KemalistDevrim
Sergeant
Başlangıçtaki sosyalizm veÜtopik sosyalizm(bilimsel sosyalizm ve Marxtan Önce)
Sosyalizmin kökleri
Jean- Paul Thomas
Çev: İsmail Yerguz.
Kelime Anlamı ve ilk kullanım
Sosyalizm sözcüğünün kullanımı XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J. Elleinstein, 1984). Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E. Durkheim).
1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler. Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır. 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır. Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)
Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır. Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi.”
Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler. “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış. Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir.”
Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır. Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar. Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz. Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak... ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak” Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle. Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona. Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir. Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım. O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim.
Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ). Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler. Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker. Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır.
Sosyalist ögretiler XIX. yüzyıl başında kendiliklerinden ortaya çıkmamıştır. Kökenleri sanayi devrimi ve sanayi devrimiyle birlikte gelen sefalettir. İnsanın makinelerin gelişmesine kurban edilmesinin engellenmesini isterler ve kapitalist üretim örgütlenmesinin kaçınılmaz biçimde doğurduğu yoksulluğun, işsizliğin, üretim fazlalığının yaygınlaşmasının nedenlerini araştırırlar. Birbirlerine bağlı bir üreticiler topluluğu vizyonunun bencilce kar peşinde koşmasının karşısına bir kardeşlik dayanışmasını çıkarırlar. Bu yeni öğretilerin kökleri vardır hiç kuşkusuz. Sosyalizınin entelektüel kökenleriyle ilgili çifte problem ve Fransız devrimi sırasında XVI ve XVII. yüzyıldan başlayarak sosyalist taleplerin ortaya çıkması bu şekilde gerçekleşir. 1913 yılında Lenin’in ünlü formülü, “Marx’ın öğretisinin, XIX. yüzyılda, insanlığın en iyi yaratımlarının, Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin bir sonucu olduğu” düşüncesi Marksizmin uygun ve hoş bir biçimde takdim edilmesidir ama sosyalizmin kökenleri sorusuna yanıt getirmez.
Öte yandan Leroux’nun sosyalist olmakla birlikte Saint-Simon’cu otoritarizm karşısında çekincelerinin gösterdiği gibi demokrasi ve sosyalizmin bağdaşabilirliği temel sorusu sorulmuştur artık. Sosyalizm sözcüğünün tarihi böylece bizi üç temel soruyu incelemeye götürür:
• sosyalizmin derin ve farklı kökenleri sorusu,
• sosyalizmin birliğini sağlayan belirleyici özellikler sorusu,
• demokratik sosyalizm olasılığı sorusu sıkı biçimde birbirlerine bağlıdır.
Fransız devrimi bu üç problemi birbirine bağlar çünkü toplumsal sorunları çözmeye çalışırken insan hakları talebiyle despotizmi birleştirir, çünkü bu amaçla eski formüllere, altın çağ ve ilkel komünizm düşleri ve cüretli yeniliklere dönüşü harekete geçirir ve nihayet çünkü bir çok sosyalist onun yıkıcı özelliklerini eleştirir. Böylece sosyalist geleneklerin demokrasiyle kurduğu ilişkilerin bir yorumunu taslaklandırdığını ileri süren herkes her şeyden önce bir soruyu irdelemek zorunda kalacaktır: Fransız devriminde toplumsal sorunun doğuşu (Ph. Raynaud, 1991).
Krallığın çöküşü arifesinde devrimci taleplerin yeni özellikler kazandığı çok iyi bilinir. Robespierre ve Marat Jakobenlere yansıtırlar bunu. Jakoben cumhuriyeti, kısmen koşulların etkisiyle görülmemiş bir toplumsal siyaseti yürürlüğe koyar; bu siyasetin ilkeleri (bu bağlamda söz gelimi Enragés, Dolivier, L’ange, Babeuf adları akla gelir) XIX. yüzyıl sosyalist kuramcıları arasında ve günümüze kadar çelişkili yorumlara yol açmıştır.
1792 ağustos’undan nisan’ına kadar basında olsun, çeşitli toplantılarda olsun halkın egemen sınıfa karşı mücadelesi sürekli yüceltilmiştir. Paris’te Jacques Roux temel ihtiyaç mallarına narh koyulmasını ister, Lyon’da ise L’Ange tahıl için maksimum fiyat talep eder. Enragé’lerin (Kudurmuşlar) belli başlıları Varlet, Roux, Chaher, Leclerc hayat pahalılığına karşı halkın şiddetli protestolanna tanıklık ederler. Spekülatörlere ve vurgunculara göz açtırılmamasını isterler ve “bir sınıf başka bir sınıfı hiçbir ceza görmeden aç bıraktığında özgürlüğün boş bir hayalet olduğunu, varlıklı kimse tekel aracılığıyla insanlara ölüm ve yaşam hakkı tanıdığında eşitliğin boş bir hayalet olduğunu” söylerler.
25 Haziran 1793’te kızıl papaz Jacques Roux Konvansiyon’da tarihçi Albert Mathiez’in “Kudurmuşlar Manifestosu” başlıklı metnini okur ve “bencil insanın toplumun en çalışkan sınıfına karşı ölümüne bir savaşa giriştiğinden” sözeder. “Yer yüzündeki ürünlerin, toprağın, suyun, ateşin, havanın bütün insanlara ait olduğunu, ticaretin, mülkiyet hakkının insanları sefalet ve açlıktan öldürmekten başka bir şey olmadığını” söyleyecek kadar ileri gider. Bununla birlikte Kızıl Papazın talepleri asla tutarlı bir öğreti biçimini alamaz. Eşitlikçi özlem sankülot’ların şiddetine düşman Dolivier ve L’Ange’ın sistemlerinde daha gelişmiş bir biçim altında ifadesini bulur. Jaur Histoire socialiste de la Révolution française adlı yapıtında onları çok önemser.
Mauchamps papazı yurttaş Pierre Dolivier temmuz 1793’de Essai sur lajustice primitive pour servir de prrncipe genérateur au seul ordre social qui peut assurer l’homme tous ses droits et tous ses moyens de bonheur adlı metnini yayımlar. Korkunç mülkiyet eşitsizliği hukuksal eşitliği yalanlar öyle ki hukuksal eşitlik yemden başka bir şey değildir. Şöyle diyorlar: “Mağdurlar da mal mülk sahibi olabilirler. Onlar kesinlikle ve hiçbir biçimde dışlanmış değildir. Yeni yasa kişilerin kayrılmasını ortadan kaldırmış ve istisnasız herkese gelişme ve ilerleme yollarını açmıştır. İşte eşitlik sözcüğünden anladıkları! Nasıl da hayale ihtiyaç var, nasıl birtakım sözcükler zorla kabul ettiriliyor. Hiçbir şeyleri olmayanlar kazanabilirler, ama her şeyden önce, niçin hiçbir şeyleri yok bunların?”.
Dolivier büyük çiftlikleri ortadan kaldırmayı ve toprağı ne kadar aile varsa o kadar küçük köy işletmesine bölmeyi önerir. Adını söyleme cesareti gösteremeyen bu tarım yasası Jakobenlerin tasarladıkları biçimde bir eşitlik mücadelesini aşar. Toplumsal eşitlik aristokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla karışmaz artık, malların eşit biçimde paylaşılması eğilimi ağır basar burada, mülkiyet ilkesi tehdit edilir ve bir mülksüzleştirme pahasına bireysel mülkiyetin sistematik biçimde dağıtılması önerilir. Ne var ki Dolivier, ltersine, bir küçük mülkiyet sahibi toplumu imajından kopmaz. François Joseph Lange (L’Ange [Melek] denir) 1790’da Plaintes et representations d’un cito yen decrt passif aux citoyens désrétécés act başlıklı broşüründe yoksulları etkileyen siyasal haklardan yoksun bırakmaya karşı çıkar. 1792’de Lyon belediyesine bir bildiri sunar: ekmeğin bolluğu ve doğru fiyatını saptamanın basit ve kolay yolları. Üreticiler tarafından beslenen kooperatif ambarları bireysel çabaların uyumlu duruma getirilmesini sağlayabilir... Ertesi yıl daha da ileri gider. Reméde a tout, ou Constitution invulnérable de félicité publique, projet donné maintes fois, sous différéntes formes adlı broşüründe bir kırsal komünizm çerçevesi içinde bireysel mülkiyetin sonunu tasarlar. Broşür dağıtılmaz. L’Ange ya da Dolivier ’nin uzun vadeli görüşleri artan pahalılığın getirdiği acil sorunları çözemezdi. Jakobenler daha çok, bir dönemde Kudurmuşlar tarafından açıklanan halk hareketinin baskısıyla önlemler almışlardı ve bu önlemler vesilesiyle sosyal demokrasiden söz edilebilmişdir.
Jakobenlerin sosyal politikalarının doruk noktasını belirleyen fiyat ve ücretlerin genel maksimum değerinin saptanmasından çok Saint-Just ’ün onaylattığı ventöse (26 Şubat ve 3 Mart 1794) kararnameleridir. Bu kararnamelere göre kuşkulu yollardan edinilen mallara el konacak ve bedava dağıtılacaktır bu mallar. Ama gerçekten uygulanabilen tek ilke tazminat ilkesi olmuştur. Saint-Just Institutlons republicaines öngördüğü gibi “yoksulları giydirmek ve örtmek için zenginleri soymak” yerine dilenciliğin üstesinden gelmeye yönelik bir ulusal hayır planına dönülür .
Zenginlere karşı saldırganlık, idealleri bağımsız küçük üretici statüsünün genelleştirilmesinde yatan Paris’li sankülot’un eşitlikçiliğinin aşılmasını düşündürmez asla Robespierre ’in ahlaksal eşitlikçiliği de bireysel mülkiyetle birliktedir: devletin, her insanın yaşama hakkına tecavüz etmedikçe güvencesi olduğu toplumsal konvansiyon Thermidor tepkisi içinde Eşitlerin komplosu bir dönemde desteğini gerekli bulan jakoben burjuvazinin teşvik ettiği bir halk hareketinin teorik ve pratik cüretinin son tanıklığıdır.
1828’de Buonarroti’nin belirtmiş olduğu gibi Babeuf ve arkadaşları Direktuvar’ı alaşağı etmek için komplolar düzenlemişlerdir. Mayıs 1796’da tutuklanan Babeuf 1797’de idam edilir. Sylvain Maréchal’in Eşitler Manifestosu Babeuf’çülerin toplumsal öğretisini açıklar. Temel temalar Fransız devriminden sonra, “daha büyük ve artık son olacak başka bir devrimi” bildiren bölümlerde toplanmıştır. Gerçek eşitlikle ilgilenen Eşitler “tarım yasası”nı aşarlar ve “daha ince ve daha adil bir şeye (ortak çıkar ya da çıkarların ortaklığı)” değinirler: Bireysel toprak mülkiyetine son, toprak kimsenin değildir. Dünya nimetlerinden ortak yararlanmayı talep ediyoruz, istiyoruz: meyveler herkesindir’.
L’Ange’ın v,e Robespierre’ci girişimlerin mülkiyeti ortak çıkarın emrine verme ve herkesin yaşama hakkıyla ilgili Fourier öncesi sezgilerinin yanında Fransız devriminin büyük eşitlikçi düşüncelerinin üçüncü öbeği Eşitler’in eseridir.
Bu eşitlikçilik sosyalist midir? Esasen hayır. Ama bu olumsuz yanıt bir dizi gerekli açıklamaya dayanır ve bunlar aracılığıyla sosyalizme ait olan şeyler belirir, oysa sosyalizmin uzak entelektüel kökenlerine bağlı olan şeyler daha kavranabilir kılınmıştır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki bütün sözleşmelerde ortak olan mağdurlara yardım önlemleri sosyalizmden kaynaklanmaz. Özel ya da genel hayır ve yardım kurumlarının gelişmesini destekleyen teorileri ortaklaşa reddettiklerini söylemek sosyalist öğretiler arasındaki ayrılıkların boyutlarını küçümsemek anlamına gelmez. Sosyalistler toplumların zararlarını gördükleri kötülüklere hiç değişmeyen bir iktisadi yaşam içinde hayır kurumları ya da yardım sandıklan oluşturarak çare getirme anlayışı içinde değildirler. Sosyalizm her zaman örgütleyici olmak ister ve hayırın hiçbir şeyi örgütlemediği kanısındadır.
Öte yandan bireysel mülkiyete bağlılık egemen modalitelerini ve biçimlerini eşitlikçi gerekliliğe bağlar. 14 Haziran 179l’de Le Chape her yasasının kabul edilmesi sadece burjuvazinin çıkarlarına uygun bir çalışma özürlüğünü değil halkın özlemlerini, az ya da çok bireysel mülkiyetleri eşitleştirme iradesiyle belirlenmiş talep defterlerindeki mülkiyete feodal engel karşı protestoları egemen kılar, bu taleplerin kesinlikle dokunulmaz ve kutsal mülkiyet hakkını ancak çok istisnai durumlarda zorlamasına izin verir. Halk sınıflarının en aktif grubu da bağımsız üreticilerden, dükkan işletenlerden oluşmuştur.
Dolayısıyla ilk sosyalistlerin sanayi toplumunun düzensizliklerini ifşa etmeleri ve devrimci özgür bireysel girişimi eleştirmeleri nedensiz değildir Mülkiyet hakkının bu teorik önceliği çok katı biçimde sosyalist olmaktan çok Rousseau’cu olan eşitlikçiliğe sadece Eski Rejim’in ekonomik mevzuatının yeniden canlanmasından ve varsayımsal bir kırsal komünizm çerçevesi içinde mülkiyetin soyut biçimde olumsuzlanmasından gelen iki aldatıcı çıkış yolu bırakır. Bu özellikleriyle bu çıkış yolları gerileyicidir. Sanayi devrimi daha gücüldür hiç kuşkusuz ama tarım komünizmi sermaye birikimiyle ilgili olsun, büyük imalathanelerin işçilerinin statüsüyle ilgili olsun ilk işaretlerinin erken algılanması konusunda hiçbir işaret vermez. Buradan iki sonuç çıkar. Bir yandan bazı kilise babalarına, More, Campanella , daha sonra Moreliy ya da Mably ’ye maledilen ve Babeuf ya da L’Ange’ın düzenlerinin doğrudan yansıttıkları ilkel komünizmler sosyalizmlerin az ya da çok eski biçimlen değildir, öte yandan da sosyalizmin entelektüel kökenleri aslında bu uzak öğretilere ve onlara hayat veren soylu değerlere dayanır. İlkel komünizmden sosyalizmlere doğru kesiklikler vardır.. Ve birçok nedene dayanır bu.
Birincisi, sosyalistler iktisadi koşulların görülmemiş biçimde alt-üst olmasından gelen ve bazıları zararlı olan sonuçlarını dikkate alırlar.
İkincisi, önerdikleri çözümler, yepyeni bir tarihsel bağlam içinde, ilkeleri daha sonra saptanacak olan çözümlerin basit aktarımına indirgenemez.
Gerçekten de Durkheim’ın belirtmiş olduğu gibi eski komünist öğretiler basit, çileci bir yaşam önerirler. Zenginliklerin üretimi gerekli bir amaçtır, kolektif bir yaşamın merkezi değildir. Esasen zenginlik zararlıdır. Toplumun yapısını bozar ve insanları hayvanlarla birlikte ortaklaşa sahip oldukları temel gereksinimlerin tatminine yönlendirirler. Sosyalistler hiç kuşkusuz zenginliklerin adaletsiz biçimde dağılmasını kabul etmemişlerdir ama sanayi yaşamının olağanüstü atılımını da dışlamamışlardır ve üretici işlevlerin Örgütlenmesinin tersine çaba harcamışlardır.
Üstelik bu tür bir örgütlenmenin en doyurucu formülünü bulabilme çabaları içinde karşılarına sürekli, Fransız devrimi sırasında tarihsel olarak egemen olmuş bireyci mantık çıkmıştır ve onlar bireyi, hem ilkel komünizmi hem hiyerarşik toplumları karakterize eden kolektiviteyle sıkı biçimde ilişkilendirmeden bu mantığı dikkate almayı becerememişlerdir.
Konjonktürel ya da yapısal karakterinin araştırılmasında yarar olan nedenlerle başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın sosyalistlerin hedefi devrimci bireyciliği yönetmektir. “Bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye karşı başkaldırısı”yla, “özgürlük adına geleneklerin ifşa edilmesiyle” yansıyan bir bireycilik
İşi liberal bireyciliğin ve burjuva toplumunun eleştirisinin kaçınılmaz biçimde devrimci bireyciliğin mantığında yattığını iddia etme noktasına kadar götürmemekle birlikte sosyalizmlerin iki gerekliliğin, bireysel özerkliğin ve toplumsal birliğin uzlaşması vaadini vermek istedikleri kesindir. Bu modern özerklik ilkesi siyasal ve iktisadi liberalizmin teorisyenlerinin kendi üsluplarına göre talep ettikleri ilkeyi üstlenme iradesi sosyalist tasarıları eski komünizmlerden ayırır.
Ne var ki bu hırs onların bütün tarihleri boyunca dile getirilecek olan bir iç gerilimi besler. Bu anlamda Fransız devrimi sırasında ortaya çıkan eşitlikçi özlemler sosyalizmlerin daha sonraki belirsizliklerini gösterirler ve bu nedenle de insan haklarının gerçekleşmesinin işareti olarak kabul edilebilirler; çünkü gerçek eşitlik hukuksal eşitliğe gerçek anlamını ve içeriğini vermiştir bu durumda ama öte yandan da gerçek olmayan bir eşitliğin hukuksal anlamda bir hayal olduğu ve özgürlükleri de tahrip ettiği ifşa edilmiştir.
ski komünizmlerden ayrılan sosyalist tasarıların gene de bazı ortak özellikleri ve özel gerilimleri vardır. Elie Halevy’nin belirttiği gibi bütün sosyalizmler “kendi haline bırakılmış sanayiciliğin istismarcılıklarına ve aşırılıklarına karşı tepkiler” bağlamında olumsuz biçimde tanımlanırlar. Ama önerilen sistemlerin çeşitliliği olumlu bir tanımı da mümkün kılar çünkü bunların ortak özelliği bireysel girişimlerin keyfiliğine dayalı bir toplumsal düzenin yerine yepyeni, görülmemiş bir örgütlenme biçimi getirmektir.
Tüm sosyalist okullar bu atılımla beslenirler ve amaçlan toplumsal örgütlenmeyi iyileştirmek değil değiştirmektir. Öte yandan bunların tümü toplumsal örgütlenme içinde üretim dünyasının önemini de kavramışlardır ve bütün çabalarını pazarın rastlantılarının yerine bilinçli ve örgütlü araçların kullanılması, iktisadi işlemlerin bilinçli biçimde yönlendirilmesi üstünde yoğunlaştırmışlardır Ve nihayet tümü sanayileşmeyle gelen ve işçilerle yöneticileri karşı karşıya getiren sıkıntı verici ve zararlı çatışmalara duyarlıdırlar. Bu alanda Marksist vokabüler göründüğü kadar yenilikçi değildir. -Plerre Leroux 1834’te “Proleterlerin burjuvaziye karşı güncel mücadelesi mi?” ifşaatını yapmıştır. Bir an için düzenin cin zensizliğe egemen kılınması, ekonomik güçlerin örgütlenmesinin pazarın rastlantılarına egemen kılınmasının devlete ya da özyönetimli kooperatiflere ait olup olmadıkları meselesini bir yana bırakalım ve sosyalist okulların bu görece yakınlığının kaba ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm karşıtlığını saf dışı ettiğini belirtelim. Miguel Abensour’un belirttiği gibi Engels ’in, el kitabı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm ’de formüle ettiği bu karşıtlık amacı kesinlikle ütopik radikalliği dışlamak olmayan, tersine onun amacını gerçekleştirmek olan uzun bir teorik yolculuğun karmaşıklığını gizler.
Gerçekten Marx ve Engels’ten kesinlikle çok uzak olmayan tutucu ütopyalar eleştirisi Insani imkansızlıklar listesini çıkarmaya çalışır. Marx “bilim adına, düşçü ütopyacıları sarsan şimşekleri çaktıran bir Jupiter” değildir (M. Abensour, 1976). Üstünde düşündüğü amacın dışında değildir o, Owen, Fourier ve Saint-Simon gerçekten etkiler kendisini. Buna inanmak için Marx’ın ilk sosyalistler karşısındaki konumunun basit biçimde ifade edildiği Komünist Parti Manifestosu’nu tekrar okumak yeterlidir. Onlara bakışı ve değerlendirmesi devrimcidir. Olumludur. Marx’a göre sosyalistlerin yazıları mevcut toplumun temellerine saldırır ve “dolayısıyla o dönemde işçileri aydınlatma konusun da çok değerli gereçler sağlamışlardır”. Bu sistemlerin yaratıcılarını devrimciler olarak görür ve onları “genel bir çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” tasarlayan Fransız devriminin çağdaş komünist kuramcılarından kesin biçimde ayırır.
Özetlersek sosyalizm ilk ortaya çıkışında anti-kapitalizmdi
dikkat Yazının devamı vardır Marxın Teorisi teorinin çöküşü leninin teoriyi 20. yüzyıla yeniden uyarlaması kurtuluş savaşları ve MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM ÖNCÜLĞÜ troçkinin devrim anlayışı ve Galiyefin MİLLİ KOMÜNİZM teorisi gibi konular ile ilgili ekler tarafımdan yapılacaktır Maouculuk enver hocacılık stalinzm gibi konuları ise sosyalizmden kabul etmiyorum şahsen bana göre hitlerin sosyalizm anlayışına sosyalist demek bu anlayışlara sosyalist demekle aynıdır
Marx ve Sosyalist anlayışın komünal sınıfsal anlayışa dönüşmesi
başlarken isteyenler olur diye komünist manifestonun pdfsinin adresinide vereyim isteyen oradan okuyabilir http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/manifesto.pdf şahsen kare yayınlarından olan manifesto kitaplığımda bulunmaktadır
Bütün Dünya İşçileri birleşin!!! Komünist Manifesto’dan
160 yıl sonra Marksizm
Sosyalizm antikapitalizmin genel adıdır. Ama elbette farklı farklı sosyalist görüşler mevcuttur. Fakat Marks’ın Komünist Manifestosu’nun yayınlanışı ile birlikte diğer sosyalist görüşler gittikçe zayıflamış Marksizmse sosyalizmin tek adresi haline gelmiştir.
Marks’ı çıkarttığınızda geriye sosyalizm tarihi olarak da, sosyalizm teorisi olarak da çok bir şey kalmaz açıkçası. Marks’ın yarattığı ideolojinin gücünü bu noktada teslim etmek gerekir. Kendinden önceki hiçbir ideoloğun yapamadığını yapmıştır Marks; öyle bir teori ortaya koymuştur ki, dünyanın neresine giderseniz gidin sosyalizmin en azından başlangıç noktasında mutlaka Marks vardır.
Fakat işin çok daha garipsenecek tarafı Marks’ın fikirlerinin hayat tarafından doğrulanmamasıdır. Marks’ın iktisat teorisi, ki tüm ideolojisinin belkemiğidir, çok açık bir şekilde hayat tarafından yanlışlanmıştır. Burada kastettiğimiz sadece kapitalist sistem içinde Marks’ın beklentilerinin, öngörülerinin gerçekleşmemiş olması değil. Daha önemlisi Marks’ın teorisini uygulamaya çalışan sosyalist devrimlerin de birer birer yıkıldığını gördük.
O halde Marks’ın teorisinin öngörüleri gerçekleşmediği gibi, o teorinin sınanması ile birlikte teorinin yanlışlanması da meydana gelmiştir. Bu durum bir teorinin tarihin çöplüğüne atılması için yeterli bir nedendir ama Marksizm hâlâ ayaktadır!
Bu garip durumun iki açıklaması var; birincisi son derece basit bir açıklama, dünyanın bütün sosyalistleri Marks’tan vazgeçmek istemeyecek kadar tutucudur! Ama bu son derece basit bir açıklama olur, gerçek şu ki, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen sosyalistler için, Marks’ı bıraktığınızda geriye döneklik dışında bir yol kalmaz. O nedenle sosyalistlerin Marks’a tutunmalarının çok anlaşılır bir yanı bulunmaktadır.
Ama bir taraftan da bu durumun aynı zamanda sosyalizmin önünü tıkadığını ve bu nedenle de kapitalizmin kalıcılığına güç kattığını görmemiz gerekir. Yani dönek olmama tavrının da büyük bir bedeli vardır dünyaya: Kapitalizmin devamlılığına razı olmak.
Marksist felsefedeki çıkmaz
Bu noktada yapılması gereken zor bir adım atmaktır, Marks’ı ve O’nun yarattığı sosyalist teori ve pratiği tarih süzgecinden geçirmek, oradan dahi ileri bir sosyalist teoriye ulaşmak.
Korkutucu bir durum bu ama unutmayalım ki aynısını Marks da yapmış, kendinden önceki tüm sosyalist teorileri bir kenara atarak yeni bir teori yaratma cesareti göstermişti. Bugün bizlerin yapması gereken de Marks’ın bu tavrını örnek almaktır.
Bunu derken Marks’a karşı pek çok eleştirinin yapıldığını ve farklı türde sosyalist teorilerin ortaya atıldığını görmezden gelmek değil elbet niyetimiz. Ama Marks’a alternatif tüm bu teorilerin buluştuğu belli başlı noktalar var. Bu noktalardan en önemlilerini şöylece sıralayabiliriz: Marks’ın toplumsal mülkiyet hayali yanlıştı, bireysel mülkiyeti kabul etmek gerekir, Marks’ın proletarya diktatörlüğü teorisi demokrasiyi yok etmiştir.
Ancak bu eleştirilerden görmekteyiz ki Marks’a karşı çıkışlar ya serbest piyasacı ya da özgürlükçü “sosyalizm”e varmaktadır ki bu tür bir sosyalizmin sosyal demokrasiden bir farkı yoktur ve sosyal demokrasi de kapitalist sistem içi bir düşüncedir.
Marks’ın yanlışı ise bireysel mülkiyete karşı çıkışı ya da özgürlüğü ortadan kaldırması değildi. Marks’ın belki de en doğru yanlarıydı bunlar. Ama Marks’ın çok daha derinde yatan büyük yanlışları vardı. Bu yanlışlarsa doğrudan felsefeden kaynaklanmaktadır.
Marksist felsefe ve sosyoloji toplumu algılarken tek gerçek ayrım noktasının üretim tarzı içindeki konumlanış olduğunu söyler. Yani herhangi bir ülkede toplumu değerlendireceğimiz zaman, bu toplumun tarihinin çok bir önemi yoktur, bu toplumun bu tarih içinde edindiği milli kimliğin bir önemi yoktur, yine bu toplumun dini inanışlarının bir önemi yoktur, siz o toplumu sınıflandırırken sadece üretim tarzındaki yerlerine bakarsınız.
Böylesi bir sınıflandırmada Marksizmin büyük önermesi ortaya çıkar. Bir insanın tek kimliği vardır; işçi veya burjuva olması. Ama o işçinin milliyetinin, dininin, tarihinin, o işçinin düşüncesinde hiçbir etkisi olmayacaktır, çünkü işçinin düşüncesi, maddi yaşantısı olan üretim sürecinden elde edilecektir, burada ise işçi sadece kapitalist sistem içinde sömürüldüğünü görecek ve antikapitalist olacaktır.
Teori bu şekliyle son derece mantıklıdır. Eğer siz toplumları üretim sistemlerine göre sınıflandırırsanız, gerçekten de toplumu işçiler ve burjuvalar olarak ikiye kolayca bölebilirsiniz. Ancak bu hiç de teorik olarak yapıldığı kadar kolay değildir.
Marks’ın “Devrimci” İdealizmi!
Marks burjuva felsefesini ve sosyolojisini aşmaya çalışmıştır. Bunu yaparken idealizmin yerine materyalizmi koyar. Ancak Marksist felsefenin varsayımları da temelde idealisttir.
Bu idealizmin kökeni Marks’ın Hegel’in sıkı bir takipçisi olmasıdır. Hegel, felsefede diyalektiği getirmiştir ve büyük bir devinim yaratmıştır ama Hegel’deki yaratıcı güç olan tanrı ya da devlet anlayışının sadece kafanın içinde bir yeri vardır. Hoş bir düşünce kategorisidir, kendi içinde son derece tutarlı ve zekicedir. Ama hayatta karşılığı yoktur!
Diyalektik düşünce, bir insanın aynı nehirde iki kez yıkanamayacağını ortaya koyar. Çünkü değişim toplumun temelidir. Fakat Hegelci diyalektikte büyük bir idealizm vardır, çünkü felsefe toplumun yansıması değildir, tersine toplum bu felsefeye göre biçimlendirilecektir! Eğer toplum bu kalıba giremiyorsa, kabahat felsefede değil toplumdadır!
Marks, Hegel’deki idealizmi görmüştür. Ancak bu idealizmi ortadan kaldırırken başka bir yanlışa düşmüştür. Marks’ta Hegelci tanrı/devletin yerini proletarya alır. Böylelikle Marks soyut bir özne olan tanrı ya da devletin yerine somut bir proletaryayı koyar ve tarihi de bunun etrafında döndürür. Böylelikle Hegel’de başı üstünde durduğunu söylediğini diyalektiği ayakları üstüne oturtur! Kendi içinde son derece tutarlıdır bu açıklama ama proletarya ne kadar somuttur acaba?
Burası tam da Marks’ın düştüğü yanılgıdır, Marks toplumsal ilişkileri kategorileştirirken son derece basitleştirmiştir, proletaryanın toplum içinde bir tanımı yapılabilir ama tüm yeryüzünü kapsayacak bir proletarya tanrısı yoktur.
Fakat bu sorgulama yapılmamış proletaryanın varlığına olan inanç bir tanrı inanışına dönüşmüştür. O kadar ki devrim olmayan yerlerde, proletaryanın bir türlü proletarya gibi davranmamasıdır sorun, devrim olan ülkelerde ise proletaryanın iktidarı eline alamamasıdır.
Kısacası tüm suç proletaryaya ya da proletaryaya dışardan bilinç taşıyacak öncüler olan devrimci partilere atılmıştır. Ama akla ortada hiç de teorideki saflıkta bir proletarya olmadığını düşünmek gelmemiştir.
Marksizmi Marks’a Uygulamak
Marks’ın idealizminin yanlışlanmasını ise bizzat Marks’ın kendi teorisinde görebiliriz. Yeryüzü işçiler ve burjuvalar diye ikiye bölünecekti ancak bu olmadı. Marks döneminde hâlâ ileride ikiye bölünmenin olabileceği, köylülüğün, küçük üreticiliğin, bürokrasinin, devletin ortadan kalkacağı beklentisi vardı. Bu beklentinin temeli ise Marksist iktisattı.
Ancak Marks’ın iktisat teorisi de kendi içinde aynı idealizmi taşıyordu. İşçi sınıfının devrimciliğinin tek nedeni vardı, çünkü işçi yaşadığı gibi düşünecekti. Sistem içinde sömürüldüğünü görecek, bu sömürünün bilincine varacak ve bu sömürüyü yok etmek için devrimci olacaktı. Nitekim işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktu!
Ancak bu teori pratikte sınandığında durum karıştı. Eğer işçi sınıfını devrimci yapacak olan onun ekonomik durumu ise, yani kabaca yoksulluğu ise, işçinin karnı doyduğunda ya da refaha erdiğinde onun devrimci olmasının nedeni de ortadan kalkmış olacaktı.
Ancak Marksist iktisata göre bu olmayacaktı. Çünkü kapitalist iktisat işçiyi hep aynı yoksulluk düzeyinde tutmak zorundaydı, çünkü kapitalistler arası rekabetin temeli fiyatı düşürmekti, bununsa tek yolu işçi ücretlerini hep düşük tutmaktı. Üstelik ciddi bir işsiz ordusu da yaratılmalıydı ki mevcut işçiler iş bulduklarına sevinsin!
Peki böylesi bir durum gerçekleşti mi? Elbet hayır. Kapitalistler arası rekabet, işçi ücretlerini yütselterek, pazarı genişleterek, hammadde kaynaklarını ucuzlatarak, teknolojiyi ucuzlatarak devam etti. Bu ise Marks’ın öngörüsünden bambaşka birşeydi: Emperyalizm ya da sömürgecilik dediğimiz olguydu.
Böylesi bir toplumda ise işçilerin devrimci olduklarında kaybedecekleri çok şey vardı. Mesela evleri, arabaları, emekli maaşları, sosyal güvenceleri. Kısacası ben devrimci olacağım diyen işçi tüm geleceğini ortaya koymak zorundaydı.
Böylesi bir konuma gelen proletaryanınsa hâlâ Marksist kuramdaki tanrılık rolünde kalması ise ideolojinin idealist bir kısır döngüye dönmesi demekti. Yüz yıldır süren Marksizm içi teorik tartışmalarda bir türlü bir sonuca varılamamasının temel nedeni işte buydu. İdealizmin dışına çıkmaz, madde ile temas etmezseniz yüzyıllarca tartışabilirsiniz. Çünkü hayatla bağınız kesilmiştir. Ama bu, din adamlarının kendi içlerindeki tartışmalarına benzer sadece.
O halde Marks’ın o çok önem verdiği ama bir türlü kendi teorisine uygulama cesareti gösteremediği materyalizmi alalım ve Marksizme uygulayalım!
Marksist Sosyolojinin İdealizmiı: Milletiın Yok Sayılması
Marks’ın toplumsal kategorisinde tek gerçek vardı; işçi ya da burjuva olmak ve bunlar arasındaki sınıf mücadelesi. Hatta Manifesto da bu iddialı cümle ile başlıyordu: Bu zamana kadarki tüm insanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir!
Bunun tek bir anlamı vardı, milletler arasında bir mücadele yoktu, dinler arasında bir mücadele yoktu, milliyet ve din, birer gerçeklik değil yansımaydı. Peki neyin yansıması? Toplumsal sistemin.
Olaya bu şekilde bakmanın nedeni ise milliyet ve dinin birer üstyapı kurumu olarak algılanmasıydı. Bunlar toplumun ya da toplumu oluşturan insanların gerçek kimliği değildi, toplumsal sistem değişince bunlar da değişecekti.
Fakat bunu yapan Marks yine ciddi bir idealizme düşüyordu. Ona göre millet bir burjuva icadıydı, din de aynı şekilde. O halde millet fikrini yok edip enternasyonal bir proletarya yaratılacaktı ve din ortadan kaldırılıp ateizm ve materyalizm hakim olacaktı.
Ama Marksist sosyolojinin idealizmi tam da burada başlıyordu. Marksist teori, sınıf mücadelesini kabul ediyordu ve bu teori içinde insanlık diye bir kategori yoktu. Çünkü tüm insanlar aynı insanlık havuzunda toplanamazdı, bu, işçi ile onu ezen burjuvayı aynılaştırmak olurdu. Marks burada son derece haklıydı ama aynı kavramlaştırmayı kendisi de yapıyordu, insanlık kavramını sınıf kavramı ile ikame ederek, enternasyonal proletaryayı insanlık mertebesine eriştirerek.
Böylelikle tarihte binlerce yıl içinde oluşmuş milli kimlikler ve dini inanışlar yok sayılıyordu. Ancak teori bir şeyi yok saydığında, o şey yok olamazdı. Nitekim olmadı, teoriye göre üstyapı kurumları olan ve ancak birer iman olarak algılanacak millet ve din gerçeği ortadan kalkmadı.
Örneğin Rus Devrimi, bu Marksist teoriyi sonuna kadar uyguladı, kimi zaman büyük baskı ve katliamlarla. Peki milletler ortadan kalktı mı? Aksine Sovyetler yıkılırken geriye yeniden milli topluluklar çıktı. Ki bu milli kimliklerin yok edilmesi için 70 yıllık bir altyapı oluşturulmuştu!
Burada Marksist teorinin en temel yanlışını anlamak için bir kalkış noktası tespit edebiliriz. Marks, idealist felsefeye karşı çıkıyordu, O’na göre din bir inanıştı bir kimlik değil. Bu aşamada Marks temelde bir doğruyu gösteriyordu. Nitekim Avrupa’da yaşanan dinde reform süreci de bunun bir ispatıydı. Din ve insanların dinsel düşüncesi, bilimin gelişmesi, toplumların ilerlemesi ile birlikte farklılaşıyordu.
Ama aynı şablon millete uygulandığında iş değişecekti. Çünkü milli kimlik tarih boyunca değişiyordu. Ama bu değişme bir milli kimlikten diğerine atlamak şeklinde olmuyordu. Bu değişim, mili kimliğin oluşum süreciydi. Milli kimlik binlerce yılda sürekli kendini geliştiriyor ve güçleniyordu. Çünkü insanlar kendilerini milliyetlerine göre tanımlıyorlardı. Bu tanımlama da bir düşünce, inanış değil gerçeklikti!
Bunun en basit sınanması da yine sosyalist ülkelerin yıkılışında ortaya çıktı. Sosyalist proletarya devleti yıkıldığında insanların aklına milli kimlikleri geldi ve o kimliklere sarıldılar. Enteresan bir gelişmedir kimsenin aklına dini gelmedi. Örneğin bizim soydaşlarımız olan Türk toplumları kendi milli devletlerini kurdular, hem de zamanında İslam’ın en koyu idaresinin yaşandığı yerlerde bile.
O halde bir gerçek apaçık ortaya çıkmaktadır. Marks millet kategorisini dışlayarak bir yanlışa düşmüştür. Sınıf mücadelesi kavramı ise bu millet kavramının tümüyle dışında ve ona karşı kurgulandığı için hep kökü dışarda bir eğilim olarak algılanmıştır.
20000 sınırı yüzünden 2. posta geçilmiştir
Sosyalizmin kökleri
Jean- Paul Thomas
Çev: İsmail Yerguz.
Kelime Anlamı ve ilk kullanım
Sosyalizm sözcüğünün kullanımı XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J. Elleinstein, 1984). Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E. Durkheim).
1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler. Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır. 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır. Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)
Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır. Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi.”
Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler. “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış. Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir.”
Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır. Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar. Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz. Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak... ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak” Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle. Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona. Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir. Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım. O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim.
Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ). Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler. Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker. Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır.
Sosyalist ögretiler XIX. yüzyıl başında kendiliklerinden ortaya çıkmamıştır. Kökenleri sanayi devrimi ve sanayi devrimiyle birlikte gelen sefalettir. İnsanın makinelerin gelişmesine kurban edilmesinin engellenmesini isterler ve kapitalist üretim örgütlenmesinin kaçınılmaz biçimde doğurduğu yoksulluğun, işsizliğin, üretim fazlalığının yaygınlaşmasının nedenlerini araştırırlar. Birbirlerine bağlı bir üreticiler topluluğu vizyonunun bencilce kar peşinde koşmasının karşısına bir kardeşlik dayanışmasını çıkarırlar. Bu yeni öğretilerin kökleri vardır hiç kuşkusuz. Sosyalizınin entelektüel kökenleriyle ilgili çifte problem ve Fransız devrimi sırasında XVI ve XVII. yüzyıldan başlayarak sosyalist taleplerin ortaya çıkması bu şekilde gerçekleşir. 1913 yılında Lenin’in ünlü formülü, “Marx’ın öğretisinin, XIX. yüzyılda, insanlığın en iyi yaratımlarının, Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin bir sonucu olduğu” düşüncesi Marksizmin uygun ve hoş bir biçimde takdim edilmesidir ama sosyalizmin kökenleri sorusuna yanıt getirmez.
Öte yandan Leroux’nun sosyalist olmakla birlikte Saint-Simon’cu otoritarizm karşısında çekincelerinin gösterdiği gibi demokrasi ve sosyalizmin bağdaşabilirliği temel sorusu sorulmuştur artık. Sosyalizm sözcüğünün tarihi böylece bizi üç temel soruyu incelemeye götürür:
• sosyalizmin derin ve farklı kökenleri sorusu,
• sosyalizmin birliğini sağlayan belirleyici özellikler sorusu,
• demokratik sosyalizm olasılığı sorusu sıkı biçimde birbirlerine bağlıdır.
Fransız devrimi bu üç problemi birbirine bağlar çünkü toplumsal sorunları çözmeye çalışırken insan hakları talebiyle despotizmi birleştirir, çünkü bu amaçla eski formüllere, altın çağ ve ilkel komünizm düşleri ve cüretli yeniliklere dönüşü harekete geçirir ve nihayet çünkü bir çok sosyalist onun yıkıcı özelliklerini eleştirir. Böylece sosyalist geleneklerin demokrasiyle kurduğu ilişkilerin bir yorumunu taslaklandırdığını ileri süren herkes her şeyden önce bir soruyu irdelemek zorunda kalacaktır: Fransız devriminde toplumsal sorunun doğuşu (Ph. Raynaud, 1991).
Krallığın çöküşü arifesinde devrimci taleplerin yeni özellikler kazandığı çok iyi bilinir. Robespierre ve Marat Jakobenlere yansıtırlar bunu. Jakoben cumhuriyeti, kısmen koşulların etkisiyle görülmemiş bir toplumsal siyaseti yürürlüğe koyar; bu siyasetin ilkeleri (bu bağlamda söz gelimi Enragés, Dolivier, L’ange, Babeuf adları akla gelir) XIX. yüzyıl sosyalist kuramcıları arasında ve günümüze kadar çelişkili yorumlara yol açmıştır.
1792 ağustos’undan nisan’ına kadar basında olsun, çeşitli toplantılarda olsun halkın egemen sınıfa karşı mücadelesi sürekli yüceltilmiştir. Paris’te Jacques Roux temel ihtiyaç mallarına narh koyulmasını ister, Lyon’da ise L’Ange tahıl için maksimum fiyat talep eder. Enragé’lerin (Kudurmuşlar) belli başlıları Varlet, Roux, Chaher, Leclerc hayat pahalılığına karşı halkın şiddetli protestolanna tanıklık ederler. Spekülatörlere ve vurgunculara göz açtırılmamasını isterler ve “bir sınıf başka bir sınıfı hiçbir ceza görmeden aç bıraktığında özgürlüğün boş bir hayalet olduğunu, varlıklı kimse tekel aracılığıyla insanlara ölüm ve yaşam hakkı tanıdığında eşitliğin boş bir hayalet olduğunu” söylerler.
25 Haziran 1793’te kızıl papaz Jacques Roux Konvansiyon’da tarihçi Albert Mathiez’in “Kudurmuşlar Manifestosu” başlıklı metnini okur ve “bencil insanın toplumun en çalışkan sınıfına karşı ölümüne bir savaşa giriştiğinden” sözeder. “Yer yüzündeki ürünlerin, toprağın, suyun, ateşin, havanın bütün insanlara ait olduğunu, ticaretin, mülkiyet hakkının insanları sefalet ve açlıktan öldürmekten başka bir şey olmadığını” söyleyecek kadar ileri gider. Bununla birlikte Kızıl Papazın talepleri asla tutarlı bir öğreti biçimini alamaz. Eşitlikçi özlem sankülot’ların şiddetine düşman Dolivier ve L’Ange’ın sistemlerinde daha gelişmiş bir biçim altında ifadesini bulur. Jaur Histoire socialiste de la Révolution française adlı yapıtında onları çok önemser.
Mauchamps papazı yurttaş Pierre Dolivier temmuz 1793’de Essai sur lajustice primitive pour servir de prrncipe genérateur au seul ordre social qui peut assurer l’homme tous ses droits et tous ses moyens de bonheur adlı metnini yayımlar. Korkunç mülkiyet eşitsizliği hukuksal eşitliği yalanlar öyle ki hukuksal eşitlik yemden başka bir şey değildir. Şöyle diyorlar: “Mağdurlar da mal mülk sahibi olabilirler. Onlar kesinlikle ve hiçbir biçimde dışlanmış değildir. Yeni yasa kişilerin kayrılmasını ortadan kaldırmış ve istisnasız herkese gelişme ve ilerleme yollarını açmıştır. İşte eşitlik sözcüğünden anladıkları! Nasıl da hayale ihtiyaç var, nasıl birtakım sözcükler zorla kabul ettiriliyor. Hiçbir şeyleri olmayanlar kazanabilirler, ama her şeyden önce, niçin hiçbir şeyleri yok bunların?”.
Dolivier büyük çiftlikleri ortadan kaldırmayı ve toprağı ne kadar aile varsa o kadar küçük köy işletmesine bölmeyi önerir. Adını söyleme cesareti gösteremeyen bu tarım yasası Jakobenlerin tasarladıkları biçimde bir eşitlik mücadelesini aşar. Toplumsal eşitlik aristokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla karışmaz artık, malların eşit biçimde paylaşılması eğilimi ağır basar burada, mülkiyet ilkesi tehdit edilir ve bir mülksüzleştirme pahasına bireysel mülkiyetin sistematik biçimde dağıtılması önerilir. Ne var ki Dolivier, ltersine, bir küçük mülkiyet sahibi toplumu imajından kopmaz. François Joseph Lange (L’Ange [Melek] denir) 1790’da Plaintes et representations d’un cito yen decrt passif aux citoyens désrétécés act başlıklı broşüründe yoksulları etkileyen siyasal haklardan yoksun bırakmaya karşı çıkar. 1792’de Lyon belediyesine bir bildiri sunar: ekmeğin bolluğu ve doğru fiyatını saptamanın basit ve kolay yolları. Üreticiler tarafından beslenen kooperatif ambarları bireysel çabaların uyumlu duruma getirilmesini sağlayabilir... Ertesi yıl daha da ileri gider. Reméde a tout, ou Constitution invulnérable de félicité publique, projet donné maintes fois, sous différéntes formes adlı broşüründe bir kırsal komünizm çerçevesi içinde bireysel mülkiyetin sonunu tasarlar. Broşür dağıtılmaz. L’Ange ya da Dolivier ’nin uzun vadeli görüşleri artan pahalılığın getirdiği acil sorunları çözemezdi. Jakobenler daha çok, bir dönemde Kudurmuşlar tarafından açıklanan halk hareketinin baskısıyla önlemler almışlardı ve bu önlemler vesilesiyle sosyal demokrasiden söz edilebilmişdir.
Jakobenlerin sosyal politikalarının doruk noktasını belirleyen fiyat ve ücretlerin genel maksimum değerinin saptanmasından çok Saint-Just ’ün onaylattığı ventöse (26 Şubat ve 3 Mart 1794) kararnameleridir. Bu kararnamelere göre kuşkulu yollardan edinilen mallara el konacak ve bedava dağıtılacaktır bu mallar. Ama gerçekten uygulanabilen tek ilke tazminat ilkesi olmuştur. Saint-Just Institutlons republicaines öngördüğü gibi “yoksulları giydirmek ve örtmek için zenginleri soymak” yerine dilenciliğin üstesinden gelmeye yönelik bir ulusal hayır planına dönülür .
Zenginlere karşı saldırganlık, idealleri bağımsız küçük üretici statüsünün genelleştirilmesinde yatan Paris’li sankülot’un eşitlikçiliğinin aşılmasını düşündürmez asla Robespierre ’in ahlaksal eşitlikçiliği de bireysel mülkiyetle birliktedir: devletin, her insanın yaşama hakkına tecavüz etmedikçe güvencesi olduğu toplumsal konvansiyon Thermidor tepkisi içinde Eşitlerin komplosu bir dönemde desteğini gerekli bulan jakoben burjuvazinin teşvik ettiği bir halk hareketinin teorik ve pratik cüretinin son tanıklığıdır.
1828’de Buonarroti’nin belirtmiş olduğu gibi Babeuf ve arkadaşları Direktuvar’ı alaşağı etmek için komplolar düzenlemişlerdir. Mayıs 1796’da tutuklanan Babeuf 1797’de idam edilir. Sylvain Maréchal’in Eşitler Manifestosu Babeuf’çülerin toplumsal öğretisini açıklar. Temel temalar Fransız devriminden sonra, “daha büyük ve artık son olacak başka bir devrimi” bildiren bölümlerde toplanmıştır. Gerçek eşitlikle ilgilenen Eşitler “tarım yasası”nı aşarlar ve “daha ince ve daha adil bir şeye (ortak çıkar ya da çıkarların ortaklığı)” değinirler: Bireysel toprak mülkiyetine son, toprak kimsenin değildir. Dünya nimetlerinden ortak yararlanmayı talep ediyoruz, istiyoruz: meyveler herkesindir’.
L’Ange’ın v,e Robespierre’ci girişimlerin mülkiyeti ortak çıkarın emrine verme ve herkesin yaşama hakkıyla ilgili Fourier öncesi sezgilerinin yanında Fransız devriminin büyük eşitlikçi düşüncelerinin üçüncü öbeği Eşitler’in eseridir.
Bu eşitlikçilik sosyalist midir? Esasen hayır. Ama bu olumsuz yanıt bir dizi gerekli açıklamaya dayanır ve bunlar aracılığıyla sosyalizme ait olan şeyler belirir, oysa sosyalizmin uzak entelektüel kökenlerine bağlı olan şeyler daha kavranabilir kılınmıştır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki bütün sözleşmelerde ortak olan mağdurlara yardım önlemleri sosyalizmden kaynaklanmaz. Özel ya da genel hayır ve yardım kurumlarının gelişmesini destekleyen teorileri ortaklaşa reddettiklerini söylemek sosyalist öğretiler arasındaki ayrılıkların boyutlarını küçümsemek anlamına gelmez. Sosyalistler toplumların zararlarını gördükleri kötülüklere hiç değişmeyen bir iktisadi yaşam içinde hayır kurumları ya da yardım sandıklan oluşturarak çare getirme anlayışı içinde değildirler. Sosyalizm her zaman örgütleyici olmak ister ve hayırın hiçbir şeyi örgütlemediği kanısındadır.
Öte yandan bireysel mülkiyete bağlılık egemen modalitelerini ve biçimlerini eşitlikçi gerekliliğe bağlar. 14 Haziran 179l’de Le Chape her yasasının kabul edilmesi sadece burjuvazinin çıkarlarına uygun bir çalışma özürlüğünü değil halkın özlemlerini, az ya da çok bireysel mülkiyetleri eşitleştirme iradesiyle belirlenmiş talep defterlerindeki mülkiyete feodal engel karşı protestoları egemen kılar, bu taleplerin kesinlikle dokunulmaz ve kutsal mülkiyet hakkını ancak çok istisnai durumlarda zorlamasına izin verir. Halk sınıflarının en aktif grubu da bağımsız üreticilerden, dükkan işletenlerden oluşmuştur.
Dolayısıyla ilk sosyalistlerin sanayi toplumunun düzensizliklerini ifşa etmeleri ve devrimci özgür bireysel girişimi eleştirmeleri nedensiz değildir Mülkiyet hakkının bu teorik önceliği çok katı biçimde sosyalist olmaktan çok Rousseau’cu olan eşitlikçiliğe sadece Eski Rejim’in ekonomik mevzuatının yeniden canlanmasından ve varsayımsal bir kırsal komünizm çerçevesi içinde mülkiyetin soyut biçimde olumsuzlanmasından gelen iki aldatıcı çıkış yolu bırakır. Bu özellikleriyle bu çıkış yolları gerileyicidir. Sanayi devrimi daha gücüldür hiç kuşkusuz ama tarım komünizmi sermaye birikimiyle ilgili olsun, büyük imalathanelerin işçilerinin statüsüyle ilgili olsun ilk işaretlerinin erken algılanması konusunda hiçbir işaret vermez. Buradan iki sonuç çıkar. Bir yandan bazı kilise babalarına, More, Campanella , daha sonra Moreliy ya da Mably ’ye maledilen ve Babeuf ya da L’Ange’ın düzenlerinin doğrudan yansıttıkları ilkel komünizmler sosyalizmlerin az ya da çok eski biçimlen değildir, öte yandan da sosyalizmin entelektüel kökenleri aslında bu uzak öğretilere ve onlara hayat veren soylu değerlere dayanır. İlkel komünizmden sosyalizmlere doğru kesiklikler vardır.. Ve birçok nedene dayanır bu.
Birincisi, sosyalistler iktisadi koşulların görülmemiş biçimde alt-üst olmasından gelen ve bazıları zararlı olan sonuçlarını dikkate alırlar.
İkincisi, önerdikleri çözümler, yepyeni bir tarihsel bağlam içinde, ilkeleri daha sonra saptanacak olan çözümlerin basit aktarımına indirgenemez.
Gerçekten de Durkheim’ın belirtmiş olduğu gibi eski komünist öğretiler basit, çileci bir yaşam önerirler. Zenginliklerin üretimi gerekli bir amaçtır, kolektif bir yaşamın merkezi değildir. Esasen zenginlik zararlıdır. Toplumun yapısını bozar ve insanları hayvanlarla birlikte ortaklaşa sahip oldukları temel gereksinimlerin tatminine yönlendirirler. Sosyalistler hiç kuşkusuz zenginliklerin adaletsiz biçimde dağılmasını kabul etmemişlerdir ama sanayi yaşamının olağanüstü atılımını da dışlamamışlardır ve üretici işlevlerin Örgütlenmesinin tersine çaba harcamışlardır.
Üstelik bu tür bir örgütlenmenin en doyurucu formülünü bulabilme çabaları içinde karşılarına sürekli, Fransız devrimi sırasında tarihsel olarak egemen olmuş bireyci mantık çıkmıştır ve onlar bireyi, hem ilkel komünizmi hem hiyerarşik toplumları karakterize eden kolektiviteyle sıkı biçimde ilişkilendirmeden bu mantığı dikkate almayı becerememişlerdir.
Konjonktürel ya da yapısal karakterinin araştırılmasında yarar olan nedenlerle başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın sosyalistlerin hedefi devrimci bireyciliği yönetmektir. “Bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye karşı başkaldırısı”yla, “özgürlük adına geleneklerin ifşa edilmesiyle” yansıyan bir bireycilik
İşi liberal bireyciliğin ve burjuva toplumunun eleştirisinin kaçınılmaz biçimde devrimci bireyciliğin mantığında yattığını iddia etme noktasına kadar götürmemekle birlikte sosyalizmlerin iki gerekliliğin, bireysel özerkliğin ve toplumsal birliğin uzlaşması vaadini vermek istedikleri kesindir. Bu modern özerklik ilkesi siyasal ve iktisadi liberalizmin teorisyenlerinin kendi üsluplarına göre talep ettikleri ilkeyi üstlenme iradesi sosyalist tasarıları eski komünizmlerden ayırır.
Ne var ki bu hırs onların bütün tarihleri boyunca dile getirilecek olan bir iç gerilimi besler. Bu anlamda Fransız devrimi sırasında ortaya çıkan eşitlikçi özlemler sosyalizmlerin daha sonraki belirsizliklerini gösterirler ve bu nedenle de insan haklarının gerçekleşmesinin işareti olarak kabul edilebilirler; çünkü gerçek eşitlik hukuksal eşitliğe gerçek anlamını ve içeriğini vermiştir bu durumda ama öte yandan da gerçek olmayan bir eşitliğin hukuksal anlamda bir hayal olduğu ve özgürlükleri de tahrip ettiği ifşa edilmiştir.
ski komünizmlerden ayrılan sosyalist tasarıların gene de bazı ortak özellikleri ve özel gerilimleri vardır. Elie Halevy’nin belirttiği gibi bütün sosyalizmler “kendi haline bırakılmış sanayiciliğin istismarcılıklarına ve aşırılıklarına karşı tepkiler” bağlamında olumsuz biçimde tanımlanırlar. Ama önerilen sistemlerin çeşitliliği olumlu bir tanımı da mümkün kılar çünkü bunların ortak özelliği bireysel girişimlerin keyfiliğine dayalı bir toplumsal düzenin yerine yepyeni, görülmemiş bir örgütlenme biçimi getirmektir.
Tüm sosyalist okullar bu atılımla beslenirler ve amaçlan toplumsal örgütlenmeyi iyileştirmek değil değiştirmektir. Öte yandan bunların tümü toplumsal örgütlenme içinde üretim dünyasının önemini de kavramışlardır ve bütün çabalarını pazarın rastlantılarının yerine bilinçli ve örgütlü araçların kullanılması, iktisadi işlemlerin bilinçli biçimde yönlendirilmesi üstünde yoğunlaştırmışlardır Ve nihayet tümü sanayileşmeyle gelen ve işçilerle yöneticileri karşı karşıya getiren sıkıntı verici ve zararlı çatışmalara duyarlıdırlar. Bu alanda Marksist vokabüler göründüğü kadar yenilikçi değildir. -Plerre Leroux 1834’te “Proleterlerin burjuvaziye karşı güncel mücadelesi mi?” ifşaatını yapmıştır. Bir an için düzenin cin zensizliğe egemen kılınması, ekonomik güçlerin örgütlenmesinin pazarın rastlantılarına egemen kılınmasının devlete ya da özyönetimli kooperatiflere ait olup olmadıkları meselesini bir yana bırakalım ve sosyalist okulların bu görece yakınlığının kaba ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm karşıtlığını saf dışı ettiğini belirtelim. Miguel Abensour’un belirttiği gibi Engels ’in, el kitabı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm ’de formüle ettiği bu karşıtlık amacı kesinlikle ütopik radikalliği dışlamak olmayan, tersine onun amacını gerçekleştirmek olan uzun bir teorik yolculuğun karmaşıklığını gizler.
Gerçekten Marx ve Engels’ten kesinlikle çok uzak olmayan tutucu ütopyalar eleştirisi Insani imkansızlıklar listesini çıkarmaya çalışır. Marx “bilim adına, düşçü ütopyacıları sarsan şimşekleri çaktıran bir Jupiter” değildir (M. Abensour, 1976). Üstünde düşündüğü amacın dışında değildir o, Owen, Fourier ve Saint-Simon gerçekten etkiler kendisini. Buna inanmak için Marx’ın ilk sosyalistler karşısındaki konumunun basit biçimde ifade edildiği Komünist Parti Manifestosu’nu tekrar okumak yeterlidir. Onlara bakışı ve değerlendirmesi devrimcidir. Olumludur. Marx’a göre sosyalistlerin yazıları mevcut toplumun temellerine saldırır ve “dolayısıyla o dönemde işçileri aydınlatma konusun da çok değerli gereçler sağlamışlardır”. Bu sistemlerin yaratıcılarını devrimciler olarak görür ve onları “genel bir çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” tasarlayan Fransız devriminin çağdaş komünist kuramcılarından kesin biçimde ayırır.
Özetlersek sosyalizm ilk ortaya çıkışında anti-kapitalizmdi
dikkat Yazının devamı vardır Marxın Teorisi teorinin çöküşü leninin teoriyi 20. yüzyıla yeniden uyarlaması kurtuluş savaşları ve MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM ÖNCÜLĞÜ troçkinin devrim anlayışı ve Galiyefin MİLLİ KOMÜNİZM teorisi gibi konular ile ilgili ekler tarafımdan yapılacaktır Maouculuk enver hocacılık stalinzm gibi konuları ise sosyalizmden kabul etmiyorum şahsen bana göre hitlerin sosyalizm anlayışına sosyalist demek bu anlayışlara sosyalist demekle aynıdır
Marx ve Sosyalist anlayışın komünal sınıfsal anlayışa dönüşmesi
başlarken isteyenler olur diye komünist manifestonun pdfsinin adresinide vereyim isteyen oradan okuyabilir http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/manifesto.pdf şahsen kare yayınlarından olan manifesto kitaplığımda bulunmaktadır
Bütün Dünya İşçileri birleşin!!! Komünist Manifesto’dan
160 yıl sonra Marksizm
Sosyalizm antikapitalizmin genel adıdır. Ama elbette farklı farklı sosyalist görüşler mevcuttur. Fakat Marks’ın Komünist Manifestosu’nun yayınlanışı ile birlikte diğer sosyalist görüşler gittikçe zayıflamış Marksizmse sosyalizmin tek adresi haline gelmiştir.
Marks’ı çıkarttığınızda geriye sosyalizm tarihi olarak da, sosyalizm teorisi olarak da çok bir şey kalmaz açıkçası. Marks’ın yarattığı ideolojinin gücünü bu noktada teslim etmek gerekir. Kendinden önceki hiçbir ideoloğun yapamadığını yapmıştır Marks; öyle bir teori ortaya koymuştur ki, dünyanın neresine giderseniz gidin sosyalizmin en azından başlangıç noktasında mutlaka Marks vardır.
Fakat işin çok daha garipsenecek tarafı Marks’ın fikirlerinin hayat tarafından doğrulanmamasıdır. Marks’ın iktisat teorisi, ki tüm ideolojisinin belkemiğidir, çok açık bir şekilde hayat tarafından yanlışlanmıştır. Burada kastettiğimiz sadece kapitalist sistem içinde Marks’ın beklentilerinin, öngörülerinin gerçekleşmemiş olması değil. Daha önemlisi Marks’ın teorisini uygulamaya çalışan sosyalist devrimlerin de birer birer yıkıldığını gördük.
O halde Marks’ın teorisinin öngörüleri gerçekleşmediği gibi, o teorinin sınanması ile birlikte teorinin yanlışlanması da meydana gelmiştir. Bu durum bir teorinin tarihin çöplüğüne atılması için yeterli bir nedendir ama Marksizm hâlâ ayaktadır!
Bu garip durumun iki açıklaması var; birincisi son derece basit bir açıklama, dünyanın bütün sosyalistleri Marks’tan vazgeçmek istemeyecek kadar tutucudur! Ama bu son derece basit bir açıklama olur, gerçek şu ki, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen sosyalistler için, Marks’ı bıraktığınızda geriye döneklik dışında bir yol kalmaz. O nedenle sosyalistlerin Marks’a tutunmalarının çok anlaşılır bir yanı bulunmaktadır.
Ama bir taraftan da bu durumun aynı zamanda sosyalizmin önünü tıkadığını ve bu nedenle de kapitalizmin kalıcılığına güç kattığını görmemiz gerekir. Yani dönek olmama tavrının da büyük bir bedeli vardır dünyaya: Kapitalizmin devamlılığına razı olmak.
Marksist felsefedeki çıkmaz
Bu noktada yapılması gereken zor bir adım atmaktır, Marks’ı ve O’nun yarattığı sosyalist teori ve pratiği tarih süzgecinden geçirmek, oradan dahi ileri bir sosyalist teoriye ulaşmak.
Korkutucu bir durum bu ama unutmayalım ki aynısını Marks da yapmış, kendinden önceki tüm sosyalist teorileri bir kenara atarak yeni bir teori yaratma cesareti göstermişti. Bugün bizlerin yapması gereken de Marks’ın bu tavrını örnek almaktır.
Bunu derken Marks’a karşı pek çok eleştirinin yapıldığını ve farklı türde sosyalist teorilerin ortaya atıldığını görmezden gelmek değil elbet niyetimiz. Ama Marks’a alternatif tüm bu teorilerin buluştuğu belli başlı noktalar var. Bu noktalardan en önemlilerini şöylece sıralayabiliriz: Marks’ın toplumsal mülkiyet hayali yanlıştı, bireysel mülkiyeti kabul etmek gerekir, Marks’ın proletarya diktatörlüğü teorisi demokrasiyi yok etmiştir.
Ancak bu eleştirilerden görmekteyiz ki Marks’a karşı çıkışlar ya serbest piyasacı ya da özgürlükçü “sosyalizm”e varmaktadır ki bu tür bir sosyalizmin sosyal demokrasiden bir farkı yoktur ve sosyal demokrasi de kapitalist sistem içi bir düşüncedir.
Marks’ın yanlışı ise bireysel mülkiyete karşı çıkışı ya da özgürlüğü ortadan kaldırması değildi. Marks’ın belki de en doğru yanlarıydı bunlar. Ama Marks’ın çok daha derinde yatan büyük yanlışları vardı. Bu yanlışlarsa doğrudan felsefeden kaynaklanmaktadır.
Marksist felsefe ve sosyoloji toplumu algılarken tek gerçek ayrım noktasının üretim tarzı içindeki konumlanış olduğunu söyler. Yani herhangi bir ülkede toplumu değerlendireceğimiz zaman, bu toplumun tarihinin çok bir önemi yoktur, bu toplumun bu tarih içinde edindiği milli kimliğin bir önemi yoktur, yine bu toplumun dini inanışlarının bir önemi yoktur, siz o toplumu sınıflandırırken sadece üretim tarzındaki yerlerine bakarsınız.
Böylesi bir sınıflandırmada Marksizmin büyük önermesi ortaya çıkar. Bir insanın tek kimliği vardır; işçi veya burjuva olması. Ama o işçinin milliyetinin, dininin, tarihinin, o işçinin düşüncesinde hiçbir etkisi olmayacaktır, çünkü işçinin düşüncesi, maddi yaşantısı olan üretim sürecinden elde edilecektir, burada ise işçi sadece kapitalist sistem içinde sömürüldüğünü görecek ve antikapitalist olacaktır.
Teori bu şekliyle son derece mantıklıdır. Eğer siz toplumları üretim sistemlerine göre sınıflandırırsanız, gerçekten de toplumu işçiler ve burjuvalar olarak ikiye kolayca bölebilirsiniz. Ancak bu hiç de teorik olarak yapıldığı kadar kolay değildir.
Marks’ın “Devrimci” İdealizmi!
Marks burjuva felsefesini ve sosyolojisini aşmaya çalışmıştır. Bunu yaparken idealizmin yerine materyalizmi koyar. Ancak Marksist felsefenin varsayımları da temelde idealisttir.
Bu idealizmin kökeni Marks’ın Hegel’in sıkı bir takipçisi olmasıdır. Hegel, felsefede diyalektiği getirmiştir ve büyük bir devinim yaratmıştır ama Hegel’deki yaratıcı güç olan tanrı ya da devlet anlayışının sadece kafanın içinde bir yeri vardır. Hoş bir düşünce kategorisidir, kendi içinde son derece tutarlı ve zekicedir. Ama hayatta karşılığı yoktur!
Diyalektik düşünce, bir insanın aynı nehirde iki kez yıkanamayacağını ortaya koyar. Çünkü değişim toplumun temelidir. Fakat Hegelci diyalektikte büyük bir idealizm vardır, çünkü felsefe toplumun yansıması değildir, tersine toplum bu felsefeye göre biçimlendirilecektir! Eğer toplum bu kalıba giremiyorsa, kabahat felsefede değil toplumdadır!
Marks, Hegel’deki idealizmi görmüştür. Ancak bu idealizmi ortadan kaldırırken başka bir yanlışa düşmüştür. Marks’ta Hegelci tanrı/devletin yerini proletarya alır. Böylelikle Marks soyut bir özne olan tanrı ya da devletin yerine somut bir proletaryayı koyar ve tarihi de bunun etrafında döndürür. Böylelikle Hegel’de başı üstünde durduğunu söylediğini diyalektiği ayakları üstüne oturtur! Kendi içinde son derece tutarlıdır bu açıklama ama proletarya ne kadar somuttur acaba?
Burası tam da Marks’ın düştüğü yanılgıdır, Marks toplumsal ilişkileri kategorileştirirken son derece basitleştirmiştir, proletaryanın toplum içinde bir tanımı yapılabilir ama tüm yeryüzünü kapsayacak bir proletarya tanrısı yoktur.
Fakat bu sorgulama yapılmamış proletaryanın varlığına olan inanç bir tanrı inanışına dönüşmüştür. O kadar ki devrim olmayan yerlerde, proletaryanın bir türlü proletarya gibi davranmamasıdır sorun, devrim olan ülkelerde ise proletaryanın iktidarı eline alamamasıdır.
Kısacası tüm suç proletaryaya ya da proletaryaya dışardan bilinç taşıyacak öncüler olan devrimci partilere atılmıştır. Ama akla ortada hiç de teorideki saflıkta bir proletarya olmadığını düşünmek gelmemiştir.
Marksizmi Marks’a Uygulamak
Marks’ın idealizminin yanlışlanmasını ise bizzat Marks’ın kendi teorisinde görebiliriz. Yeryüzü işçiler ve burjuvalar diye ikiye bölünecekti ancak bu olmadı. Marks döneminde hâlâ ileride ikiye bölünmenin olabileceği, köylülüğün, küçük üreticiliğin, bürokrasinin, devletin ortadan kalkacağı beklentisi vardı. Bu beklentinin temeli ise Marksist iktisattı.
Ancak Marks’ın iktisat teorisi de kendi içinde aynı idealizmi taşıyordu. İşçi sınıfının devrimciliğinin tek nedeni vardı, çünkü işçi yaşadığı gibi düşünecekti. Sistem içinde sömürüldüğünü görecek, bu sömürünün bilincine varacak ve bu sömürüyü yok etmek için devrimci olacaktı. Nitekim işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktu!
Ancak bu teori pratikte sınandığında durum karıştı. Eğer işçi sınıfını devrimci yapacak olan onun ekonomik durumu ise, yani kabaca yoksulluğu ise, işçinin karnı doyduğunda ya da refaha erdiğinde onun devrimci olmasının nedeni de ortadan kalkmış olacaktı.
Ancak Marksist iktisata göre bu olmayacaktı. Çünkü kapitalist iktisat işçiyi hep aynı yoksulluk düzeyinde tutmak zorundaydı, çünkü kapitalistler arası rekabetin temeli fiyatı düşürmekti, bununsa tek yolu işçi ücretlerini hep düşük tutmaktı. Üstelik ciddi bir işsiz ordusu da yaratılmalıydı ki mevcut işçiler iş bulduklarına sevinsin!
Peki böylesi bir durum gerçekleşti mi? Elbet hayır. Kapitalistler arası rekabet, işçi ücretlerini yütselterek, pazarı genişleterek, hammadde kaynaklarını ucuzlatarak, teknolojiyi ucuzlatarak devam etti. Bu ise Marks’ın öngörüsünden bambaşka birşeydi: Emperyalizm ya da sömürgecilik dediğimiz olguydu.
Böylesi bir toplumda ise işçilerin devrimci olduklarında kaybedecekleri çok şey vardı. Mesela evleri, arabaları, emekli maaşları, sosyal güvenceleri. Kısacası ben devrimci olacağım diyen işçi tüm geleceğini ortaya koymak zorundaydı.
Böylesi bir konuma gelen proletaryanınsa hâlâ Marksist kuramdaki tanrılık rolünde kalması ise ideolojinin idealist bir kısır döngüye dönmesi demekti. Yüz yıldır süren Marksizm içi teorik tartışmalarda bir türlü bir sonuca varılamamasının temel nedeni işte buydu. İdealizmin dışına çıkmaz, madde ile temas etmezseniz yüzyıllarca tartışabilirsiniz. Çünkü hayatla bağınız kesilmiştir. Ama bu, din adamlarının kendi içlerindeki tartışmalarına benzer sadece.
O halde Marks’ın o çok önem verdiği ama bir türlü kendi teorisine uygulama cesareti gösteremediği materyalizmi alalım ve Marksizme uygulayalım!
Marksist Sosyolojinin İdealizmiı: Milletiın Yok Sayılması
Marks’ın toplumsal kategorisinde tek gerçek vardı; işçi ya da burjuva olmak ve bunlar arasındaki sınıf mücadelesi. Hatta Manifesto da bu iddialı cümle ile başlıyordu: Bu zamana kadarki tüm insanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir!
Bunun tek bir anlamı vardı, milletler arasında bir mücadele yoktu, dinler arasında bir mücadele yoktu, milliyet ve din, birer gerçeklik değil yansımaydı. Peki neyin yansıması? Toplumsal sistemin.
Olaya bu şekilde bakmanın nedeni ise milliyet ve dinin birer üstyapı kurumu olarak algılanmasıydı. Bunlar toplumun ya da toplumu oluşturan insanların gerçek kimliği değildi, toplumsal sistem değişince bunlar da değişecekti.
Fakat bunu yapan Marks yine ciddi bir idealizme düşüyordu. Ona göre millet bir burjuva icadıydı, din de aynı şekilde. O halde millet fikrini yok edip enternasyonal bir proletarya yaratılacaktı ve din ortadan kaldırılıp ateizm ve materyalizm hakim olacaktı.
Ama Marksist sosyolojinin idealizmi tam da burada başlıyordu. Marksist teori, sınıf mücadelesini kabul ediyordu ve bu teori içinde insanlık diye bir kategori yoktu. Çünkü tüm insanlar aynı insanlık havuzunda toplanamazdı, bu, işçi ile onu ezen burjuvayı aynılaştırmak olurdu. Marks burada son derece haklıydı ama aynı kavramlaştırmayı kendisi de yapıyordu, insanlık kavramını sınıf kavramı ile ikame ederek, enternasyonal proletaryayı insanlık mertebesine eriştirerek.
Böylelikle tarihte binlerce yıl içinde oluşmuş milli kimlikler ve dini inanışlar yok sayılıyordu. Ancak teori bir şeyi yok saydığında, o şey yok olamazdı. Nitekim olmadı, teoriye göre üstyapı kurumları olan ve ancak birer iman olarak algılanacak millet ve din gerçeği ortadan kalkmadı.
Örneğin Rus Devrimi, bu Marksist teoriyi sonuna kadar uyguladı, kimi zaman büyük baskı ve katliamlarla. Peki milletler ortadan kalktı mı? Aksine Sovyetler yıkılırken geriye yeniden milli topluluklar çıktı. Ki bu milli kimliklerin yok edilmesi için 70 yıllık bir altyapı oluşturulmuştu!
Burada Marksist teorinin en temel yanlışını anlamak için bir kalkış noktası tespit edebiliriz. Marks, idealist felsefeye karşı çıkıyordu, O’na göre din bir inanıştı bir kimlik değil. Bu aşamada Marks temelde bir doğruyu gösteriyordu. Nitekim Avrupa’da yaşanan dinde reform süreci de bunun bir ispatıydı. Din ve insanların dinsel düşüncesi, bilimin gelişmesi, toplumların ilerlemesi ile birlikte farklılaşıyordu.
Ama aynı şablon millete uygulandığında iş değişecekti. Çünkü milli kimlik tarih boyunca değişiyordu. Ama bu değişme bir milli kimlikten diğerine atlamak şeklinde olmuyordu. Bu değişim, mili kimliğin oluşum süreciydi. Milli kimlik binlerce yılda sürekli kendini geliştiriyor ve güçleniyordu. Çünkü insanlar kendilerini milliyetlerine göre tanımlıyorlardı. Bu tanımlama da bir düşünce, inanış değil gerçeklikti!
Bunun en basit sınanması da yine sosyalist ülkelerin yıkılışında ortaya çıktı. Sosyalist proletarya devleti yıkıldığında insanların aklına milli kimlikleri geldi ve o kimliklere sarıldılar. Enteresan bir gelişmedir kimsenin aklına dini gelmedi. Örneğin bizim soydaşlarımız olan Türk toplumları kendi milli devletlerini kurdular, hem de zamanında İslam’ın en koyu idaresinin yaşandığı yerlerde bile.
O halde bir gerçek apaçık ortaya çıkmaktadır. Marks millet kategorisini dışlayarak bir yanlışa düşmüştür. Sınıf mücadelesi kavramı ise bu millet kavramının tümüyle dışında ve ona karşı kurgulandığı için hep kökü dışarda bir eğilim olarak algılanmıştır.
20000 sınırı yüzünden 2. posta geçilmiştir