XII.Bölüm
Güneşin kara bulutların ardına saklandığı karamsar bir akşamüstüydü. Kara bulutlar beraberinde yağmuru getirmişti. Gökler sanki az önceki savaştaki ölen yüzlerce genç Tundlandlıya ağlıyordu. Kardeşin birbirini öldürdüğü bu kara güne, kara bulutlar yakışıyordu aslında.
Atlılarımla Düzmece Çar Vladislav’ı yakalamak için ordudan bir süreliğine ayrılmıştık. Her yerde aramamıza rağmen kaçmayı başarmıştı. Tam ona göre bir kader. Kaçmak ona savaşta ölmekten daha çok yakışıyor.
Ordularımıza geri döndüğümde bir ordudan çok bitkin düşmüş bir insan sürüsü görmüştüm. Bazıları yorgunluktan silahlarını yolda bırakmıştı. Rüzgarlı ve yağmurlu hava onlara daha da zorluk çıkarıyordu. Acıklı bir durumdu bu. Uzun sürmemesini umarak yola devam ettik.
Aldar köprüsünü geçtik. Aldar köprüsünü geçtikten sonra Kurnsk’a yaklaşmaya başladık. Biraz daha yaklaştığımızda Kurnsk’dan kara dumanların yükseldiğini görmemle yerimde put gibi donakalmam bir oldu. Kara dumanın her zaman kötü haber getirdiğini Svirna’da iken, Kardin’in yağmalandığı günde ve evimden çıkan kara dumanları gördüğümde tecrübe edinmiştim.
Askerlerime oldukları yerde beklemesini ve Kirman, Piyer ve Miroslavov’un benimle gelmesini emrettim. Şehirde ne olup bittiğine bakmamız gerekiyordu. Yanımdaki subaylar da en az benim kadar ürkmüş görünüyordu ve sanırım Tundland’ın üstünden hiçbir zaman eksilmeyen kara dumandan şikâyetçiydiler.
Şehrin kapılarına vardığımızda bağıran, acı çeken insan sesleri duymaya başladım. Kesilen et sesleri, çığlık atan kadın sesleri buna eklenince dayanılmaz bir ses haline geliyordu. Sonra yaklaşık 8 kişilik bir atlı grubu şehirden hızlıca fırlayıp bizi durdurdu. Sancağımızı almayı unutmuştum ama rütbelerimize ve zırhlarımıza bakıp bizim Tundland subayı olduğumuzu anlamalıydı. Aralarından onbaşı olduğu miğferinden anlaşılan bir atlı: “ Kimsiniz ve nereden gelip nereye gidiyorsunuz? ” “ Biz Boyar Petrov’un birliklerinde görev yapan subaylarız. Ben Teğmen Urlay. Yanımdakiler de Onbaşı Kirman, Onbaşı Piyer ve Onbaşı Miroslavov. ” Adamın gözleri bir anda parladı. Sanırım çok sevinmişti. Atından indi ve esas duruşa geçti. “ Göklere şükürler olsun! Teğmenim! Kardeşlerimizin geri döndüğüne çok sevindim. Lordumuzun durumu nedir acaba?” Petrov’dan bahsedince üzgün ve kaygılı bir yüz ifadesine büründüm bir anda. Bu irademle olan bir eylem değildi. İrademin dışındaydı. Petrov ve Nikolay’ın akıbetine olan üzüntümü sürekli içimde tutuyordum. Birisi bahsedince ister istemez o üzüntü açığa çıkmıştı. Kara dumanlar benden yükselmekteydi ve karşımdakileri de etkilemişti sanırım. Karşımdakiler de yüzünü astı. Ağır ve karamsarlık haykıran bir sesle: “ İkisi de bir kahraman gibi öldüler.” Sonra biraz bekleyip olanı biteni anlatmaya başladım. Bu sefer sesim gürdü, benimle beraber savaşan kardeşlerimin hakkını vermek ve karşımdakilerden hesap sormak için konuşuyordum : “ Ben ve yanımdaki 150 atlı doğudaki Karagan yağmacılarını öldürdükten sonra geri dönüyorduk. Boyar Petrov ve ordusunun kaçtığını farkettik. Ben ve yanımdaki subaylarım birlikleri durdurup onları kendilerinin ardından gelen 6 katı büyük bir orduya karşı düzenledik. Birliklerimiz zaferi kazandı. Yorgunuz, açız. Savaştan sonra 2 gündür aralıksız yürüyoruz. Birliklerimin 3 te 1 i yolda hayatını kaybetti. Yorgunluktan okçularımız artık yaylarını kaldıramıyor. Zırhlarımızı çoktan yolun ortasında bırakıp gittik. Şimdi size soruyorum: Biz buraya rahatlamak için gelmişken bu şehirdeki bu kavga ne?! ” Karşımdaki onbaşı mahcup olmuşa benziyordu. Yüzünü devirerek: “ Teğmenim halkın çoğu yiyecek ve parasızlıktan isyan etti. Bütçelerimizin çoğu sefer hazırlıkları ve ordularımıza ayrılmış durumda. Halkımız aç, Merhum Lordumuz Petrov’un vekilharcı ve görünüşe göre yeni lordumuz Boyar Vladimir ise halkın kurtlara hizmet etmek için var olan koyunlar olduğunu söylüyor ve kurtlar koyunları gütmeli, ihtiyacı olursa onlardan yararlanmalıdır diyor.” Biraz düşündüm ve bunun hastalıklı bir düşünce olduğunun farkına vardım. Krallar, Lordlar, Üst sınıf insanlar, Halkın ve daha doğrusu alt sınıfın hepsinin kültürsüz, yobaz, hurafelere inanan, aptal biri olmasını istediği açıktı. Eğer Alt sınıfı da iyi yetiştirir ve onlara daha fazla özgürlük tanırsan onlar hem ülkeye daha çok faydası olurdu, hem de bu davranış insanlık onuruna daha çok yakışırdı. Sonuçta her insanın normal bir insan gibi yaşamasının hakkı vardı bence. Karşımdaki onbaşıya bakıp kızgın bir surat ifadesiyle: “ Ama sen de bunun hastalıklı bir düşünce olduğunu biliyorsun, tüm askerler biliyor! Ne diye hala halkınıza, kendi halkınıza bu eziyeti çektiriyorsunuz? Bunlar kendi halkınız, sizin insanlarınız! Ne kadar savaş meydanında yanyana çarpıştığınız askerler kardeşinizse beraber aynı yemeği paylaşıp aynı ortamda yaşadığınız insanlar da kardeşiniz. Neden yapıyorsunuz bunu? ” Askerin gözleri hala devrikti. Mahcup bir eda ile: “ Çünkü bunu yapmamızı Lordumuz Vladimir emretti Teğmenim. ” “ Lord mu? O Lord’un aklı nerede acaba? ” Daha da çok kızmıştım. Bu Lord’un aklı neredeydi acaba? Etrafındaki tüm ülkeler zaten ona düşman. Halkı da ona düşman ederse ona asker veren, onu zengin eden insanlar kim olacaktı? Dominant bir sesle: “ Kirman çabuk git orduyu buraya çağır. ” Sonra karşımdaki onbaşıya dönerek: “ Onbaşı ordumuz geldiğinde siz ve atlılarınız yolu açın. Onları hana ve yer bulamazsak gerekirse umumhanelere kadar bırakacağız. Sonra Boyar Vladimir ile konuşmak istediğimi ona bildir. Yanına gideceğim çünkü. “ “ Elbette Teğmenim. ”
Herşey hallolduktan sonra lordun kalesine doğru yol aldım. Kale Tamamen taştan yapılmıştı Silindir şeklindeydi ve sanırım göklere kadar uzanıyordu. İki yanında iki tane kaleden uzun kulesi vardı. Çok görkemliydi. İçeri girdiğimde Vladimir’i tahtta oturur vaziyette buldum. Daha çocuk denecek kadar küçüktü –Yaklaşık 14, 15 yaşlarında- . Sarı uzun saçları vardı. Yüzü bir lorddan çok bir çocuğu andırıyordu. Yalvaran ve onu önünde diz çökmüş ağlayan genç bir köylü kadının derdini dinliyordu: “ Merhametli, değerli lordum. Lütfen beni dinleyin! Halkımız günlerdir aç, susuz, biçare. Hanlar artık 4 katı para alıyor, pazar yerinde ise işler daha da kötü. Yiyecek tezgahları bomboş. Sokaklar evsiz ve aç çocuklarla dolup taşıyor. Lütfen lordum, lütfen biraz da bizim için bütçe ayırın ve bunu yapacağınızı halkımıza bildirin. O zaman isyan sonlanacaktır. Yoksa halkımız ya sizin elinizden ya da açlıktan ölecek. ” Çocuk lord ise hiç düşünmeden: “ Senin üstlerine itaat etmen gerekiyorken bana nasıl akıl verirsin? Çabuk yıkıl karşımdan yoksa askerlerimin toplarıyla oynamak zorunda kalırsın! ” Buna daha fazla dayanamazdım. Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Yüksek sesle kendimi takdim edercesine konuşmaya başladım: “ Sanırım köpeklerini halkından daha çok seviyorsun çocuk! ” Vladimir sinirlenmişti : “ Sen kimsin asker? Nasıl benimle böyle konuşuyorsun? ” “ Merhum babanız Petrov’un ordusundan basit bir teğmenim. Ah, özür dilerim alıştıra alıştıra söyleyecektim ama şimdiden babanın kıçını o tahtta görmeyi özlüyorum! ” Kendimden korkmuştum. Bu kadar cesaretli nasıl olabilmiştim? Vladimir’in yanındaki korumalar da şaşırmıştı. Sanırım sonunda biri kral çıplak diyebilmişti. Vladimir kızgınlıkla, üzüntünün verdiği boğuk ama sert bir ses tonuyla: “ Çabuk kılıcını ve miğferini yere bırak! Seni sürgün ediyorum.” Yüzüm gülerek ve acımasızca: “ Bana rütbemi veren babamız Zbigniev’dir. Akıbetime de yalnız o karar verebilir. –Bu bir Tundland geleneğidir. Hangi lord o askere rütbesini vermişse aynısının alması gerekir.- Şimdi çocuk, beni dinle: 500 kişiyle 3000 kişilik bir orduyu dize getirdik. 3 gündür aç,susuz yürüyoruz. Yolda da askerlerimin yarısı yolda yere yığılarak senin hayatının korunması için hayatlarını kaybetti. Senden isteğim bu adamlara dinlenecek bir yer bulman. Yoksa.. ” “ Yoksa ne? ” “ Yoksa babamıza bu zaferden bahsederken aynı zamanda senin misafirperverliğinden de bahsederim. Çar Zbigniev’in bu misafirperverliğinden memnun olacağından eminim! ” Karşımdaki sahte Boyar kızarıp bozardı. Dişlerini sıkarak: “ Tamam yeter ki çık buradan! Maksimov bu adamın askerlerine dinlenecek bir yer bul. ”.
Etraftaki yerlilerden Kloria’nın kaldığı hanı öğrendikten sonra hana doğru yola koyuldum…