Malkoçoğlu: Fedailer Geliyor [4. Bölüm]

Users who are viewing this thread

Status
Not open for further replies.

Kara Bey

Sergeant Knight at Arms
Herkese Merhaba! :smile:
Yepyeni bir hikâyeyle karşınızdayım. Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı, birçok kişinin ilgi duyduğu tarihi-kurgu ile bu bölümde kendi adıma ikinci hikâyemi yazmaya karar verdim. Hikâyenin konusu adından da anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde geçiyor. Karakterler ve olay örgüsü üç aşağı beş yukarı gerçek tarihle harmanlanarak kurgulandı. Tarihi arşivlerin aydınlatamadığı boşluğu ise kurgu karakterler ve olaylarla doldurarak öyküleştirmeye çalıştım. Umarım hoşunuza gidecektir. Keyifli okumalar... :smile:

00gz3L.jpg
Kapak fotoğrafı için Sanberk'e teşekkürler...

GİRİŞ:

"Konstantiniyye'nin fethinden sonra gözünü kuzeye diken II. Mehmed, olası bir haçlı ittifakına karşı aynı sarayda eğitim gördüğü III. Vlad'ı Eflâk voyvodası olarak atamıştır. Voyvodalığın ilk yılları II. Mehmed'in istediği doğrultuda gittiyse de, Vlad sonraları unvanına güvenerek payitahta baş kaldırmaya başlar. Katliamlarıyla "Kazıklı Voyvoda" namını alan bu câninin karşısına, Türklerin batıdaki keskin kılıcı olan üç akıncı ailesinden en meşhuru çıkar. Bu aile, Silistre civarında karargah kurmuş olup, nice düşmana kök söktürmekle nam salmıştır. Malkoçoğlu Akıncıları..."

Hikâye Haritası:

YcJ5L.jpg


[/spoiler]
Akşam oluyordu. Gün boyu yüzünü göstermekte ar edinen Güneş, hava kararmadan evvel meydana çıkmış, kızıllığıyla göz boyuyordu. Eflâk kalesinin çehresi, Güneş'in kızıllığından nasibini almış olsa gerekti. Zira, kalenin surları adeta kan kırmızısına boyanmış gibiydi.
Kalenin ardındaki zulüm abideleri, gökyüzünün bu evhamlı görünüşünden ibret almamak için direniyordu. Mahzun görünüşünün ardında karanlık yüzler barındıran kale surları, üstünde bekleyen nöbetçilerin tedirginlikten uzak konuşmalarıyla yankılanmaya başladı.
Kale kapısının üstündeki okçulardan biri karşı taraftaki arkadaşına dönerek:
-"Bu geceki ziyafette çok içip de sarhoş olma Akelos!" dedi. Akelos o pis bıyığının altında sakladığı tebessümü gün yüzüne çıkararak gürledi:
-"İçersem içerim, kime ne? Nasıl olsa karşımızda papa bile duramıyor. Şu ayyaş ve göbekli hâlimle bile onun muhafızlarını paramparça ederim ben."

Akelos'un dediği doğruydu. Papa Pius, hristiyan aleminin başı olmasına rağmen, gitgide yükselen ve etrafına korku salan bu prensliğe karşı durmakta zorlanıyordu. Osmanlıların içine nifak sokmak isteyen Papa Pius, Bunu Eflak voyvodası olmadan gerçekleştiremiyordu.
Zira, Konstantiniyye'nin Türklere terk edilişi, papalığın bütün itibarını zedelemişti. Hristiyan ülkelerin kralları, kontları ve prensleri artık papalığı sembolik olarak görmeye başlamıştı. Papa Pius, bundan dolayı Tanrı'ya yeniden muteber olması için dualar ediyor, kendinden önceki papalara, bilhassa Konstantiniyye kaybedilirken kılını bile kıpırdatmaya üşenen Papa Nicolaus'a beddualar ediyordu. Bundan dolayı aciz görünen bir makamı alaya almak, Eflâk kalesi muhafızlarına kolay geliyordu.

Kale nöbetçileri kendi aralarında sohbete devam ederken kalenin içinde sükûnet hakimdi. Vlad, Osmanlı hükümdarı sayesinde edindiği tahta yayılarak oturmuş, komutanlarıyla istişareler ediyordu. Öyle ki, kibir putlarına dönüşen bu kişiler, birbirlerini övgü dolu sözlerle göklere çıkarıyor, utanmasalar Vlad'ın çok yakında cihanı zaptedeceğini bile iddia ediyorlardı.
Vlad'ın komutanlarından Radovan, ellerini bağlamış bir vaziyette dikiliyordu. Gözleri deniz mavisinden hallice olan bu herif, bakışlarıyla karşısındakileri hipnotize ediyordu. Kelimeleri telaffuz edişi bile dinleyenleri efsunluyor, dinlemeyenlerin de dikkatini çekiyordu. Komutan Radovan, yaklaşmakta olan ziyafetten önce, prensliğin civar köylerdeki faaliyetlerini Vlad'a haber etmeye başladı.
-"Kıymetli prensimiz bugün olan vakalardan haberdar olmak isteyecektir."

Vlad, o iğrenç dilini, kalın tüccar bıyığının altında gizlediği dudaklarından dışarı çıkararak yalanmaya başladı. Bu onun heyecanını ve gaddarlığını gösteriyordu. Tok bir sesle Radovan'a:

-"Söyle bakalım, bugün kaç Türk'ü öldürdün." dedi.

Radovan gözlerini kısarak sinsice bir gülüş attıktan sonra cevapladı:

"Raona köyüne, Sultan Mehmed tarafından geçen sene iskân edilen 70 köylüyü kılıçtan geçirdik efendimiz. Ayrıca Sultan Mehmed'in devriye olarak gönderdiği çapulcuları da emrettiğiniz üzere kazıklara geçirdik."

Gaddarlıktan gözleri dönmüş olan Radovan, en az Vlad kadar haindi. Osmanlılar, vaktinde Vlad'a sahip çıkıp yetiştirdiği gibi Radovan'ı da haçlı şövalyelerinin elinden alıp yetiştirmiş, kendisine yeni bir yaşam olanağı tanımıştı. Fakat alçaklıkta sınır tanımayan Radovan, eskiyi unutmuş, Türk kanı içmeye ant içerek ömrünü Vlad'ın intikam davasına adamıştı.

Radovan'ın söyledikleri Vlad'ı sevindirmiş kahkahalar atmasına sebep olmuştu. Kan içmekten zevk alan cani adam, neşeli bir şekilde:
"Getirin bana şu çapulcuları o vakit! Onların kanlarından şarap yapacağım ve Mehmed Han'ın ölümü için kana kana içeceğim."

Vlad'ın en büyük düşmanı Sultan Mehmed'di. Onu çocukluktan beri tanıyan birisiydi. Kendisi şehzade olmadığı için kimi zaman ötekileştirildiğini düşünmüş, her geçen gün ona karşı içinde bir fidan gibi büyüyen kinine mâni olamamıştı. Mehmed'in merhametini sustimal ederek Eflâk voyvodası olmuş, topladığı askerlerle ona ve tebaasına kafa tutar olmuştu.
Zavallı Vlad bilmiyordu ki, Mehmed'in kendisine nasıl güvendiğini. Belki de biliyordu. Fakat riyaset hırsı onun gözünü kör etmişti. Mehmed'e olan hasedi masum insanları öldürmesi için onu teşvik ediyordu.


Komutanlarıyla istişarelerini bitiren Vlad dinlenmek üzere odasına çekildi. Gece ziyafet vardı. Ayda bir kez kalesinde yaptırdığı bu ziyafetle, civar kalelerin komutanlarıyla bir araya gelerek ilişkilerini iyileştirmeyi amaçlayan Vlad, onların güzel kızlarına da göz dikiyor, ziyafet sonunda o kızları tavlayıp olmayacak hülyalara kapılmalarına sebep oluyordu. Vlad'ın gücünden çekinen kale komutanları da bu olanlara müsamaha göstermek zorunda kalıyordu. İstemeyerek de olsa kızlarını ziyafete getiren komutanlar, Vlad'ın kızlarına karşı bir hayvanlık yapmaması için Tanrılarına dualar ediyordu.


Gece olmuştu. Silistre semalarını aydınlatan mehtap, yaklaşan fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyordu. Malkoçoğlu Çakır Bey, ellerini arkaya bağlamış, kerpiçten yapılmış olan evinde dolanıp duruyordu.
Bir anda duraksadı. Sol elini hilal biçimindeki bıyığına götürerek sıvazladı. Bir müddet düşündükten sonra yerine oturdu. Keçi kılından yapılmış olan bu divan, Çakır Bey'i rahatsız etmişti. Söylenmeye başladı:
"Yok, burada oturamıyorum. O kadar rahatsın ki rahatsız oluyorum bre divan!"
İyi değildi. Örümcek ağı gibi zihnini kaplamış olan kuruntular, elmayı kemiren kurtçuklar gibi içini kemiriyordu. Hem oturmaya da alışık değildi. Ona oturak olan, atının yağız yüzlü sırtıydı. Diğer elinde de kılıç olmalıydı. Kılıcından ayrı kaldığı her vakit, kendini dünyaya tutsak olarak hissetmesi için yetiyordu. Akıncı Beyi olabilmenin şartlarındandı bu. Atını kendine yâr, kılıcını da yüreği gibi görmeliydi bir akıncı. O da bu gelenekle yetiştirilmişti.


Biraz sonra börkünü çıkardığı gibi yere attı. Dişlerini sıkarak konuşmaya başladı:

"Olmuyor, yapamıyorum. Burası bana dar geliyor, olmuyor…"

Etrafında kimsecikler yoktu. Bundan da aldığı cesaretle sesini gitgide yükseltti.

"Kahrolası kefere! Yine yaptı yapacağını. Yüzü yok tabi karşıma çıkmaya."

Çakır Bey'in bahsettiği kefere, Vlad'dı. Senelerdir Balkanların içlerine akınlar yapan bu ocağı, hakkıyla ama namertçe zorlayan biri vardı. Bu sefer de Vlad'ın masumları öldürmesine engel olamayan Çakır Bey, vicdan azabı çekiyordu. Diğer taraftan Sultan Mehmed'in de nefesini ensesinde hissediyordu. Zira, Mehmed kendisine Vlad'ın hoyratça tavırlarına karşı önlem alması konusunda kesin ferman vermişti. Fakat, padişahın tokadını yemek gavurun yemeğini yemekten evla idi akıncılara göre. Çakır Bey de böyle düşünüyordu. Onu endişelendiren devletin kellesini alması değil, Vlad'ın ettiği zulümlerdi.

Bir müddet kendiyle baş başa kalan Çakır Bey, günün vermiş olduğu yorgunlukla uykuya daldı. Derken, ani bir sesle irkilen akıncı beyi, kılıcına davrandı. Biraz sonra, kılıcını kınına yavaşça sokarak:

"Gel!" dedi.

Kapı vurulmuştu. İçeri giren akıncı, subaşı Kara Tekin Bey'di. Kara Tekin, beyinden aldığı desturla içeri girerken sert bir tepkiyle karşılaştı. Çakır Bey hiddetlenmişti.
-"Bre gafil! Gecenin bu yarısında bu ne celâllenmedir!"

-"Af buyrun beyim. Lakin mühimdir."

-"Otur hele."
Kara Tekin, divanın bir köşesine oturdu. Kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı:

-"Beyim, haberler kötüdür. Raona'daki baskından sonra Kazıklı'nın itleri boş durmuyor. Az önce malumat geldi. Bizim Sarı Ali'nin ocağını basmışlar. Dört yiğidimizi şehit verdik."

Haberi duyan Çakır Bey öfkelenerek fırladı:
-"Ah hergele ah! Ben de senin kelleni vurup payitahta göndermezsem..." Kara Tekin sözünü kesti:

-"Tedbirli olmazsak burayı da basarlar. Artık her yerdeler."

Çakır Bey biraz düşündü. Şehitlere fatihalar okudu. Ardından gözünü tavana dikti. Dudaklarından dökülen cümleler büyük bir akının habercisiydi:

"Tedbir bizden, takdir Allah'tan… O hâlde, tez bir günlük mesafedeki ocak beylerime haber salasın. En yakın zamanda Malkoçoğlu aşiretinin bir araya gelmesini murad ediyorum!"
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm


*voyvoda: genellikle 14. ve 15. asırlarda eflak ve boğdan prenslerine verilen san.
*muteber: itibarlı.
*efsun: sihir, büyü.
*sükûnet: sessizlik, sakinlik.
*iskân (veya osmanlılarda iskân siyaseti): rumeli ve balkanların türkleşmesi, müslümanlaşması için anadolu'dan buralara aile yerleştirme.
*riyaset: başkanlık, liderlik.
*haset: kıskançlık, çekememezlik.
*mehtap: ay ışığı.
*bre: ey, yahu, be gibi seslenme nidası.
*divan: eskiden genellikle köylerde oturmak için kullanılan kanepe.
*börk: eski türklerde başlık, şapka.
*kefere: müslüman olmayan, gayrimüslim.
*hoyrat: kaba, kibar olmayan.
*destur: izin, müsaade.
*gafil: aymaz, bir şeylerden habersiz kimse.
*payitaht: osmanlılarda başkent.
*nâdan: bilgisiz, cahil.
*derdest etmek: ele geçirmek, yakalamak, esir etmek.
(ilerleyen bölümlerde gerekirse devamı gelecek...)
 
Zeyon88 said:
Çok hoş bir üslubunuz var. Diyaloglarınız da o dönemin atmosferini hissetmemize yardım ediyor. Başarılar diliyorum...
Teşekkür ederim. Elimden geldiğince yansıtmaya çalışıyorum okura devri. Sağolasın. :smile:
 
Homerøs said:
İlgi çekici bir ilk bölüm. Hikâyenin geçtiği dönem de hoşuma gitti. Başarılar.
Teşekkürler.

*Bu arada hikâyede anlamı ekseriyetle bilinmeyen kelimeleri çıkarıp ilk iletiye yazacağım. Böylece daha anlaşılır olur diye umuyorum.
 
Yeni bölüm sizlerle! :smile:

Silistre'de gecenin zifiri karanlığı hakimdi. Ortalık siyaha bürünmüş, göz gözü görmez olmuştu. Etrafı aydınlatan mehtap, kara bulutların ani hareketli hışmıyla yerini ayaza bırakmıştı. Nöbeti devralan ayaz, rüzgarın da yardımıyla yaprakları sararmaya başlayan ağaçları şiddetli bir imtihana tabi tutuyordu.
Bu normaldi. Zira, sonbahar kapıyı çalmıştı bir kere. Geri dönüş yoktu. Fethedilemez denilen Konstantiniyye bile, payitaht oluşunun 6. senesini geride bırakıyordu. Fakat gönüllere "Fatih" olarak nam salan Sultan Mehmed, durmaya niyetli değildi.
Mehmed, bir taraftan şarktaki "Uzun Hasan" denilen belayla uğraşıyor, öbür taraftan cenub mevkindeki Karamanoğlu İbrahim Bey'in sinsi siyasetine kulak kabartıyordu.


Osmanlılar için tehlike çanları her geçen gün şiddetini artırarak çalmaya devam ediyordu. Konstantiniyye'yi alarak garbı daha çok karşısına alan Mehmed, dost bildiği Vlad'ın ihanetleriyle her gün hayal kırıklığına uğruyordu. Her ne kadar Trabzon Rum diyarı, Mehmed için fethedilmesi gereken ilk hedef olsa da, Vlad'ın şımarıklığı buna engel oluyor ve bu tavırlar, Mehmed'in yönünü batıya dönmesi için onu teşvik ediyordu. Öteki taraftan, Balkanlardan ve Avrupa'nın ortalarından gelecek olan tehlikeleri savuşturmak için vazifelendirdiği akıncı aşiretleri, Mehmed'in gönlüne az da olsa su serpiyordu. Mihaloğlu akıncıları Sofya ve Semendire bölgelerini tutarken, Turhanlı akıncıları Mora mevkiinde hudutları muhafaza ediyor, gerekirse düşman hudutlarına sirayet edip, olası bir fetih hareketinden evvel istihbarat toplayarak, devletin garptaki varlığını sürdürmesine yardımcı oluyordu. Peki, Malkoçoğlu aşireti ne yapıyordu?


Her geçen gün Eflâk Prensliği'nin altında eziliyor, bölgedeki başarısız hamleleriyle Macarlar, Saksonlar ve Eflaklıların Osmanlı'ya karşı ilerleme umutlarını her geçen gün artırmasına sebep oluyordu. Belki de bu, Malkoçoğlu Çakır Bey'in ihtiyarlamasından ileri geliyordu. Malkoçoğullarına bağlı ocak beyleri de bu kanaatteydi. Zira, onun bu evhamlı ve tecrübeden uzak kararları, ocağa bağlı subaşı beylerini bile endişelendiriyordu.


Çakır Bey'in emriyle harekete geçen subaşı Kara Tekin Bey, mesul olduğu 100 akıncıdan 8 kişi seçti. Ocak beylerine Akçar köyüne gelmeleri için haber saldı. Kara Tekin Bey uzun bir müddet sonra ilk defa bu kadar heyecanlıydı. Çakır Bey'le görüştükten sonra evine döndü. Heyecanlı tavırlarıyla aynı çatı altında kaldığı diğer arkadaşlarının dikkatini çekti. Evin köşesine oturup gecenin bir yarısı eline aldığı kalın masatıyla kılıcını bilemeye başladı. Odanın bir köşesine uzanmış olan arkadaşı Tavcı Murad, sesten dolayı uyanıverdi.
Uyanır uyanmaz merakla sordu:

-"Ne yaparsan beyim?"
-"Atıma nal yapıyorum."
-"Beyim sana da laf edilmiyor... Sefer mi vardır?"

Kara Tekin, kısa süreliğine başını kaldırarak duvara baktı ve cevapladı:

-"Biiznillah o da olacak."

Tavcı Murad da heyecanına yenik düşerek ayağa kalkmıştı. Camdan dışarı baktı. Ardından Tekin Bey'e dönerek:

-"Bu havada sefer olmaz!" dedi.

Sabrı hudutları aşmış Tekin Bey, kızardı. Birdenbire bağırmaya başladı:

-"Seferin havası suyu mu olurmuş bre nâdan! Yat aşağı zıbar, tavcılığın tuttu gene."

Murad, Kara Tekin'in hiddetlendiğini görünce susmak zorunda kaldı. Az sonra dayanamayıp:

-"Tavcıyken daha çok kefere keserdik. Sen de haklısın beyim." dedi.



Tavcı Murad haklıydı. Kendisi Konstantiniyye zapt edilene kadar Niğbolu'da tavcılık yapardı. Osmanlı'da tavcılar, kasabaların emniyetini sağlayan ufak çaplı çerilerin başıydı. Akıncılıkla biraz benzer olan bu rütbe, akıncılık kadar göz önünde değildi.
Ayrıca Konstantiniyye'nin fethi sırasında, birlikleriyle sağladığı üstün muvaffakiyetlerle nam salan Murad, bizzat omuz omuza Bizanslılarla çarpıştığı Çakır Bey'in savaş esnasında hayatını kurtarmış, onun can dostu olmuştu. Bundan hoşnut olan Çakır Bey, kendisini ocağa alabilmek için bizzat Sultan Mehmed'den müsaade almıştı. Buna rağmen "Tavcı" namı onun sırtından hiç düşmemişti.



Tavcı Murad'ın bu sözleri Kara Tekin Bey'i bir kez daha kızdırmıştı. Bir yandan da ona hak vermemek elde değildi. Kılıcı bir kenara, masatı başka bir tarafa atan Tekin Bey, Murad'a karşı:

-"Mihaloğlulları seni sefere çağırmasa, sen bu kadar kafir kellesi alabilir miydin? Yine akıncılar sayesinde bir halt olabildin. Şimdi yat zıbar bakalım. Çakır Bey'imiz akına çıktığında, gelmeye yüzün olsun." dedi.

-"Aman be beyim! Sen bana ne bakarsın? Ben söylenmeyeyim de kim söylene? Hem ne akınıdır bu?"

-"Çakır Bey, ocak ağalarını huzurunda görmek ister. Kazıklı'nın başına çullanacağız belli ki."

-"Hele şükür diyelim bereketli olsun. Bu gafil ne zamandır kendini bir şey sanmakta. Akıncıların her biri onu bizzat öldürme hülyalarında."

Kara Tekin, hafifçe güldü ve:

-"Esasen buna sebep Çakır Beydir. Kaç zamandır derim, Targovişte'de onlarca adamımız var. Tek bir hamleyle bıçak sırtına yatar o enik. Ama sakalımız mı var sözümüz dinlene?" dedi.

-"Bi bildiği vardır."

-"Heyhat!"



Elbette bu düşünceler sadece Kara Tekin ve Tavcı Murad'da yoktu. Aynı sözler diğer akıncıların da dilinde düğüm oluyordu. Yaklaşık bir senedir Vlad'a karşı caydırıcı bir akın düzenlemeyen Malkoçoğulları, Osmanlı divan-ı hümayununda da tartışılıyor, paşalar kendi aralarında Çakır Bey'in otoritesini sorgulamakta beis görmüyordu.


Konstantiniyye, yaklaşık altı yıl evvelki muharebenin yaralarını sarmış, müreffeh bir şehir olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Lakin, bu kadar kısa bir sürede şehir, Bizans etkisinden kurtulacak yetkinlikte değildi. Papalık, her ihtimale karşı şehir içinde casuslarını bırakmıştı. Buranın bir gün yeniden Hristiyan şehri olması hayaliyle yanıp tutuşan Papa Pius, her ne kadar eski Papa Nicolaus'a sövmekten geri durmasa da, bu küçük çaplı casus siyasetinden dolayı ona minnet duyuyordu.
Nicolaus, her şeyden evvel katolikti. Ortodoks olan bu şehre karşı tedirginlik içerisindeydi. Yine de her şeye rağmen burayı yeniden elde etmek için bir şeyler yapmak lazımdı. O da casuslarını buraya yerleştirmek oldu.


Papalığın bu siyasetini sürdüren Pius, şehirde yaşanan büyük çaplı olayları haber alıyordu. Şehirdeki bu sinsi hareket, Osmanlı'nın tecrübe timsali paşası Zağanos'un kulağına çoktan gelmişti. Oturduğu divan üzerinde, uzun ama bir o kadar da yumuşak sakallarını ovuşturan Zağanos Paşa, aldığı bu malumatı yüce divanda Sultan Mehmed'e bildirecek olmanın heyecanını yaşıyordu. Zira, kendisi birkaç sene önce Belgrad'ı alamamanın sorumlusu olarak gösterilmiş ve Mehmed tarafından sadrazamlıktan azledilip Balıkesir'e sürgün edilmişti.
Fakat sonraları, liyakatli devlet adamı eksikliğinden dolayı Mehmed onu affedip divana geri almıştı.
İşte bu, onun için bir fırsattı. Kaybettiği itibarı geri alarak vezir-i azamlığa yeniden makbul olmak gayretindeydi.


Akşam olmuş, paşalar divan-ı hümayun için Mehmed'in kapısında sessiz bekleyişe geçmişlerdi. Biraz sonra Sultan Mehmed Han, o cezbedici heybetiyle saray koridorunda görüldü. Padişahı gören paşalar, başlarını öne eğerek ona olan sadakatlerini gösterdi. İçeri giren Mehmed, paşaların da gelmesi için işarette bulundu.
Yüce divan başlamıştı. Her bir paşa bir ay boyunca aldığı malumatları hususiyetle sultana bildirirken, Zağanos Paşa ise boş bir anı bekliyordu. Biraz sonra onun bu sessiz duruşu, Sultan Mehmed'in dikkatini çekti. Mehmed kendinden emin bir şekilde:

-"Kıymetli Zağanos Paşamız neden susmaktadır? Yoksa bir diyeceği yok mudur?" dedi.

Zağanos Paşa hiç olmadığı kadar heyecanlanmıştı:

-"Haşa sultanım!"

-"O hâlde bana devletimden haber ediniz paşa! Sen ki, sadrazam Mahmud Paşa ile birlikte bu divanın en tecrübeli paşasısın."

Zağanos Paşa, Sultan Mehmed'in övgü dolu sözleriyle rahatladı. Ardından konuşmaya başladı:

-"Evvela şehir içinden malumatlarım vardır sultanım. Papa denilen melûn, casuslarını harekete geçirmek üzereymiş. Güya biz Hristiyanlara zulmedermişiz, güya devlet onların mabedlerine dokunmak istermiş. Casuslarıyla şehri karıştırma derdindeler. Şehir esnaflarından Keçeci Petrus, bunlara yataklık eder. Tespit bulunduk sultanım!"

Sadrazam Veli Mahmud Paşa, söylenenler üzerine öksürmeye başladı. Bunun divan geleneklerine göre manasını Mehmed idrak etmişti:

-"Baş vezirimiz, söz ister sanırım."

-"Eh... Sultanım, fetihten sonra Bizans'tan arta kalan eşkıyaları bertaraf ettik. Zağanos Paşa'nın bahsettiği casuslar devletimize zeval verecek değildir derim."

Mehmed elini çenesine götürdü. Biraz düşündükten sonra Zağanos'un bu meseleyle alakadar olması için ruhsat verdi. Uzun bir sürenin ardından Mehmed'in iyi niyetine layık olan Zağanos'un kendine güveni gelmişti. Artık geçmişte kalan hatalar onun nazarında unutulmaya yüz tutacaktı.


Sultan Mehmed'in aklını karıştıran esas mesele Eflâk'taki zulümlerdi. Vlad'ın yaptıkları Mehmed'i hayal kırıklığına uğratmıştı. Her şeye rağmen Mehmed umudunu koruyordu. Paşalara karşı sarf ettiği sözler ona sulh ile yaklaşacağının göstergesiydi:

-"Vlad denilen adam, kendisine verilen salahiyeti kullanıp masumlara zulmetmekte."

Kaşlarını çatan Mehmed daha da hiddetlenerek:

-"Peki, bizim kendisine vazife verdiğimiz Malkoçlar ne yapmakta? Ellerini Tuna'da yıkayıp ayaklarını payitahta uzatmakta!"

Sadrazam Mahmud Paşa:

-"Bunu yapmaya kim cüret edebilir sultanım?"

-"Eden ediyor paşa! Olan da tebaama oluyor. Mülküm elden gidiyor paşalar! Çare söyleyiniz."

Sultan Mehmed'in bu isteğine, görece diğerlerinden daha genç ve bir o kadar da tecrübesiz olan Ahmed Paşa karşılık verdi:

-"Vlad'ın civardaki birliklerini bastırıp, önem sırasına göre üzerine gitmekten başka bir yol görünmüyor sultanım."

Mehmed, öfkeyle cevapladı:
-"Yok paşa! İçeride de dışarıda da herkes bir güç görmek istiyor." yumruğunu tahtına vurarak:
"Ah! Bir demir yumruk görmek istiyor. Bu gücü de çok yakında görecekler, çok yakında! Göreceksiniz o zaman her şey, kendiliğinden nasıl düzelecek... Tez vakitte Malkoçoğlu Çakır Bey'e haber salasınız. Fermanımdır, Vlad denilen kefereden, 10.000 düka altını cizye olarak tahsis etsin. 1000 genci de yeniçeri olarak eğitilmesi için payitahta göndersin!"


Birkaç gün sonra Silistre hareketlenmeye başladı. Malkoçoğlu beyleri sırayla Akçar köyüne geliyordu. 8 ayrı bey yaklaşık yüzer akıncısıyla köye görkemli bir şekilde girmiş, Akçar köyü sonbaharın da vermiş olduğu dinginlikle biraz olsun şenlenmişti. Malkoçoğlu Çakır Bey, misafirleri için 20 keçi kestirmiş, sofrayı donatmıştı. Neticede burada bir devlet meselesi görüşülecekti.
Beyler sırayla kendilerine gösterilen yerlere oturdu. Az sonra istişareler başladı. Malkoçoğlu Çakır Bey, söze girdi:

-"Beylerim, evvela burada olmanızdan dolayı mutluluk duyuyorum. Hepimizin bildiği üzere, Vlad denilen zalim etrafını bir ateş gibi yakmakta. Üzülerek söylüyorum ki, biz de bu konuda yetersiz kaldık. Devlet-i Âli bizden akın bekler, kan bekler, intikam bekler. Sizleri de bundan sebep davet ettim."

Ocak beyleri tedirgin bir şekilde Çakır Beyi dinlerken, son baskında dört akıncısını kaybeden Sarı Ali, dayanamayarak konuştu:

-"Af buyur beyim. Lakin ne zamandır gelip gideriz. Maruzatlarımız dikkate alınmıyor. Daha birkaç gün evvel dört evladımı toprağa verdim. Daha nereye kadar gidecek bu böyle?"

Sarı Ali'nin serzenişleri diğer beylerin de onunla hemfikir olmasını sağladı. Beyler hep bir ağızdan:

-"Doğru... Ali Bey doğru der..." gibi sözlerle Sarı Ali'yi tasdikledi.
Akıncılar arasında bir ihtilaf olduğu aşikârdı. Bu durum, Çakır Beyin canını sıkıyordu. Fakat aklındakileri uygulamak onun için zor değildi. Zira, akıncı beyinin sözü, devletin paşasıyla aynı kıymetteydi. Onun sözüne uymayanlar ocaktan atılırdı. Bundan da cüret alan Çakır Bey:

-"O hâlde Vlad'ın civar kasabalarını talan edeceğiz. Herhangi bir masumun kanına dokunmadan Targovişte'de bir yangın çıkaracağız. Ortalığı ayağa kaldıracağız. Düşman bizden korkacak, geri çekilecek."

Ama bu düşüncelerin olma ihtimali düşüktü. Eflâk Prensliğinin baş şehri Targovişte, sadece Eflâklıları değil, diğer devletlerin tebaasını da barındırıyordu. Buranın karışması demek, Osmanlıların dostluk kurduğu Macar, Erdel ve Boğdan ülkelerinin tepkisini çekecekti. Sultan Mehmed bundan hoşnut olamazdı. Bu basit hamle planı, akıncı beylerini düş kırıklığına uğrattı. Beylerden biri öfkesine hakim olamayarak:

-"Bunun için mi zahmet ettik buralara kadar beyim?" dedi.

Artık Çakır Bey'in yaşlanmakta olduğu düşüncesi beylerin arasında daha çok dillendirilmeye başlarken, Çakır Bey'in yerini oğullarından birine bırakması fikri de, akıncıların ekseriyetine cazip gelmeye başlamıştı. Beyler Çakır Beyin yerine kim geçebilir diye düşünmeye başladıkları sırada, uzun saçlı, badem bıyıklı ve kendinden emin duruşuyla etrafına dehşet saçan o kişi içeri girdi...
 
Tarihi kurguyu iyi işlemişsin. Anlatım tarzına az çok önceki hikayenden aşina olduğum için pek bir şey diyemeyeceğim. Bölümler iyi gidiyor, devamını bekliyorum.
 
Nadir Şah said:
Tarihi kurguyu iyi işlemişsin. Anlatım tarzına az çok önceki hikayenden aşina olduğum için pek bir şey diyemeyeceğim. Bölümler iyi gidiyor, devamını bekliyorum.
Teşekkürler.
 
Homerøs said:
Oldukça sürükleyici bir bölümdü. Hikayeye iyi hazırlandığın belli; eline sağlık.
Teşekkürler.

3. Bölüm çoktan gelecekti fakat şu an şehir dışındayım. Burada vakit bulduğum zaman gelebilir.
 
Şehir dışında olduğumdan dolayı yeni bölüm gecikti. Geçiş bölümüyle nihayet karşınızdayım. :smile:

İçeri giren o yağız yüzlü, damarlarından adeta ateş saçan delikanlı, Malkoçoğlu Çakır Bey'in oğlu Bâli Bey'di. İçeri girer girmez etrafına dehşet saçan bu adam, toyluktan yeni çıkmış bir akıncı beyiydi. Öyle ki, bir akıncı beyinin oğlu akıncı beyi olurdu. Zira, kendisi akıncı beyliğinin naibiydi. Malkoçoğlu Bâli Bey, içeri girdikten sonra etrafını süzdü. Ocak beylerinin yüzüne sırasıyla baktı. Ardından selam verdi:

-"Selamun aleyküm."

Beyler hep bir ağızdan:

-"Aleyküm selam beyim." diyerek karşılık verdi.

Oğlunun heybetinden dolayı gururlanan Çakır Bey, bir süre beylerin oğluna gösterdiği saygıya karşı kayıtsız kaldı. Daha sonra oğluna dönerek:

-"Safalar getirmişsin arslanım, gel yamacıma." dedi.

Bâli Bey, nezaketinden ödün vermeyerek:

-"Yerim kapının yamacıdır beyim. Siz istişarelere devam edesiniz." dedi.

Çevresine karşı oldukça usturuplu olmakla nam salmış olan Bâli Bey, bir o kadar da sertliğiyle dikkat çekiyordu. Onun mizacıyla tanış olan herkes Bâli Bey'in heybetinden dolayı ona karşı saygıda kusur etmiyordu.



Bâli Bey, esasen vazifeliydi. Tecrübe kazanması için bizzat Çakır Bey tarafından şarka gönderilmişti. Burada Osmanlılar gibi Türk kavmine mensup olan Akkoyunlulara karşı mücadelelere girişmişti.
Akkoyunlulara karşı ufak çaplı bilek güreşi mahiyetindeki bu cenkler, akıncı adayları için bulunmaz bir nimetti. Akıncı adayları, garpta görev alabilmek için bu muhitte yetişmek zorundaydı. Üstelik bu adaylar, "deliler" denilen askeri birlikle beraber ufak çaplı muharebelerde deneyim kazanmak mecburiyetindeydi.
Bâli Bey de bu vazifesini bitirmiş olacaktı ki, Silistre'ye geri dönmüştü.


Beylerin istişareleri bittikten sonra Çakır Bey'in yanında birkaç kişi kaldı. Çakır Bey, onları hususi olarak görüşmek için içeride bekletti. Zira, aklında planlar vardı. Lakin evvela oğluyla sohbet etmek istedi.

-"Döndüğüne sevindim Bâli. Artık gözüm arkada kalmayacak."

-"O nasıl sözdür baba? Veda eder gibi..."

-"İhtiyarladık evlat, ihtiyarladık."

Bâli Bey, bu sözün üzerine duraksadı. Sonra odadaki diğer kişilerle hasret giderdi. Babasının durumunun iyi olmadığını anladı. Beylerin kendisine olan güveninin yavaş yavaş kaybolduğunu da.
Subaşı Kara Tekin, sükûneti fırsat bilip Bâli'nin omzuna yumruk atarak yüklendi:

-"Bre arslan soyu, görmeyeli ne çok değişmişsin. Eskisi gibi güreşelim de meydan iki er görsün."

-"Kurdun oğlu kurt, çakalın oğlu çakal olur derler bilmez misin?" dedi gülerek Bâli Bey.

O sırada orada bulunan Tavcı Murad bastı kahkahayı:

-"Burada çakal Kara Tekin oluyor dersin ha!"

Kara Tekin:

-"Hele destursuz tavcıya bakın hele. Canına susamış kan ister."


Şen şakrak dolu bu muhabbetin ardından beyler evlerine çekildi. Yorucu bir günün ardından istirahat etmek onların da hakkıydı.



Geceyarısına doğru Eflâk Prensliği bütün vahşet bulutlarını üzerine çekti. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu Targovişte'ye. Şehrin hanlarında geceleri içki içemekle meşgul olan ahali, Vlad'ın idaresi altında yaşıyordu. Yaşadıkları hayat da hayat değildi üstelik. Öyle bir sefalet vardı ki, ahali buna rağmen kendisini cihanın en zengin toplumu sanıyor, en merhametli prensin Vlad olduğunu düşünüyordu. Vlad'ın askerleri vergi toplamaya geldiğinde yoksulluktan bir düka altın bile veremeyen halk, sırtında hissettiği kırbacın verdiği acıya bakmaksızın hâline şükrediyordu.

"Vlad efendimiz bile böyleyse, diğer hükümdarları düşünemiyorum. Onlar olsaydı bizi cayır cayır yakardı." diyordu demirci Nikolov.



Vlad'ın şövalyelerine hususi kılıç yapan Nikolov, efendisi Vlad'dan korkusuna parasını bile isteyemiyordu. Hâlbuki Sultan Mehmed, onu adaletle hükmetmesi için voyvoda tayin etmişti. O ise heva ve hevesleri uğruna masumlara ilişiyor, Mehmed'in kendi sonunu hazırlaması için ona adeta davetiye çıkarıyordu.
Birden bir ses belirdi. Demirci Nikolov, merak ederek dükkanından dışarı baktı. Hemen yanındaki hanın hancısı Boris de onun gibi meraklıydı. Nikolov Boris'e dönerek:

-"Bunlar da kim?" dedi.

-"Tepeş'in adamları." diye karşılık verdi Boris. Tepeş dediği Vlad'dan başkası değildi. Vlad'ın caniliği kendi halkının ona "tepeş", yani "cellat" demesine sebep olmuştu. Aldığı kellelerin haddi hesabı olmadığı gibi, bu kellelerden şarap kadehi yapmakla sabır sınırlarını epey zorlayan Tepeş, her geçen gün etrafına korku yaymaya devam ediyordu.


Vlad'ın adamlarının istikameti Demirci Nikolov'du. Hancı Boris, korkudan içeri girdi. Gelen Komutan Radovan'dı. Nikolov'un yaptığı yeni kılıçların ahvalini merak ediyordu.
Biraz sonra adamlarıyla demirci dükkanına girdi. Girer girmez Nikolov'a:

-"Nerde bizim emanetler?" diye çıkıştı.

Nikolov, biraz da endişeyle:

-"İşte... İşte burdadır." dedi.

Radovan, Nikolov'u elinin tersiyle iterek kılıçlara yöneldi. Bir tanesini eline aldı ve iyice süzdü. Ardından:

-"Güzel... Bununla iyi Türk kesilir. Tek bir tane bırakmıycam bu civarda o barbarlardan." dedi.

Diğerlerini de inceledikten sonra kılıçları alıp ayrılmak için kapıya doğru döndüğünde Nikolov, mahcup bir şekilde Radovan'a:

-"Efendim... şey..."

-"Ne geveliyosun ağzında akbaba suratlı, çabuk konuş!"

Nikolov, bu sert çıkışı beklemiyordu. Yine de cesaretini toplayarak sözlerine devam etti:

-"Ne zamandır Eflâk askerleri için kılıç yaparım. Sizlerin yoluna canım feda ama herhangi bir karşılığını da almış değilim."

Radovan, bu sözler üzerine tebessüm ederek cevapladı:

-"Demek karşılık beklersin. Söyle bakalım ne istersin?"

-"Efendim, cüzzi bir altın sadece."

Radovan o pis sırıtışını nihayete erdirerek somurttu. Sonra Nikolov'a:

-"Altın yerine çelik versem, ne dersin?"

Nikolov şaşırarak:

-"Anlamadım efendim." dedi.

Bunun üzerine daha da hiddetlenen Radovan, Nikolov'un yaptığı kılıçlardan birini ani bir hareketle Nikolov'un boğazına sapladı ve:

-"Şimdi anladın mı seni baykuş ağızlı ha!" diye bağırdı. "Kılıç da bayağı keskinmiş." diyerek küstahça tavırlarına devam etti.



Radovan, Nikolov'un bunca zamandır emeklerine karşı ona ölümü hediye etmişti. Öyle acınası bir hâldi ki bu, Nikolov'un boğazından çıkan inleme sesleri, hancı Boris'in dikkatini çekti. Radovan ve yanındakiler dükkandan ayrıldıktan sonra koşarak Nikolov'un yanına giden Boris, gördüklerinden sonra aklını kaçıracak gibi oldu. Tepeş Vlad'ın adamları bu kadar zalim olamazdı. Nikolov'un istediği sadece emeğinin karşılığıydı. Alçak Radovan bunu bile ona çok görmüştü. Hancı Boris, içerideki tek müşterisine aldırmadan hanı terk etti. Giderken garip giyinimli müşterisine seslenerek:

"Yediklerinin parasını tezgaha bırak, ben gidiyorum beni bekleme."

Bunu duyan müşteri, arkasını döndü. Başına geçirdiği dilenci başlığını ve pelerinini bir kenara bırakarak demirci dükkanına yeltendi. İçeride gördükleri onu da derinden sarsmış olacaktı. Hiçbir şey söylemeden kıyafetini giydikten sonra handan ayrıldı. Çıkarken yediklerinin parasını da bırakmayı ihmal etmedi. Karanlıkta yüzü pek seçilemeyen bu garip görünüşlü adamı takip eden başka biri vardı. Dilenci kılıklı bu adam handan ayrıldıktan sonra o da takibe devam etti.


Günler geçiyordu. Akçar köyünde sakin bekleyiş devam ediyordu. Malkoçoğlu Bâli Bey, babası Çakır Bey'den icazet alarak, akıncı birlikleriyle beraber talim ediyordu. Köyün harmanında devam eden talim, günlerdir aralıklı yağan yağmurun yerini kasvetli bir havaya bırakmasıyla akıncıların hevesini daha da artırıyor, savaşmak için gün sayan akıncılar beylerinden işaret bekliyordu. Bâli Bey, üstünü çıkardı. Gözüne kestirdiği Kara Tekin'e laf attı:

-"Yağızım, karşıma geliver de iki yere çalayım seni."

Kara Tekin Bey, Bâli'nin bu teklifine kahkaha atarak cevap verdi:

-"Heyhat! Davete icabet sünnettir. Geliyorum oraya savul bakalım."

Atının üzerinden inen Tekin Bey, tıpkı Bâli Bey gibi üstünü çıkardı. Yarı çıplak hâlde güreşe tutuşmaya başladılar. Bu güreş, sabahtan beridir talim yapan diğer akıncıları da cezbetti. Akıncıların bir kısmı biraz dinlenmek için çimenlere oturdular. Bâli ve Tekin'in güreşini seyre daldılar.


Güreş heyecanlı başladı. Kara Tekin, Bâli'nin üzerine atladıkça atladı, zıpladıkça zıpladı. Bâli'nin soğukkanlı tavırları onu öfkelendirmişti. Birden boşluğu bulan Bâli, Tekin'in dizlerine yapıştı. Ardından haykırdı:

-"Ulusun kurtlar ulusun!"

Akıncılar hep bir ağızdan:

-"Türk budunu sen ulusun!" diyerek karşılık verdi.

Bu sözlerin hemen ardından Bâli Bey, Kara Tekin'i sırt üstü yere çaldı. Bunun üzerine Kara Tekin'e:

-"Noldu yiğidim, yerlerde sürünüyosun." dedi.

-"Ayağım kaydı yerler ıslaktı." diyerek kendini savundu Tekin Bey.

Çitlerin arkasından güreşi dikkatle izleyen Çakır Bey de dayanamayarak:

-"Senin kadar ıslak değil yerler yiğidim." dedi.

Akıncılar hep birlikte Çakır Bey'in bu sözünün üzerine kahkaha attılar. Kara Tekin de yenilmiş olmanın verdiği burukluğu bir kenara bırakarak gülmeye başladı. Hep birlikte uzun bir aradan sonra neşeli bir gün geçirmişlerdi.




Talimden sonra yemek yiyip dinlenmeye çekilen akıncılar, kulakları tırmalayan kurt ulumalarını işitti. Kurtlar, öylesine yakından uluyorlardı ki, keçi ve koyunlar ahırlarına tez sokuldu. Zira, kurtların köye saldırması demek davarın onlara yem olması demekti.
Bir gariplik vardı. Bu garipliği çözmek Malkoçoğlu Çakır Bey'e düştü:

"Deliler!"

Gelenler Çakır Bey'in dediği gibi delilerdi. Uzun bir aranın ardından Akçar köyüne deli ocağından asker geliyordu. Kara Tekin Bey bunun üzerine:

"Hayırdır inşallah." dedi.



Her bir deli sırtında kanat taşıyordu. Bu kanatlar düşmanın dikkatini dağıtmak adına takılıyordu. Heybetli ve iri vücutlu adamların da bu birlikte olması da cabasıydı. En az akıncılar ocağı kadar zordu bu ocağın süzgecinden geçmek. Kurt ulumaları da kendilerine hastı. Bu sayede kendilerini belli ediyorlardı.


Delilerden biri, atından inerek Çakır Bey'in yanına geldi. Elini göğsüne koyarak:

-"Selamun aleyküm, Çakır Bey." dedi. Daha önce hiç deli görmemiş olan, Çakır Bey'in ufak oğlu Ali, korkarak babasının arkasına sığındı.

Çakır Bey:
-"Sakin ol oğul." diye oğlunu uyardıktan sonra selamı alarak:

-"Safalar getirdiniz. Buyrun bir tas çorbamızı için." dedi.

Bunun üzerine deli başı:

-"Allah afiyetiniz artıra. Benim buraya gelmekteki niyetim, Sultanımızın fermanını sana iletmektir beyim. Buyurasın..."

Delinin elinden pusulayı alan Çakır Bey, alelacele pusulayı açtı. Okuduktan sonra dudaklarından dökülen cümleler akıncıları heyecana sevk etti:

"Görünüyor yandım aman bize sefer yolları..."
 
(Deli gibi) Kitap okumaya Yavuz Bahadıroğlu'nun Sunguroğlu serisi ile başlamıştım. Bu bölümü okurken o eski günlerim, o kitaplar gözümde canlandı. Eline emeğine sağlık, güzel bölümdü. Sabırsızlıkla sefer bekleriz Kara Bey'im .. :smile:
 
Sanberk said:
(Deli gibi) Kitap okumaya Yavuz Bahadıroğlu'nun Sunguroğlu serisi ile başlamıştım. Bu bölümü okurken o eski günlerim, o kitaplar gözümde canlandı. Eline emeğine sağlık, güzel bölümdü. Sabırsızlıkla sefer bekleriz Kara Bey'im .. :smile:
Yavuz Bahadıroğlu'nun "Elveda Buhara" sında yıkanmışlığım vardır benim. Üslubumu etkileyen ve tarihi kurguyu bana sevdiren nadir yerli yazarlardandır kendisi. Memnun oldum yorumun için. :smile:
 
Status
Not open for further replies.
Back
Top Bottom