniz kutlu olsun yüce Han'ım."
Kazanmıştım. Senelerdir hayalini kurduğum o kutlu dava, Sancar'ı mağlup ederek nihayete ermişti. Tebessüm ettim ve şöyle dedim:
-"Sancar iti nerede?"
-"Hayatta kalan birkaç Noyanıyla beraber zincirledik."
Kurtbaş bunları söylerken mahzundu. Arkamı döndüm. Bana biat etmiş olan Noyanlardan birkaçını gördüm. Gözlerim Kargılı'yı arıyordu. Tekrar Kurtbaş'a dönerek Kargılı'nın akıbetini sordum.
-"Kargılı nasıl, yaşayacak mı?"
Kurtbaş boynunu büktü ve ağlamaklı bir sesle şunları söyledi:
-"Ulu Han'ım... Kargı... Kargılı ruhunu teslim etti."
Kurtbaş ağlamaya başladı. O ağlarken adım gibi gaddarlaşmış vicdanım merhamete geldi. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Yoldaşım, canımdan bir parça olan nökerim ölmüştü. Hem de zafere bu kadar yaklaşırken bizi bırakıp gitmişti.

Ellerimle göz yaşlarımı sildim. Kergit Hanlığ'nın yeni hükümdar artık bendim. Ağlayarak nökerlerime ve Noyanlarıma aciz gözükmekten korktum. Arkamı döndüğümde Noyanlar tek sıra hâlinde dizilmiş bir şekilde beni bekliyordu. Yanlarına gittiğimde içlerinde eksik olanları fark ettim. Bu sırada, Brula Noyan zaferimi tebrik ederek şöyle dedi:
-"Gaddar Han'ım, her daim zafer sizinle olsun. Başım yolunuza fedadır."
-"Eksik olma Brula... Tonju Noyan nerededir?"
Brula hüzünlü bir şekilde cevapladı:
-"Ruhlar alemine göçtü."
Başımı öne eğdim. Ona olan minnetimi, sessiz kalarak ödemeye çalıştım.
-"Sancar'a götürün beni!"

Nökerler eşliğinde Sancar'ın yanına gittim. Sancar, Ulusamai, Karaban, Akadan ve diğer birkaç Noyan ellerinden ve ayaklarından zincirlenmiş bir şekilde yerde oturuyordu.
Beni görünce yüzünü çeviren Ulusamai'nin aksine Sancar o iğrenç hakaretlerine yine başladı:
-"Hainsin sen. İhanetin seneler geçse de unutulmayacak. Aşağılık köpek!"
Sakince cevap verdim:
-"Oyun bitti Sancar. Tulga meydanında infaz edileceksin. Devir benim devrimdir... Sana gelince Ulusamai, seninle yarım kalan hesabımı öyle kolay kapatmayacağım. Ölene kadar zindanda çürüyeceksin."

Gün ağarırken Tulga'ya doğru yola çıktık. Dereler geçtik, tepeler aştık. Sonunda o kutlu şehrin surları görünür oldu. Ordularımla şehir içine girerken sefalet içinde yaşayan halk sevinç çığlıklarıyla beni karşılamıştı. Tulga'ya gelmeyeli epey olmuştu. Uzun bir aradan sonra şehrin darmadağın edildiğini gördüm. Sancar savaş şartlarının bedelini halkına ödetmişti.
Tulga meydanına ilerlerken halk, yerde sürüklenen Sancar'ı taşlıyor, hakaretler ediyordu. Zaferin tadını doya doya çıkarmak isteyen ben ise Kargılı'nın ölümünden dolayı buruk bir sevinç yaşıyordum. Atımı meydanda durdurdum. Galeyana gelmiş halkı susturmak için sesim gür bir şekilde şunları söyledim:
"Benim kutlu diyarlarda kutlu bir hayat yaşamaya çalışan kutlu ulusum!
Tarife hacet yoktur ki, bugüne kadar uğradığınız zulümler artık son bulmuştur."
Halk hep bir ağızdan:
"Heeyy! Çok yaşa Gaddar Han!"
Devam ettim:
"Bariyye çöllerinde başlayan bu kutlu dava, Sancar'ın ve sahip olduğu iş bilmez, kılıç kuşanmaz it sürüsüne diz çöktürmekle nihayete ermiştir. Sancar, halkına ettiği zulümlerin üstünü, atamız Kergit'in kanından kan olan, soyundan soy olan şahsıma iftiralar atarak örtmeye çalışmıştır. Şunu herkes bilsin ki, zulüm üzere kurulmuş bir ülke asla kutlu olamaz!
Bugün, Sancar ve beraberindeki hain arkadaşları burada infaz edilecektir. Ulusamai adlı hain ise yaptıklarının bedelini ömür boyu zindanlarda karanlığı seyrederek ödeyecektir.
Şunu hiçbir zaman unutmayın!
Bir Kergit Han'ının varlık sebebi, saraylarda keyif çatmak, halkının üzerinden geçinip hatunlarla yatıp kalkmak değildir! Aksine, hedefimiz uçsuz bucaksız bozkırlarda at sürüp, kılıç kuşanmak, yeni yeni diyarlar fethetmek, ganimet toplayıp diğer krallıkları ayaklarımızın altına almaktır. Zaferimiz kutlu olsun!"
Halk yine hep bir ağızdan:
"Heeyy!"

Sözlerimi bitirdikten sonra. Cellatlara işaretimi verdim. Artık Sancar için yolun sonu gelmişti. Elindeki baltayı büyük bir gururla havaya kaldıran cellat, Sancar'ın yere serilmiş boynunu sert bir şekilde vücudundan ayırdı. Hak yerini buldu, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Kergit Hanlığı'nın tahtına oturdu. Bundan sonraki kutlu dava ise diyarlar istila etmek, Kalradya'ya hâkim olmak olacaktı.

Yorucu bir günün ardından Tulga sarayındaki odama çekildim. Odamın camından gün batımını seyretmeye başladım. Bugün de bitmiş artık geleceğe doğru bakmanın vakti gelmişti. Güneş, ulu dağların ardından batarken, gözlerimi kapatarak hayal etmenin keyfini bir kez daha yaşıyordum...

Bu benim öyküm. Uzun ve soluksuz bir maceraydı. Bugüne kadar hikâyemi okuyan, yorum atan veya atmayan, herkese ama herkese sonsuz teşekkür ederim.
Moderatörlerimizin de izni olursa konuyu kilitlemek istemiyorum. Belki, seneler sonra foruma gelen genç arkadaşlarımız merak eder de buraları bir karıştırır, olmadı güzel dileklerini buraya yazarak anılarımızı canlandırır diye umut ediyorum.
Başka hikâyelerde görüşmek üzere, hoşçakalın... :smile:
Destansı, mükemmel bir öyküydü. Ellerine sağlık üstadım.
 
Back
Top Bottom