Herkese Merhaba!
Yepyeni bir hikâyeyle karşınızdayım. Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı, birçok kişinin ilgi duyduğu tarihi-kurgu ile bu bölümde kendi adıma ikinci hikâyemi yazmaya karar verdim. Hikâyenin konusu adından da anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde geçiyor. Karakterler ve olay örgüsü üç aşağı beş yukarı gerçek tarihle harmanlanarak kurgulandı. Tarihi arşivlerin aydınlatamadığı boşluğu ise kurgu karakterler ve olaylarla doldurarak öyküleştirmeye çalıştım. Umarım hoşunuza gidecektir. Keyifli okumalar...
"Konstantiniyye'nin fethinden sonra gözünü kuzeye diken II. Mehmed, olası bir haçlı ittifakına karşı aynı sarayda eğitim gördüğü III. Vlad'ı Eflâk voyvodası olarak atamıştır. Voyvodalığın ilk yılları II. Mehmed'in istediği doğrultuda gittiyse de, Vlad sonraları unvanına güvenerek payitahta baş kaldırmaya başlar. Katliamlarıyla "Kazıklı Voyvoda" namını alan bu câninin karşısına, Türklerin batıdaki keskin kılıcı olan üç akıncı ailesinden en meşhuru çıkar. Bu aile, Silistre civarında karargah kurmuş olup, nice düşmana kök söktürmekle nam salmıştır. Malkoçoğlu Akıncıları..."
Hikâye Haritası:
[/spoiler]
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
Yepyeni bir hikâyeyle karşınızdayım. Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı, birçok kişinin ilgi duyduğu tarihi-kurgu ile bu bölümde kendi adıma ikinci hikâyemi yazmaya karar verdim. Hikâyenin konusu adından da anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde geçiyor. Karakterler ve olay örgüsü üç aşağı beş yukarı gerçek tarihle harmanlanarak kurgulandı. Tarihi arşivlerin aydınlatamadığı boşluğu ise kurgu karakterler ve olaylarla doldurarak öyküleştirmeye çalıştım. Umarım hoşunuza gidecektir. Keyifli okumalar...
Kapak fotoğrafı için Sanberk'e teşekkürler...
GİRİŞ:
"Konstantiniyye'nin fethinden sonra gözünü kuzeye diken II. Mehmed, olası bir haçlı ittifakına karşı aynı sarayda eğitim gördüğü III. Vlad'ı Eflâk voyvodası olarak atamıştır. Voyvodalığın ilk yılları II. Mehmed'in istediği doğrultuda gittiyse de, Vlad sonraları unvanına güvenerek payitahta baş kaldırmaya başlar. Katliamlarıyla "Kazıklı Voyvoda" namını alan bu câninin karşısına, Türklerin batıdaki keskin kılıcı olan üç akıncı ailesinden en meşhuru çıkar. Bu aile, Silistre civarında karargah kurmuş olup, nice düşmana kök söktürmekle nam salmıştır. Malkoçoğlu Akıncıları..."
Hikâye Haritası:
[/spoiler]
Akşam oluyordu. Gün boyu yüzünü göstermekte ar edinen Güneş, hava kararmadan evvel meydana çıkmış, kızıllığıyla göz boyuyordu. Eflâk kalesinin çehresi, Güneş'in kızıllığından nasibini almış olsa gerekti. Zira, kalenin surları adeta kan kırmızısına boyanmış gibiydi.
Kalenin ardındaki zulüm abideleri, gökyüzünün bu evhamlı görünüşünden ibret almamak için direniyordu. Mahzun görünüşünün ardında karanlık yüzler barındıran kale surları, üstünde bekleyen nöbetçilerin tedirginlikten uzak konuşmalarıyla yankılanmaya başladı.
Kale kapısının üstündeki okçulardan biri karşı taraftaki arkadaşına dönerek:
-"Bu geceki ziyafette çok içip de sarhoş olma Akelos!" dedi. Akelos o pis bıyığının altında sakladığı tebessümü gün yüzüne çıkararak gürledi:
-"İçersem içerim, kime ne? Nasıl olsa karşımızda papa bile duramıyor. Şu ayyaş ve göbekli hâlimle bile onun muhafızlarını paramparça ederim ben."
Akelos'un dediği doğruydu. Papa Pius, hristiyan aleminin başı olmasına rağmen, gitgide yükselen ve etrafına korku salan bu prensliğe karşı durmakta zorlanıyordu. Osmanlıların içine nifak sokmak isteyen Papa Pius, Bunu Eflak voyvodası olmadan gerçekleştiremiyordu.
Zira, Konstantiniyye'nin Türklere terk edilişi, papalığın bütün itibarını zedelemişti. Hristiyan ülkelerin kralları, kontları ve prensleri artık papalığı sembolik olarak görmeye başlamıştı. Papa Pius, bundan dolayı Tanrı'ya yeniden muteber olması için dualar ediyor, kendinden önceki papalara, bilhassa Konstantiniyye kaybedilirken kılını bile kıpırdatmaya üşenen Papa Nicolaus'a beddualar ediyordu. Bundan dolayı aciz görünen bir makamı alaya almak, Eflâk kalesi muhafızlarına kolay geliyordu.
Kale nöbetçileri kendi aralarında sohbete devam ederken kalenin içinde sükûnet hakimdi. Vlad, Osmanlı hükümdarı sayesinde edindiği tahta yayılarak oturmuş, komutanlarıyla istişareler ediyordu. Öyle ki, kibir putlarına dönüşen bu kişiler, birbirlerini övgü dolu sözlerle göklere çıkarıyor, utanmasalar Vlad'ın çok yakında cihanı zaptedeceğini bile iddia ediyorlardı.
Vlad'ın komutanlarından Radovan, ellerini bağlamış bir vaziyette dikiliyordu. Gözleri deniz mavisinden hallice olan bu herif, bakışlarıyla karşısındakileri hipnotize ediyordu. Kelimeleri telaffuz edişi bile dinleyenleri efsunluyor, dinlemeyenlerin de dikkatini çekiyordu. Komutan Radovan, yaklaşmakta olan ziyafetten önce, prensliğin civar köylerdeki faaliyetlerini Vlad'a haber etmeye başladı.
-"Kıymetli prensimiz bugün olan vakalardan haberdar olmak isteyecektir."
Vlad, o iğrenç dilini, kalın tüccar bıyığının altında gizlediği dudaklarından dışarı çıkararak yalanmaya başladı. Bu onun heyecanını ve gaddarlığını gösteriyordu. Tok bir sesle Radovan'a:
-"Söyle bakalım, bugün kaç Türk'ü öldürdün." dedi.
Radovan gözlerini kısarak sinsice bir gülüş attıktan sonra cevapladı:
"Raona köyüne, Sultan Mehmed tarafından geçen sene iskân edilen 70 köylüyü kılıçtan geçirdik efendimiz. Ayrıca Sultan Mehmed'in devriye olarak gönderdiği çapulcuları da emrettiğiniz üzere kazıklara geçirdik."
Gaddarlıktan gözleri dönmüş olan Radovan, en az Vlad kadar haindi. Osmanlılar, vaktinde Vlad'a sahip çıkıp yetiştirdiği gibi Radovan'ı da haçlı şövalyelerinin elinden alıp yetiştirmiş, kendisine yeni bir yaşam olanağı tanımıştı. Fakat alçaklıkta sınır tanımayan Radovan, eskiyi unutmuş, Türk kanı içmeye ant içerek ömrünü Vlad'ın intikam davasına adamıştı.
Radovan'ın söyledikleri Vlad'ı sevindirmiş kahkahalar atmasına sebep olmuştu. Kan içmekten zevk alan cani adam, neşeli bir şekilde:
"Getirin bana şu çapulcuları o vakit! Onların kanlarından şarap yapacağım ve Mehmed Han'ın ölümü için kana kana içeceğim."
Vlad'ın en büyük düşmanı Sultan Mehmed'di. Onu çocukluktan beri tanıyan birisiydi. Kendisi şehzade olmadığı için kimi zaman ötekileştirildiğini düşünmüş, her geçen gün ona karşı içinde bir fidan gibi büyüyen kinine mâni olamamıştı. Mehmed'in merhametini sustimal ederek Eflâk voyvodası olmuş, topladığı askerlerle ona ve tebaasına kafa tutar olmuştu.
Zavallı Vlad bilmiyordu ki, Mehmed'in kendisine nasıl güvendiğini. Belki de biliyordu. Fakat riyaset hırsı onun gözünü kör etmişti. Mehmed'e olan hasedi masum insanları öldürmesi için onu teşvik ediyordu.
Komutanlarıyla istişarelerini bitiren Vlad dinlenmek üzere odasına çekildi. Gece ziyafet vardı. Ayda bir kez kalesinde yaptırdığı bu ziyafetle, civar kalelerin komutanlarıyla bir araya gelerek ilişkilerini iyileştirmeyi amaçlayan Vlad, onların güzel kızlarına da göz dikiyor, ziyafet sonunda o kızları tavlayıp olmayacak hülyalara kapılmalarına sebep oluyordu. Vlad'ın gücünden çekinen kale komutanları da bu olanlara müsamaha göstermek zorunda kalıyordu. İstemeyerek de olsa kızlarını ziyafete getiren komutanlar, Vlad'ın kızlarına karşı bir hayvanlık yapmaması için Tanrılarına dualar ediyordu.
Gece olmuştu. Silistre semalarını aydınlatan mehtap, yaklaşan fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyordu. Malkoçoğlu Çakır Bey, ellerini arkaya bağlamış, kerpiçten yapılmış olan evinde dolanıp duruyordu.
Bir anda duraksadı. Sol elini hilal biçimindeki bıyığına götürerek sıvazladı. Bir müddet düşündükten sonra yerine oturdu. Keçi kılından yapılmış olan bu divan, Çakır Bey'i rahatsız etmişti. Söylenmeye başladı:
"Yok, burada oturamıyorum. O kadar rahatsın ki rahatsız oluyorum bre divan!"
İyi değildi. Örümcek ağı gibi zihnini kaplamış olan kuruntular, elmayı kemiren kurtçuklar gibi içini kemiriyordu. Hem oturmaya da alışık değildi. Ona oturak olan, atının yağız yüzlü sırtıydı. Diğer elinde de kılıç olmalıydı. Kılıcından ayrı kaldığı her vakit, kendini dünyaya tutsak olarak hissetmesi için yetiyordu. Akıncı Beyi olabilmenin şartlarındandı bu. Atını kendine yâr, kılıcını da yüreği gibi görmeliydi bir akıncı. O da bu gelenekle yetiştirilmişti.
Biraz sonra börkünü çıkardığı gibi yere attı. Dişlerini sıkarak konuşmaya başladı:
"Olmuyor, yapamıyorum. Burası bana dar geliyor, olmuyor…"
Etrafında kimsecikler yoktu. Bundan da aldığı cesaretle sesini gitgide yükseltti.
"Kahrolası kefere! Yine yaptı yapacağını. Yüzü yok tabi karşıma çıkmaya."
Çakır Bey'in bahsettiği kefere, Vlad'dı. Senelerdir Balkanların içlerine akınlar yapan bu ocağı, hakkıyla ama namertçe zorlayan biri vardı. Bu sefer de Vlad'ın masumları öldürmesine engel olamayan Çakır Bey, vicdan azabı çekiyordu. Diğer taraftan Sultan Mehmed'in de nefesini ensesinde hissediyordu. Zira, Mehmed kendisine Vlad'ın hoyratça tavırlarına karşı önlem alması konusunda kesin ferman vermişti. Fakat, padişahın tokadını yemek gavurun yemeğini yemekten evla idi akıncılara göre. Çakır Bey de böyle düşünüyordu. Onu endişelendiren devletin kellesini alması değil, Vlad'ın ettiği zulümlerdi.
Bir müddet kendiyle baş başa kalan Çakır Bey, günün vermiş olduğu yorgunlukla uykuya daldı. Derken, ani bir sesle irkilen akıncı beyi, kılıcına davrandı. Biraz sonra, kılıcını kınına yavaşça sokarak:
"Gel!" dedi.
Kapı vurulmuştu. İçeri giren akıncı, subaşı Kara Tekin Bey'di. Kara Tekin, beyinden aldığı desturla içeri girerken sert bir tepkiyle karşılaştı. Çakır Bey hiddetlenmişti.
-"Bre gafil! Gecenin bu yarısında bu ne celâllenmedir!"
-"Af buyrun beyim. Lakin mühimdir."
-"Otur hele."
Kara Tekin, divanın bir köşesine oturdu. Kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı:
-"Beyim, haberler kötüdür. Raona'daki baskından sonra Kazıklı'nın itleri boş durmuyor. Az önce malumat geldi. Bizim Sarı Ali'nin ocağını basmışlar. Dört yiğidimizi şehit verdik."
Haberi duyan Çakır Bey öfkelenerek fırladı:
-"Ah hergele ah! Ben de senin kelleni vurup payitahta göndermezsem..." Kara Tekin sözünü kesti:
-"Tedbirli olmazsak burayı da basarlar. Artık her yerdeler."
Çakır Bey biraz düşündü. Şehitlere fatihalar okudu. Ardından gözünü tavana dikti. Dudaklarından dökülen cümleler büyük bir akının habercisiydi:
"Tedbir bizden, takdir Allah'tan… O hâlde, tez bir günlük mesafedeki ocak beylerime haber salasın. En yakın zamanda Malkoçoğlu aşiretinin bir araya gelmesini murad ediyorum!"
Kalenin ardındaki zulüm abideleri, gökyüzünün bu evhamlı görünüşünden ibret almamak için direniyordu. Mahzun görünüşünün ardında karanlık yüzler barındıran kale surları, üstünde bekleyen nöbetçilerin tedirginlikten uzak konuşmalarıyla yankılanmaya başladı.
Kale kapısının üstündeki okçulardan biri karşı taraftaki arkadaşına dönerek:
-"Bu geceki ziyafette çok içip de sarhoş olma Akelos!" dedi. Akelos o pis bıyığının altında sakladığı tebessümü gün yüzüne çıkararak gürledi:
-"İçersem içerim, kime ne? Nasıl olsa karşımızda papa bile duramıyor. Şu ayyaş ve göbekli hâlimle bile onun muhafızlarını paramparça ederim ben."
Akelos'un dediği doğruydu. Papa Pius, hristiyan aleminin başı olmasına rağmen, gitgide yükselen ve etrafına korku salan bu prensliğe karşı durmakta zorlanıyordu. Osmanlıların içine nifak sokmak isteyen Papa Pius, Bunu Eflak voyvodası olmadan gerçekleştiremiyordu.
Zira, Konstantiniyye'nin Türklere terk edilişi, papalığın bütün itibarını zedelemişti. Hristiyan ülkelerin kralları, kontları ve prensleri artık papalığı sembolik olarak görmeye başlamıştı. Papa Pius, bundan dolayı Tanrı'ya yeniden muteber olması için dualar ediyor, kendinden önceki papalara, bilhassa Konstantiniyye kaybedilirken kılını bile kıpırdatmaya üşenen Papa Nicolaus'a beddualar ediyordu. Bundan dolayı aciz görünen bir makamı alaya almak, Eflâk kalesi muhafızlarına kolay geliyordu.
Kale nöbetçileri kendi aralarında sohbete devam ederken kalenin içinde sükûnet hakimdi. Vlad, Osmanlı hükümdarı sayesinde edindiği tahta yayılarak oturmuş, komutanlarıyla istişareler ediyordu. Öyle ki, kibir putlarına dönüşen bu kişiler, birbirlerini övgü dolu sözlerle göklere çıkarıyor, utanmasalar Vlad'ın çok yakında cihanı zaptedeceğini bile iddia ediyorlardı.
Vlad'ın komutanlarından Radovan, ellerini bağlamış bir vaziyette dikiliyordu. Gözleri deniz mavisinden hallice olan bu herif, bakışlarıyla karşısındakileri hipnotize ediyordu. Kelimeleri telaffuz edişi bile dinleyenleri efsunluyor, dinlemeyenlerin de dikkatini çekiyordu. Komutan Radovan, yaklaşmakta olan ziyafetten önce, prensliğin civar köylerdeki faaliyetlerini Vlad'a haber etmeye başladı.
-"Kıymetli prensimiz bugün olan vakalardan haberdar olmak isteyecektir."
Vlad, o iğrenç dilini, kalın tüccar bıyığının altında gizlediği dudaklarından dışarı çıkararak yalanmaya başladı. Bu onun heyecanını ve gaddarlığını gösteriyordu. Tok bir sesle Radovan'a:
-"Söyle bakalım, bugün kaç Türk'ü öldürdün." dedi.
Radovan gözlerini kısarak sinsice bir gülüş attıktan sonra cevapladı:
"Raona köyüne, Sultan Mehmed tarafından geçen sene iskân edilen 70 köylüyü kılıçtan geçirdik efendimiz. Ayrıca Sultan Mehmed'in devriye olarak gönderdiği çapulcuları da emrettiğiniz üzere kazıklara geçirdik."
Gaddarlıktan gözleri dönmüş olan Radovan, en az Vlad kadar haindi. Osmanlılar, vaktinde Vlad'a sahip çıkıp yetiştirdiği gibi Radovan'ı da haçlı şövalyelerinin elinden alıp yetiştirmiş, kendisine yeni bir yaşam olanağı tanımıştı. Fakat alçaklıkta sınır tanımayan Radovan, eskiyi unutmuş, Türk kanı içmeye ant içerek ömrünü Vlad'ın intikam davasına adamıştı.
Radovan'ın söyledikleri Vlad'ı sevindirmiş kahkahalar atmasına sebep olmuştu. Kan içmekten zevk alan cani adam, neşeli bir şekilde:
"Getirin bana şu çapulcuları o vakit! Onların kanlarından şarap yapacağım ve Mehmed Han'ın ölümü için kana kana içeceğim."
Vlad'ın en büyük düşmanı Sultan Mehmed'di. Onu çocukluktan beri tanıyan birisiydi. Kendisi şehzade olmadığı için kimi zaman ötekileştirildiğini düşünmüş, her geçen gün ona karşı içinde bir fidan gibi büyüyen kinine mâni olamamıştı. Mehmed'in merhametini sustimal ederek Eflâk voyvodası olmuş, topladığı askerlerle ona ve tebaasına kafa tutar olmuştu.
Zavallı Vlad bilmiyordu ki, Mehmed'in kendisine nasıl güvendiğini. Belki de biliyordu. Fakat riyaset hırsı onun gözünü kör etmişti. Mehmed'e olan hasedi masum insanları öldürmesi için onu teşvik ediyordu.
Komutanlarıyla istişarelerini bitiren Vlad dinlenmek üzere odasına çekildi. Gece ziyafet vardı. Ayda bir kez kalesinde yaptırdığı bu ziyafetle, civar kalelerin komutanlarıyla bir araya gelerek ilişkilerini iyileştirmeyi amaçlayan Vlad, onların güzel kızlarına da göz dikiyor, ziyafet sonunda o kızları tavlayıp olmayacak hülyalara kapılmalarına sebep oluyordu. Vlad'ın gücünden çekinen kale komutanları da bu olanlara müsamaha göstermek zorunda kalıyordu. İstemeyerek de olsa kızlarını ziyafete getiren komutanlar, Vlad'ın kızlarına karşı bir hayvanlık yapmaması için Tanrılarına dualar ediyordu.
Gece olmuştu. Silistre semalarını aydınlatan mehtap, yaklaşan fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyordu. Malkoçoğlu Çakır Bey, ellerini arkaya bağlamış, kerpiçten yapılmış olan evinde dolanıp duruyordu.
Bir anda duraksadı. Sol elini hilal biçimindeki bıyığına götürerek sıvazladı. Bir müddet düşündükten sonra yerine oturdu. Keçi kılından yapılmış olan bu divan, Çakır Bey'i rahatsız etmişti. Söylenmeye başladı:
"Yok, burada oturamıyorum. O kadar rahatsın ki rahatsız oluyorum bre divan!"
İyi değildi. Örümcek ağı gibi zihnini kaplamış olan kuruntular, elmayı kemiren kurtçuklar gibi içini kemiriyordu. Hem oturmaya da alışık değildi. Ona oturak olan, atının yağız yüzlü sırtıydı. Diğer elinde de kılıç olmalıydı. Kılıcından ayrı kaldığı her vakit, kendini dünyaya tutsak olarak hissetmesi için yetiyordu. Akıncı Beyi olabilmenin şartlarındandı bu. Atını kendine yâr, kılıcını da yüreği gibi görmeliydi bir akıncı. O da bu gelenekle yetiştirilmişti.
Biraz sonra börkünü çıkardığı gibi yere attı. Dişlerini sıkarak konuşmaya başladı:
"Olmuyor, yapamıyorum. Burası bana dar geliyor, olmuyor…"
Etrafında kimsecikler yoktu. Bundan da aldığı cesaretle sesini gitgide yükseltti.
"Kahrolası kefere! Yine yaptı yapacağını. Yüzü yok tabi karşıma çıkmaya."
Çakır Bey'in bahsettiği kefere, Vlad'dı. Senelerdir Balkanların içlerine akınlar yapan bu ocağı, hakkıyla ama namertçe zorlayan biri vardı. Bu sefer de Vlad'ın masumları öldürmesine engel olamayan Çakır Bey, vicdan azabı çekiyordu. Diğer taraftan Sultan Mehmed'in de nefesini ensesinde hissediyordu. Zira, Mehmed kendisine Vlad'ın hoyratça tavırlarına karşı önlem alması konusunda kesin ferman vermişti. Fakat, padişahın tokadını yemek gavurun yemeğini yemekten evla idi akıncılara göre. Çakır Bey de böyle düşünüyordu. Onu endişelendiren devletin kellesini alması değil, Vlad'ın ettiği zulümlerdi.
Bir müddet kendiyle baş başa kalan Çakır Bey, günün vermiş olduğu yorgunlukla uykuya daldı. Derken, ani bir sesle irkilen akıncı beyi, kılıcına davrandı. Biraz sonra, kılıcını kınına yavaşça sokarak:
"Gel!" dedi.
Kapı vurulmuştu. İçeri giren akıncı, subaşı Kara Tekin Bey'di. Kara Tekin, beyinden aldığı desturla içeri girerken sert bir tepkiyle karşılaştı. Çakır Bey hiddetlenmişti.
-"Bre gafil! Gecenin bu yarısında bu ne celâllenmedir!"
-"Af buyrun beyim. Lakin mühimdir."
-"Otur hele."
Kara Tekin, divanın bir köşesine oturdu. Kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı:
-"Beyim, haberler kötüdür. Raona'daki baskından sonra Kazıklı'nın itleri boş durmuyor. Az önce malumat geldi. Bizim Sarı Ali'nin ocağını basmışlar. Dört yiğidimizi şehit verdik."
Haberi duyan Çakır Bey öfkelenerek fırladı:
-"Ah hergele ah! Ben de senin kelleni vurup payitahta göndermezsem..." Kara Tekin sözünü kesti:
-"Tedbirli olmazsak burayı da basarlar. Artık her yerdeler."
Çakır Bey biraz düşündü. Şehitlere fatihalar okudu. Ardından gözünü tavana dikti. Dudaklarından dökülen cümleler büyük bir akının habercisiydi:
"Tedbir bizden, takdir Allah'tan… O hâlde, tez bir günlük mesafedeki ocak beylerime haber salasın. En yakın zamanda Malkoçoğlu aşiretinin bir araya gelmesini murad ediyorum!"
3. Bölüm
4. Bölüm
*voyvoda: genellikle 14. ve 15. asırlarda eflak ve boğdan prenslerine verilen san.
*muteber: itibarlı.
*efsun: sihir, büyü.
*sükûnet: sessizlik, sakinlik.
*iskân (veya osmanlılarda iskân siyaseti): rumeli ve balkanların türkleşmesi, müslümanlaşması için anadolu'dan buralara aile yerleştirme.
*riyaset: başkanlık, liderlik.
*haset: kıskançlık, çekememezlik.
*mehtap: ay ışığı.
*bre: ey, yahu, be gibi seslenme nidası.
*divan: eskiden genellikle köylerde oturmak için kullanılan kanepe.
*börk: eski türklerde başlık, şapka.
*kefere: müslüman olmayan, gayrimüslim.
*hoyrat: kaba, kibar olmayan.
*destur: izin, müsaade.
*gafil: aymaz, bir şeylerden habersiz kimse.
*payitaht: osmanlılarda başkent.
*nâdan: bilgisiz, cahil.
*derdest etmek: ele geçirmek, yakalamak, esir etmek.
(ilerleyen bölümlerde gerekirse devamı gelecek...)
*muteber: itibarlı.
*efsun: sihir, büyü.
*sükûnet: sessizlik, sakinlik.
*iskân (veya osmanlılarda iskân siyaseti): rumeli ve balkanların türkleşmesi, müslümanlaşması için anadolu'dan buralara aile yerleştirme.
*riyaset: başkanlık, liderlik.
*haset: kıskançlık, çekememezlik.
*mehtap: ay ışığı.
*bre: ey, yahu, be gibi seslenme nidası.
*divan: eskiden genellikle köylerde oturmak için kullanılan kanepe.
*börk: eski türklerde başlık, şapka.
*kefere: müslüman olmayan, gayrimüslim.
*hoyrat: kaba, kibar olmayan.
*destur: izin, müsaade.
*gafil: aymaz, bir şeylerden habersiz kimse.
*payitaht: osmanlılarda başkent.
*nâdan: bilgisiz, cahil.
*derdest etmek: ele geçirmek, yakalamak, esir etmek.
(ilerleyen bölümlerde gerekirse devamı gelecek...)