Ateşin Öfkesi II.Kısım 0.Bölüm ve 1.Bölüm!

Users who are viewing this thread

son bölüm biraz kısa tuttu evet. Diğer bölümlerde baya uzattım ama yakında atacağım...

Bu arada yakında haritayı biraz daha büyük yapıp şehirleri, kasabaları, köyleri ekleyeceğim. Ayrıca aile ağaçlarını da tam anlamıyla düzenleyeceğim. Biliyorum grafikler o kadar hoş değil ama önemli olan sizin kafanızda bu dünyanın oluşması. Oluşturabildiysem ne mutlu bana. Bu Arkadios serisini orta dünya serisi gibi yapacağım. Bir diyarla ilgili birçok hikaye yazacağım. Bu ilki. Umarım iyi gidiyordur. Hatta sevilirse büyük tayganın (Türgir kabilelerinin yaşadığı yerler.) ötesini de tasarlayabilirim.
 
Vee işte  5.bölüm

V.Bölüm

 
Atlılarım ve ben kalın Tundland karlarının üzerinde dörtnala ilerliyorduk. Yolculuğumuz boyunca Tundland’ın sert fırtınasına maruz kalmamıza rağmen atlılarım sanki kırlarda geziyormuş gibi rahattı. Bu Türgirler ne garip bir halk! Çalışkanlık ve sabır erdemini eminim onlar kadar başarıyla yerine getiren çok az insan vardır.

  İlerleyen zamanlarda şiddetli fırtınayla beraber tipi de kendini gösterdi. Göz gözü görmüyordu. Arkamdaki bazı atların acıyla kişnediğini – Muhtemelen ağaca veya kayalıklara çarptılar. - duyduktan sonra elimi kaldırarak her zamanki baskın sesimle: “ Birlik! Dur! ” komutunu verdim. Şiddetli tipi yüzünden az buz seçebildiğim atlılarıma dönüp “ Tipi ve fırtına yüzünden burada kamp kurup havanın düzelmesini bekleyeceğiz! ” dedim.  Sonra yanımdaki Karatay’a dönüp: “ Karatay, bir gözcü grubu hazırla. Tehditkar hareketleri bana bildir. Bir de yaralanan atlarla ilgilenin. Onlar bize lazım. ” dedim. Karatay :” Emredersiniz Teğmenim! ” dedi ve heybetli, beyaz aygırının üstünde süzülerek  işine koyuldu.

  25 çadırdan oluşan küçük ve şirin kampımız Aldar Köprüsünün yakınında kurulmuştu. – Arkadios Halk Cumhuriyetinde kalma 30 yıllık bir köprü. – Bu çadırlar Türgir usulü yapılmıştı. Oval şeklindeydi. Kloriamla ben ortadaki üstünde fırtına yüzünden hızlıca dalgalanan vaegir bayrağı bulunan çadırdaydık. Kamp ateşleri yakılmıştı.

  İnatçı fırtına geçmek bilmiyordu. Birliklerimin de acıktığını farketmiştim. Bunun üzerine birkaç kergitliye hayvan avlamalarını salık verdim. Ne kadar bu tipide avlanmak zor olsa da Türgirlerin avlanmaktaki ustalığını duymuştum. Onlara güveniyordum.
Yanılmamıştım. Salık verdiğim askerler yaklaşık yarım saat sonra iki alageyikle geri döndüler. Bu geyikler iriydi ve yeterliydi. Bunun üzerine kamp ateşinde bir güzel pişirmeye başladık. Geyiklerin ağır kokusu etrafa yayılmıştı. Kuşkusuz bu koku aç olmayan insanın acıkmasına yeterde artardı bile.

  Bununla beraber bu Türgirlerin kamp sırasında yaptığı geleneksel eğlencelerde çok hoşuma gitmişti. Türgirler herşeyi zamanında yapmayı iyi beceriyordu doğrusu. Kamp ateşinin başında aynı zamanda aşık olan bir askerin söylediği geleneksel şiirler ve yanık türküler dinlemeye değerdi. Şiir ve türkülerden sonra sıra Türgirlerin geleneksel sporu olan güreşe gelmişti. Hayatımda ilk defa görüyordum bu sporu. Ama sevmiştim. Bende amatörce güreşmeye çalıştım ama kolayca mağlup oldum. Yenilsem bile bu oyunun insanın erkeksi duygularını kabarttığı bir gerçek.

  Biz böyle eğlenirken uzaklardan bir askerin hızlıca bana yaklaştığını gördüm. Bu sanırım nöbetçilerimizden biriydi. Önümde durdu ve çevik bir şekilde atından indi. Heyecanlı olduğu nefes alış verişinden anlaşılıyordu. Esas duruşa geçti ve “ Teğmenim! Boyar Petrov ve 500 kişilik birliği Aldar köpürüsünden yeni geçti ve bize doğru ilerlemekteler. ” dedi. Düşündüm. Bu ordu büyük ihtimal Vladislav’ı durdurmak için ilerliyordu. Ondan sonra Vladislav’ın 600 kişilik Svirna Kalesini işgal ettiğini hatırladım. Yakın geçmişteki kötü olayları düşünmek insanın yarasını kapanmak üzereyken daha çok açar. Bana da öyle olmuştu. 2 hafta öncesi gibi yine boğulduğumu hissediyordum. Ama bu sefer çabuk toparlamam gerektiğini anladım. Zira bir karar vermem gerekiyordu. Atımı tiz bir ıslıkla çağırdım. Bu tiz ıslık aynı anda askerlerimin dikkatinin üzerimde toplanmasını sağladı.  Beyaz atıma bindim. Havanın hala fırtınalı olmasına rağmen bu kararı vermem gerekiyordu: “ Beni dinleyin! ” diye bağırdım. “ Boyar Petrov’un bize doğru yaklaştığının haberini aldım. Onu karşılamaya gidiyoruz. Haydi hazırlanın! ” diye emredici bir tavırla söyledim.

  Birliklerim hızlıca kampı toplayıp arkamda sıra halinde hazırlandığında komutumu verdim: “ Birlik! Takip et, dörtnala! ” dedim ve Tundland’ın taygasında atlarımız yıldırım gibi uçmaya başladı.

Evet yine kısa ama düzelecek yakında. Uzun yadığım bölümler var ileride.
 
Ve 6.Bölüm bayanlar ve baylar.

VI.Bölüm
VI.Bölüm

Aldar köprüsüne doğru atlılarım ve ben hızlıca ilerliyorduk. Tundland Taygası’nın sessizliğini ve dinginliğini atlarımızın birbirine karışan nal sesleri bozuyordu. Bu seslerde bir ahenk ve şiirsellik yoktu belki ama yine de ortamda bir duygu uyandırıyordu. Bu duygu savaşçılıktı.
Küçük ve sevimli Tserrin Köyünden geçip Aldar köprüsüne yaklaşmıştık. Tundland ordusuna yaklaştığımız için atlılarıma: “ Birlik! Hız düşür! ” emrini verdim. Şimdi orduyu biraz daha dikkatle karşılayabilirdik.

Biraz daha ilerlediğimizde başta bir bayrak silueti gördüm. Sonra mızraklıların mızrakları belirdi. En sonunda ise 500 kişilik bir ordu bütün korkutuculuğuyla  (!)  karşımızda belirmişti. Atlılarıma: “ Birlik! Yavaş hız! ” emrini verdim. Ondan sonra Karatay’a: “ Karatay! Bayrağı doğrult! ” emrini verdim ve Karatay’ın elindeki Tundland bayrağı bütün  haşmetiyle dalgalanmaya başladı.

Birliklerimizin arasındaki uzaklık azaldığında ise şaşırmıştım. Çünkü ordunun başında Boyar Petrov yerine kıdemli bir şövalye vardı! Dur bakalım şimdi olanları anlayacaktık. Ordularımız biraz daha birbirine yaklaştığında ise birliklerime dur emri verdim. Karatay’ın elindeki bayrağı alıp karşımdaki orduya doğru dörtnala koşmaya başladım. Karşıdaki ordudan bir şövalye meydanın ortasına doğru koşmaya başladı. Altındaki zırhlı at ve plaka zırhı ile çok heybetli görünüyordu. Biraz daha yaklaştığımda ise az kalsın şaşkınlık krizi geçirecektim. Bu Nikolay’dı! Nikolay siyah gür saçlı, kirli sakallı, bıyıksızdı. Bunca yıl savaş alanında yaşadığı tecrübeler adelelerinden ve yüzündeki acımasızlığını belirten sert çizgilerden anlaşılıyordu. Hayat bu adama anlaşılan iyi davranmamıştı. Ateş savaş denen şeyi yarattığından beri zaten hayatın insana iyi – ve adil. - davranması beklenemezdi… İşte karşımdaydı!  Beni mezun eden akademi öğretmeninin ta kendisiydi!  Bir zaman sonra bu şaşkınlıkla beraber bir hasret ve sevgi fırtınası kalbimde yer edindi. Bu fırtına Tundland fırtınalarından bile daha kuvvetliydi. Kuşkusuz bu adamın benim üstünde çok emeği vardı. O benim hakkını ödeyemeyeceğim yegane insanlar arasındaydı. Yaklaştığımızda ise hemen attan indik. Normalde bu işler atın üstünde olurdu ama aramızdaki gizli bir güç sanki bizi atlarımızdan indirmeye sevk etmişti. Yaklaşık bi 5-6 saniye öyle sessizce kaldık. Sonra birbirimizin boynuna sarıldık. Bu duygu seli yaklaşık 2-3 dakika sürmüştür. Nikolay’ın mutlu olunca sert çizgilerinin ne kadar gülünç olduğunu yeni farkettim. İlk konuyu o açtı: “ Urlay! Senin Svirna’dan kurtulduğuna sevindim. ” Sonra yüzünü dahada gülünç bir şekle sokarak: “ Görünüşe göre büyümüşsün de askerlere komutanlık ediyorsun. Gözlerim yaşaracak az sonra… ” Ben devam ettim:” Efendim! Biz de sizi karşılamaya geliyorduk. Sizi gördüğüme çok sevindim. ” Bunlar söylerken gözümde bir sevinç ışığı parıldıyordu. Ama o ışık söndü ve yerini hafif bir üzüntü ve korkuya bıraktı: “ Efendim korkarım ki 500 kişilik bir birlikle düşman ordusunu durduramayız. Tüm birliklerimizi kılıçtan geçirirler. ” Nikolay kaşlarını çattı ve o anda yeniden o korkutuculuk tüm ruhumu sarmaladı. Konuşmayı o sürdürdü: “ Kaç kişilik bir birlikten söz ediyorsun? ” “ Yaklaşık 3000 kişilik. Hatta bunun sayısı Svirna’yı ele geçirdikten sonra artmıştır bile. ” Son cümleyi söylerken üzüntüm bir kat daha arttı. Ama Nikolay hiç etkilenmemişe benziyordu. Hatta sanırım rahatlamıştı: “ Endişelenme biz zaten öncü birliğiz. Vladislav ve 3500 kişilik birliği Kurnsk ’dan yeni çıktı ve bizden istihbarat raporu bekliyorlar. ” Bunları söyledikten sonra içime bir rahatlık çöktü. Yüzüme bir ciddiyet havası verip esas duruşa geçerek: “ Komutanım! 50 kişilik atlı birliğim birliklerinize katılmak için hazır! ” dedim. Nikolay: “ Tamamdır Teğmen Urlay. Burada kamp kurup dinleneceğiz. Çadırlarınızı bizimle beraber kurarsınız artık.” Sonra askerlerine dönüp sert bir sesle: “ Birlik! Kamp kuruyoruz. Dağılıp çadırlarınızı kurun! Haydi!  ” dedi.

Kampımızı kurmuştuk. Birliklerimiz arasında çabucak bir kaynaşma ortamı sağlanmıştı. Orduda tüm askerler böyledir. Tatlı bir kardeşlik havası ruhunuzu sarmalar. Bu duygu sizi alır götürür ve kardeşlerinizle zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Kardeşlik duygusu ise bence dünyadaki en kutsal ve insanları birlik içinde tutan duygudur. Onun (kardeşin ) yolunda nelerinizi feda etmezsiniz ki? Sırf o mutlu duyguya erişmek için ve o duyguyla birlikte mesut olmak için herşeyimi veririm. Zaten ordunun da tek sevdiğim yanı da budur.
Sohbet, eğlence derken akşam olmuştu. Nikolay’ın çadırı ortada ve en büyük çadırdı. Kloria ile bizim çadırımızda ben bir komutan olduğum için onun yanındaydı. Keçeden yapılmış kızıl renkli çadırlarda kalıyorduk.

Samandan kurduğum yer yatağında günlerce at tepmenin verdiği yorgunluğu gideriyordum. O kadar yorgundum ki yatağım Sulundaki kaz tüyü yatağımdı sanki. Kloria ise Tundland süvari birliği tarzındaki tuniğimi ve üzerine giydiğim pullu zırhı elindeki buz parçası ile itina ile temizliyordu.  Yatağımda gözlerimi kapamıştım ama daha uyuyamamıştım. İşini bitirmiş olacak ki yanıma geldi ve hüzünlü, dolu bir sesle: “ Urlay. Sen benim bu dünyadaki tek varlığımsın ve ben senide kaybetmek istemiyorum! ” dedi ve ağlamaya başladı. Bu ağlamanın içetnliği şiddetinden anlaşılıyordu. Ağlamayla karışık konuşmasına devam etti: “ Gördün Svirna’da olanları. Tundland’ın işi bitti artık! Bırak şu biçare orduyu. Kaçalım buralardan gidelim! Sulun’dan geldim demiştin. Oraya gidelim ne olur? Lütfen! ” dedi ve ağlaması bir kat daha artmıştı. Bu yakında kriz derecesine tırmanabilirdi. Hemen müdahale etmeliydim. Onu bağrıma bastım. Bağrıma bastığımda kalp çarpıntım birden arttı. Onu hala ilk günkü heyecanımla sevdiğimi anladım. Siyah saçlarını şefkatle okşamaya başladım. Bir kedi gibi uysallaşmaya başladı. Onu biraz yatıştırdıktan sonra konuşmaya başladım: “ Hayatımın anlamı sakin ol. Sen benim kalbimde, ruhumda, hayallerimde teksin. Kış akşamı açan bahar güneşimsin adeta… ” dedim ve bu konuşmalarım onu daha da uysallaştırmıştı. Bana sıkıca sarılmıştı. Beni o dayanılmaz aşkıyla sarmaladığını ruhen ağır bir şekilde hissediyordum. Sonra devam ettim: “ Tundland Çarlığını bu mendebur korkaklardan korumak boynumun borcu aşkım. Bu sadece benim değil bütün cesur ve yiğit askerlerimizin borcu.” Biraz durakladım. Sonra hafif bir fısıltıyla: “ Ne kadar Zbigniev’e artık güvenmesem de  barışa ve kardeşliğe olan inancım tam.  ” dedim. Sevgilim huzur ve yorgunluğun etkisiyle uyuya kalmıştı. Onu yatağa güzelce yatırdım. Sonra çadırın girişine doğru yöneldim. Tundland’ın soğuğu her zaman beni dinç tutmuştur. Yine bu havaya ihtiyacım vardı. Gücümün artması için. Çadırın giriş bölmesini hafifçe araladım. Tatlı bir rüzgar çadırdan içeriye nüfuz etmeye başladı.

Dışarıya çıktım. Dışarıda askerler bir eğlence tertiplemişti galiba. Çünkü şarkılar çalınıyordu, şiirler söyleniyordu. Bu şiirler Tundland’a has halk şiirleriydi. Epik, pastoral ve yeri geldiğinde liriktiler. Bu şiirler genelde müzikal tarzdadır ve ahengi o kadar müthiştir ki kendinizden geçersiniz .  Ortadaki meydanda da geniş bir ateş yakılmıştı. Oraya yöneldim. Geldiğimi görür görmez sıcak bir şekilde selamladılar beni. Ben de karşılık verdim ve söylenen şarkıyı dinlemeye başladım. Bu şarkı eğlenceli değil tam tersi lirikti. Ondan duyguyu almanız gerekiyordu. Şarkı bir askerin sevdiğine kavuşmak için çektiği sıkıntıları müzikal tarzda dinleyicilerine sunuyordu. Dinlemeye koyuldum. Ben şarkının ahengi ve tınısına dalmıştım ki Nikolay’dan işittiğim sert ses sanki beni derin bir uykuda uyandırmıştı: “ Urlay çabuk benimle çadırıma gel! Konuşmamız gereken özel bir mesele var.” Dedi. Çadıra sakince ilerlemeye başlamıştım. Dinlediğim o yürek dağlayan şarkının sözleri hala aklımdaydı. Bu en çok etkilendiğim kısmıydı : “ İşte buydu o yiğidin kaderi. Artık dünyalardan da uzak sevdiği…”

Ve alacağım hüzünlü haberi bilmeden komutanın çadırına yaklaşmaya başladım…

Bu arada şu harita işini halledemiyorum da yardım edebilecek biri var mı? Çıkarsa çok minnettar olurum :smile:
 
Sanırım hikayeme olan ilgi arttı. Olsun ben yine de bölümlerimi yayınlamaya devam edeceğim.

7. Bölüm ve 8. Bölümü aynı anda yayınlıyorum.

VII.Bölüm
VII.Bölüm

Acı ve keder. Bunlar insanın canını yakan duygulardır. İnsanı yangınlardan yangınlara sürükleyen duygular… Ama bu duygular aynı zamanda insanı daha güçlü kılar. Bir hamurdan ekmek yapmak için başta onu yoğurursunuz. Sonra da fırında pişirirsiniz. Ekmek yanar.  Nar gibi güzel bir ekmek çıkar ortaya. İnsan da böyledir aslında. Acı ve kederdir insanın hayatı anlamasını sağlayan.

Nikolay ve ben kırmızı renkli komutan çadırının girişini aralayıp içeri girdik. İçeriye girdikten sonra içimi bir huzur kapladı. Üstüme de bir ağırlık çökmüştü. Bunu başta anlayamamıştım ama sonra anladım ki bunun sebebi çadırın içinde yanan ateşti.

Nikolay’ın suratının ifadesini görünce bu huzur ve rahatlığın fazla sürmeyeceğini anladım. Onun kızgınlık ve üzgünlük karışmış suratı adeta ortamın havasını bir anda değiştirmişti. Bu hava yine hüzün kokuyordu. Tıpkı hayatım gibi.

Nikolay çadırda kurulmuş komutan koltuğuna oturdu. Yüzüme baktı. Soğukkanlı ve yavaş bir şekilde konuşmaya başladı: “ Urlay. Az önce kamp ateşinin etrafındayken bir ulak geldi.” Sonra cübbesinin cebinden çıkardığı rengi sararmış rulo şeklindeki kağıdı göstererek: “ Bu mesajı Sulun’dan getirmiş. ” Sonra bana uzattı. Elleri titriyordu. Yüzü de beyazlamıştı. Bense bunları hayretle seyrediyordum. Ne olabilirdi onu bu kadar korkutan? Mesajı Nikolay’ın titreyen elinden  aldım ve okumaya başladım.

“  Kardan Gözcü Birliğinin raporudur.

Dün öğlen vakti yaptığımız gözcülük faaliyetleri sonucunda edindiğimiz bilgilere göre Shulus Köyü yağmalanmıştır. Köyde yaptığımız araştırmalar sonucunda kimsenin yaşamadığını üzülerek bildirmekteyim. Yalnız köyün her tarafında rastladığımız Karagan tarzı oklardan bunu bir Karagan birliğinin yaptığı aşikar.

Kardan Gözcü Birliği Lideri Erbaş Kirman. “

Okuduklarıma inanamamıştım. Benliğimi bir ümitsizlik ve hüzün kapladı. Heryer kapkaranlıktı artık. Yapayalnız, çaresizdim. Dizlerim artık bana ağır geliyordu. Ruhumu yere çeken o karanlık gücün etkisiyle dizlerimin bağı çözüldü. Diz çöktüm. Bu diz çöküş hayatın acılarına karşı dayanamadığımdandı. Artık ruhum da dayanamıyordu. Karanlıkların efendisi sanki beni yanına çağırıyordu. Tam bilinçsiz bir külçe gibi yere yığılmak üzereyken Nikolay’ın sert tokadı sanki başımdan aşağı buz gibi sular dökmüştü. Tanrım bu adamın elleri ne kadar ağırdı böyle! Ama bunu düşünecek halim yoktu. Beni kaldırıp koltuğa oturttu. Artık nefes alışlarımı zorlayan bu karanlığı içimden atmam gerekiyordu.    Ağladım ve ağladım. Ne kadar ağladığımı bilemedim, yalnızca ağladım. Sessizlik ve yalnızlık içinde şimdi  gücüm de kalmamıştı. Nikolay bir şeyler söylüyordu. Herhalde beni teselli etmeye çalışıyordu. Bu zaman diliminde o kadar dış dünyayla bağım kopmuştu ki artık ne dediğini duyamıyordum. İçimdeki yalnızlığa ve sessizliğe için için ağlıyordum…

Kendime geldiğimde çadırımda yatakta olduğumu farkettim. Muhtemelen bayılmıştım. Nikolay ve Kloria başımdaydı. Bense okuduklarımı hala unutamıyordum. Sonra ruhumun ne kadar güçsüz olduğunun farkına vardım. Eninde sonunda babamın ve annemin acısını unutacaktım. Yalnız hep onları özleyeceğim aşikardı.

Kendimi çok yorgun hissediyordum. Sanki ordudaki tüm atlılar üstümden geçmişti. Bu yorgunlukla doğrulmaya çalıştım. Kloria ve Nikolay bana destek olmaya çalıştılar. Sonunda yatağımın üstünde oturur vaziyetteydim. 1 dakikalık sessizliği Nikolay’ın kalın sesi bozdu.  ” Urlay. Bu olanlara gerçekten üzüldüğümü bilmeni isterim.” Biraz duraladıktan sonra devam etti. Fakat sesi bu sefer cesaret vericiydi: “ Urlay. Bu olayı araştırmak üzere seni görevlendirdim. Böylece intikamını alabilirsin. Şimdi kalk ve silkelen! Senin gibi bir askerin bu kadar güçsüz duruma düştüğünü görmek istemem. Seni bekleyen bir görevin var. Hazırlan! ” Dedi ve çadırdan usulca çıktı. Yalnızca içeride Kloria kalmıştı. Kloria’nın ay gibi yüzünü gördüğümde içime bir sıcaklık akmıştı. Birbirimizin tek varlığıydık. Yalnız olmadığımı o an anlamıştım. Bundan sonra karar vermiştim. Sırf bu kız için elimden geleni yapacaktım. Sırf bu kızın ordu kamplarında oradan oraya sürüklenmemesi için kendimi feda edecektim . Benimle beraber hayatın kanlı yüzünü bir daha görmesin diye elimden geleni yapacaktım. O bunları kaldıramazdı. Sonra aklımdan onun güvenli ve mutlu olması için Kurnsk’a gitmesi gerektiğini geçirdim. Cebimdeki 1000 tundu ona verirdim. Oradaki handa günlük 1 tunda kraliçeler gibi yaşardı!

Bunları düşünürken o yanıma sokuldu ve saçlarımı okşamaya başladı. Bana sarılıp kafasını kucağıma dayadı. İçimdeki sıcaklık artmıştı. Gözümden bir anlık huzur yüzünden yine yaşlar gelebilirdi. Buna fırsat vermeden konuşmaya başladım: “ Kloria, unutma ki sen benim tek varlığımsın. Sensiz günler bana haram. Seni kaybedersem bu dünyada yaşamam için bir amacımda kalmaz. O yüzden lütfen beni iyi dinle. ” Bunları söyledikten sonra Kloria doğruldu ve daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladı. Devam ettim: “ Senin Kurnsk’a gitmen gerektiğini düşünüyorum. Orada daha güvende olacaksın inan bana. Senin benim yanımda durman her an ölüme daha da yakın olman demek. Çünkü savaş demek ölüm demektir. ” Sonra ellerini tuttum. Nabzı çok hızlıydı. Heyecanlıydı anlaşılan. Konuşmaya devam ettim: “ Kloria. Beni merak etme. Ben başımın çaresine bakacak güçteyim artık. Senin güvende olman gerekiyor. Sen benim tek varlığımsın anla bunu! ” Kloria bir an durdu. Düşünüyordu sanırım. Sonra konuşmaya başladı: “ Urlay. Eğer sen bu kadar istiyorsan senin isteğini yerine getiririm. Ama beni sensiz etme ne olur. Bana senden ayrı kalmak 1 dakika bile olsa 1 ömür gelir. Ne olur anla beni… ” Diye konuşurken sesimi yükseltip baskınlık sağlayarak: “ Ne olur asıl sen beni anla! Eğer yanımda olursan birbirimizi kaybedişimiz daha kolay olur. Biraz mantıklı düşünmeni istiyorum Kloria! Geleceğimiz için bu fedakarlık şart! ” Kloria devam etti: “ Evet haklısın. Belki de buna katlanmalıyız. Tamam Kurnsk’a gideceğim. Yalnız beni çok bekletme olurmu? Senin hasretine fazla dayanamam. ” Atik bir hamleyle “ Tamam ” deyip anlına bir öpücük kondurdum. Sanki yeniden güç gelmişti benliğime. Yakında intikamımı alacağımın verdiği güçle hemen çadırdan çıkıp Nikolay’ın çadırına doğru yol aldım…

VIII.Bölüm

VIII.Bölüm

Nikolay’ın çadırının girişini aralayıp içeri girdiğimde iki asker ve Nikolay’la karşılaştım. Hemen esas duruşa geçtim. İçimde alevlenen intikam ateşi gözlerimi de parlatmıştı. Bu gözümden taşıp herkesi etkileyen intikam ateşi oradakilerin ben oraya girer girmez susup ciddileşmesine yol açtı. Bakışlarım o kadar deliciydi ki Nikolay bile irkilmişti. Sonun da suskunluğu o bozdu. Çekingen bir ağızla: “ Urlay! Senin gibi güçlü birisinin kendini çabucak toparlayabileceğini biliyordum.”  Sonra yanındaki askerleri elleriyle göstererek:  “ Hadi birliğinin diğer subaylarıyla tanış.  Erbaş Kirman ve Onbaşı Piyer. ”. Kirman kirli sakallı, hafif pala bıyıklıydı. Orantılı yüz hatlarıyla çok yakışıklıydı ve atletikti. Gözüpek bir delikanlıya benziyordu. Piyer ise sakalsız ve bıyıksızdı. Yuvarlak bir yüzü vardı ve hafif kiloluydu. Göbeğinin vücudunun diğer hatlarına göre orantısızlığına bakılırsa bu göbek içki göbeğiydi. Öte yandan kol kasları ve bacak kasları çok gösterişliydi. Bu adamın usta bir binici olduğunu hemen anlamıştım. El sıkışıp tanışma faslından sonra Nikolay konuşmaya devam etti: “ Urlay. Birliğin 150 atlıdan oluşuyor. 50 si Kardan, 100 tanesi de Tundland. Başlangıçta Sulun’a gitmen gerektiğini düşünüyorum o yolda zaten düşmanlarınla da karşılaşırsın. Bu yağmacı birliğin işini bitirdikten sonra buraya gel ve birliklerimize geri dön. Birliklerin kampın dışında seni bekliyor. Kirman ve Piyer seni birliğine ulaştıracaktır. Yolunuz açık olsun.  ” Sonra Kirman yüzüne delikanlıca bir gülümseyiş kondurup “ Beni takip edin komutanım. Sizi birliğinize götüreceğim.” Dedi ve Piyer’le beraber yola koyulduk. Ben Kloria’nın çadırına uğramam gerektiğini uğramam gerektiğini söyleyip beni beklemelerini istedim. Heyecanla çadırın girişini araladım. Kloria uyuyordu. Uyurken meleklerden daha güzel görünüyordu. Ne kadar bu görüntüyü sonsuza kadar izlemek istesem de onu uyandırmak zorunda kaldım. Dudaklarına kısa ama tatlı bir öpücük kondurup  cebimdeki son 1000 tundumu baş ucuna koydum. Kurnsk’a gitmesi için de Karatay’ın eşliğinde gitmesi gerektiğini, bunun için Nikolay’la konuşması gerektiğini söyledim. Karatay tanıdığım en sadık insanlardan biriydi ve bu iş için en uygunuydu. Sevgilimin alnından öptükten sonra hemen oradan çıktım ve birliklerime doğru hızlıca ilerlemeye başladık.

Kampın dışındaki 150 kişilik birliğime vardığımızda tüm askerlerim beni hazırda bekliyorlardı. Kardanların yanındaki yayları ve Tundland atlılarının kargılarını dikkatlice inceledim. Yapacağım taktiklerimde çok işime yarayacaklardı. Sonra gür ve bir komutana yakışan bir sesle: “ Birlik hazır ol! At bin!” emrini verdim. Hepsi birden atlarına  bindikten sonra bende beyaz aygırıma çevik bir şekilde atladım. Bir zaman sonra tüm birlikler arkamda hizaya geçmişlerdi. Gür bir sesle: “ Birlik takip et! Dörtnala! ” emrini verdim ve Sulun’a doğru atlılarım ve ben Tudland'ın karlarını dövmeye başladık.

O gün akşama doğru havanın iyice kararmasıyla birlikte kamp kurulmasını salık verdim. Eğer intikamımı alacaksam askerlerimin dinlenmeleri gerekiyordu. Kamp kurulduktan sonra da etrafa gözcü göndermeyi ihmal etmedim.

Çadırımda sevgilimin sıcaklığına hasret bir şekilde düşünmeye başladım. Annemi, babamı, Milika Teyze’yi, Svebre Amca’yı düşündüm. Onlar artık yoktu. Bunun üzüntüsü intikam duygumu yeniden alevlendirdi. Bu intikam yalnızca 200 kişiden ibaret olmayacaktı. Tüm köylerdeki ocaklar sönmemeli, insanlar acı çekmemeliydi. Sonra şunun farkına vardım: Evet ahlaklar sonucu milletler oluşurdu. Ama insanlarda neredeyse aynı olan duygular da vardı. Tıpkı yakınını kaybetmenin üzüntüsü gibi. Tıpkı ihanetin ruhu kasıp kavuran ateşi gibi. Bunları düşündükten sonra göz kapaklarımın ağırlaştığını farkettim ve kendimi gecenin dinginliğine ve karanlığına bıraktım.

Uykum sabahın köründe Kardanlı bir gözcünün bağırışı ve beni şiddetli bir şekilde sarsmasıyla bölündü. Ağır bir şekilde yataktan kalktım. Kardanlı gözcünün heyecanı nefes alış verişinden anlaşılıyordu. Kardanlı gözcü uyandığımı görünce esas duruşa geçti ve beni neredeyse mutlu eden haberi verdi: “ Efendim! 200 kişilik bir hafif Karagan süvari birliği bize doğru yaklaşıyor. ” Bu haberi alınca intikamımı alacağımın verdiği mutlulukla yüzüme hafif bir gülümseme kondurarak: “ Tamam sen çık tüm subayları çadırımın önüne gelmesini söyle sonra da tüm birliklerin atlarını binip hazır olmasını emrettiğimi söyle. ”. O an aklımda sanki bir şimşek çaktı. Aklıma gelen fikir çok güzeldi. Kampımız iki tane ormanının tam arasında ve yolun tam üstündeydi. Tundland atlılarımı sağdaki ve soldaki ormana saklayacaktım. Kardan atlıları ise düşmanı savaş alanının tam ortasına doğru çekecek, ben tam işareti verdiğimde düşman üç taraftan beklenmedik bir saldırıya uğrayacaktı. Çadırın önüne gelen subaylara planımı anlattım ve onların fikrini sorduğumda planımın yeterli olduğunu söylediler. Ben de görev dağılımını yapıp tüm askerlerin yerini almasını söyledim. Buna göre Kardanlı birliklere Kirman önderlik edecekti. Soldaki 50 kişilik Tundland birliğine Piyer, Sağdaki 50 kişilik Tundland birliğine ise ben önderlik edecektim. Herşey hazırdı artık. Bu yalnızca intikamımın ilk adımı olacaktı…

Tüm subaylarıma askerleriyle beraber gereken yeri almasını söyledim. Ben ve 50 kişilik birliğimde ormanın içine doğru yolumuzu aldık ve beklemeye başladık.

Zaman geçmek bilmiyordu ya da bana öyle geliyordu. Şu yağmacıları kargımın ucunda sallandırmanın vereceği zevki düşünüyordum. Sonra sesler duymaya başladım. Bunlar at sesleriydi. Sanırım kurbanlarımız geliyorlardı. Onları şaşırtmak için tam birliklerimizin hizasında onlara görünmemiz gerekiyordu. Bu yüzden bekledim. Bu bekleme yaklaşık yarım dakika sürecek olsa da bana bir saat gibi geldi. Atlılar hizamıza çok yaklaştığında şemşirimi kınından çekip çıkarabileceğim en yüksek sesle “ Birlikler, Hücum! ” emrini verdim. Bu emri verirken aynı anda şemşirimle düşman birliğini gösteriyordum. Piyerinde şemşiriyle birliğini işaret ettiğini gördüm ve düşmanın üzerine atılmaya başladık. Savaş meydanında naralar, bağırışmalar, çığlıklar, kılıç şakırtıları birbirine karışıyordu.  İşinin erbabı kılıcım daha düşmanın üzerine atılır atılmaz birinin kellesini uçurmuştu. Fışkıran kan atımı huysuz etmiş olacak ki hayvan tepinmeye başladı. Bozkır tipi bir kılıcın atımın şahdamarının olduğu bölgeyi resmen deştiğini gördüm. Atın siyahımsı kanı üzerime sıçradı ve at acılar içinde kişneyerek benimle beraber yere yıkıldı. Bende yere düşmüştüm. Düşman darbesine artık açıktım. Tam herşeyin bittiğini sanıyorken gördüğüm tek şey yanıma düşen bozkır tipi bir kılıçtı. Yüzümü yukarı döndürdüğümde atı üstünde bana bakan Kirman ve onun güven veren gülüşünü gördüm. Bir insanın tek güveneceği yegane dayanaklarından birisi de kardeşiydi –gerçek dostuydu yani- . Bunu öğrendim. Atik bir şekilde kalktım. Cesaretim yerine gelmişti. Yerdeki bir kargıyı alıp düşman atlılarıyla savaşın sonuna kadar savaşmaya devam ettim.

Zafer bizimdi! Kaybımız çok azdı. Askerlerim bu ezici galibiyetin verdiği tatlı sevinçle naralar atıp adımı haykırmaya başladı. Bu gerçekten beni çok mutlu etmişti. Sevinme faslından sonra sıra ganimetleri toplamaya gelmişti. Ganimetin 10 da 8 inin askerlere dağıtılmasını 10 da 2 sinin de subaylara eşit şekilde paylaştırılmasını emrettim. Bu cömertliğim askerlerimi daha da mutlu etmişti. Bana olan güvenleri eminim daha da artmıştı.

Bunun üzerine bu ezici zaferin verdiği sevinç sarhoşluğuyla askerlerimle beraber Shulus’a doğru ilerlemeye başladık…
 
o savas kisaydi canim ondandi. Ileride baya uzun savaslar var. Bu arada dostlar okuyan olursa eger fikrini yazsin siz fikrinizi belirtmezseniz ben kendimi gelistiremem ki..
 
9. 10. 11. bölümü aynı anda atacağım. 10 dan sonrası bayağı heyecanlı olacağı için bekletmek istemedim. :smile:

IX. Bölüm

Bölüm IX

Tundland’ın akşamları birçok akşamdan daha dingin olur.  Gecenin huzurunun verdiği rehavet ruhunuzda yer eder ve elinizde olmadan kendinizi tatlı Tundland gecesine bırakırsınız.  Kurt ulumalarıysa Tundlandlılara bu dinginliğin içinde tatlı bir masal gibi gelir. Onları gecenin karanlık denizine salan tatlı bir masal.

Vakit akşamdı. Askerlerime yavaş ilerleme emri vermiştim. Yolda yavaş ve sakin bir şekilde, kurt ulumalarının ve birbirine karışan atların yürüyüş seslerinin eşliğinde  ilerliyorduk. Savaştan sonra ganimet olarak kendime aldığım beyaz bozkır atı pek küçüktü. Başta genç olduğunu sanıyordum ama Kirman’dan öğrendiğime göre bozkır atlarının hepsi küçükmüş. Kirman sağımda, Piyer ise solumdaydı. Askerlerim benim liderlik tarzımı çok takdir etmiş olacak savaşın üstünden yaklaşık 12 saat geçmesine rağmen hala arkadan gelen  konuşmaların arasında “…Teğmen Urlay…” sözleri işitiyordum. Bu sesler biraz fısıltı gibi olduğundan anlayamıyordum. Ama benim hakkımda iyi konuştuklarından kuşkum yoktu.

Sulun yavaş yavaş önümde belirmeye başladı. İlk başta köyümün adeta karamsarlığı ve çaresizliği haykıran  kara dumanlarını gördüm. Biraz daha yaklaşınca bir çok binanın harap edilmiş olduğunu farkettim. Şimdi o kara duman benim gönlümdeydi. Ruhumu sarmalamıştı ve onu hastalıklı bir duruma sokmuştu. Biraz daha yaklaştım köyüme. Etraftaki Karagan okları sanki benim yüreğime saplanmıştı. Benim yüreğimi sonsuz acılar içinde biçare bırakmıştı.

Köyümün girişine vardım. Köyümün yıkık ve harap haliyle karşılaştım. Köyümün girişinden içeri girdim. 5-6 adım ötedeki Sulun Çocuk Okulunda atımı durdurdum. Çocukluğumun en güzel yılları burada geçmişti. Onu o kül yığınını, uzun uzun inceledim.
Sonra birden köy eski haline döndü. Yine masum ve saf köylü komşularımız yanımdan geçiyordu. İneklerin ve atların sesleri köyün hala yaşadığını andırıyordu adeta. Bir anda güneş açmıştı ve Sulun’a bahar gelmişti bir anda.  Başta bu olanı anlayamadım ama 5-6 saniye sonra yanımdan geçen bir çocuğu görünce bunun bir hayal olduğunu anladım. Bu çocuk bendim.  Bu masum çocuk ahşap okulun yemyeşil bahçesinde  sarışın bir kız çocuğuyla yakalamacılık oynuyordu. Onların melek gibi yüzleri doğanın yeşiliyle birleşince sanki cennetteymişim gibi hissettim. Bu sarışın kızı sonra hatırladım. Bu 10 yaşındayken ilk göz ağrım Hostilia’lı Gertrude’du. Bu masumane sevginin ışığıyla dahada yeşeriyordu sanki her yer.

Yüzümde mutlu bir gülümsemeyle atımı sürmeye devam ettim. Bunu istemsiz bir şekilde yapıyordum. Sanki bir şey beni kontrol ediyordu. Evime yaklaştığımda güzel annem Merge’yi gördüm. Elindeki nacağıyla kütükleri daha küçük parçalara ayırıyordu. Annem ise koruyucu meleğimdi. Beni kimse onun kadar korumamıştır. Ve yine beni kimse onun kadar sahiplenmemiştir. Annelerin başka olduğunu yeniden farkettim. Kimse sizin önünüze karşılık beklemeden herşeyini sunmazdı.

Karların ezilme sesini duyduğumda babam Endrey’in eve yaklaştığını farkettim. Orman tarafından geliyordu. Sırtına bir tomruk odun yüklemişti. Odun kesmişti anlaşılan. Ah! Bu adam sırf bizi daha iyi bir şartta yaşatmak için nelere katlanmıştı. Ne kadar her zaman ciddi ve somurtkanda olsa yine de hakkı ödenemez onun. Bu mutlu aile tablosu içimi ısıtmıştı. Bir an aileme duyduğum özlemi hatırladım ve bunun ardından gözlerimden 2 boncuk yaş süzülmesine mani olamadım.

Bunları görürken bir ağlama sesi duydum. Bu ağlama sesi o kadar yanıktı ki ağlayan kişi gibi herkesin yüreği dağlanırdı.  Sonra bir anda köy eski haline dönmeye başladı. Etraf yine gecenin sessiz karanlığına gömüldü. Bu sefer karanlık dinginliği değil karanlık bir geleceği andırıyordu adeta.  Köyden yeniden dumanlar çıkmaya başladı. Yine o kül yığını gelmişti gözümün önüne. Kendime geldiğimde ağlama sesi daha belirginleşti. Bu bir kadının sahip olduğu ağlama sesi köyün tam ortasındaki tepeden geliyordu.

Hemen Piyer’le Kirman’a beni takip etmelerini söyledim. Attan çevik bir şekilde indim ve tepeye tırmanmaya başladım. Bu ağlama sesinin Milika’ya ait olduğunu tahmin ediyordum. Tepeye tırmandım ve muhtarın evinin içinden ağlama seslerinin geldiğini farkettim.  Kapıyı açmaya çalıştım ama kilitliydi. Sanırım içerideki kimse korkuyordu. Bende kapıyı çaldım. Aynı kadın sesi bu sefer korku ve yakarış dolu bir sesle: “ Ne olur gidin buradan yalvarırım! Yetmez mi çektirdiğiniz eziyetler? Yeter! Ne olur gidin bu virane köyden! Eğer biraz vicdanınız varsa gidin ne olur! ” Dedi son cümleyi ağlaması arttığından tam söylememişti. Bu kadının üzüntüsü içime işlemişti. Zaten var olan üzüntüm daha da artmıştı. Kapıyı tıklatıp: “ Milika Teyze, benim Urlay! Ah! teyzeciğim ne kadar üzgünüm bir bilsen. Aç kapıyı hadi!  ” Döşemelerin sesi duyulmaya başlandı. Sonra kapının gıcırtısıyla beraber nur yüzlü Milika Teyze kapıda belirdi. Kapıyı açar açmaz boynuna sarılmıştı. Sevinci beni sımsıkı sarmalamasından anlaşılıyordu. Konuşmaya devam ettim: “ Milika Teyze. Sizi rahatsız eden o atlı çapulcu sürüsünün icabına baktık! ”deyip gururla elimle köyüm gerisindeki 130 kişilik birliğimi gösterdim –Tepede olduğumuzdan görünüyordu.- .  “ Hadi teyzeciğim! Sende kalk ve bu kül yığınından çabucak uzaklaşalım. ” Dedikten sonra minnet ve sevecenlik dolu bakışlarıyla o konuşmaya başladı: “ Ah yavrucuğum! Daha o kadar toy ve delikanlısın ki! ” Dedi ve 4 saniyelik bir duraksamadan sonra konuşmasına devam etti. “ Evladım! İleride senin büyük bir adam olacağından kuşkum yok! Gökler senin yanında olsun yavrucuğum!” Dedi ve bana yeniden sarıldı. Bu sevgi gösterisinden sonra onu da  ordumuza yolcu olarak katıp Aldar köprüsüne doğru hızlıca ilerlemeye başladık.

X.Bölüm

X.Bölüm

Şafak vaktiydi. Yeni doğan güneşin huzur verici görüntüsünü arkamdaki Milika Teyzemle beraber seyrediyorduk. Yeni doğan güneşin nar gibi kıpkırmızı görüntüsü insanı büyülüyordu.

Aldar köprüsüne yaklaşmıştık. Hatta nehrin karşısındaki Kursk rahatlıkla seçiliyordu artık. Ben her türlü ihtimale karşı Milikanın ordunun en arkasına geçmesine karar verdim. Ona ganimet olarak edindiğim bir atı tahsis ettim. Milika Teyze şehirli sadece para harcamaktan başka bir şey bilmeyen kadınların aksine ekmeğini taştan çıkaran, elinden her iş gelen biriydi. Eh tabii at binmeyi de biliyordu.

Aldar köprüsüne biraz daha yaklaştığımda bu kararımın yerinde bir karar olduğunu anladım. Karşıdan bir piyade gürühu hızlı bir şekilde yaklaşıyordu. Uzakta olduklarından ne dedikleri pek seçilmiyordu ama bağırıyorlardı. Bu bağırış kuyruğu  kıstırılmış bir farenin çığlıydı. Bu bağırış umudunu kaybetmiş bir insanın utancıydı. Bu bağırış aslında korkaklığın haykırışıydı. Biraz daha yaklaştıkların da:    ”Kaçın!, Hayatınızı kurtarın! ” Seslerini işittim. Bu sesi işitmem ile bütün birliklerimi durdurmam bir oldu. Firariler de bizi görünce yavaşladı. Düzensizlerdi ve halleri kalmamıştı. Zırhlarının harap olmasından ve üzerlerindeki kurumuş kandan bir savaştan çıktıkları anlaşılıyordu. Bazıları topallıyordu  bazılarının kolları tutmuyordu ama neredeyse hepsi kıpkırmızıydı. Bunlar savaşın derin izleriydi.

Tüm askerler şaşkınlık ve korkunun harmanlandığı bir yüz ifadesiyle bize bakmaya başladılar. Çok sinirlenmiştim. Bu askerlerin onursuzluğu beni derin yaralamıştı. Onlara bakarken kendimi gördüm. Svirna’dan kaçan beni gördüm. Bu biraz sakinleşmeme ve onları anlamama neden oldu.

Biraz daha yaklaşınca hepsi birden durdular ve süt dökmüş kedi gibi çıt çıkarmadılar. Beyaz bozkır atımın üstünde ilerledim ve onların karşısında durarak gür ve baskın bir sesle: “ En kıdemliniz çabuk karşıma çıksın! ” diye bağırdım. Herkes  sustu. 6 saniye süre bir fısıldaşma faslının ardından bir onbaşı öne doğru yürüyüp esas duruşa geçti. Fakat duruşunda da yürüyüşünde de korkunun izleri vardı. Sürekli terliyordu ve vücudunu titrememek için kasmasına rağmen ellerine hakim olamıyordu. Esas duruşta beklemeye başladı. Konuşmamı sürdürdüm: “ Onbaşı kendini tanıt! ”” Boyar Petrov’un Ordusuna bağlı Piyade Onbaşı Miroslavov ! ”  Boyar Petrov deyince düşündüm. Büyük ihtimal ordularımız yine bozguna uğratılmıştı. Yine de sorguma devam ettim: “ Ne oldu? Durumunuz ne? Anlat! ” Dedim ve onbaşı yutkunarak konuşmasını sürdürdü: “ Teğmenim! Aldar köprüsü yakınlarında kamp kurmuştuk. Gece güzel bir uyku çekip sabah yolumuza devam edecektik. Ama uykumuzda düşman tarafından bir baskına uğradık. Tüm askerlerimiz zırhlarını geçirip kılıçlarını kaptıkları gibi çadırlarından fırladılar ve mücadeleye başladılar. Fakat düzensizdik. Bu yüzden ordumuz çabucak dağıldı. ” Titreyen elleriyle arkasındakileri göstererek: “ İşte kalan birliklerimiz. 150 piyade 100 tane okçu var. ” Böyle konuştuktan sonra Nikolay aklıma geldi. Acaba Nikolay’a ne olmuştu? Hemen sordum: “ Kıdemli Şövalye Nikolay ile Boyar Petrov’un akıbetleri nedir? ” Miroslavov gözlerini yere devirerek titreyen bir sesle: “ İkisinin de ölümü bir kahramana ve bir askere yakışan bir ölümdü. ” Sonra biraz sustu. Sonra gözleri dolu dolu oldu. Dayanamadığı aşikardı. Diz çöküp aynı titrek sesle yalvarmaya başladı: “ Komutanım! Lütfen bırakın bizi gidelim. Sevdiklerimize kavuşalım! Komutanım bu arkamda gördüğünüz askerler benim gibi çok genç. Lütfen onların hayatını bağışlayın da hep beraber bunu unutalım. Artık umutsuz vakayız. Tundland Krallığı bir umutsuz vaka! Bari izin verinde sevdiklerimize kavuşalım! ” Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Daha bu gencecik onbaşı nasıl bu kadar güçsüz olabiliyordu? Hiç vakit kaybetmeden bağırarak cevap verdim: “ Kes sesini! Kalk ve kendine gel asker! Senin gibi birinin bu hallere düşmesini görmek istemiyorum. ” Sonra şemşirimi kınından hızlıca çekip yukarı kaldırarak: “ Dostlarım! İşte bu gördüğünüz kılıç sizin hayatınızdır! Bu gördüğünüz kılıç Tundland’ın istikbalidir! Bu gördüğünüz kılıç sevdiklerinizin kaderidir! Sevdikleriniz ise sizin ruhunuz! Eğer kılıcınızı şimdi düşürür ve umutsuzluk çukuruna kendinizi bırakırsanız hayatlarınız birer birer sönecek. Eğer kendinizi kaybederseniz ruhunuzu kaybedeceksiniz. Evet dostlarım! Sevdiklerinizin kaderi sizin ellerinizde! ” Ortamı yoklamak için biraz durdum. Herkes susmuş beni dinliyordu. Bende gür ve enerji dolu bir sesle devam ettim : “ Gördünüz işte! Onlar sizi gece avlayacak kadar sizden korkuyor! Bu korkularını onların yüzlerine karşı kullanalım! Naralarımız ortalığı inletsin! Oklarımız korkakların o sığıntı ruhlarını parçalasın ve mızraklarımız ve kılıçlarımız yeni bir şafağı uçlarında taşısın! Haydi dostlarım! Şimdi hep beraber benim emrimle aydınlığa doğru yürümeye hazırmısınız!?” Sanırım karşımdaki askerleri tamamiyle etkilemiştim. Hepsi coşkulu ve içten bir sesle: “ Evet! ” diye haykırdı. Hepsi galeyana gelmişti. Kılıçlarını kalkanlarına vuruyor ve coşkuyla savaş naraları atıyordu. Gür bir sesle: “ Toparlanıp sıralanın! Onbaşı Miroslavov hemen buraya gel! ” dedim. Askerler hızlıca toparlanırken bende ona soğukkanlılıkla kafamda yeni yeni kurmaya başladığım planı anlatıyordum. Elimle karşımızdaki bir tepeyi göstererek : “ Şu tepeyi görüyormusun? Askerlerini o tepeye diz. Mızrakçıları 3 gruba ayır. İkisi kanatlarda biri de piyadelerin tam ortasında arka safta yer alsın. Okçular önde olsun. Düşman şu anda zafer kazandığını düşünüyor. O yüzden rahat. Bunu onlara karşı kullanıp onları kolay bir bozguna uğratacağız. Okçular burada kilit nokta. Düşman sizi düzenli görüp irkildiğinde okçularımız onları teker teker avlamalı.  ” Sonra sol taraftaki ormanlık alanı gösterip: “ Biz süvarilerimizle burada gizleneceğiz. Düşman tepeye çıkmaya yeltendiğinde süvarilerimiz onları kargılarında sallandıracak. ” Sonra güven verici bir şekilde sırtına vurup: “ Hadi bakalım sana güveniyorum Miroslavov. Sende kendine güven. Bunu başaracağız. ” Sonra kılıcımı çekip süvarilerimle birlikte ormanlık alan girdik. Miroslavov da birliklerini hızlıca tepeye yönlendirip dediğim doğrultularda düzenledi. Ben de dahil herkes heyecanla düşmanı bekliyorduk…

XI.Bölüm

XI.Bölüm

Yeni doğan güneşin kızıllığı yeni bir geleceğin habercisiydi sanki bize. Bunun bilinciyle daha parlak ve ışık dolu bir Tundland için canla başla savaşmaya hazırdık. Yanımdaki atlılarımın da heyecanının canlı kanıtı olan hızlı nefes sesleri atları da irkmiş olacak ki atlar yer yer kişnemeye ve huysuzlanmaya başlıyorlardı. Evet. Kardeşin birbirini vurduğuna bir kez daha tanık olacaktım burada. Bunun üzüntüsü ve Tundland’ın geleceğine olan inancımdan doğan heyecanımla karışık bir ruh hali içinde düşmanı bekliyordum. Sanırım tüm askerlerimde aynı ruh halindeydiler.

Bu duygular eşliğinde dikkat kesilmiş ağaçların arasından düşmanı beklerken birtakım temposuz ve birbirine karışan ayak sesleri işittik. Bu ayak sesleri düşman birliklerinin fazlalığından dolayı bayağı bir şiddetli geliyordu. Ama tempolu olmadığından o kadar da moral bozmuyordu. Bundan sonra düşmanın askerlerimizi kovalayan ve dağınık halde ilerleyen birlikleri görünmeye başladı.  Miroslavov okçuların en arkasına geçti. Kılıcını kınından hızlıca çekerek yukarı kaldırdı. Kılıcını bir generalmişçesine onurla ve gururla çekti.  Sonra konuşmaya başladı: “ Dostlarım! Sizinde çekeceğiniz kılıçlar benim çektiğim gibi onurlu ve gururlu olmalı! Şimdi kılıçlarınızı öyle şiddetli çekin ki düşmanlarınız irkilsin ve kılıçlarınızın uçlarındaki aydınlık düşmanımızın sığıntı, karanlık ruhlarını kaçırsın! ” tüm piyadeleri kılıçlarını Onbaşı Miroslavov gibi çekti. Bundan irkilen düşman hızlıca durakladı ve aynı anda Miroslavov’un gökleri yaran: “ Ateş! ” diye haykırışıyla 100 tane okçunun gezlediği 100 tane ok 100 tane düşmanın canını almıştı.

Düşmanımız ne kadar korkak olsa da eğer insancıl bir yönünüz hala varsa ölen her varlık için üzülürsünüz. Bana da öyle oldu. Onlar için ve bu meydanda ölecek olan diğer insanlar için göklere dua ettikten sonra meydanda olan biteni izlemeye devam ettim.

Okçularımız düşmana büyük kayıplar veriyordu. Ama kendileri de zaten yorgun olduklarından iyice yorulmuşlardı. Artık doğru düzgün yay geremiyorlardı. Hepsi ter içindeydi. Giydikleri deri zırhlar üstlerine yapışıyordu. Ama yine de düşmana kayıp vermeye devam ediyorlar sonuna kadar gayret veriyorlardı. Onları takdir etmiştim. Düşmana verilen yaklaşık 350 kişilik bir kayıptan sonra düşman tepenin eteğine gelmişti. Artık okçularımıza ulaşmaları için çok az bir mesafe kalmıştı. O zaman Miroslavov kendisine çok güvenmiş olacak planda olmayan bir emir verdi. Okçuların çabucak kanatlara dağılmasını ve piyadelerin hızlıca ortadan ağır darbeyi indirmesini istemişti. Askerler de emri yerine getirmeye başladı.  Başlangıçta mantıklı gelmişti ama sonrasında okçuların savunmasız kaldığını anlayınca hemen harekete geçmem gerektiğini anladım. Kirman’ı yanıma çekip heyecanlı bir şekilde ve savaşın rahatsız edici sesini bastırmak için bağırarak : “Kirman çabuk Miroslavov’a söyle mızrakçıları okçularla beraber kanatlara yerleştirsin! Kanatlar boş kaldı!”  “ Evet Teğmenim! ” dedi ve bozkır atının üstünde hızlıca yola koyulmaya başladı. Ben askelerime dönerek: “ Askerlerim! Bugün bizim zafer günümüz olacak!  Bugün kılıçlarınızı bir kez olsun kralınızın uğruna değil Tundland halkı ve belki de diğer tüm halkların iyiliği için sallayacaksınız! Benimle gelip Tundland için sonuna kadar vuruşmaya hazır mısınız? ” Hepsi hep bir ağızdan: “ Hazırız! ” diye bağırdı. Bu bağırıştan ve gözlerindeki yanan kıvılcımdan düşmanın üzerine atılmaya hiç olmadıkları kadar hazır olduklarını anladım. Sonunda en öne geçerek:” Birlik,Hücum!” komutunu verdim ve atlarımız ormanın içinden fırlayıp düşmana doğru yıldırım gibi koşmaya başladı. Belki binlerce askerimiz yoktu. Belki onlarca mancınık taşımıyorduk yanımızda. Ama yüreğimizdeki bu özgürlük aşkı ve cesaret onların binlercesini yenmemize yeter ve artardı bile. Düşmana yaklaştıkça içimdeki heyecan gitgide artıyordu. Bu içimdeki adrenalin duygusunu tetiklemiş olacak düşmanımıza yaklaştığımız an sanki bir yıldırıma dönüşüp düşmanımı çarpacakmışım gibi hissettim.

Düşmanımıza hücum darbesini indirdiğimiz anda atlarımızın kuvvetiyle havaya savrulanlar bile oldu. Atlarımızın amansız hücumundan sonra düşmanımızla kıran kırana savaşmaya başladık. İnsanı boğan kan kokusuyla birlikte savaşçıların çıkardığı gür sesler birleşince savaşmak zorlaşıyordu.  Düşmanın içine dalar dalmaz bir yaya kargımın soğuk tarafını tatmıştı. Hemen kargımı bırakıp şemşirimi çektim ve o an koluma doğru gelen kılıç darbesini ustlalıkla engelledim.  Sonra atımı biraz daha ileri sürüp arkamdakileri için yol açmaya başladım. Savaşmaya başladıktan sonra içimde belirsiz bir duygu hissettim. Bu duygunun sayesinde etrafımdakileri farketmiyordum.  Öyle güçlü bir duyguydu ki kendimi bulutların üstündeymiş gibi hafif ve bir ok gibi atik hissettiriyordu. Bu duyguyla düşmanlarıma daha acımasızca saldırmaya başladım. Daha hızlı, daha güçlüydüm. Sanki karşımdaki pislikten bir an önce kurtulmak istiyormuş gibi hızlı bir şekilde amansızca kılıç sallıyordum.
Biraz savaştıktan sonra savaştığımız piyade taburunun kaçışmaya başladığının farkına vardım. Bunun farkına varmamla eski halime dönmem bir oldu. İlk önce kılıcıma ve ellerime baktım. Üçü de kıpkırmızıydı. Sonra atımın neredeyse heryerinin kıpkırmızı olduğunun bilincine vardım. Sanırım böyle savaşmamı sağlayan iradem değil içgüdümdü. Hayvansı bir içgüdü. Düşmanını alaşağı etmeye çalışan bir domuz gibi vahşice savaşmıştım. Bunu farkedince kendimden biraz utanmadım değil. Ama yine de bu askerliğin gerektirdiği bir davranış olduğunun bilincine vardığımdan utancım çabuk geçti.

Önümüzdeki piyade taburu çabucak kaçıyordu. Bu kaçan piyade taburu arkadan gelen taburları da hareketlendiriyor. Bazılarını kendileriyle beraber kaçmasını sağlıyor, bazılarının da buraya gelmesine zorluk çıkarıyordu. Okçularımız yaylarını germeye devam etti. Gelen taburlarda bu okların etkisiyle korkarak çabucak kaçışmaya başladı.

Sanırım zafer bizimdi! Biraz beklememize rağmen buraya doğru gelen başka bir tabura rastlamadık. Nefes nefese kalmıştım. Kendimi çok yorgun hissediyordum. Askerlerim zafer çığlıkları ,naraları atmaya, haykırmaya başladı. Bazılarının gözünden mutluluk yaşları bile dökülüyordu. Sevinirken bile yorgunlukları harketlerinden belli oluyordu. Bir mızrakçı mızrağını kaldırıp göklere teşekkür etmek istemişti –Askerlerin göklere teşekkür şekli silahlarını yukarı kaldırıp haykırmaktır.-  ama o kadar yorgundu ki mızrağı istemeden yere düşürdü. Bu benim biraz gülümsememe neden oldu. Askerlerime dönüp yorgun olduğumdan zorlandığım ve aralarında güçlü nefes almalarla kesilen bir bağırmayla : “ Dostlarım! İşte karanlığı ışığınızın gücü böyle kaçırdı! ” Biraz durtuktan sonra devam ettim: “ Savaşıp insanlarınızın hayatını, onurunu kurtardık! Tundland ve Arkadios sizinle gurur duyacak! Biliyorum adım atacak haliniz kalmadı. Ama yine de dayanmanız gerekiyor.  Kurnsk’a kadar ilerlememiz gerekiyor. Bu kadar az kişiyle meydanda duramayız. Gayret dostlarım! Haydi toparlanın.  ” Herkes toparlandıktan sonra tüm askerler arkamda Kurnsk’a doğru yol almaya başladık.


Rica ederim bu sefer yorumlarınızı esirgemeyin. Onlara ihtiyacım var.
 
Ya aslında savaş sahnelerinde biraz zayıfım sebebi hiç böyle adam gibi savaş ağırlıklı kitap okumamam. Onunla ilgili bir üslubum oluşmadığından oraya girmeye korkuyorum açıkçası. Ama istediniz diye ileride deneyeceğim. :smile:
 
Yok canım filmle oluşmaz bu üslup. Ama savaş ağırlıklı bir kitap önerirseniz memnuniyetle okurum 2-3 güne. Bunun dışında zaten buz ve ateş serisine başladım ilk kitabındayım. Eminim savaş sahnesi vardır.
 
tam hikayeni okuycam bir iş geliyodu sınav hatırlama hikaye yazma elektrik gitme ve en sonunda okudum harika
 
Yorumlarınız için çok teşekkür ederim :smile:

12 ve 13. Bölüm:

XII.Bölüm:
XII.Bölüm

Güneşin kara bulutların ardına saklandığı karamsar bir akşamüstüydü. Kara bulutlar beraberinde yağmuru getirmişti. Gökler sanki az önceki savaştaki ölen yüzlerce genç Tundlandlıya ağlıyordu. Kardeşin birbirini öldürdüğü bu kara güne,  kara bulutlar yakışıyordu aslında.
Atlılarımla Düzmece Çar Vladislav’ı yakalamak için ordudan bir süreliğine ayrılmıştık. Her yerde aramamıza rağmen kaçmayı başarmıştı. Tam ona göre bir kader. Kaçmak ona savaşta ölmekten daha çok yakışıyor.

Ordularımıza geri döndüğümde bir ordudan çok bitkin düşmüş bir insan sürüsü görmüştüm. Bazıları yorgunluktan silahlarını yolda bırakmıştı. Rüzgarlı ve yağmurlu hava onlara daha da zorluk çıkarıyordu. Acıklı bir durumdu bu. Uzun sürmemesini umarak yola devam ettik.

Aldar köprüsünü geçtik. Aldar köprüsünü geçtikten sonra Kurnsk’a yaklaşmaya başladık. Biraz daha yaklaştığımızda Kurnsk’dan kara dumanların yükseldiğini görmemle yerimde put gibi donakalmam bir oldu. Kara dumanın her zaman kötü haber getirdiğini Svirna’da iken, Kardin’in yağmalandığı günde ve evimden çıkan kara dumanları gördüğümde tecrübe edinmiştim.

Askerlerime oldukları yerde beklemesini ve Kirman, Piyer ve Miroslavov’un benimle  gelmesini emrettim. Şehirde ne olup bittiğine bakmamız gerekiyordu. Yanımdaki subaylar da en az benim kadar ürkmüş görünüyordu ve sanırım Tundland’ın üstünden hiçbir zaman eksilmeyen kara dumandan şikâyetçiydiler.

Şehrin kapılarına vardığımızda bağıran, acı çeken insan sesleri duymaya başladım. Kesilen et sesleri, çığlık atan kadın sesleri buna eklenince dayanılmaz bir ses haline geliyordu. Sonra yaklaşık 8 kişilik bir atlı grubu şehirden hızlıca fırlayıp bizi durdurdu. Sancağımızı almayı unutmuştum ama rütbelerimize ve zırhlarımıza bakıp bizim Tundland  subayı olduğumuzu anlamalıydı. Aralarından onbaşı olduğu miğferinden anlaşılan bir atlı: “ Kimsiniz ve nereden gelip nereye gidiyorsunuz? ” “ Biz Boyar Petrov’un birliklerinde görev yapan subaylarız. Ben Teğmen Urlay. Yanımdakiler de Onbaşı Kirman, Onbaşı Piyer ve Onbaşı Miroslavov. ” Adamın gözleri bir anda parladı. Sanırım çok sevinmişti. Atından indi ve esas duruşa geçti.  “ Göklere şükürler olsun! Teğmenim! Kardeşlerimizin geri döndüğüne çok sevindim. Lordumuzun durumu nedir acaba?” Petrov’dan bahsedince üzgün ve kaygılı bir yüz ifadesine büründüm bir anda. Bu irademle olan bir eylem değildi. İrademin dışındaydı. Petrov ve Nikolay’ın akıbetine olan üzüntümü sürekli içimde tutuyordum. Birisi bahsedince ister istemez o üzüntü açığa çıkmıştı. Kara dumanlar benden yükselmekteydi ve karşımdakileri de etkilemişti sanırım. Karşımdakiler de yüzünü astı. Ağır ve karamsarlık haykıran bir sesle: “ İkisi de bir kahraman gibi öldüler.” Sonra biraz bekleyip olanı biteni anlatmaya başladım. Bu sefer sesim gürdü, benimle beraber savaşan kardeşlerimin hakkını vermek ve karşımdakilerden hesap sormak için konuşuyordum : “ Ben ve yanımdaki 150 atlı doğudaki Karagan yağmacılarını öldürdükten sonra geri dönüyorduk. Boyar Petrov ve ordusunun kaçtığını farkettik. Ben ve yanımdaki subaylarım birlikleri durdurup onları kendilerinin ardından gelen 6 katı büyük bir orduya karşı düzenledik. Birliklerimiz zaferi kazandı. Yorgunuz, açız. Savaştan sonra 2 gündür aralıksız yürüyoruz. Birliklerimin 3 te 1 i yolda hayatını kaybetti. Yorgunluktan okçularımız artık yaylarını kaldıramıyor. Zırhlarımızı çoktan yolun ortasında bırakıp gittik. Şimdi size soruyorum: Biz buraya rahatlamak için gelmişken bu şehirdeki bu kavga ne?! ” Karşımdaki onbaşı mahcup olmuşa benziyordu. Yüzünü devirerek: “ Teğmenim halkın çoğu yiyecek ve parasızlıktan isyan etti. Bütçelerimizin çoğu sefer hazırlıkları ve ordularımıza ayrılmış durumda. Halkımız aç, Merhum Lordumuz Petrov’un vekilharcı ve görünüşe göre yeni lordumuz Boyar Vladimir ise halkın kurtlara hizmet etmek için var olan koyunlar olduğunu söylüyor ve kurtlar koyunları gütmeli, ihtiyacı olursa onlardan yararlanmalıdır diyor.” Biraz düşündüm ve bunun hastalıklı bir düşünce olduğunun farkına vardım.  Krallar, Lordlar, Üst sınıf insanlar, Halkın ve daha doğrusu alt sınıfın hepsinin kültürsüz, yobaz, hurafelere inanan, aptal biri olmasını istediği açıktı. Eğer Alt sınıfı da iyi yetiştirir ve onlara daha fazla özgürlük tanırsan onlar hem ülkeye daha çok faydası olurdu, hem de bu davranış insanlık onuruna daha çok yakışırdı. Sonuçta her insanın normal bir insan gibi yaşamasının hakkı vardı bence.  Karşımdaki onbaşıya bakıp kızgın bir surat ifadesiyle: “ Ama sen de bunun hastalıklı bir düşünce olduğunu biliyorsun, tüm askerler biliyor! Ne diye hala halkınıza, kendi halkınıza bu eziyeti çektiriyorsunuz? Bunlar kendi halkınız, sizin insanlarınız! Ne kadar savaş meydanında yanyana çarpıştığınız askerler kardeşinizse beraber aynı yemeği paylaşıp aynı ortamda yaşadığınız insanlar da kardeşiniz. Neden yapıyorsunuz bunu? ” Askerin gözleri hala devrikti.  Mahcup bir eda ile: “ Çünkü bunu yapmamızı Lordumuz Vladimir emretti Teğmenim. ” “ Lord mu? O Lord’un aklı nerede acaba? ” Daha da çok kızmıştım. Bu Lord’un aklı neredeydi acaba? Etrafındaki tüm ülkeler zaten ona düşman. Halkı da ona düşman ederse ona asker veren, onu zengin eden insanlar kim olacaktı? Dominant bir sesle: “ Kirman çabuk git orduyu buraya çağır. ” Sonra karşımdaki onbaşıya dönerek: “ Onbaşı ordumuz geldiğinde siz ve atlılarınız yolu açın. Onları hana ve yer bulamazsak gerekirse umumhanelere kadar bırakacağız. Sonra Boyar Vladimir ile konuşmak istediğimi ona bildir. Yanına gideceğim çünkü. “ “ Elbette Teğmenim. ”

Herşey hallolduktan sonra lordun kalesine doğru yol aldım. Kale Tamamen taştan yapılmıştı Silindir şeklindeydi ve sanırım göklere kadar uzanıyordu. İki yanında iki tane kaleden uzun kulesi vardı. Çok görkemliydi. İçeri girdiğimde Vladimir’i tahtta oturur vaziyette buldum. Daha çocuk denecek kadar küçüktü –Yaklaşık 14, 15 yaşlarında- . Sarı uzun saçları vardı. Yüzü bir lorddan çok bir çocuğu andırıyordu. Yalvaran ve onu önünde diz çökmüş ağlayan genç bir köylü kadının derdini dinliyordu: “ Merhametli, değerli lordum. Lütfen beni dinleyin! Halkımız günlerdir aç, susuz, biçare. Hanlar artık 4 katı para alıyor, pazar yerinde ise işler daha da kötü. Yiyecek tezgahları bomboş. Sokaklar evsiz ve aç çocuklarla dolup taşıyor. Lütfen lordum, lütfen  biraz da bizim için bütçe ayırın ve bunu yapacağınızı halkımıza bildirin. O zaman isyan sonlanacaktır. Yoksa halkımız ya sizin elinizden ya da açlıktan ölecek. ” Çocuk lord ise hiç düşünmeden: “ Senin üstlerine itaat etmen gerekiyorken bana nasıl akıl verirsin? Çabuk yıkıl karşımdan yoksa askerlerimin toplarıyla oynamak zorunda kalırsın! ” Buna daha fazla dayanamazdım. Sinirlerim tepeme çıkmıştı.  Yüksek sesle kendimi takdim edercesine konuşmaya başladım: “ Sanırım köpeklerini halkından daha çok seviyorsun çocuk! ” Vladimir sinirlenmişti : “ Sen kimsin asker? Nasıl benimle böyle konuşuyorsun? ” “ Merhum babanız Petrov’un ordusundan basit bir teğmenim. Ah, özür dilerim alıştıra alıştıra söyleyecektim ama şimdiden babanın kıçını o tahtta görmeyi özlüyorum! ” Kendimden korkmuştum. Bu kadar cesaretli nasıl olabilmiştim? Vladimir’in yanındaki korumalar da şaşırmıştı. Sanırım sonunda biri kral çıplak diyebilmişti. Vladimir kızgınlıkla, üzüntünün verdiği boğuk ama sert bir ses tonuyla: “ Çabuk kılıcını ve miğferini yere bırak! Seni sürgün ediyorum.” Yüzüm gülerek ve acımasızca: “ Bana rütbemi veren babamız Zbigniev’dir. Akıbetime de yalnız o karar verebilir. –Bu bir Tundland geleneğidir. Hangi lord o askere rütbesini vermişse aynısının alması gerekir.-  Şimdi çocuk, beni dinle: 500 kişiyle 3000 kişilik bir orduyu dize getirdik. 3 gündür aç,susuz yürüyoruz. Yolda da askerlerimin yarısı yolda yere yığılarak senin hayatının korunması için hayatlarını kaybetti. Senden isteğim bu adamlara dinlenecek bir yer bulman. Yoksa.. ” “ Yoksa ne? ”  “ Yoksa babamıza bu zaferden bahsederken aynı zamanda senin misafirperverliğinden de bahsederim. Çar Zbigniev’in bu misafirperverliğinden memnun olacağından eminim! ” Karşımdaki sahte Boyar kızarıp bozardı. Dişlerini sıkarak: “ Tamam yeter ki çık buradan! Maksimov bu adamın askerlerine dinlenecek bir yer bul. ”.

Etraftaki yerlilerden Kloria’nın kaldığı hanı öğrendikten sonra hana doğru yola koyuldum…

XIII. Bölüm

XIII. Bölüm

İsyan biraz dinmişti. Bu devam edeceğinin habercisiydi sadece. Bu çocuk iflah olmayacağına göre kellesi alınana kadar isyan devam edecekti.

Kloriamın kaldığı hanı sonunda buldum. Tahtadan yapılmış bu han iki katlıydı. İlk katında ahşap masa ve sandalyeleri, taştan küçük bir şöminesi vardı. Şömineden yayılan loş ışık ve sıcaklık ortama tatlı bir hava kazandırıyordu. Şöminenin üstündeki tavuktan yayılan koku ise günlerdir ağzıma bir lokma girmediğini farkettirdi bana. Ama buna vaktim yoktu. Amacım hemen Kloriamı görüp, onu da alıp buradan kaçmaktı. Tabi önce Çar Zbigniev’i zaferimiz hakkında bilgilendirmem gerekiyordu –Muharebenin yöneticisi olarak.- . Kloria’nın olduğu odayı bulmam fazla uzun sümedi. Kapıyı yavaşça tıklattım kapıyı Karatay açtı ve açar açmaz gözü parıldamaya başladı. Sanırım benim gelmeme çok sevinmişti. Yüzüne hafif ve erkeksi bir gülümseme takınarak “ Teğmenim! ” dedi. Kapıdan içeri baktığımda ay yüzlü sevgilimi sırtüstü uyurken gördüm. Uyurken perilerden daha güzeldi. Çıkık elmacık kemikleri ve küçük tatlı burnu iyice belli oluyordu. Hemen Karatay’a elimle sus işareti yaparak yavaşça sevgilimin yatağına yaklaştım. Ona sürpriz yapacaktım. Yaklaştım ve hızlıca dudaklarına bir öpücük kondurdum. Gözleri yavaşça açıldı. Beni görür görmez gözleri faltaşı gibi oldu. Sonra uzunca bana baktı –yaklaşık 5 saniye. -.  Sonra gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı ve bana sıkıca sarıldı. Ah Kloriam ne kadar özlemiş beni! Ondaki özlem bende de olduğundan aynı şekilde gözlerimden hafifçe yaşlar süzülmeye başladı. Sonra ondan biraz daha güçlü olduğumu kanıtlayarak:  “ Şşş, geçti hayatımın anlamı. Artık seninleyim. ” Dedim ve yavaşça saçlarını okşamaya başladım. Onu kanatlarıma alıp güvende olduğunu ona ispatlamak için yatağa oturup yavaşça saçlarını okşamaya başladım. Eski günlerdeki gibi yavaşça kendini bana bıraktı ve kafasını dizlerime koyarak gözlerini yeniden kapattı. Uzun bir yolculuktan sonra ben de aşırı yorgun olduğumu farkettim. İrademe daha çok hakim olmam yorgunluğumu unuttursa da tamamen hakim olamadığımdan eninde sonunda dayanamıyordum. Ben de yatağa uzanıp uykuya daldım…

Uyandığımda ilk hissettiğim mutluluktu ve sanırım ilk duyduğum karnımın gurultusuydu. Sevgilim hala uyuyordu. Karatay’ı da kapının önünde nöbet tutarken gördüm. Saatlerce uyumamasına rağmen hala dinç ve güleryüzlüydü. Yüzünde yine o aynı erkeksi gülümsemeyle: “ Günaydın teğmenim! ” dedi. Ben de gülümseyerek: “ Günaydın! “ dedim ve Çar Zbigniev’e zaferimizden bahsetmem gerektiğini hatırladım. Aynı tavırla: “ Bana bir kağıt, kalem ve hokka getir. ” Cebimden birkaç dinar çıkarıp eline sıkıştırarak: “ Bunlarla da pazardan bir kuzgun al. Birine bir mektup iletmem gerekiyor. ” “ Hemen teğmenim! ” Hızlıca koşup gitti. Hala bana hizmet etmekten zevk alıyordu sanırım. Kloriamı ben gelene kadar koruduğu için ona teşekkür etmeyi unutmuştum. Sonunda gelecek ben de teşekkür ederim değil mi?
Aşağı indim. Aşağıdan özlediğim kokular geliyordu. Kaynayan çayın kokusu bütün kokulara bedeldi. Aşağı indiğimde upuzun bir masada hanın sakinleri oturmuş yemek yiyip konuşuyorlardı. Masanın üstünde peynir, zeytin, çay, ekmek ve üzüm pekmezi vardı. Peynir kaskatıydı, zeytin de artık o kadar uzun zaman saklanmış ki yağını dışarı salmıştı, vıcık vıcıktı, ekmek küflüydü ve üzüm pekmezi ise yenilecek durumda değildi. Ama çok aç olduğumdan yemek zorundaydım. Her hareket ettiğinde çığlık atarcasına gıcırdayan sandalyelerden birine oturdum. Kaşık ve çatal isteyip zorla yiyip bitirdim. Tam yukarı çıkacaktım ki Karatay’ın elinde içinde bir kuzgun olan bir kafes diğer elinde bir tomar kağıt, bir hokka ve bir kalemle geldiğini gördüm. “ Yukarı çık, orada konuşalım. ” “ Tamam. ” Dedikten sonra odamıza vardık. Kloria çoktan uyanmış ve elbiselerini giymiş, aynada saçlarını tarıyordu. Şehirden yeni aldığı ipek elbise göz kamaştırıcıydı. Pembe renkliydi, dizinin biraz altına kadar iniyordu ve omuzlarını şeffaf bir şekilde kapatıyordu. Çok beğenmiştim. Beni aynadan gördükten sonra bana döndü. Ellerini yavaşça yanaklarımda gezdirmeye başladı ve: “ Ne kadar çok değişmişsin! Yanakların daha da sıkılaşmış ve sakalların çıkmaya başlamış.” dedi ve elleri son savaşımda yüzüme aldığım hafif yaraya değince gözleri yaşla doldu, sarılarak : “ Urlay! Hayatımın aşkı! Sana bir şey olacak diye çok korktum. Bilsen her gün uykumda adını sayıkladım, gündüzleri ise amaçsız bir şekilde odamın içinde dolaşarak seni bekledim günlerce! Bu yarayı gördükten sonra üzüntülerim kat kat arttı. Urlay, çok korkuyorum! N’olur beni yalnız bırakma bir daha! Ne olur! ”  “ Sakin ol sevgilim. Geçti hepsi. Artık benimlesin.  ” Kloria’nın kollarından kurtulduktan sonra yatağın karşısında, aynanın solundaki tahtası çürümüş masaya oturup Çar Zbigniev’e raporumu yazmaya başladım. Raporum tam olarak şöyleydi:

“  Boyar Petrov’un ordusundan Teğmen Urlay’ın, Babamız Çar Zbigniev’e Raporudur;

Boyar Petrov, Kıdemli Şövalye Nikolay ve 3000 kişilik ordusu gece vakti hain bir baskınla dağılmıştır. Sulun köyüne doğru kaçarken Sulun’daki görevimden dönen ben ve süvari birliğim onları durdurup düzenledik. Onların cesareti ve göklerin yardımı sayesinde korkak düşman birliğini ağır bir bozguna uğrattık. Şu anda Kursk’da dinlenmekteyiz.
Süvari Teğmeni Urlay

Kuzgunu yolladıktan sonra ve akşama kadar Kloria ile günümü geçirdikten sonra Karatay’a dönerek kararlı bir edayla : “ Şu şımarık çocuk yüzünden güvende değiliz. Hazırlanmamız gerek. Hemen buradan gitmeliyiz. ” “ Evet Teğmenim! Yolculuğumuz nereye?” “ Thusgard’a gitmeyi planlıyorum. Buradaki agresif güçler bir zamanlığına yok olduğuna göre, Çar Zbigniev’in ordusuyla bu orduyu birleştirmek en mantıklısı olacaktır.  ”  “ Elbette Teğmenim. Yalnız, birlikleriniz artık Boyar Vladimir’e ait. Sizinle gelmeyi kabul edeceklerinden emin değilim…” Kaşlarımı çattım. Eğer planımı gerçekleştireceksem ve bu hayatında tatmin olamamış çocuktan kurtulacaksam önce komutanları ikna etmeliydim. Hızlıca ama sakince: “ Onbaşı Kirman, Onbaşı Piyer ve Onbaşı Miroslavov’u buraya çağır. ”

Birkaç dakika sonra buradaydılar. Önümde esas duruş vaziyetinde bekliyorlardı. Yüzümdeki gerginlik ortamdaki enerjiyi daha kızıllaştırmıştı. Hepsi birden hızlıca solumaya başlamıştı. Hemen açıklamaya giriştim: “ Dostlarım, sizi önemli bir konu hakkında konuşmak için buraya çağırdım. ” Hepsini teker teker süzdüm. Hepsi dikkat kesilmiş beni dinliyordu. Devam ettim: “ Dostlarım. Boyar Vladimir’in tavırları ve kafamdaki bir plan hakkında konuşacağım. Çocuk boyarın tavırları malum. Siz ve emrinizdeki bir avuç asker onun elinde harcanacaksınız bundan emin olun. ” Son sözlerimi üstüne basa basa söylemiştim. “ Kafamdaki plana gelince: Buradaki saldırı güçleri bir süreliğine dağıldığına göre Thusgard’a, Zbigniev’e doğru yürüyelim diyorum. Birliklerimizi onun birliklerine katıp Noriya barbarlarına karşı yardım etmemiz gerektiğini düşünüyorum.” Üçüde bir süreliğine sustu. Sonunda sessizliği Miroslavov bozdu: “ Son savaşınızdaki eylemlerinizden sonra birliklerim sizi sadakatle takip edecektir. Sizi öve öve bitiremediler. ” Son sözünü her zamanki muzip gülümsemesiyle söylemişti. Bu ortamı hafif yumuşatmıştı. Sonra Kirman konuşmaya başladı: “ Süvariler sorgusuz sualsiz sizi takip edecektir teğmenim!  ” Piyer ise hiçbirşey söylemedi. Sanırım bu söylenecek herşey söylendi demekti. Bense bu işin bu kadar kolay sonuçlanmasına  şaşırmıştım. Hemen onlara birliklerini hazırlamalarını salık verip yola çıkacağımızı bildirdim. Sorgusuz sualsiz görevlerine koştular. Yarım saat sonra yaklaşık 300 kişi meydandan kapılara doğru yürümeye başladık…
 
Back
Top Bottom