Sosyalizm Nedir Ne değildir

Users who are viewing this thread

KemalistDevrim

Sergeant
Başlangıçtaki sosyalizm veÜtopik sosyalizm(bilimsel sosyalizm ve Marxtan Önce)


Sosyalizmin kökleri
Jean- Paul Thomas
Çev: İsmail Yerguz.


Kelime Anlamı ve ilk kullanım

Sosyalizm sözcüğünün kullanımı XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J. Elleinstein, 1984). Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E. Durkheim).

1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler. Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır. 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır. Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)

Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır. Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi.”

Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler. “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış. Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir.”

Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır. Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar. Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz. Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak... ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak” Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle. Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona. Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir. Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım. O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim.

Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ). Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler. Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker. Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır.

Sosyalist ögretiler XIX. yüzyıl başında kendiliklerinden ortaya çıkmamıştır. Kökenleri sanayi devrimi ve sanayi devrimiyle birlikte gelen sefalettir. İnsanın makinelerin gelişmesine kurban edilmesinin engellenmesini isterler ve kapitalist üretim örgütlenmesinin kaçınılmaz biçimde doğurduğu yoksulluğun, işsizliğin, üretim fazlalığının yaygınlaşmasının nedenlerini araştırırlar. Birbirlerine bağlı bir üreticiler topluluğu vizyonunun bencilce kar peşinde koşmasının karşısına bir kardeşlik dayanışmasını çıkarırlar. Bu yeni öğretilerin kökleri vardır hiç kuşkusuz. Sosyalizınin entelektüel kökenleriyle ilgili çifte problem ve Fransız devrimi sırasında XVI ve XVII. yüzyıldan başlayarak sosyalist taleplerin ortaya çıkması bu şekilde gerçekleşir. 1913 yılında Lenin’in ünlü formülü, “Marx’ın öğretisinin, XIX. yüzyılda, insanlığın en iyi yaratımlarının, Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin bir sonucu olduğu” düşüncesi Marksizmin uygun ve hoş bir biçimde takdim edilmesidir ama sosyalizmin kökenleri sorusuna yanıt getirmez.


Öte yandan Leroux’nun sosyalist olmakla birlikte Saint-Simon’cu otoritarizm karşısında çekincelerinin gösterdiği gibi demokrasi ve sosyalizmin bağdaşabilirliği temel sorusu sorulmuştur artık. Sosyalizm sözcüğünün tarihi böylece bizi üç temel soruyu incelemeye götürür:

sosyalizmin derin ve farklı kökenleri sorusu,
sosyalizmin birliğini sağlayan belirleyici özellikler sorusu,
demokratik sosyalizm olasılığı sorusu sıkı biçimde birbirlerine bağlıdır.

Fransız devrimi bu üç problemi birbirine bağlar çünkü toplumsal sorunları çözmeye çalışırken insan hakları talebiyle despotizmi birleştirir, çünkü bu amaçla eski formüllere, altın çağ ve ilkel komünizm düşleri ve cüretli yeniliklere dönüşü harekete geçirir ve nihayet çünkü bir çok sosyalist onun yıkıcı özelliklerini eleştirir. Böylece sosyalist geleneklerin demokrasiyle kurduğu ilişkilerin bir yorumunu taslaklandırdığını ileri süren herkes her şeyden önce bir soruyu irdelemek zorunda kalacaktır: Fransız devriminde toplumsal sorunun doğuşu (Ph. Raynaud, 1991).

Krallığın çöküşü arifesinde devrimci taleplerin yeni özellikler kazandığı çok iyi bilinir. Robespierre ve Marat Jakobenlere yansıtırlar bunu. Jakoben cumhuriyeti, kısmen koşulların etkisiyle görülmemiş bir toplumsal siyaseti yürürlüğe koyar; bu siyasetin ilkeleri (bu bağlamda söz gelimi Enragés, Dolivier, L’ange, Babeuf adları akla gelir) XIX. yüzyıl sosyalist kuramcıları arasında ve günümüze kadar çelişkili yorumlara yol açmıştır.

1792 ağustos’undan nisan’ına kadar basında olsun, çeşitli toplantılarda olsun halkın egemen sınıfa karşı mücadelesi sürekli yüceltilmiştir. Paris’te Jacques Roux temel ihtiyaç mallarına narh koyulmasını ister, Lyon’da ise L’Ange tahıl için maksimum fiyat talep eder. Enragé’lerin (Kudurmuşlar) belli başlıları Varlet, Roux, Chaher, Leclerc hayat pahalılığına karşı halkın şiddetli protestolanna tanıklık ederler. Spekülatörlere ve vurgunculara göz açtırılmamasını isterler ve “bir sınıf başka bir sınıfı hiçbir ceza görmeden aç bıraktığında özgürlüğün boş bir hayalet olduğunu, varlıklı kimse tekel aracılığıyla insanlara ölüm ve yaşam hakkı tanıdığında eşitliğin boş bir hayalet olduğunu” söylerler.

25 Haziran 1793’te kızıl papaz Jacques Roux Konvansiyon’da tarihçi Albert Mathiez’in “Kudurmuşlar Manifestosu” başlıklı metnini okur ve “bencil insanın toplumun en çalışkan sınıfına karşı ölümüne bir savaşa giriştiğinden” sözeder. “Yer yüzündeki ürünlerin, toprağın, suyun, ateşin, havanın bütün insanlara ait olduğunu, ticaretin, mülkiyet hakkının insanları sefalet ve açlıktan öldürmekten başka bir şey olmadığını” söyleyecek kadar ileri gider. Bununla birlikte Kızıl Papazın talepleri asla tutarlı bir öğreti biçimini alamaz. Eşitlikçi özlem sankülot’ların şiddetine düşman Dolivier ve L’Ange’ın sistemlerinde daha gelişmiş bir biçim altında ifadesini bulur. Jaur Histoire socialiste de la Révolution française adlı yapıtında onları çok önemser.
Mauchamps papazı yurttaş Pierre Dolivier temmuz 1793’de Essai sur lajustice primitive pour servir de prrncipe genérateur au seul ordre social qui peut assurer l’homme tous ses droits et tous ses moyens de bonheur adlı metnini yayımlar. Korkunç mülkiyet eşitsizliği hukuksal eşitliği yalanlar öyle ki hukuksal eşitlik yemden başka bir şey değildir. Şöyle diyorlar: “Mağdurlar da mal mülk sahibi olabilirler. Onlar kesinlikle ve hiçbir biçimde dışlanmış değildir. Yeni yasa kişilerin kayrılmasını ortadan kaldırmış ve istisnasız herkese gelişme ve ilerleme yollarını açmıştır. İşte eşitlik sözcüğünden anladıkları! Nasıl da hayale ihtiyaç var, nasıl birtakım sözcükler zorla kabul ettiriliyor. Hiçbir şeyleri olmayanlar kazanabilirler, ama her şeyden önce, niçin hiçbir şeyleri yok bunların?”.


Dolivier büyük çiftlikleri ortadan kaldırmayı ve toprağı ne kadar aile varsa o kadar küçük köy işletmesine bölmeyi önerir. Adını söyleme cesareti gösteremeyen bu tarım yasası Jakobenlerin tasarladıkları biçimde bir eşitlik mücadelesini aşar. Toplumsal eşitlik aristokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla karışmaz artık, malların eşit biçimde paylaşılması eğilimi ağır basar burada, mülkiyet ilkesi tehdit edilir ve bir mülksüzleştirme pahasına bireysel mülkiyetin sistematik biçimde dağıtılması önerilir. Ne var ki Dolivier, ltersine, bir küçük mülkiyet sahibi toplumu imajından kopmaz. François Joseph Lange (L’Ange [Melek] denir) 1790’da Plaintes et representations d’un cito yen decrt passif aux citoyens désrétécés act başlıklı broşüründe yoksulları etkileyen siyasal haklardan yoksun bırakmaya karşı çıkar. 1792’de Lyon belediyesine bir bildiri sunar: ekmeğin bolluğu ve doğru fiyatını saptamanın basit ve kolay yolları. Üreticiler tarafından beslenen kooperatif ambarları bireysel çabaların uyumlu duruma getirilmesini sağlayabilir... Ertesi yıl daha da ileri gider. Reméde a tout, ou Constitution invulnérable de félicité publique, projet donné maintes fois, sous différéntes formes adlı broşüründe bir kırsal komünizm çerçevesi içinde bireysel mülkiyetin sonunu tasarlar. Broşür dağıtılmaz. L’Ange ya da Dolivier ’nin uzun vadeli görüşleri artan pahalılığın getirdiği acil sorunları çözemezdi. Jakobenler daha çok, bir dönemde Kudurmuşlar tarafından açıklanan halk hareketinin baskısıyla önlemler almışlardı ve bu önlemler vesilesiyle sosyal demokrasiden söz edilebilmişdir.

Jakobenlerin sosyal politikalarının doruk noktasını belirleyen fiyat ve ücretlerin genel maksimum değerinin saptanmasından çok Saint-Just ’ün onaylattığı ventöse (26 Şubat ve 3 Mart 1794) kararnameleridir. Bu kararnamelere göre kuşkulu yollardan edinilen mallara el konacak ve bedava dağıtılacaktır bu mallar. Ama gerçekten uygulanabilen tek ilke tazminat ilkesi olmuştur. Saint-Just Institutlons republicaines öngördüğü gibi “yoksulları giydirmek ve örtmek için zenginleri soymak” yerine dilenciliğin üstesinden gelmeye yönelik bir ulusal hayır planına dönülür .

Zenginlere karşı saldırganlık, idealleri bağımsız küçük üretici statüsünün genelleştirilmesinde yatan Paris’li sankülot’un eşitlikçiliğinin aşılmasını düşündürmez asla Robespierre ’in ahlaksal eşitlikçiliği de bireysel mülkiyetle birliktedir: devletin, her insanın yaşama hakkına tecavüz etmedikçe güvencesi olduğu toplumsal konvansiyon Thermidor tepkisi içinde Eşitlerin komplosu bir dönemde desteğini gerekli bulan jakoben burjuvazinin teşvik ettiği bir halk hareketinin teorik ve pratik cüretinin son tanıklığıdır.

1828’de Buonarroti’nin belirtmiş olduğu gibi Babeuf ve arkadaşları Direktuvar’ı alaşağı etmek için komplolar düzenlemişlerdir. Mayıs 1796’da tutuklanan Babeuf 1797’de idam edilir. Sylvain Maréchal’in Eşitler Manifestosu Babeuf’çülerin toplumsal öğretisini açıklar. Temel temalar Fransız devriminden sonra, “daha büyük ve artık son olacak başka bir devrimi” bildiren bölümlerde toplanmıştır. Gerçek eşitlikle ilgilenen Eşitler “tarım yasası”nı aşarlar ve “daha ince ve daha adil bir şeye (ortak çıkar ya da çıkarların ortaklığı)” değinirler: Bireysel toprak mülkiyetine son, toprak kimsenin değildir. Dünya nimetlerinden ortak yararlanmayı talep ediyoruz, istiyoruz: meyveler herkesindir’.

L’Ange’ın v,e Robespierre’ci girişimlerin mülkiyeti ortak çıkarın emrine verme ve herkesin yaşama hakkıyla ilgili Fourier öncesi sezgilerinin yanında Fransız devriminin büyük eşitlikçi düşüncelerinin üçüncü öbeği Eşitler’in eseridir.

Bu eşitlikçilik sosyalist midir? Esasen hayır. Ama bu olumsuz yanıt bir dizi gerekli açıklamaya dayanır ve bunlar aracılığıyla sosyalizme ait olan şeyler belirir, oysa sosyalizmin uzak entelektüel kökenlerine bağlı olan şeyler daha kavranabilir kılınmıştır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki bütün sözleşmelerde ortak olan mağdurlara yardım önlemleri sosyalizmden kaynaklanmaz. Özel ya da genel hayır ve yardım kurumlarının gelişmesini destekleyen teorileri ortaklaşa reddettiklerini söylemek sosyalist öğretiler arasındaki ayrılıkların boyutlarını küçümsemek anlamına gelmez. Sosyalistler toplumların zararlarını gördükleri kötülüklere hiç değişmeyen bir iktisadi yaşam içinde hayır kurumları ya da yardım sandıklan oluşturarak çare getirme anlayışı içinde değildirler. Sosyalizm her zaman örgütleyici olmak ister ve hayırın hiçbir şeyi örgütlemediği kanısındadır.

Öte yandan bireysel mülkiyete bağlılık egemen modalitelerini ve biçimlerini eşitlikçi gerekliliğe bağlar. 14 Haziran 179l’de Le Chape her yasasının kabul edilmesi sadece burjuvazinin çıkarlarına uygun bir çalışma özürlüğünü değil halkın özlemlerini, az ya da çok bireysel mülkiyetleri eşitleştirme iradesiyle belirlenmiş talep defterlerindeki mülkiyete feodal engel karşı protestoları egemen kılar, bu taleplerin kesinlikle dokunulmaz ve kutsal mülkiyet hakkını ancak çok istisnai durumlarda zorlamasına izin verir. Halk sınıflarının en aktif grubu da bağımsız üreticilerden, dükkan işletenlerden oluşmuştur.

Dolayısıyla ilk sosyalistlerin sanayi toplumunun düzensizliklerini ifşa etmeleri ve devrimci özgür bireysel girişimi eleştirmeleri nedensiz değildir Mülkiyet hakkının bu teorik önceliği çok katı biçimde sosyalist olmaktan çok Rousseau’cu olan eşitlikçiliğe sadece Eski Rejim’in ekonomik mevzuatının yeniden canlanmasından ve varsayımsal bir kırsal komünizm çerçevesi içinde mülkiyetin soyut biçimde olumsuzlanmasından gelen iki aldatıcı çıkış yolu bırakır. Bu özellikleriyle bu çıkış yolları gerileyicidir. Sanayi devrimi daha gücüldür hiç kuşkusuz ama tarım komünizmi sermaye birikimiyle ilgili olsun, büyük imalathanelerin işçilerinin statüsüyle ilgili olsun ilk işaretlerinin erken algılanması konusunda hiçbir işaret vermez. Buradan iki sonuç çıkar. Bir yandan bazı kilise babalarına, More, Campanella , daha sonra Moreliy ya da Mably ’ye maledilen ve Babeuf ya da L’Ange’ın düzenlerinin doğrudan yansıttıkları ilkel komünizmler sosyalizmlerin az ya da çok eski biçimlen değildir, öte yandan da sosyalizmin entelektüel kökenleri aslında bu uzak öğretilere ve onlara hayat veren soylu değerlere dayanır. İlkel komünizmden sosyalizmlere doğru kesiklikler vardır.. Ve birçok nedene dayanır bu.

Birincisi, sosyalistler iktisadi koşulların görülmemiş biçimde alt-üst olmasından gelen ve bazıları zararlı olan sonuçlarını dikkate alırlar.
İkincisi, önerdikleri çözümler, yepyeni bir tarihsel bağlam içinde, ilkeleri daha sonra saptanacak olan çözümlerin basit aktarımına indirgenemez.

Gerçekten de Durkheim’ın belirtmiş olduğu gibi eski komünist öğretiler basit, çileci bir yaşam önerirler. Zenginliklerin üretimi gerekli bir amaçtır, kolektif bir yaşamın merkezi değildir. Esasen zenginlik zararlıdır. Toplumun yapısını bozar ve insanları hayvanlarla birlikte ortaklaşa sahip oldukları temel gereksinimlerin tatminine yönlendirirler. Sosyalistler hiç kuşkusuz zenginliklerin adaletsiz biçimde dağılmasını kabul etmemişlerdir ama sanayi yaşamının olağanüstü atılımını da dışlamamışlardır ve üretici işlevlerin Örgütlenmesinin tersine çaba harcamışlardır.

Üstelik bu tür bir örgütlenmenin en doyurucu formülünü bulabilme çabaları içinde karşılarına sürekli, Fransız devrimi sırasında tarihsel olarak egemen olmuş bireyci mantık çıkmıştır ve onlar bireyi, hem ilkel komünizmi hem hiyerarşik toplumları karakterize eden kolektiviteyle sıkı biçimde ilişkilendirmeden bu mantığı dikkate almayı becerememişlerdir.

Konjonktürel ya da yapısal karakterinin araştırılmasında yarar olan nedenlerle başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın sosyalistlerin hedefi devrimci bireyciliği yönetmektir. “Bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye karşı başkaldırısı”yla, “özgürlük adına geleneklerin ifşa edilmesiyle” yansıyan bir bireycilik


İşi liberal bireyciliğin ve burjuva toplumunun eleştirisinin kaçınılmaz biçimde devrimci bireyciliğin mantığında yattığını iddia etme noktasına kadar götürmemekle birlikte sosyalizmlerin iki gerekliliğin, bireysel özerkliğin ve toplumsal birliğin uzlaşması vaadini vermek istedikleri kesindir. Bu modern özerklik ilkesi siyasal ve iktisadi liberalizmin teorisyenlerinin kendi üsluplarına göre talep ettikleri ilkeyi üstlenme iradesi sosyalist tasarıları eski komünizmlerden ayırır.

Ne var ki bu hırs onların bütün tarihleri boyunca dile getirilecek olan bir iç gerilimi besler. Bu anlamda Fransız devrimi sırasında ortaya çıkan eşitlikçi özlemler sosyalizmlerin daha sonraki belirsizliklerini gösterirler ve bu nedenle de insan haklarının gerçekleşmesinin işareti olarak kabul edilebilirler; çünkü gerçek eşitlik hukuksal eşitliğe gerçek anlamını ve içeriğini vermiştir bu durumda ama öte yandan da gerçek olmayan bir eşitliğin hukuksal anlamda bir hayal olduğu ve özgürlükleri de tahrip ettiği ifşa edilmiştir.

ski komünizmlerden ayrılan sosyalist tasarıların gene de bazı ortak özellikleri ve özel gerilimleri vardır. Elie Halevy’nin belirttiği gibi bütün sosyalizmler “kendi haline bırakılmış sanayiciliğin istismarcılıklarına ve aşırılıklarına karşı tepkiler” bağlamında olumsuz biçimde tanımlanırlar. Ama önerilen sistemlerin çeşitliliği olumlu bir tanımı da mümkün kılar çünkü bunların ortak özelliği bireysel girişimlerin keyfiliğine dayalı bir toplumsal düzenin yerine yepyeni, görülmemiş bir örgütlenme biçimi getirmektir.

Tüm sosyalist okullar bu atılımla beslenirler ve amaçlan toplumsal örgütlenmeyi iyileştirmek değil değiştirmektir. Öte yandan bunların tümü toplumsal örgütlenme içinde üretim dünyasının önemini de kavramışlardır ve bütün çabalarını pazarın rastlantılarının yerine bilinçli ve örgütlü araçların kullanılması, iktisadi işlemlerin bilinçli biçimde yönlendirilmesi üstünde yoğunlaştırmışlardır Ve nihayet tümü sanayileşmeyle gelen ve işçilerle yöneticileri karşı karşıya getiren sıkıntı verici ve zararlı çatışmalara duyarlıdırlar. Bu alanda Marksist vokabüler göründüğü kadar yenilikçi değildir. -Plerre Leroux 1834’te “Proleterlerin burjuvaziye karşı güncel mücadelesi mi?” ifşaatını yapmıştır. Bir an için düzenin cin zensizliğe egemen kılınması, ekonomik güçlerin örgütlenmesinin pazarın rastlantılarına egemen kılınmasının devlete ya da özyönetimli kooperatiflere ait olup olmadıkları meselesini bir yana bırakalım ve sosyalist okulların bu görece yakınlığının kaba ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm karşıtlığını saf dışı ettiğini belirtelim. Miguel Abensour’un belirttiği gibi Engels ’in, el kitabı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm ’de formüle ettiği bu karşıtlık amacı kesinlikle ütopik radikalliği dışlamak olmayan, tersine onun amacını gerçekleştirmek olan uzun bir teorik yolculuğun karmaşıklığını gizler.

Gerçekten Marx ve Engels’ten kesinlikle çok uzak olmayan tutucu ütopyalar eleştirisi Insani imkansızlıklar listesini çıkarmaya çalışır. Marx “bilim adına, düşçü ütopyacıları sarsan şimşekleri çaktıran bir Jupiter” değildir (M. Abensour, 1976). Üstünde düşündüğü amacın dışında değildir o, Owen, Fourier ve Saint-Simon gerçekten etkiler kendisini. Buna inanmak için Marx’ın ilk sosyalistler karşısındaki konumunun basit biçimde ifade edildiği Komünist Parti Manifestosu’nu tekrar okumak yeterlidir. Onlara bakışı ve değerlendirmesi devrimcidir. Olumludur. Marx’a göre sosyalistlerin yazıları mevcut toplumun temellerine saldırır ve “dolayısıyla o dönemde işçileri aydınlatma konusun da çok değerli gereçler sağlamışlardır”. Bu sistemlerin yaratıcılarını devrimciler olarak görür ve onları “genel bir çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” tasarlayan Fransız devriminin çağdaş komünist kuramcılarından kesin biçimde ayırır.

Özetlersek sosyalizm ilk ortaya çıkışında anti-kapitalizmdi



dikkat Yazının devamı vardır Marxın Teorisi teorinin çöküşü leninin teoriyi  20. yüzyıla yeniden uyarlaması kurtuluş savaşları ve MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM ÖNCÜLĞÜ troçkinin devrim anlayışı ve Galiyefin MİLLİ KOMÜNİZM teorisi gibi konular ile ilgili ekler tarafımdan yapılacaktır Maouculuk enver hocacılık stalinzm gibi konuları ise sosyalizmden kabul etmiyorum şahsen bana göre hitlerin sosyalizm anlayışına sosyalist demek bu anlayışlara sosyalist demekle aynıdır



Marx ve Sosyalist anlayışın komünal sınıfsal anlayışa dönüşmesi

başlarken isteyenler olur diye komünist manifestonun pdfsinin adresinide vereyim isteyen oradan okuyabilir  http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/manifesto.pdf şahsen kare yayınlarından olan manifesto kitaplığımda bulunmaktadır

Bütün Dünya İşçileri birleşin!!! Komünist Manifesto’dan
160 yıl sonra Marksizm


Sosyalizm antikapitalizmin genel adıdır. Ama elbette farklı farklı sosyalist görüşler mevcuttur. Fakat Marks’ın Komünist Manifestosu’nun yayınlanışı ile birlikte diğer sosyalist görüşler gittikçe zayıflamış Marksizmse sosyalizmin tek adresi haline gelmiştir.

Marks’ı çıkarttığınızda geriye sosyalizm tarihi olarak da, sosyalizm teorisi olarak da çok bir şey kalmaz açıkçası. Marks’ın yarattığı ideolojinin gücünü bu noktada teslim etmek gerekir. Kendinden önceki hiçbir ideoloğun yapamadığını yapmıştır Marks; öyle bir teori ortaya koymuştur ki, dünyanın neresine giderseniz gidin sosyalizmin en azından başlangıç noktasında mutlaka Marks vardır.

Fakat işin çok daha garipsenecek tarafı Marks’ın fikirlerinin hayat tarafından doğrulanmamasıdır. Marks’ın iktisat teorisi, ki tüm ideolojisinin belkemiğidir, çok açık bir şekilde hayat tarafından yanlışlanmıştır. Burada kastettiğimiz sadece kapitalist sistem içinde Marks’ın beklentilerinin, öngörülerinin gerçekleşmemiş olması değil. Daha önemlisi Marks’ın teorisini uygulamaya çalışan sosyalist devrimlerin de birer birer yıkıldığını gördük.

O halde Marks’ın teorisinin öngörüleri gerçekleşmediği gibi, o teorinin sınanması ile birlikte teorinin yanlışlanması da meydana gelmiştir. Bu durum bir teorinin tarihin çöplüğüne atılması için yeterli bir nedendir ama Marksizm hâlâ ayaktadır!

Bu garip durumun iki açıklaması var; birincisi son derece basit bir açıklama, dünyanın bütün sosyalistleri Marks’tan vazgeçmek istemeyecek kadar tutucudur! Ama bu son derece basit bir açıklama olur, gerçek şu ki, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen sosyalistler için, Marks’ı bıraktığınızda geriye döneklik dışında bir yol kalmaz. O nedenle sosyalistlerin Marks’a tutunmalarının çok anlaşılır bir yanı bulunmaktadır.

Ama bir taraftan da bu durumun aynı zamanda sosyalizmin önünü tıkadığını ve bu nedenle de kapitalizmin kalıcılığına güç kattığını görmemiz gerekir. Yani dönek olmama tavrının da büyük bir bedeli vardır dünyaya: Kapitalizmin devamlılığına razı olmak.

Marksist felsefedeki çıkmaz


Bu noktada yapılması gereken zor bir adım atmaktır, Marks’ı ve O’nun yarattığı sosyalist teori ve pratiği tarih süzgecinden geçirmek, oradan dahi ileri bir sosyalist teoriye ulaşmak.

Korkutucu bir durum bu ama unutmayalım ki aynısını Marks da yapmış, kendinden önceki tüm sosyalist teorileri bir kenara atarak yeni bir teori yaratma cesareti göstermişti. Bugün bizlerin yapması gereken de Marks’ın bu tavrını örnek almaktır.

Bunu derken Marks’a karşı pek çok eleştirinin yapıldığını ve farklı türde sosyalist teorilerin ortaya atıldığını görmezden gelmek değil elbet niyetimiz. Ama Marks’a alternatif tüm bu teorilerin buluştuğu belli başlı noktalar var. Bu noktalardan en önemlilerini şöylece sıralayabiliriz: Marks’ın toplumsal mülkiyet hayali yanlıştı, bireysel mülkiyeti kabul etmek gerekir, Marks’ın proletarya diktatörlüğü teorisi demokrasiyi yok etmiştir.

Ancak bu eleştirilerden görmekteyiz ki Marks’a karşı çıkışlar ya serbest piyasacı ya da özgürlükçü “sosyalizm”e varmaktadır ki bu tür bir sosyalizmin sosyal demokrasiden bir farkı yoktur ve sosyal demokrasi de kapitalist sistem içi bir düşüncedir.

Marks’ın yanlışı ise bireysel mülkiyete karşı çıkışı ya da özgürlüğü ortadan kaldırması değildi. Marks’ın belki de en doğru yanlarıydı bunlar. Ama Marks’ın çok daha derinde yatan büyük yanlışları vardı. Bu yanlışlarsa doğrudan felsefeden kaynaklanmaktadır.

Marksist felsefe ve sosyoloji toplumu algılarken tek gerçek ayrım noktasının üretim tarzı içindeki konumlanış olduğunu söyler. Yani herhangi bir ülkede toplumu değerlendireceğimiz zaman, bu toplumun tarihinin çok bir önemi yoktur, bu toplumun bu tarih içinde edindiği milli kimliğin bir önemi yoktur, yine bu toplumun dini inanışlarının bir önemi yoktur, siz o toplumu sınıflandırırken sadece üretim tarzındaki yerlerine bakarsınız.


Böylesi bir sınıflandırmada Marksizmin büyük önermesi ortaya çıkar. Bir insanın tek kimliği vardır; işçi veya burjuva olması. Ama o işçinin milliyetinin, dininin, tarihinin, o işçinin düşüncesinde hiçbir etkisi olmayacaktır, çünkü işçinin düşüncesi, maddi yaşantısı olan üretim sürecinden elde edilecektir, burada ise işçi sadece kapitalist sistem içinde sömürüldüğünü görecek ve antikapitalist olacaktır.

Teori bu şekliyle son derece mantıklıdır. Eğer siz toplumları üretim sistemlerine göre sınıflandırırsanız, gerçekten de toplumu işçiler ve burjuvalar olarak ikiye kolayca bölebilirsiniz. Ancak bu hiç de teorik olarak yapıldığı kadar kolay değildir.

Marks’ın “Devrimci” İdealizmi!

Marks burjuva felsefesini ve sosyolojisini aşmaya çalışmıştır. Bunu yaparken idealizmin yerine materyalizmi koyar. Ancak Marksist felsefenin varsayımları da temelde idealisttir.

Bu idealizmin kökeni Marks’ın Hegel’in sıkı bir takipçisi olmasıdır. Hegel, felsefede diyalektiği getirmiştir ve büyük bir devinim yaratmıştır ama Hegel’deki yaratıcı güç olan tanrı ya da devlet anlayışının sadece kafanın içinde bir yeri vardır. Hoş bir düşünce kategorisidir, kendi içinde son derece tutarlı ve zekicedir. Ama hayatta karşılığı yoktur!

Diyalektik düşünce, bir insanın aynı nehirde iki kez yıkanamayacağını ortaya koyar. Çünkü değişim toplumun temelidir. Fakat Hegelci diyalektikte büyük bir idealizm vardır, çünkü felsefe toplumun yansıması değildir, tersine toplum bu felsefeye göre biçimlendirilecektir! Eğer toplum bu kalıba giremiyorsa, kabahat felsefede değil toplumdadır!

Marks, Hegel’deki idealizmi görmüştür. Ancak bu idealizmi ortadan kaldırırken başka bir yanlışa düşmüştür. Marks’ta Hegelci tanrı/devletin yerini proletarya alır. Böylelikle Marks soyut bir özne olan tanrı ya da devletin yerine somut bir proletaryayı koyar ve tarihi de bunun etrafında döndürür. Böylelikle Hegel’de başı üstünde durduğunu söylediğini diyalektiği ayakları üstüne oturtur! Kendi içinde son derece tutarlıdır bu açıklama ama proletarya ne kadar somuttur acaba?

Burası tam da Marks’ın düştüğü yanılgıdır, Marks toplumsal ilişkileri kategorileştirirken son derece basitleştirmiştir, proletaryanın toplum içinde bir tanımı yapılabilir ama tüm yeryüzünü kapsayacak bir proletarya tanrısı yoktur.

Fakat bu sorgulama yapılmamış proletaryanın varlığına olan inanç bir tanrı inanışına dönüşmüştür. O kadar ki devrim olmayan yerlerde, proletaryanın bir türlü proletarya gibi davranmamasıdır sorun, devrim olan ülkelerde ise proletaryanın iktidarı eline alamamasıdır.

Kısacası tüm suç proletaryaya ya da proletaryaya dışardan bilinç taşıyacak öncüler olan devrimci partilere atılmıştır. Ama akla ortada hiç de teorideki saflıkta bir proletarya olmadığını düşünmek gelmemiştir.

Marksizmi Marks’a Uygulamak

Marks’ın idealizminin yanlışlanmasını ise bizzat Marks’ın kendi teorisinde görebiliriz. Yeryüzü işçiler ve burjuvalar diye ikiye bölünecekti ancak bu olmadı. Marks döneminde hâlâ ileride ikiye bölünmenin olabileceği, köylülüğün, küçük üreticiliğin, bürokrasinin, devletin ortadan kalkacağı beklentisi vardı. Bu beklentinin temeli ise Marksist iktisattı.

Ancak Marks’ın iktisat teorisi de kendi içinde aynı idealizmi taşıyordu. İşçi sınıfının devrimciliğinin tek nedeni vardı, çünkü işçi yaşadığı gibi düşünecekti. Sistem içinde sömürüldüğünü görecek, bu sömürünün bilincine varacak ve bu sömürüyü yok etmek için devrimci olacaktı. Nitekim işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktu!

Ancak bu teori pratikte sınandığında durum karıştı. Eğer işçi sınıfını devrimci yapacak olan onun ekonomik durumu ise, yani kabaca yoksulluğu ise, işçinin karnı doyduğunda ya da refaha erdiğinde onun devrimci olmasının nedeni de ortadan kalkmış olacaktı.

Ancak Marksist iktisata göre bu olmayacaktı. Çünkü kapitalist iktisat işçiyi hep aynı yoksulluk düzeyinde tutmak zorundaydı, çünkü kapitalistler arası rekabetin temeli fiyatı düşürmekti, bununsa tek yolu işçi ücretlerini hep düşük tutmaktı. Üstelik ciddi bir işsiz ordusu da yaratılmalıydı ki mevcut işçiler iş bulduklarına sevinsin!

Peki böylesi bir durum gerçekleşti mi? Elbet hayır. Kapitalistler arası rekabet, işçi ücretlerini yütselterek, pazarı genişleterek, hammadde kaynaklarını ucuzlatarak, teknolojiyi ucuzlatarak devam etti. Bu ise Marks’ın öngörüsünden bambaşka birşeydi: Emperyalizm ya da sömürgecilik dediğimiz olguydu.

Böylesi bir toplumda ise işçilerin devrimci olduklarında kaybedecekleri çok şey vardı. Mesela evleri, arabaları, emekli maaşları, sosyal güvenceleri. Kısacası ben devrimci olacağım diyen işçi tüm geleceğini ortaya koymak zorundaydı.

Böylesi bir konuma gelen proletaryanınsa hâlâ Marksist kuramdaki tanrılık rolünde kalması ise ideolojinin idealist bir kısır döngüye dönmesi demekti. Yüz yıldır süren Marksizm içi teorik tartışmalarda bir türlü bir sonuca varılamamasının temel nedeni işte buydu. İdealizmin dışına çıkmaz, madde ile temas etmezseniz yüzyıllarca tartışabilirsiniz. Çünkü hayatla bağınız kesilmiştir. Ama bu, din adamlarının kendi içlerindeki tartışmalarına benzer sadece.

O halde Marks’ın o çok önem verdiği ama bir türlü kendi teorisine uygulama cesareti gösteremediği materyalizmi alalım ve Marksizme uygulayalım!

Marksist Sosyolojinin İdealizmiı: Milletiın Yok Sayılması

Marks’ın toplumsal kategorisinde tek gerçek vardı; işçi ya da burjuva olmak ve bunlar arasındaki sınıf mücadelesi. Hatta Manifesto da bu iddialı cümle ile başlıyordu: Bu zamana kadarki tüm insanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir!

Bunun tek bir anlamı vardı, milletler arasında bir mücadele yoktu, dinler arasında bir mücadele yoktu, milliyet ve din, birer gerçeklik değil yansımaydı. Peki neyin yansıması? Toplumsal sistemin.

Olaya bu şekilde bakmanın nedeni ise milliyet ve dinin birer üstyapı kurumu olarak algılanmasıydı. Bunlar toplumun ya da toplumu oluşturan insanların gerçek kimliği değildi, toplumsal sistem değişince bunlar da değişecekti.

Fakat bunu yapan Marks yine ciddi bir idealizme düşüyordu. Ona göre millet bir burjuva icadıydı, din de aynı şekilde. O halde millet fikrini yok edip enternasyonal bir proletarya yaratılacaktı ve din ortadan kaldırılıp ateizm ve materyalizm hakim olacaktı.

Ama Marksist sosyolojinin idealizmi tam da burada başlıyordu. Marksist teori, sınıf mücadelesini kabul ediyordu ve bu teori içinde insanlık diye bir kategori yoktu. Çünkü tüm insanlar aynı insanlık havuzunda toplanamazdı, bu, işçi ile onu ezen burjuvayı aynılaştırmak olurdu. Marks burada son derece haklıydı ama aynı kavramlaştırmayı kendisi de yapıyordu, insanlık kavramını sınıf kavramı ile ikame ederek, enternasyonal proletaryayı insanlık mertebesine eriştirerek.

Böylelikle tarihte binlerce yıl içinde oluşmuş milli kimlikler ve dini inanışlar yok sayılıyordu. Ancak teori bir şeyi yok saydığında, o şey yok olamazdı. Nitekim olmadı, teoriye göre üstyapı kurumları olan ve ancak birer iman olarak algılanacak millet ve din gerçeği ortadan kalkmadı.

Örneğin Rus Devrimi, bu Marksist teoriyi sonuna kadar uyguladı, kimi zaman büyük baskı ve katliamlarla. Peki milletler ortadan kalktı mı? Aksine Sovyetler yıkılırken geriye yeniden milli topluluklar çıktı. Ki bu milli kimliklerin yok edilmesi için 70 yıllık bir altyapı oluşturulmuştu!

Burada Marksist teorinin en temel yanlışını anlamak için bir kalkış noktası tespit edebiliriz. Marks, idealist felsefeye karşı çıkıyordu, O’na göre din bir inanıştı bir kimlik değil. Bu aşamada Marks temelde bir doğruyu gösteriyordu. Nitekim Avrupa’da yaşanan dinde reform süreci de bunun bir ispatıydı. Din ve insanların dinsel düşüncesi, bilimin gelişmesi, toplumların ilerlemesi ile birlikte farklılaşıyordu.

Ama aynı şablon millete uygulandığında iş değişecekti. Çünkü milli kimlik tarih boyunca değişiyordu. Ama bu değişme bir milli kimlikten diğerine atlamak şeklinde olmuyordu. Bu değişim, mili kimliğin oluşum süreciydi. Milli kimlik binlerce yılda sürekli kendini geliştiriyor ve güçleniyordu. Çünkü insanlar kendilerini milliyetlerine göre tanımlıyorlardı. Bu tanımlama da bir düşünce, inanış değil gerçeklikti!

Bunun en basit sınanması da yine sosyalist ülkelerin yıkılışında ortaya çıktı. Sosyalist proletarya devleti yıkıldığında insanların aklına milli kimlikleri geldi ve o kimliklere sarıldılar. Enteresan bir gelişmedir kimsenin aklına dini gelmedi. Örneğin bizim soydaşlarımız olan Türk toplumları kendi milli devletlerini kurdular, hem de zamanında İslam’ın en koyu idaresinin yaşandığı yerlerde bile.

O halde bir gerçek apaçık ortaya çıkmaktadır. Marks millet kategorisini dışlayarak bir yanlışa düşmüştür. Sınıf mücadelesi kavramı ise bu millet kavramının tümüyle dışında ve ona karşı kurgulandığı için hep kökü dışarda bir eğilim olarak algılanmıştır.


20000 sınırı yüzünden 2. posta geçilmiştir
 
Marksist iktisadın idealizmi: Emperyalizmin kavranamaması

Ama Marks’ın bu millet kategorisini atlamasının ikinci bir yanlışlanışı daha vardır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, kapitalist rekabet işçi ücretlerini düşürerek sürmez. Kapitalist rekabetin temel eğilimi işçi ücretlerinin artışı, buna karşın pazarın genişlemesi, hammaddenin ucuzlaması ve teknolojinin ilerlemesidir.

Bunun anlamı çok açıktır, kapitalist ileri ülkelerde işçi ücretleri artarken, Üçüncü Dünya ülkeleri kapitalist pazara açılacak, ileri teknoloji ürünleri için pazar haline gelecek ve bunun karşılığını ise ucuz hammadde satarak ödeyecektir. Üçüncü Dünya’nın ucuz hammadde satması içinse tek yol bu ülkelerde işçilerin ücretlerinin düşmesidir. Daha doğrusu ileri ülkelere göre hep çok çok düşük seviyelerde kalmasıdır.

Bu eğilim 160 yıldır tüm verilerle kanıtlanmıştır. Ama buradan iktisadi bir sonucun ötesinde bir sonuç çıkar. Bir kısım ülke ilerlemekte, zenginleşmektedir, tüm toplumuyla birlikte, ki bu Batılı ülkelerdir. Batıda işçi sınıfının zenginleşmesi olgusu budur. Ama bu olgunun arka yüzü de açıktır, Üçüncü Dünya ülkeleri fakirleşmekte ve bu ülkelerin işçileri de (Batıdaki kardeşlerine göre) gittikçe yoksullaşmaktadır.

Bu durum ise ileri ülkelerle geri ülkeler arasında bir mücadeleyi ortaya çıkarır. Ancak burada kullanılacak kavram ne olacaktır?

Mesela tarih geri ülkelerin işçi sınıfı ile ileri ülkelerin burjuvaları arasındaki mücadele mi olacaktır? Bu bir yöntem olabilir ama tüm teorik tılsım gider çünkü o zaman proletarya diye bir kavramı ortadan kaldırmanız gerekir. Proletaryayı ortadan kal-dırdığınızda ise geriye Marksizmden bir şey kalmaz!

Bu kısır döngüden çıkmanın yolu ise materyalizme dönmektir. Ezen ülkeler ve ezilen ülkelerde kimler vardır sorusunun cevabı tüm tarih boyunca aynı kalmıştır, bu ülkeler kendi halkları ile, yani kendi milletleri ile vardır. Nitekim her ülke bir milleti temsil eder!

O halde Marksist teoriyi bu noktada düzeltmek ve materyalizmi uygulamak gerekmektedir. Tarih, ezen milletlerle ezilen milletler arasındaki mücadeledir.

Burada devreye hemen emperyalizm kategorisi de girer. Ve sosyalizm mücadelesinin alacağı mücadele tarzı da netleşir, sosyalizm mücadelesi antiemperyalizmle antikapitalizmin bir birleşimidir. Burada iki türlü kaçışa da yer verilemez; yani antiemperyalizmi dışlayan bir sosyalizm de olamaz, antikapitalizmi dışlayın bir sosyalizm de...

Marks, Lenin, Atatürk

Bu nokta tam da Sosyalizm ve Atatürkçülük arasındaki ilişkinin başladığı yerdir aslında. Mustafa Kemal’in epreryalizme karşı başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşı bu tür bir tarih anlayışı içerisinde nereye oturacaktır?

Eğer Marksist bir anlayışı koruyacaksak, Mustafa Kemal hareketini ve O’nun Cumhuriyet Devrimi’ni Sosyalist bir proje içinde görmemek gerekir. Çünkü Atatürkçü projede hedeflenen proletarya diktatörlüğü olmadığı gibi, izlenecek yöntem de sınıf mücadelesi değildir.

Ancak Lenin’in Marksizme yaptığı bazı katkı ve geliştirmeleri de dikkate almamız gerekir. Lenin, saf Marksist proletarya diktatörlüğü teorisini savunmuş ve bunu Rusya’da uygulamaya da koymuştur. Ancak hedef proletarya diktatörlüğü olmakla birlikte bu diktatörlüğe giden yolda, yani devrim yolunda, izlenecek metoda farklı yaklaşmıştır.

Bunun böyle olması gayet doğaldır çünkü Lenin’in yaşadığı ülke ve çağ Marks’ın teorisindekilerden farklılaşmaktaydı. Lenin burada emperyalizm kavramını literatüre kazandırdı. Aslında bu Marksizme esas can veren buluş oldu. Çünkü 1900’lü yıllarda emperyalizm teorisine ulaşmayan bir Marksizm ölüp giderdi. Ancak Lenin’in bu buluşu ile birlikte Marksizm yaşamaya devam etti ve ondan sonra da hakim Sosyalizm anlayışı Markizm-Leninizm oldu.

Ancak burada Rus Devrimi’nin ötesinde bir olgu tespit edilmelidir. Lenin, Avrupa Devrimi beklentisinden koptuğu için emperyalizmi keşfetmedi, tersine Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı dünya, artık çok açık bir şekilde kapitalist rekabetten epey farklılaşmıştı, bir paylaşım savaşı veriliyordu. Ve böylesi bir paylaşım savaşında, emperyalizme karşı direnişin gelişeceği zaten beklenmeliydi. Mustafa Kemal’in başlattığı hareket bu açıdan, Lenin’in emperyalizm teorisinin doğrulanması oldu. Ve bir bakıma da Mustafa Kemal’in hareketi sayesinde Leninizm kendi rüştünü ispat edip hakim anlayış haline geldi.

Mustafa Kemal Hareketi emperyalizme karşı Bağımsızlık Savaşıydı. Bu savaş karşısında Marksist-Leninistler ne yapacaklardı?

Lenin bu konuda tereddütsüz destekleme kararı aldı ve teorisini de bunun üzerine inşa etti. Emperyalizme karşı direnişler, bu direnişlerde öncülüğü kim yaparsa yapsın desteklenecekti. Böylelikle aslında Marksist teorinin tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu önermesi açık bir şekilde dışlanıyordu. Çünkü Bağımsızlık Savaşları, sınıf mücadelesi olarak da görülmüyordu. Bunun kolay bir formülü bulundu, tarih yine sınıf mücadeleleri tarihi olacaktı, ancak Ulusal Kurtuluş Savaşları burada, sınıf devrimlerinin, yani proletarya devrimlerinin destekçisi kabul edilecekti.

Bu güzel bir formüldü ve genel olarak tüm dünya sosyalistleri tarafından benimsendi. Ama kimse bunun teorik sonucunu irdelemedi, madem Ulusal Kurtuluş Savaşları sınıf savaşı değildi, o halde bu yaşanan savaşlar tarih dışında mı cereyan ediyordu?

Marksist-Leninistler bu soruyu sorup cevap vermeye kalksalardı sosyalist teorinin inşası büsbütün başka bir rotaya girecekti. Ancak bu yapılamadı. Aslında Lenin bunu yapabilecek cesarette bir liderdi. Nitekim ölümüne yakın genel olarak ulusal sorun üzerine eğilmiştir. Tarih tahminler üzerine kurgulanamaz ama Lenin’in geçmiş teorik serüveni bu tür bir yönelimi işaret etmektedir.

Marksist-Leninist teori Ulusal Kurtuluş Savaşlarını değerlendirmek için bir ara formül buldu. Bu formül Marks’ın Burjuva Demokratik Devrim teorisinin emperyalizm dünyasına uyarlanmış hali oldu: Milli Demokratik Devrim.

Bu tür bir devrimin öncüsü proletarya değil genellikle küçük burjuvazi oluyordu, küçük burjuvazinin ilerici niteliği emperyalizme karşı olmasıydı. Bu aşamada Marksist-Leninistler bu tür bir Milli Demokratik Devrimi destekleyeceklerdi. Ancak bu devrim gerçekleştikten hemen sonra iç çelişki, yani sınıf mücadelesi ön plana çıkartılacak ve oradan sosyalist devrime geçilecekti.

1968 gençliğinin, hem Milli Demokratik Devrimi savunması, hem Kemalizmi savunması, hem de kendisini Marksist-Leninist olarak adlandırmasının nedeni, sosyalist teorideki bu gelişmelerdir.

Ancak günümüze geldiğimizde, hem 68 devrimciliğini, hem Atatürkçülüğü, hem de Sosyalizmi çok daha net tanımlayabilecek teorik bir mirasa sahibiz. Ve üstelik günümüzde, yani 2000’li yıllarda, tüm bu teorilerin sınanması yapılmış durumda. Yani gerçek teoriye ulaşacak pratiğe artık sahibiz.


Proletarya hayalinden millet gerçeğine


Burada başlangıç noktası olarak teori içindeki idealist yanları ayıklayarak işe koyulmamız gerekir. Burada başlangıç aşaması, sınıf mücadeleleri tarihi kavramının sorgulanmasıdır. Eğer sınıflar proletarya ve burjuvazi ise, Üçüncü Dünya’daki tüm devrimci hareketleri tarih sahnesi dışına itmemiz gerekir ki, bu o dünyaya sömürgeci bir bakış açısıdır. Ama malesef Marksizmin saf halinde, bu tür bir sömürgeci eğilim de mevcuttur.

Mustafa Kemal, sosyalist bir geçmişe sahip değildi. Herhangi bir sosyalist örgütlenmenin de içinde bulunmamıştır. Dolayısıyla Mustafa Kemal hareketine ve O’nun uygulamalarına, yani Atatürkçülüğe sosyalist demenin pek geçerli yanı yoktur. Eğer Marksist-Leninist şablonların içinden çıkamazsak!

Biz bu şablonun dışına çıkarak olaya farklı bir boyut eklemekten yanayız. Dünyanın emperyalizm aşamasına gelmiş olması, temel mücadele eksenini değiştirmiştir. Çünkü böylesi bir dünyada emperyalizme karşı mücadele ortaya çıkmaktadır. Ve bu savaşın tek bir nedeni vardır, bir ülke halkının, kendi emeğine, kendi toprağına, kendi değerlerine sahip çıkması.

O zaman ülke, toprak, değer gibi kavramların somut karşılıklarının soyutlama düzeyine çıkartılması gerekmektedir. Emperyalizme karşı vatan savunması, bir millet tarafından verilir. Ve bu milletin tek amacı da kendi milletinin haklarını savunmaktır. Böylesi bir düşüncenin sistemleşmiş hali ise milliyetçiliktir.

O halde milliyetçilik, emperyalizme karşı ilerici bir ideoloji olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat Marksist enternasyonalizm teorisi ile milliyetçiliği kaynaştırmanın imkânı yoktur. Çünkü milliyetçilikte dünya tahlilinizin merkezinde milletler, enternasyonalizmde ise burjuvalar ve proleterler vardır.

Fakat sınama noktasında enternasyonalizm yanlışlanmaktadır. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşları veren ülkelerde ne burjuvazi ne de proletarya gelişmiştir. Hatta yok denecek kadar azdır. Ve işin garibi, dünya nüfusunun yüzde doksanı bu durumdadır.

O halde Marksist enternasyonalizmin hayali proletaryası ortalıkta yoktur. Ancak sınıflar geliştikçe bunlar ortaya çıkacaktır ve o zaman da sınıf mücadelesi başlayacaktır! Peki bu öngörü doğrulandı mı? Hayır. Marks’ın öngörüsünün tam tersine, burjuvalaşma, yani kapitalistleşme proletaryayı değil, küçük burjuva katmanları, küçük üreticiliği, tarım sektörünü vb. yapıları ortaya çıkardı. Kısacası ne Marks döneminde vardı teorideki proletarya ne de günümüzde! Yani toplum, karpuz gibi ikiye bölünememektedir, burjuvalar ve proleterler diye...

Bu noktada teorik analizimizin temel yapı taşının, yani temel öznenin değiştirilmesi gerekmektedir. Bu özne ise millettir. Milletler, kendi içlerindeki sınıf farklılıklarına karşın, millet bütünlüğünü korumaktadırlar. Ve ezen de, ezilen de milletlerdir. O halde doğru bir teorinin ilk adımı, proletaryanın yaratıcılık rolünün millete verilmesidir.

Geri Marksizm ileri Kemalizm

Bunu yapansa Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal bu sonuca, teorik bir araştırma veya sosyalist bir pratik sonucunda ulaşmamıştır ama bir devrimcinin bulunduğu koşullarda düşmanına karşı kendi cephesini kurması bile onu doğru bir noktaya getirmektedir.

Atatürk’ün en büyük doğrusu bu olmuştur. Ve her tür toplumsal devrim projesini de millet üzerine inşa ettiği için, Cumhuriyet idaresi diğer sosyalist devrimlere göre çok daha dayanıklı olmuştur emperyalizm karşısında.

Kimi sosyalistler Kemalizmle Sosyalizm arasına bir ayrım koyarken ilk aşamanın Kemalizm olduğunu ondan sonra ise Sosyalizm aşamasının geleceğini söylemektedirler. Yani Kemalist Devrim tamamlanacak ve Sosyalizme ulaşılacaktır.

Ancak bu bakış açısında Atatürkçülüğü geri, sosyalizmi ise daha ileri gören bir ima vardır. Ama Kemalizm Marksist-Leninist idarelerden daha dayanıklı çıktı ise, bu Kemalizmin daha doğru bir zeminde bulunmasındandır, yoksa daha az sosyalist olmasından değil.

Biz tam tersini iddia ediyoruz, tüm Marksist-Leninist devrimler, Kemalizmden çok daha geri olduğu için daha önce yıkıldılar ve Kemalizm çok daha ileri olduğu için hâlâ ayakta. Nedeni de çok basit, Marksist-Leninistler idealize ettikleri bir proletarya diktatörlüğü kurmak için dünya tarihinden ve mücadelenin asıl ekseni olan ezen-ezilen ulus mücadelesinden kopmuşlardır ama Kemalizm tam da bu zeminde durduğu için hâlâ direnmektedir.

Atatürk’ün ilk duruş noktası yani millet gerçeğine dayanması ve milliyetçiliği O’nun tek doğrusu değildir. Altı Ok’taki tüm ilkeler, değeri ancak günümüzde anlaşılan, bir dönemler çok geri gibi görülen taleplerdir. Atatürk’ün Altı Ok’u emperyalizme karşı milliyetçiliği, kapitalizme karşı devletçiliği ve halkçılığı, gericiliğe karşı laikliği savunan bir devrimci anlayıştır.

Bu anlayışı 23’lü yıllardan bugüne incelersek Atatürk’ün Marksist-Leninist olmayarak aslında yeni tür bir sosyalizmi inşa ettiğini görebiliriz.

Klasik Marksist-Leninist teorinin öznesi proletaryadır, bu proletaryanın gelişmesi içinse öncelikle kapitalizmin gelişmesi gerekir. Ve genellikle tüm Marksistler kapitalizmi sosyalizmden önceki en ileri ve zorunlu aşama olarak görürler. Halbuki Atatürk’ün Altı Ok’u bu tür bir ilerlemeci gericiliğe en baştan kapalıdır.

Atatürk, serbest ticaret denilenin ne melanet bir tuzak olduğunu Tanzimat Devri boyunca görmüştür. O nedenle, kapitalistleşmenin bir ülkeye ilericilik değil yıkım getirdiğini bilmektedir. Nitekim daha 1920 yılında Halkçılık Programı’nı açıklar.

Kimileri Atatürk’ün ancak Dünya Buhranı’ndan sonra liberalizmi terkedip devletçiliğe yöneldiğini iddia etmektedir ama devletçilik ancak halkçılıkla birlikte ele alınırsa bir anlam taşır. Halkçılık ve devletçilikse, sosyalist bir anlayıştır. Yani ülke kaynaklarının dış sömürüye kapatılması, emperyalist soygunun önünün kesilmesi, ancak ülke içinde ayrımcılığın önüne geçecek düzeyde bir eşitlikçilik için de halkçı bir uygulama.

Üstelik devletçilik sadece kapitalizmin karşıtı olarak da ele alınmamalıdır. Devletçilik aynı zamanda kapitalizme karşı ve ona rağmen ve ondan uzak kalarak bir ülkenin kalkınma yoludur. Bu ise günümüzde değeri çok çok daha iyi anlaşılan bir yoldur. Kendi sanayisi olan ülkeler günümüzün ileri ve zengin ülkeleridir. Eğer Atatürk’ün yolu izlense idi, Türkiye de bugün bu yoksullukta bir ülke olmayacaktı.

Kemal’in hakkı Kemal’e!

Ancak burada Marksist-Leninist teorinin diğer çıkmaz sokaklarına da girmek gerekir. Marks’ın deyimiyle her toplum ancak önüne çıkan sorunları çözer. Fakat Marksist-Leninistlerin temel sorunu, önlerine çıkan sorunlarla değil, teorideki sorunlarla uğraşmalarıdır. Böyle olduğu için Marksist-Leninistler, Üçüncü Dünya ülkelerinde hep küçük gruplar olarak kalmışlardır, çünkü ülkenin asıl sorunlarından uzakta konumlanmaktadırlar. Bu noktada Türkiye ve Atatürk örneği çok büyük önem taşır.

Marksist ilericilik dini ve milleti bir üstyapı kurumu olarak ele alır ve onları yok etmeye çalışır. Atatürk’ün burada Marksist kavrayıştan çok daha ilerici bir anlayışı vardır. Günümüz sosyalizmi açısından da en belirleyici noktalar bunlardır.

Atatürkçülükte milliyetçilik esastır ve millet de temeldir. Marksizmin ilericilik anlayışına göre bir insan ya da bir ulus ne kadar ulus kimliğinden arınırsa, proleterleşirse, enternasyonalistleşirse o kadar ilericileşir. Ancak bu, Marks’ın da eleştirdiği burjuva insanlık kavramının başka bir ifadesidir.

Burada teorideki idealizmle uğraşmayacağız ama günümüz açısından bazı hatırlatmalar yapmamız gerekir. Emperyalizme karşı mücadeleyi kim vermektedir? Milletler. Peki milletlerin güçlü olduğu yerde mi bu mücadele daha iyi verilir yaksa zayıf olduğu yerde mi?

Günümüz dünya tablosu güçlü milletlerin ayakta kaldığını gösterir. Ama çok daha önemlisi emperyalizm kendisine düşman olarak proletaryayı değil milletleri belirlemiştir. Bu nedenle de emperyalizmin etnikçilik tuzağı ile Marksist enternasyonalist teorisi buluşmaktadır. Bu ise Marksist geçinenleri emperyalizmin safına itmektedir.

Bu noktaların hepsinde Ataktürk’ün haklılığı ve doğruluğu gittikçe anlaşılmaktadır. O kadar ki emperyalizmin ideologları bile temel tehlike olarak Marks’ın komünizm hayaletini değil Mustafa Kemal’in ulus devlet projesini görmektedir!

O halde milliyetçiliği geliştirmek sizi daha fazla ilerici yapar, daha gerici değil. Ama sosyalistler Marksist dogma ve idealizmin peşinden sürüklendikçe milliyetçilikten uzaklaşmakta ve gericileşmektedir.

Bu açıdan 68’den günümüze yapacağımız bir değerlendirme son derece öğretici olacaktır. 68’de Sol öncelikle milliyetçiydi. Milliyetçi olduğu için de antiemperyalistti ve halkla da bağları son derece kuvvetliydi. Bu aşamada Mustafa Kemalciydi de. Bu Türk Solu’nun en ilerici aşamasıydı.

Ancak sonrasında icat edilen Marksist-Leninist şablonlarla Mustafa Kemal’le Atatürk arasına ayrım koymalar başladı. Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluşçuluğu devrimcilik olarak kutsandı ama Cumhuriyet projesi Atatürkçülük olarak reddedildi, beğenilmedi.

Sosyalist Gençlik biraz daha dikkatli irdelese, aslında sokakta mücadele ettiği gericilerin de aynı sınıflamayı yaptığını görebilecekti. Gerici haklıydı; Mustafa Kemal, Atatürk olurken onların dünyasını yıkmıştı. Peki ya sosyaliste ne oluyordu!..

Bu aşama Türk Solu’nda Atatürkçülükten kopuşun başladığı ve sosyalistlerin de ülkedeki gerçek düşmanları ile mücadele zemininden uzaklaşmalarının başlangıcı oldu.

Atatürkçülük: Aranılan Sosyalizmin ta kendisi

Burada ikinci bir nokta daha bulunmaktadır. Marks dine karşıydı ve dinle de mücadele etmekten yanaydı. Atatürk ise Şeriatçı bir imparatorluktan laik bir devlete geçiyordu. Bu noktada Marksistlerle Atatürkçülerin epey paralel olduğu düşünülebilir ama bu da son derece yüzeysel bir değerlendirme olacaktır.

Marksist teorinin inşa edildiği Avrupa tümüyle Hristiyan bir bölgedir. Ve üstelik bu Avrupa’da dine karşı güçlü bir Reform, Rönesans ve Aydınlanma hareketi de gelişmiştir. Böylesi bir geçmişin üzerine gelen Marks’ın ateizmi son derece normaldi.

Aynı şekilde Çarlık Rusyası da Hıristiyandı. Rusya’da kilisenin rolü daha belirgin olsa bile, Hıristiyan kültür Lenin’i de etkilemişti doğal olarak.

Teorik planda dine karşı ateizm mücadelesi Marksist teoride vardı ama bunun toplumsal mücadelede karşılığı yoktu. Çünkü devletin o ülkelerde dini kullanmasının rolü ve anlamı bizim ülkemizdekinden çok çok farklıydı. Kısacası Marksistlerin laiklik gibi bir programı hiç olmadı çünkü buna gerek yoktu.

Ama bizim ülkemize geldiğimizde laiklik mücadelesi en belirleyici mücadelelerden biri haline geliyordu.

Marksist teoriye göre kapitalist iktisat geleneksel toplumu ve değerleri yıkıyordu. Ancak Üçüncü Dünya’da tam tersi bir gelişme söz konusuydu. Kapitalistleşme ile birlikte gericilik ve dinsel tutuculuk güç kazanıyordu. Bu ise laiklik mücadelesini bir burjuva devrim programı olmaktan çıkartmakta, sosyalist bir mücadeleye sokmaktaydı.

Bunun çok sarsıcı örneklerini görebiliriz. Teoride ateist olan komünist partiler bizim ülkemizde hep laiklik mücadelesinden uzak kalmışlardır ve bu mücadeleyi verenleri de burjuvalıkla küçümsemişlerdir. Ancak laiklik mücadelesinden kopan sosyalizm mücadelesinden de kopmaktadır.

Marksistler burada kendi teorileriyle bir kez daha çelişmektedirler. Din eğer bir üstyapı kurumu ise, Marksistlerin tıpkı milliyetçilikle mücadele ettikleri gibi dincilikle de mücadele etmeleri beklenirdi. Yani kendi içlerinde tutarlı olacaklarsa!

Ama bu hiç olmamıştır, tersine Marksistler dinsel düşünceye karşı mücadeleyi devrim sonrasına ertelemiş, devrime kadarsa milliyetçilikle mücadele programı benimsemişlerdir.

Bu nedenle Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bile Şeriatçılarla komünistler dini savunmuş ama milliyetçiliğe düşman olmuşlardır. Yeşil Ordu’nun kurulduğu, dinci sosyalizm teorilerinin ortaya atıldığı bu ülkede yasaklanan tek şeyse al-yıldızlı bir sosyalizmdir, yani milliyetçi sosyalizmdir.

Bunun teorik bir anlaşılırlığı vardır, çünkü Marks’ın laiklik gibi bir sorunu yoktu. Marks’ı Türkiye topraklarına uyarladığınızda da, eğer tamamen kopyalıyorsanız, sizin de laiklik gibi bir sorununuz olmaz.

Ama bir de teorinin dışındaki gerçeklik boyutu vardır işin. O ise, dine karşı mücadeleden kaçıştır, çünkü kendini toplumdan soyutlanmış gören sosyalist dine karşı çıkarak halkın tepkisini çekmek istemez. Bunu halkın dini değerlerine hoşgörü olarak teorileştirir üstelik.

Ama din sadece bir düşünce ve inanış değil aynı zamanda günlük yaşamda yansıması olan bir gelenekler toplamıdır. Gerçek sosyalistin yapması gerekense bu geleneksel yapıyı ilerletmek için mücadele etmektir. Atatürk’ün yaptığı da bu olmuştur.

Mesela Atatürk’ün laiklik anlayışında asla din düşmanlığı veya din karşıtı propaganda yoktur ama dinsel taassubun toplumsal yansımaları Kemalist Devrim’in hedefi olmuştur. Çarşafla mücadele etmek ve kıyafet devrimi kimi sosyalistlere göre küçücük bir üstyapı devrimidir. Ama bu, aynı zamanda en Marksistçe olan mücadeledir, yani dinin toplumsal yansımalarına müdahaledir. Günümüzde türban meselesinde sosyalistlerin bir kısmının türbanın yanında yer alması bu açıdan anlaşılır olmaktadır.

Ancak sosyalistin yapmaya korktuğunu Atatürk yapmıştır. Atatürk tüm bunları yaparken bir şeyi daha göstermiştir, Marks haklıdır, din kişinin kimliği değil sadece inancıdır. İnsanlar bu inancını değiştirebilmektedirler. Kısacası Marks’ı Marksistler değil Atatürkçüler doğrulamaktadır.

Burada sosyalistin temel yanılgısını çözen de yine Atatürk’tür. Millet ise bir inanç sistemi değil kimliktir. İstediğiniz kadar milliyetçilik karşıtı propaganda yapın, o miletin milliyetini değiştiremezsiniz.

68 yılında sosyalistler hem laiklik hem de milliyetçilik mücadelesinin içindeydi. Bu noktada onların Marksist-Leninistlikleri ile Atatürkçülükleri çatışmıyordu.

Fakat henüz erken bir dönemdi. O dönemde milliyetçi bir sosyalist teoriye kapı açılsa ve Atatürkçülüğün aslında aranılan sosyalizmin bir adım gerisi değil ta kendisi olduğu anlaşılabilse Türkiye 40 yılını kaybetmezdi.

Marks, kendinden önceki sosyalistlere kocaman bir romantik damgası vurmuştu; Don Kişotluk belki yiğitçeydi ama devrimcilik değildi. Atatürkse kendinden öncekilere hiçbir söz söylemedi ama yaptıkları ile gerçek devrimci duruşun ne olduğunu gösterdi. Tabii anlayana, öğrenene ve bir de devrimcilik yapmayı Don Kişotluk yapmaya yeğleyenlere...

Gökçe Fırat

Devamı gelecektir
 
Bu ne abi ya.Birbirinize benim ki daha uzun olayını kanıtlamak için aptal aptal siyasi konular açıyorsunuz.En üstte resimler,çızıktırıklarınız tarzı konular görmeyi beklerken Allah ccc/Kömünüzüm/Ateistim/Aidsim/Müslamanlar öper/Türkler tüm insanların babasıdır tarzı konular var.Peki açtınız da ne oldu?Tartışıp sonuca varmak yerine birbirinize hakaret,aşağılamalar hahahakikirikukuru gülüşmeler ile laf atıyorsunuz.Ortada ortak bir sonuç,çözüm yok.Bırakın gidin.Sizin fikriniz gelse ne olur gelmese ne olur.

edit: Saane olum okuma lan git bahçemizden diyebilirsiniz fakat burası bir forum sitesi ve açılan konuları okuma gibi bir hakkım var fakat hakaret görmek istemediğimden bu tarz yorumlar yazıyorum.
 
a4 said:
Bu ne abi ya.Birbirinize benim ki daha uzun olayını kanıtlamak için aptal aptal siyasi konular açıyorsunuz.En üstte resimler,çızıktırıklarınız tarzı konular görmeyi beklerken Allah ccc/Kömünüzüm/Ateistim/Aidsim/Müslamanlar öper/Türkler tüm insanların babasıdır tarzı konular var.Peki açtınız da ne oldu?Tartışıp sonuca varmak yerine birbirinize hakaret,aşağılamalar hahahakikirikukuru gülüşmeler ile laf atıyorsunuz.Ortada ortak bir sonuç,çözüm yok.Bırakın gidin.Sizin fikriniz gelse ne olur gelmese ne olur.

edit: Saane olum okuma lan git bahçemizden diyebilirsiniz fakat burası bir forum sitesi ve açılan konuları okuma gibi bir hakkım var fakat hakaret görmek istemediğimden bu tarz yorumlar yazıyorum.

Ortada bir fikir varsa, her iki uçtada kantılar gösterilir. Tartışmanın sonu gelmez zaten amaç ortak bir karara varmak değil, varılamaz da. Tartışırken hakaret etmek te İnternet modasıdır. Herkes avatrının arkasına saklanıp hakaret eder bu doğal bir şey. Bunun sınırını çizecek kişiler adminler oluyor ancak bazen adminler kendileri de hakarete katılınca bir şey diyesi gelmiyor insanın. Zaten yapılan hakaret kişinin kişiliğine değil forumda kullandığı avatarına oluyor.
 
kardeş uzun uzun vuraya yığmakla copy pastele olmaz bu...özetine gel. Ayrıca kaynak olarak Türksolunu alman bu tartışmayı başlamadan bitirir.

Aynı sayfada
"kürt" varsa sorun var
Türkler neden ırkçı değildir

diye iki tane başlık yazan siteden okuduklarıma sadece gülebiliyorum. Ciddi söylüyorum, bak çok ciddiyim moduma göre ya gülüyorum ya sinirleniyorum o sitede gördüklerime.
 
Back
Top Bottom