Sancar Han'dan aldığım komutanlık mühründen devletin ileri gelenleri haberdar olacaktı. Her ne kadar bu başlangıç gibi görünse de devamı muhakkak gelecekti. En azından ben öyle umuyordum. Sancar'a bağlılıklarımızı tekrar bildirerek huzurundan ayrıldık. Saray koridorlarında yürürken muhafızlardan birinin söyledikleri olduğum yerde durmamı sağladı.
-"Komutan Gaddar! Lütfen ardımdan geliniz."
Muhafızın ne demek istediğini anlamıştım. Koskoca hanlığın komutanı, eski püskü bozkır kıyafetleriyle nökerlere komutanlık edecek değildi. Muhafızın ardından yürümeye başladım. Bu sırada yoldaşlarıma da beni saray dışında beklemelerini söyledim. Saray muhafızı tahmin ettiğim gibi yalnızca rütbelilerin giymesine izin verilen zırhı ve miğferi bana takdim etti.
Yeni zırhımı özenle giydim. Miğferi ise sağ kolumun altına aldım. Zira kapalı mekânda miğfer giymek edebe aykırıydı.
Bundan sonra muhafız, ardından ayrılmamam gerektiğini bildirdi. Büyük bir heyecanla kendisini takip etmeye devam ettim. Attığım her adımda heyecanım artıyor, aynı zamanda yürüdüğümüz yolun nereye vardığını tahmin etmeye çalışıyordum.
Bir müddet sonra sarayın koridorları bana yabancı gelmeye başlamıştı. Yürüdüğümüz yolda kulağımı tırmalayan iki şey vardı. Bunlardan biri ayak seslerimiz, diğeri ise duvarda belli aralıklarla sıralanmış meşalelerin insanı ıssızlığa sürükleyen yırtıcı sesleriydi.
Nereye gittiğimizi gerçekten kestiremiyordum. Bir anda kendimi hayallerde bulmuştum. Sancar'ın beni tuzağa düşürdüğünü, beni aslında zindana gönderdiğini düşündüm. Hayır, hayır... Bu olamazdı. Bunu yapmak isteseydi tek bir emriyle yapabilirdi. Neticede sarayda dört kişiydik. Onca nöker arasından sıyrılıp kaçamazdık. Neyse ki zihnimi bulandıran bu düşünceler kısa sürede yerini özgüvene bırakmıştı. Bu özgüvenin sebebi belliydi:
-"Komutanım! Birazdan gizli bir geçitten geçeceğiz. Lütfen bu meşaleyi elinize alın. Zira geçit zifiri karanlık."
Bu sözlerin sahibi deminden beri arkasından yürüdüğüm muhafızdı. Bana bu şekilde hitap etmesi gururumu okşamıştı. Kendime geldim ve muhafızın bana uzattığı meşaleyi elime aldım. Biraz yürüdükten sonra karşımıza demir parmaklıkları olan genişçe bir kapı çıktı. Sanırım gittiğimiz yer devletin gizli sırlarının bulunduğu bir hücreydi. Burada devletin sırlarını öğrenecektim. Sonrasında devlet adına başka ülkelerde casuslukta bulunacaktım. Bir dakika... Yine hayallere dalmıştım. Ben bir casus değildim. Sadece Tulga civarındaki haydutları avlamak için vazifelendirilmiş basit bir askerdim.
Muhafız zincirlerle bağlanmış olan kapıyı açtı. Onun az önce bahsettiği zifiri karanlık buradan itibaren başlıyordu. Bir yandan elimizdeki meşalelerle yolumuzu bulurken diğer yandan muhafıza sorular sormaya başlamıştım:
-"Nereye gidiyoruz?"
-"Biraz daha sabredin komutanım."
Biraz daha sabretmeye mecburdum. Muhafıza birkaç soru daha sorduktan sonra onun ketum biri olduğunu anladım. Yürümeye devam ettik. İşte beklediğim an gelmişti. Bir ışık göründü. Bu ışık, karanlığa alışmış buğulu gözlerimi kamaştırmaya yetmişti. Gördüğümüz bu aydınlığa yaklaşırken işittiğim sesler yüzümde tebessüm oluşturmuştu.
"Uh! Uh! Uh!"
Bu sesler bana bir yerden tanıdık geliyordu. Bu sesleri daha evvel yoldaşlarımla Peshmi Köyü civarında duymuştuk. Sancar'ın oğlu Altar nökerleriyle bizi yolda durdurmuştu. Nökerlerin çıkardığı sesler de aynen bu şekildeydi. Biraz sonra gördüğüm manzara tüylerimi diken diken etti.
Ellerinde tuğlar, kargılar, kılıçlar, kalkanlar bulunan yiğit nökerler talim yapıyordu. Atların kişneyişleri yeri göğü inletiyordu. Böyle büyük bir orduyu daha evvel görmemiştim.
Meğerse sarayın gizli bir bölümünde Kergit ordularının talim alanı varmış. Biz ise bu nökerleri tepeden seyretme fırsatı buluyorduk. Tam bu esnada muhafız bağırdı:
"Nökerler!"
Nökerler oldukları yerde durdular. Bir anda hepsi hizaya geçip saray muhafızını dinlemeye koyuldular.
"Yeni komutanımız Hırçın Noyan oğlu Gaddar sizleri selamlamaya geldi."
Demek ki babamın namı hâlâ geçerliliğini koruyordu. Bu durum, Sancar'ın meşruiyet kazanmak için haksızca öldürdüğü eski devlet adamlarının ordu üstündeki tesirine müdahale etmediğini gösteriyordu.
Bu sözlerin ardından muhafız bana dönerek şöyle dedi:
-"Sancar Han'ın emriyle nökerlerden otuz tanesini himayeniz altına alacaksınız komutanım. Şimdi nökerlere kendinizi tanıtabilirsiniz."
-"Sağ ol muhafız."
Herkesin dikkati benim üstümdeydi. Dilimden dökülecek kelimeler oldukça mühimdi.
-"Yiğit nökerler! Ben ki, Hırçın Noyan oğlu Gaddar!
Sancar Han'ın buyruğuyla, Kalradya'nın asil nökerleriyle birlikte diyarlar fethetmeye geldim."
-"Çok yaşa Komutan Gaddar! Çok yaşa Komutan Gaddar!"
Bulunduğumuz yerden talim alanına inen bir merdiven vardı. Konuşmamı yaptıktan sonra talim alanına indim. Kendime otuz yiğit savaşçı seçtim. Bu savaşçılarla birlikte görev başına geçmek için saraydan ayrıldım.
Atlarımızın üstünde şehir meydanına doğru ilerlemeye başladık. Yoldaşlarım yanımda, yiğit nökerler ardımda ağır ağır ilerliyorduk. Tabi bundan başka Hancıbey'e biat eden ordudan bağımsız nökerler de vardı. Onları da yanımıza almaya karar verdik. Yaklaşık kırk kırk beş kişilik bir ekip olmuştuk. Artık dağlar bizimdi. Yoldan geçen kervanlar bize selam verecekti. Haydutlar o kokuşmuş dillerini keskin kılıçlarımıza uzatacaktı. Her şey istediğim gibi gidiyordu. Şehir meydanına geldiğimizde Kargılı şöyle dedi:
-"Noyanlığa giden ilk adım komutan olmaktır. Sen de bunu başardın yüce komutanım."
-"Sen dur. Bak ben daha neler yapacağım Kargılı."
Yapacağım şey belliydi. Sancar'ın sarayını, ordusunu, emrindeki hatunlarını ilmek ilmek kendime bağlayacaktım. Vakti geldiğinde öyle şeyler yapacaktım ki, Kergit halkı ızdırabı kendilerine reva gören Sancar'ın feryatlarından memnun olurken, Sancar'ın yumuşak başlılığını fırsat bilip devletimizin sınırlarında at koşturan komşu devletler başıma üşüşecekti. İçimdeki acımasız ruh, makamı, mevkiyi, rütbeyi gördükçe kabaracaktı. Kabardıkça etrafına ateşler saçacaktı. Bu ateşten nasibini almayan talihli kişiler, çok sevdiğim halkım ve yiğit nökerlerim olacaktı. Kalradya'nın efendisi de yüce halkım olacaktı. Herkes halkımın refahı için çalışacaktı. Diğer halklar benim için atımın nallarına kurban olacaktı ya da ben öyle sanacaktım.
Şimdi geriye aklımdaki tek sorunun cevabını bulmak kaldı. Sancar'ın yanındaki yiğit kimdi? Altar'ın ağabeyi olduğuna kanaat getirmiştim. Ama ne Altar'a ne de Sancar'a benzemiyordu. Hancıbey'e sordum:
-"Hancıbey, Sancar'ın yanındakini tanıyor muydun?"
-"Tanırım komutanım. Kendisi Komutan Beyrek'tir. Şu daha önce de bahsettiğim ordu komutanıdır."
Şimdi taşlar yerine oturmuştu. O yiğit, yüce Kergit ordusunun komutanıydı demek. Kendisi hedeflerime giden en büyük basamak olacaktı. Ordunun kalbine giden yol Komutan Beyrek'in kellesinden geçecekti. Onunla ilgili yapacağımız tertibi sonra düşünecektik. Şimdi yapılacak tek şey görevimizi hakkıyla yerine getirmekti. Hancıbey benden müsaade istedi ve ekmek teknesine döndü. Yoldaşlarım ve arkamızdan gelen yiğit nökerlerle atlarımızı şehir dışına sürdük. Haydutların kabusu olmaya gidiyorduk. Atlarımızı uçsuz bucaksız bozkırlara sürerken attığımız naralar arşı titretiyordu.
Akşam üstüydü. Hava biraz sonra kararacaktı. Tulga'nın civarında kendimize bulduğumuz bir mağarada avladığımız hayvanlarla karnımızı doyurduk. Haydutlar daha çok şafak vakti ortaya çıkıyordu. Bu namussuzlar, kervanları yağmalamayı kendileri için şeref sayıyorlardı. Bariyye'de ikâmet ederken çöl haramileriyle haşır neşirdim. Ama ilk önceleri bozkır haydutları hakkında fazla bir bilgim yoktu. Yanımda Kurtbaş ve Kargılı gibi tecrübe timsali adamlar olduğu için çok da fazla endişelenmiyordum.
Geceyi bulunduğumuz mağarada geçirdik. Bu mağaranın çevresi bodur ağaçlarla kaplıydı. Dışarıdan bakan kimse mağaranın girişini kolay kolay göremezdi. Esasen bu gizlilik abidesi ve içi de bayağı geniş olan mağaraya bizi getiren kişi nökerlerden biriydi. Bu nökere arkadaşları kısaca "İzcili" diyordu. Sebebi ise izcilik yeteneğinin çok iyi olmasıydı. İzcili, nökerler arasında boyu en ufak olan biriydi. Boyunun kısa olması bazen arkadaşları arasında dalga konusu oluyordu. Ama iş güreşmeye gelince onu yenebilen kimse çıkmıyordu. Bunu hep beraber içinde bulunduğumuz bu büyük mağarada müşahede etmiştik. Canları sıkılan nökerler benden izin alıp İzcili ile sırayla güreş tutmuştu. Tabi İzcili'nin o kısacık boyuyla dev gibi adamları alaşağı etmesi beni de oldukça eğlendiriyordu. Nökerlerimden yaklaşık yirmi beşi dağlarda haydut avına çıkmıştı. On tanesi etrafı gözetliyordu. Geriye kalan biz ise mağarada sohbet ediyorduk. Derken bir çığlık sesi kulaklarımızda yankılandı. Bu ses bir kadına aitti. Sesi duymamızla mağaradan dışarıya fırlamamız bir oldu.
Dışarıya çıktığımızda onlarca haydutun mağaranın etrafını kuşattığını gördük. Nihayet eğlence başlıyordu. Biz yaklaşık on beş kişiydik. Haydutlar bizim iki katımız kadardı. Kafamı sağ tarafa çevirdiğimde gördüklerim beni dumura uğratmıştı. Selenge Hatun...
Haydutlar Sancar Han'ın kızı Selenge Hatun'u ve yanındaki nökerleri esir almışlardı. Selenge'nin burada ne işi vardı? Bu soruyu kendime soracak vaktim yoktu. Gür bir sesle bağırdım:
-"Bre ırz düşmanları. Sizin haddiniz midir Sancar Han'ın kızını tutsak etmek?"
Haydutlardan biri atıldı:
-"Şimdi seni de tutsak edecez gebeş oğlan!"
Bu hakaret iliklerimi titretmişti. Askerlerimin önünde böyle bir hakarete maruz kalmak beni çileden çıkarmıştı.
-"Öyle mi koçum? Şimdi senin o pislik başını, yavşak bedeninden ayıracam! Saldırın yiğitler!"
Askerlerim haydutların üzerine davrandı. Biz de geri durmadık tabi. Kurtbaş bir tarafta, Kargılı bir tarafta, ben bir tarafta...
Sırayla haydutların leşlerini yerlere seriyorduk. Öyle ki, Selenge'nin varlığını bile unutmuştuk.
Derken gözlerimin kararmasına sebep olan o şiddetli acıyı omzumda hissetmiştim.
"Tak!"
Haydutlardan biri omzumu okla vurmuştu. Uzun süredir yara almayan vücudum, bu ok darbesine takat getiremiyordu. Acı içinde yüzümü buruşturdum. Biraz da ağlamaklı oldum. Ama ağlayamazdım, Selenge bana bakarken asla!
Acımı içime gömdüm ve oku vücudumdan çıkararak haydutlarla cenk etmeye devam ettim.
Haydutlardan biri zincirlerle bağladıkları esirlerin arasından Selenge'yi çekip çıkardı. Hançerini Selenge'nin boğazına dayadı. Bu sırada haydut avına çıkmış olan nökerler de geri dönmüştü. Artık ekibimiz tamamlanmıştı. Şimdi bizi azınlıkta görüp saldırmaya yeltenen haydutlar düşünecekti.
Aslanlar gibi savaşarak haydutların birçoğunu telef ettik. Geriye kalanlar ise Selenge'nin boğazına hançer dayayan haydutun yanına kadar geriledi. Selenge ağlıyordu. Ben de bir taraftan omzuma aldığım darbenin acısını içimde yaşıyordum.
-"Yaklaşmayın kız ölür!"
Kargılı:
-"Ulan hergele, kız ölürse siz yaşayacak mısınız?"
-"Yaklaşmayın dedim."
Haydut şaka yapar gibi görünmüyordu. En ufak bir hareketimiz kızın hayatına mal olabilirdi. Söze girdim:
-"Kızı bırak, beni al. Ben işinize yararım ama kız yaramaz."
-"Sen de kimsin be? Koskoca hükümdarın kızı varken sana mı kaldık?"
Bu iş böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...
Okçu nökerlerime emir verdim:
-"Okçular, nişan al!"
Bu sırada ben de omzuma aldığım yaraya rağmen elimdeki okla tam Selenge'nin arkasındaki hayduta nişan aldım.
Haydutlardan biri kendi canını düşünüp dile geldi:
-"Bırak ulan kızı öldürtecek misin bizi?"
Hançeri tutan ahmağın arkadaşıyla laf dalaşına girerken dikkati dağıldı. Fırsattan istifade edip emrimi verdim:
-"Şimdi!"
Okçuların atışları tam isabetti. Ben de hançerli haydutu tam alnından vurmuştum. Selenge sayemde kurtulmuştu. Bundan sonra neler olacağına Sancar Han karar verecekti.
-"Komutan Gaddar! Lütfen ardımdan geliniz."
Muhafızın ne demek istediğini anlamıştım. Koskoca hanlığın komutanı, eski püskü bozkır kıyafetleriyle nökerlere komutanlık edecek değildi. Muhafızın ardından yürümeye başladım. Bu sırada yoldaşlarıma da beni saray dışında beklemelerini söyledim. Saray muhafızı tahmin ettiğim gibi yalnızca rütbelilerin giymesine izin verilen zırhı ve miğferi bana takdim etti.
Yeni zırhımı özenle giydim. Miğferi ise sağ kolumun altına aldım. Zira kapalı mekânda miğfer giymek edebe aykırıydı.
Bundan sonra muhafız, ardından ayrılmamam gerektiğini bildirdi. Büyük bir heyecanla kendisini takip etmeye devam ettim. Attığım her adımda heyecanım artıyor, aynı zamanda yürüdüğümüz yolun nereye vardığını tahmin etmeye çalışıyordum.
Bir müddet sonra sarayın koridorları bana yabancı gelmeye başlamıştı. Yürüdüğümüz yolda kulağımı tırmalayan iki şey vardı. Bunlardan biri ayak seslerimiz, diğeri ise duvarda belli aralıklarla sıralanmış meşalelerin insanı ıssızlığa sürükleyen yırtıcı sesleriydi.
Nereye gittiğimizi gerçekten kestiremiyordum. Bir anda kendimi hayallerde bulmuştum. Sancar'ın beni tuzağa düşürdüğünü, beni aslında zindana gönderdiğini düşündüm. Hayır, hayır... Bu olamazdı. Bunu yapmak isteseydi tek bir emriyle yapabilirdi. Neticede sarayda dört kişiydik. Onca nöker arasından sıyrılıp kaçamazdık. Neyse ki zihnimi bulandıran bu düşünceler kısa sürede yerini özgüvene bırakmıştı. Bu özgüvenin sebebi belliydi:
-"Komutanım! Birazdan gizli bir geçitten geçeceğiz. Lütfen bu meşaleyi elinize alın. Zira geçit zifiri karanlık."
Bu sözlerin sahibi deminden beri arkasından yürüdüğüm muhafızdı. Bana bu şekilde hitap etmesi gururumu okşamıştı. Kendime geldim ve muhafızın bana uzattığı meşaleyi elime aldım. Biraz yürüdükten sonra karşımıza demir parmaklıkları olan genişçe bir kapı çıktı. Sanırım gittiğimiz yer devletin gizli sırlarının bulunduğu bir hücreydi. Burada devletin sırlarını öğrenecektim. Sonrasında devlet adına başka ülkelerde casuslukta bulunacaktım. Bir dakika... Yine hayallere dalmıştım. Ben bir casus değildim. Sadece Tulga civarındaki haydutları avlamak için vazifelendirilmiş basit bir askerdim.
Muhafız zincirlerle bağlanmış olan kapıyı açtı. Onun az önce bahsettiği zifiri karanlık buradan itibaren başlıyordu. Bir yandan elimizdeki meşalelerle yolumuzu bulurken diğer yandan muhafıza sorular sormaya başlamıştım:
-"Nereye gidiyoruz?"
-"Biraz daha sabredin komutanım."
Biraz daha sabretmeye mecburdum. Muhafıza birkaç soru daha sorduktan sonra onun ketum biri olduğunu anladım. Yürümeye devam ettik. İşte beklediğim an gelmişti. Bir ışık göründü. Bu ışık, karanlığa alışmış buğulu gözlerimi kamaştırmaya yetmişti. Gördüğümüz bu aydınlığa yaklaşırken işittiğim sesler yüzümde tebessüm oluşturmuştu.
"Uh! Uh! Uh!"
Bu sesler bana bir yerden tanıdık geliyordu. Bu sesleri daha evvel yoldaşlarımla Peshmi Köyü civarında duymuştuk. Sancar'ın oğlu Altar nökerleriyle bizi yolda durdurmuştu. Nökerlerin çıkardığı sesler de aynen bu şekildeydi. Biraz sonra gördüğüm manzara tüylerimi diken diken etti.
Ellerinde tuğlar, kargılar, kılıçlar, kalkanlar bulunan yiğit nökerler talim yapıyordu. Atların kişneyişleri yeri göğü inletiyordu. Böyle büyük bir orduyu daha evvel görmemiştim.
Meğerse sarayın gizli bir bölümünde Kergit ordularının talim alanı varmış. Biz ise bu nökerleri tepeden seyretme fırsatı buluyorduk. Tam bu esnada muhafız bağırdı:
"Nökerler!"
Nökerler oldukları yerde durdular. Bir anda hepsi hizaya geçip saray muhafızını dinlemeye koyuldular.
"Yeni komutanımız Hırçın Noyan oğlu Gaddar sizleri selamlamaya geldi."
Demek ki babamın namı hâlâ geçerliliğini koruyordu. Bu durum, Sancar'ın meşruiyet kazanmak için haksızca öldürdüğü eski devlet adamlarının ordu üstündeki tesirine müdahale etmediğini gösteriyordu.
Bu sözlerin ardından muhafız bana dönerek şöyle dedi:
-"Sancar Han'ın emriyle nökerlerden otuz tanesini himayeniz altına alacaksınız komutanım. Şimdi nökerlere kendinizi tanıtabilirsiniz."
-"Sağ ol muhafız."
Herkesin dikkati benim üstümdeydi. Dilimden dökülecek kelimeler oldukça mühimdi.
-"Yiğit nökerler! Ben ki, Hırçın Noyan oğlu Gaddar!
Sancar Han'ın buyruğuyla, Kalradya'nın asil nökerleriyle birlikte diyarlar fethetmeye geldim."
-"Çok yaşa Komutan Gaddar! Çok yaşa Komutan Gaddar!"
Bulunduğumuz yerden talim alanına inen bir merdiven vardı. Konuşmamı yaptıktan sonra talim alanına indim. Kendime otuz yiğit savaşçı seçtim. Bu savaşçılarla birlikte görev başına geçmek için saraydan ayrıldım.
Atlarımızın üstünde şehir meydanına doğru ilerlemeye başladık. Yoldaşlarım yanımda, yiğit nökerler ardımda ağır ağır ilerliyorduk. Tabi bundan başka Hancıbey'e biat eden ordudan bağımsız nökerler de vardı. Onları da yanımıza almaya karar verdik. Yaklaşık kırk kırk beş kişilik bir ekip olmuştuk. Artık dağlar bizimdi. Yoldan geçen kervanlar bize selam verecekti. Haydutlar o kokuşmuş dillerini keskin kılıçlarımıza uzatacaktı. Her şey istediğim gibi gidiyordu. Şehir meydanına geldiğimizde Kargılı şöyle dedi:
-"Noyanlığa giden ilk adım komutan olmaktır. Sen de bunu başardın yüce komutanım."
-"Sen dur. Bak ben daha neler yapacağım Kargılı."
Yapacağım şey belliydi. Sancar'ın sarayını, ordusunu, emrindeki hatunlarını ilmek ilmek kendime bağlayacaktım. Vakti geldiğinde öyle şeyler yapacaktım ki, Kergit halkı ızdırabı kendilerine reva gören Sancar'ın feryatlarından memnun olurken, Sancar'ın yumuşak başlılığını fırsat bilip devletimizin sınırlarında at koşturan komşu devletler başıma üşüşecekti. İçimdeki acımasız ruh, makamı, mevkiyi, rütbeyi gördükçe kabaracaktı. Kabardıkça etrafına ateşler saçacaktı. Bu ateşten nasibini almayan talihli kişiler, çok sevdiğim halkım ve yiğit nökerlerim olacaktı. Kalradya'nın efendisi de yüce halkım olacaktı. Herkes halkımın refahı için çalışacaktı. Diğer halklar benim için atımın nallarına kurban olacaktı ya da ben öyle sanacaktım.
Şimdi geriye aklımdaki tek sorunun cevabını bulmak kaldı. Sancar'ın yanındaki yiğit kimdi? Altar'ın ağabeyi olduğuna kanaat getirmiştim. Ama ne Altar'a ne de Sancar'a benzemiyordu. Hancıbey'e sordum:
-"Hancıbey, Sancar'ın yanındakini tanıyor muydun?"
-"Tanırım komutanım. Kendisi Komutan Beyrek'tir. Şu daha önce de bahsettiğim ordu komutanıdır."
Şimdi taşlar yerine oturmuştu. O yiğit, yüce Kergit ordusunun komutanıydı demek. Kendisi hedeflerime giden en büyük basamak olacaktı. Ordunun kalbine giden yol Komutan Beyrek'in kellesinden geçecekti. Onunla ilgili yapacağımız tertibi sonra düşünecektik. Şimdi yapılacak tek şey görevimizi hakkıyla yerine getirmekti. Hancıbey benden müsaade istedi ve ekmek teknesine döndü. Yoldaşlarım ve arkamızdan gelen yiğit nökerlerle atlarımızı şehir dışına sürdük. Haydutların kabusu olmaya gidiyorduk. Atlarımızı uçsuz bucaksız bozkırlara sürerken attığımız naralar arşı titretiyordu.
Akşam üstüydü. Hava biraz sonra kararacaktı. Tulga'nın civarında kendimize bulduğumuz bir mağarada avladığımız hayvanlarla karnımızı doyurduk. Haydutlar daha çok şafak vakti ortaya çıkıyordu. Bu namussuzlar, kervanları yağmalamayı kendileri için şeref sayıyorlardı. Bariyye'de ikâmet ederken çöl haramileriyle haşır neşirdim. Ama ilk önceleri bozkır haydutları hakkında fazla bir bilgim yoktu. Yanımda Kurtbaş ve Kargılı gibi tecrübe timsali adamlar olduğu için çok da fazla endişelenmiyordum.
Geceyi bulunduğumuz mağarada geçirdik. Bu mağaranın çevresi bodur ağaçlarla kaplıydı. Dışarıdan bakan kimse mağaranın girişini kolay kolay göremezdi. Esasen bu gizlilik abidesi ve içi de bayağı geniş olan mağaraya bizi getiren kişi nökerlerden biriydi. Bu nökere arkadaşları kısaca "İzcili" diyordu. Sebebi ise izcilik yeteneğinin çok iyi olmasıydı. İzcili, nökerler arasında boyu en ufak olan biriydi. Boyunun kısa olması bazen arkadaşları arasında dalga konusu oluyordu. Ama iş güreşmeye gelince onu yenebilen kimse çıkmıyordu. Bunu hep beraber içinde bulunduğumuz bu büyük mağarada müşahede etmiştik. Canları sıkılan nökerler benden izin alıp İzcili ile sırayla güreş tutmuştu. Tabi İzcili'nin o kısacık boyuyla dev gibi adamları alaşağı etmesi beni de oldukça eğlendiriyordu. Nökerlerimden yaklaşık yirmi beşi dağlarda haydut avına çıkmıştı. On tanesi etrafı gözetliyordu. Geriye kalan biz ise mağarada sohbet ediyorduk. Derken bir çığlık sesi kulaklarımızda yankılandı. Bu ses bir kadına aitti. Sesi duymamızla mağaradan dışarıya fırlamamız bir oldu.
Dışarıya çıktığımızda onlarca haydutun mağaranın etrafını kuşattığını gördük. Nihayet eğlence başlıyordu. Biz yaklaşık on beş kişiydik. Haydutlar bizim iki katımız kadardı. Kafamı sağ tarafa çevirdiğimde gördüklerim beni dumura uğratmıştı. Selenge Hatun...
Haydutlar Sancar Han'ın kızı Selenge Hatun'u ve yanındaki nökerleri esir almışlardı. Selenge'nin burada ne işi vardı? Bu soruyu kendime soracak vaktim yoktu. Gür bir sesle bağırdım:
-"Bre ırz düşmanları. Sizin haddiniz midir Sancar Han'ın kızını tutsak etmek?"
Haydutlardan biri atıldı:
-"Şimdi seni de tutsak edecez gebeş oğlan!"
Bu hakaret iliklerimi titretmişti. Askerlerimin önünde böyle bir hakarete maruz kalmak beni çileden çıkarmıştı.
-"Öyle mi koçum? Şimdi senin o pislik başını, yavşak bedeninden ayıracam! Saldırın yiğitler!"
Askerlerim haydutların üzerine davrandı. Biz de geri durmadık tabi. Kurtbaş bir tarafta, Kargılı bir tarafta, ben bir tarafta...
Sırayla haydutların leşlerini yerlere seriyorduk. Öyle ki, Selenge'nin varlığını bile unutmuştuk.
Derken gözlerimin kararmasına sebep olan o şiddetli acıyı omzumda hissetmiştim.
"Tak!"
Haydutlardan biri omzumu okla vurmuştu. Uzun süredir yara almayan vücudum, bu ok darbesine takat getiremiyordu. Acı içinde yüzümü buruşturdum. Biraz da ağlamaklı oldum. Ama ağlayamazdım, Selenge bana bakarken asla!
Acımı içime gömdüm ve oku vücudumdan çıkararak haydutlarla cenk etmeye devam ettim.
Haydutlardan biri zincirlerle bağladıkları esirlerin arasından Selenge'yi çekip çıkardı. Hançerini Selenge'nin boğazına dayadı. Bu sırada haydut avına çıkmış olan nökerler de geri dönmüştü. Artık ekibimiz tamamlanmıştı. Şimdi bizi azınlıkta görüp saldırmaya yeltenen haydutlar düşünecekti.
Aslanlar gibi savaşarak haydutların birçoğunu telef ettik. Geriye kalanlar ise Selenge'nin boğazına hançer dayayan haydutun yanına kadar geriledi. Selenge ağlıyordu. Ben de bir taraftan omzuma aldığım darbenin acısını içimde yaşıyordum.
-"Yaklaşmayın kız ölür!"
Kargılı:
-"Ulan hergele, kız ölürse siz yaşayacak mısınız?"
-"Yaklaşmayın dedim."
Haydut şaka yapar gibi görünmüyordu. En ufak bir hareketimiz kızın hayatına mal olabilirdi. Söze girdim:
-"Kızı bırak, beni al. Ben işinize yararım ama kız yaramaz."
-"Sen de kimsin be? Koskoca hükümdarın kızı varken sana mı kaldık?"
Bu iş böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...
Okçu nökerlerime emir verdim:
-"Okçular, nişan al!"
Bu sırada ben de omzuma aldığım yaraya rağmen elimdeki okla tam Selenge'nin arkasındaki hayduta nişan aldım.
Haydutlardan biri kendi canını düşünüp dile geldi:
-"Bırak ulan kızı öldürtecek misin bizi?"
Hançeri tutan ahmağın arkadaşıyla laf dalaşına girerken dikkati dağıldı. Fırsattan istifade edip emrimi verdim:
-"Şimdi!"
Okçuların atışları tam isabetti. Ben de hançerli haydutu tam alnından vurmuştum. Selenge sayemde kurtulmuştu. Bundan sonra neler olacağına Sancar Han karar verecekti.