Hayalet Kral | Bölüm VII - Kayıp Toprakların Peşinde (17 Ağustos 2013)

Users who are viewing this thread

Montewar said:
Bence bir kitap yazmalısın. Şaka yapmıyorum. Böyle harıtalı falan Gölgelerin Efendisi kitabını andırıyor. Gerçekten çok satabilir.

Arkadaşa katılıyorum sen yaz ismi şu de ertesi gün elimde :smile:. Dili harika kullanıp insanı hikayeye kitliyorsun ve bitmeden içinden çıkamıyoruz. Emek verildiği her halinden belli ve mükemmel bir çalışma 6. Bölümü heyecanla bekliyoruz.
 
Yeni bölüm tamamen bitirdim. Bugün Word'e geçirip, yarın da yeni bölümü yayınlayacağım (herhangi bir rötar olmayacak söz). Aynı şekilde, yeni bölümle birlikte farklı bir şey deneyeceğim. Bakalım beğenir misiniz.

Güzel dilekleriniz için de ikinize teşekkür ederim =)
 
Altıncı bölüm ile devam ediyoruz. Dün bahsettiğim farklı bir şeyler deneme hususunu bu bölümle birlikte sunuyorum. Bölümleri artık ve resimsiz olarak yayınlayacağım. Hangisinden okumak isterseniz, onunla okuyabilirsiniz. Seçim sizlere ait.

Keyifli okumalar.

qdtcw.jpg
- Bölüm VI -
Güvercinlerin Fısıltısı


Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Ayıldığı zaman duyduğu idam sözcüğü ne kulaklarından gidiyor, ne de gözlerini kapattırıyordu. Zindanın soğuk taş zeminine uzanmış, tavana bakıyordu. Kapanmayan gözleri ve geçmeyen gece daha çok moralini bozuyor, neden burada tutulduğunu düşünüyordu. En son hatırladığı şeyler, Jelkala’ya geldikten sonra karşılaştığı han ve hana girdikten sonra beraber içki içtiği yabancıdan ibaretti. “Acaba çok mu sarhoş oldum? Eğer öyleyse bile, etrafta idam edilmemi gerektirecek ne yapmış olabilirim ki?” diyordu içinden.

Soğuk zeminde çok fazla kalmıştı. Soğuğa dayanamayan bağırsakları gurultularla geceye eşlik ediyordu. Sabah güneşi, tepedeki duvar boşluğundan tavana yansıyor, zindanın karanlığını  yavaşça azaltıyordu. Bütün gece kapanmayan gözleri, ışığın etraftaki karanlığı bastırmaya başlamasıyla Konen’in gece boyu kapanmayan göz kapaklarını tam tersi etkiliyordu. Gözleri neredeyse kapanacağı sırada kapıya doğru ilerleyen ayak sesleri kulaklarına geldi. Bir gözünü güçlükle açık tutup sese doğru kafasını çevirdi. Hücre kapısına kilidini sokan yabancı, hücrenin kapısını açtı. Halsizlikten başını kaldıramayan Konen, zar zor açıkta tutabildiği sağ gözüyle karşısına baktı. Kapıdan içeri giren yabancı, Konen’e yaklaşıp çenesini tuttu. Ağzını açtırıp dişlerine baktı.

“Sağlam görünüyor.  Ne güzel.”

“Kimsin?”

Yabancı, Konen’i ayağa kaldırdı. Kapıdan gelen iki kişi, Konen’in kollarına girip dışarıya çıkardılar. Fazla yürümeden zindanın çıkışına ulaştılar. Etraftaki cesetleri fark etti. Onu zindana tıkan kişiler burada yatanlarsa, yanındakiler kimdi? Diye düşünüyordu. Biraz ilerledikten sonra, ahşap bir kulenin yanına vardılar. Tanımadığı iki kişi daha yanlarına geliyordu.

“Şehirde durum nedir?” dedi yanındakilerden biri.
“Tüm giriş çıkışlar sakin. Herhangi bir kervan geçişi de görünmüyor. Dışarıya çıkabilmemiz için doğu kapısındaki muhafız subayına yüklü bir rüşvet verdik. Hızlıca orya ulaşırsak, hem fikrini değiştirmez, hem de yolumuza koyuluruz.”

“Pekala. Vakit kaybetmeden gidelim.”

Jelkala’nın kuytu sokaklarına girdiler. Gün henüz yeni aydınlanıyordu. Sokaklarda tek tük insanlar olsa da, fazla dikkat çekmemek için mesafeli bir şekilde ilerliyorlardı. Bu da dikkat çekmelerini zorlaştırıyordu. Jelkala’nın karışık yolları, sabah esintisiyle birlikte acı bir şarap kokusu yayıyordu tüm sokaklara. Gecelerin vazgeçilmezi şaraplar, sabahları mide bulandıran zehirden farksızdı.

Doğu kapısına ulaştılar. Rüşvet verdikleri subay, Konen ve yanındakileri durdurdu.

“Yolculuk nereye böyle, gezgin efendiler?”

Gruptan biri subaya cevap verdi. “Adı üstünde. Bizler gezgin insanlarız. Doğal olarak yeni bir yolculuğa, yeni bir zevke ilerliyoruz.”

Subay, grubun konuşan adamına yaklaştı. Elini omzuna attı. “Anlıyorum. Gezgin olmak da zor olsa gerek.”

Subayın tavırlarını beğenmemişti. “Bizler bunun için yaşıyoruz. Doğal olarak da gezmeye alışkınız. Gezmezsek hayat damarımız kesilir, ölürüz.”

Adamın sözleri, subayın yüzünde kirli bir gülümseme belirtti. “Haklısınız tabii. Sizler çok “doğal” olarak gezmeye, eğlenmeye, zevke, şehvete dayalı bir hayat sürüyorsunuz. Ah. Bizler de koca koca şehir kapılarında sürünüyoruz.”

Daha fazla oyalanarak dikkat çekmek istemiyorlardı. Gruptan birisi öne atıldı. “Ne derler bilirsiniz. Zevklerin ve görevlerin için öl; Ama asla pişman olma. Gitmemiz için bir mahsur var mıdır? Yolumuz her zaman ki gibi uzun, yorucu.”

Omzuna dayadığı eliyle birkaç kez onaylar bir hareketle vurdu. “Tabii. Sizi alıkoymayalım. Muhafızlar! Yolu açın.”

Teşekkürler mahiyetinde kafasını yavaşça eğip şehir kapısından dışarı çıktılar. Konen’in bilinci kendine geliyor gibiydi. Uykusuzluğun verdiği sersemlik, yürüdükçe açılmıştı. Kafasına giydirdikleri kaşkol yüzünden etrafına bakamıyordu. Kafasını geriye yaslayıp kaşkolü attı, arkasına baktı. Kapıdaki subay ile göz göze geldiler. Subayın sırıtan yüz ifadesi bir anda değişti. Gözlerini kısıp iyice baktı. Konen’i tanıyordu.

“Muhafızlar! Gezginleri yakalayın!”

Gruptakiler bu sesle irkildiler. Konen fark edilmişti. Şehir kapısı ile aralarında yüz metreye yakın mesafe vardı. “Koşun!” diye bağırdı grup lideri. Konen’in koluna girip hızlıca uzaklaşmaya başladılar. Muhafızlar tam enselerindeydi.

“Sakın dağılmayın. Onu da sıkı tutun.”

“Ne tarafa gideceğiz?”

“Prezzar nehrinin karşısına.”

“Ne? Yolumuz orası değil. Gemi batıda bekliyor.”

“Başka çaremiz yok. Nehri geçip kuzey dağlarında izimizi kaybettireceğiz. Buvran’a gidersek, muhafızlar bizi anında yakalar.”

“Şu an da farksız sayılmaz.”

“Konuşma, koş!”

Prezzar köprüsüne ulaşmaları gerekiyordu. Fakat muhafızlar arayı kapatmıştı. Soluklanmalıydılar, takatleri kalmamıştı. Konen daha fazla ilerleyemiyordu. Yaslandığı koldan sıyrılıp olduğu yere yığıldı. Muhafızlar, Konen ve diğerlerini kıstırdı. Bir tarafta muhafızlar, bir tarafta gezginler, ortada duran Konen’in etrafını sardılar. Muhafızlar mızraklarıyla Konen’e ilerlediler. Gezginler de cübbelerinin içinden silahlarını çıkardılar. Şişman görünümlü gezgin, cübbesini açıp karnına bağlı ikiye bölünmüş bir yay çıkardı. İki parçayı da yapboz oynar gibi birleştiren gezgin, kocaman bir yay oluşturdu. Belindeki düzinelerce oklardan iki tane aldı, yayını gerdi. Muhafızların şaşkın bakışları arasında oklarını fırlattı. Muhafızlardan ikisi yere yığılmıştı.

Muhafızların başındaki subay çıldırdı. “Şu piçi yakalayın. Geri kalanlarını da öldürün!”

Muhafızlar tüm güçleriyle saldırıya geçtiler. Kambur görünümlü gezgin, cübbesini üstünden attı. Sırtında beline kemerle bağlanmış koca bir balyoz vardı. Balyozu sırtından atıp eline aldı. Üzerine mızrağıyla koşarak gelen muhafızın mızrağını tekmeleyip dengesini bozdurdu. Ardından tüm gücüyle muhafıza ölümcül bir balyoz darbesi indirdi. Arkasından gelen diğer muhafızın akıbeti de farklı olmadı. Minyon vücuduna rağmen, kuvvetli kolları sayesinde balyozunu rahatça savuruyordu.

Gezgin grubun lideri, cübbesinin içinden çıkardığı iki uzun kılıçla muhafızlara karşı dövüşüyordu. Konen’e ulaştılar. Muhafızların sayısı giderek azalıyordu. Geriye subay ve birkaç kapı muhafız kalmıştı. Subay panikle şehre doğru kaçmaya başladı. Muhafızlardan birisi, elindeki mızrağını tüm gücüyle Konen’e saplamaya çalıştı. Konen yerde yuvarlanıp muhafıza çelme atarak yere düşürdü. Düşen mızrağı kavradı, tüm gücüyle muhafızın karnına sapladı. Kalan muhafızlar, subayın da kaçmasıyla birlikte arkalarına bile bakmadan oradan uzaklaşmaya başladılar.

Konen ayağa kalkıp üstünü silkeledi. Grup lideri yanına yaklaştı. “Güzel hareketti.” Tebessüm edip Konen’in omzuna vurdu.

“Prezzar’dan mı geçeceğiz?” dedi gezginlerden biri.

“Hayır. Planımız değişti. Daha doğrusu, değişen plan eskisine döndü.”

“O zaman, Buvran’a?”

“Evet. Oyalanmıyoruz, dinlenmiyoruz. Çok zorlu bir gün ve gecemiz var. En azından onun için öyle olacağı kesin.”

Konen ile göz göze geldiler. “Gözlerindeki merakı okuyorum. Ama sabret. Zaten konuşmak için uzunca vaktimiz olacak. Sadece yola odaklan.”

Daha fazla oyalanmamaları gerekiyordu. Öğlen olmadan Jelkala’nın surlarından uzaklaşıp, Buvran’a doğru yola koyuldular.

* * *

Bir gün süren yolculuktan sonra Buvran’a vardılar. Epey yorgunlardı. Özellikle de Konen. İki gündür uykusuz oluşu ve bu iki günde yaşadığı şeyler gücünü tamamen tüketmişti. Buvran’da onları bir kadın karşıladı.

“Sefalar getirdiniz. Sizi daha erken bekliyorduk. Başınıza bir iş mi geldi?”

“Gemi hala burada mı?”

“Ah, evet. Zor oldu ama bekletebildim. Tabii bu biraz tuzlu oldu benim için.”

Kadının gözlerindeki alıcı tavırlarının farkında olan gezgin, cübbesinin içinden büyük bir para kesesi çıkarıp kadına fırlattı. Kadının nazlı surat ifadesi hemen değişti.

“Aman efendim. Burada fazla var gibi?”

Kadını omzundan kenara itip “Kalanını da bizim için indirim yaparsın daha sonra.”

Kadın, gruptakilerin önünden çekildi. Konen ve diğerleri gemiye ilerlediler. Gemiye varıp içine girdiler. Konen geminin kamarasına girip gördüğü ilk yatağa uzandı. Kılını bile kıpırdatmadan, ölü gibi saatlerce uyudu.

* * *

Vücudu demir gibi sert, koca bir kaya gibi ağırdı. Vücudunu döndürdü. Gözlerini ovalayıp açtığında nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Hışımla yerinden kalkıp etrafa bakındı. Ufak bir odadaydı. Kapısız, geniş bir çıkışı vardı. Oradan çıkıp gördüğü ilk merdivenlere çıktı. Yukarıya çıktığında etrafında koca bir okyanus görüyordu. Bir gemide olduğunu şimdi fark etmişti. Dün neler olduğunu hatırlamaya başlamıştı. Fakat burada olmaması gerekiyordu. Hakber ondan Praven’e gitmesini ve dönene kadar orada beklemesini istemişti. Dün onu hapishaneden çıkaran adamları arıyordu. Güvertenin arka tarafındaydı, kimse yoktu. Geminin ön tarafına doğru gidip oraya bakındı. Birkaç kişi güvertedeydi. Yanlarına vardı.

“Bu gemi nereye gidiyor?”

Güvertenin zemininde oturan adam, elini alnına götürüp güneşin gelmesini engellemeye çalıştı. Tek gözü kısık halde Konen’e baktı.

“Konuşman gereken kişi ben değilim. Şuraya gideceksin. O’na.”

Eliyle geminin en ucunda denize bakan adamı gösterdi. Konen, gösterdiği adamın yanına gitti. Yanına yaklaştığında kim olduğunu tanımıştı. Dün onu kurtaran adamlardan biriydi. Hafif esmer tenli, sakallarında seyrek ağartıları olan, dağınık ve kirli saçları okyanus esintisinde bile dağılmayan bir görünüşü vardı. O cübbesinin içerisine sığdırdığı iki büyük kılıcı üstünde yoktu. Geminin güvertesinde dalgın dalgın okyanusu süzüyordu.

Konen, kendisini fark etmediğini ya da görmezden geldiğini düşündü. Elini adamın omzuna attı.

“Kimsin ve nereye gidiyoruz?”

Adam, Konen’i gerçekten de fark etmemiş gibiydi. Omzundaki eli gördü. Konen’in bileğinden tutup yavaşça yere indirdi.

“Beni pek umursamıyor olabilirsin. Fakat hiç değilse, kim olduğunu söyle.”

Konen’e bakıp gülümsedi. “Ne o? Birini mi bekliyordun, Konen?”

Şaşırdı. Adını nereden biliyordu? Kim olabilirdi?

“Adımı nasıl öğrendin? Beni tanıyor musun?”

Konen’in omuzlarına elini yaslayıp “Jelkala’nın güvercinleri söyledi.”

“Kelime oyunları için vaktim yok. Zaten bu gemiden başka gidecek yerim de.” Güvertenin korkuluğuna vurup “Kahretsin…” dedi.

“Ve o güvercinler dedi ki; Konen’in başı belada. Git, yardım et.”

Konen iyice afalladı. “Nasıl yani?”

“Sen, beni bulmak için yola çıktın. Fakat tesadüfe bak ki, ben seni buldum. Ben, Ardin’im.”

Suratındaki öfke dolu ifade düştü. Karşısındaki, Hakber’in bulmasını istediği kişi, Ardin’di.

“Ama bu nasıl oldu? Sen gerçekten de, Ardin misin?”

“Evet. Praven’de değildim. Seni bulmam ise tam bir mucize oldu. Hakber amcanın kolu her yerdedir. İsterdim ki daha iyi bir karşılama olsaydı ikimiz için de.”

ARdin, Konen’i kolları arasına alıp sırtını sıvazladı.

“Peki, Praven’e gitmiyorsak nereye gidiyoruz?”

Ardin, okyanusa derin derin bakıp iç çekti.

“Tahmin edemeyeceğin bir yere. Hayalet Kral’ın yanına…”
 
vay ben niye görmemişim bu konuyu acaba? En baştan okumam gerekecek bi kaç günlük işim var o zaman =)
 
Bugün başladım, hiç ara vermeden bitirdim hepsini. Neden daha önce keşfetmemişim? Yeni bölümleri bekliyorum.

Edit: Normal bir roman okumuş gibi oldum. Yazarlık yeteneği var sende, bunu değerlendir derim
 
Back
Top Bottom