Dogukan
Banned
Evet arkadaşlar, üniversiteyi bitirmiş olmanın verdiği entellektüel boşluk ile, zilyon tane okuma yaparken beni bu meselelere iten temel mesele olan Marksizmi bayadır gözardı ediyorum, ama bir yandan da ciddi bir birikimim var. En azından bu forumdaki arkadaşlara yetecek kadar. 19.yüzyıl düşüncesinden, eleştirel teori ve post-modern düşünürlere kadar Marksizmi size aşağı yukarı verebilecek ayara geldim.
İki üç soru sorunda, bilgim doğrultusunda size bilgi vereyim. Veremediğim noktada en azından aşağı yukarı doğru kaynaklara yönlendirebileceğimdir.
Bana da hem ciddi anlamda birşeyler yazmaya başlamadan önce biraz kafa toparlama ortamı sağlar, hemde varolan aşırı derece bilgi kirliliği bir ihtimal süpürülür...yarın öbür gün dedenize arkadaşlarınıza falan anlatırsınız bişeyler olur aklınıza girer...
Felsefi temelden tut, teorik malzemeye, oradan da siyasi tarihine kadar sorun....sormazsanızda canınız sağolsun.
Materyalizm
Marksizm Nedir:
Buna temiz bir cevap yok. Marks kendi zamanında organize Marksizm diye bir kavram koymadı ortaya. Marksizmi elle tutulur bir teorik yapılanmaya dönüştüren kişi Marks'ın yakın dostu ve yoldaşı Friedrich Engels'tir. Bu noktada Marksistler arası büyük tartışmalar vardır. Kimisi Engels'in Marksizmi özünden saptırdığını iddaa eder, kimisi düzgün bir temele oturtup yayılabilir bir bakış açısına çevirdiğini.
Bu tartışma çok çok çok önemli bir tartışmadır...bugün Marksizm olarak kabul edilen şey büyük ölçüde Engels çizgisidir zira...ama mesela ben Engels ekolüne büyük ölçüde karşıyım. Ama işin piyasası için ve popüler olan o olduğu için burada Engels'ten akan Marksizmi anlatacağım.
Katılmasamda zaten en azından bakış açısı aşağı yukarı aynı, sadece sunum farklı;
Engels döneminin baya kültürlü, matematikten felsefeye tarihe her alanda bilgili bi abisi olduğu için Marksizmi "bilimsel" bir temele oturtup her konuya yaklaşımda kullanılabilecek şekilde metodikleştirmeye çalışmıştır. Engels ve o dönemin diğer Alman Marksistleri, Marksizme şu ismi takmışlardır: DİYALEKTİK MATERYALİZM
Bu ne demek oluyor, kısaca dünyadaki herşeyin materyalist bir şekilde algılanıp konseptlere dökülmesi(efenim sınıf, üretim araçları, üretim ilişkileri, altyapı-üstyapı...vsvs) ve bunların diyalektik vesilesi ile açıklanması.
O zaman önümüzde büyük bir mesele var, diyalektik nedir ve materyalizm nedir? Bunlar çok yanlış anlaşılan bazen basite indirgenen kavramlar.
Materyalizm gene kolay, orada başlayalım.
Materyalizm Nedir? En azından Marksist konjektürde...
Bu düşünce biçimi realist ekoldendir, yani biz algılayabilsekte algılayamasakta zihnimizin dışarısında gerçek bir dünya vardır. Materyalist durumda, bu gerçeklik maddelerden oluşmuştur. Havadan toprağa gezegene insana herşey maddelerden oluşmuştur. Demek ki biz bu gerçekliği gözlemleyip dünyanın akışının dinamiklerini anlayabiliriz. Sizinde anlayacağınız şekilde, bu görüş bilimle kolkola gider. Bilimin hızla yükselişte olduğu ve geleceğin mimarının bilim olacağının anlaşıldığı dönemlere geldiği için Marksizm'de bu ortamdan etkilenmiştir.
Peki sosyal bilimlere Marks materyalizmi nasıl geçirdi?
Aldı, bulunduğu koşulları inceledi ve bazı soyutlamalar yaptı....örneğin dünyanın uluslar, milletler, dinler üzerinden algılanmasının mevcut düzendeki egemen düşüncenin bir sonucu olarak gördü. Tarihin dinamiğinin ulusların ve dinlerin çatışması üzerinden algılanmasının yanlış olduğunu söyledi, çünkü bunlar gerçek anlamda bir dönüşüm değil en iyi ihtimalle değişimlere sebep oldular. Dönüşümlere sebep olan, gözle görülür bir fark yaratan sınıfsal çatışmadır dedi. Sınıf kavramının materyalist görüşte karşılığı vardır. Egemen sınıflar ve ezilen sınıflar. Bunları maddesel olarak nitelemek materyalist açıdan daha mantıklı oluyor. O yüzden insanların fikirlerinin sınıf üzerinden örgütlenmesininde tarihin akışını hızlandıracağını, ve hatta tarihi bitireceğini(sınıfsız topluma geçiş) düşünüyordu.
Bütün tarih, Marks'a göre sınıfların savaşının tarihidir. Osmanlı'yla Avusturya'nın savaşı gerçek anlamda insan hayatına büyük etkisi olan birşey değildir zira...en fazla kime vergi verdiğin değişir, dinin değişir...ama toplumsal hayat aşağı yukarı aynı kalır.
Özellikle erken düşünce tanımlarını büyük ölçüde, ekonomi-politiğinde etkisiyle ekonomi üzerinden yapmıştır. Dönemin felsefesini, sosyolojisini ve diğer bütün bilimlerini egemen düşüncenin bir aracı olarak görmüştür. Zaten birçok düşünür o dönemde ekonomi üzerine yazıyordu. Marks'ta ekonomi politiğin kritiğini yaparak olaya ters girişti(buna diyalektikte değinirim)
Sınıflı toplum, altyapı-üstyapı ilişkileri, yabancılaşma, üretim araçları + üretim ilişkileri + üretken güçler =Üretim Biçimi
Bunlar temel klasik marksist dönemim kavramları.
Aşağı yukarı mantık şudur; toplumun ideolojik örgütlenmesini egemen sınıfın düşünce biçimi belirler, egemen sınıfı ise ekonomik temel belirler. Hangi toplumsal grup üretim araçları, yani değer üreten güçler üzerinde MÜLKİYET sahibi ise, o sınıf diğer sınıfı EMEK olarak kullanır. Romalı bir patrician, latifundiası vardır(mülk), köleleri alır koyar(emek), üretim bu şekilde döner.
Sınıflı toplum oluşmadan önce insanlar kabileler halinde sınıfsız şekilde, ilkel komünizm denilen bir şekilde onbinlerce yıl yaşamıştırlar.
Ne zamanki insanlar tarım yapmaya başladı ve yerleşik hayata geçti, o zaman üretim fazlası diye birşey ortaya çıktı. Bu üretim fazlasının stoklanması, kontrolü dağıtımı falan, bu toplumların ileri gelenlerine(din adamıdır şudur budur o toplumun özelliklerine göre) verildi. Zamanla emek ve üretimi sahipleneler arası fark büyüdü. Çünkü artık mülk ortaya çıkmaya başladı, ileri gelenler sahip oldukları gücü çocuklarına geçire geçire jenerasyonlar boyu devam eden süreçte artık bu grup egemen sınıfa dönüştü. Burada MİRAS kavramının önemi göz önüne çıkıyor, bu kapital birikimine sebep olur. Bunlar asker, kanun falan örgütlerken devletler oluştu. Artık egemen sınıfın düşünceleri egemen ideoloji oldu. Kurulan devletler kanunlar, dinler üzerinde egemenlerin sahip oldukları haklar üzerindeki meşruiyetini halka kabul ettirdi. Bu tabi bir jenerasyonda olan bir süreç değil uzun vadede olan birşey(diyalektik düşüncedeki zaman algısı herşey BİR gibimsi olduğu için bir şeyin olma potansiyeli varsa o şey olmuştur gibi görülüp komple bir süreç bir olgu olarak düşünülebilir, zaten diyalektiğe göre HERŞEY bir süreçler bütünüdür).
İşte efenim bu TARIM ÇEVRESİNDE ÖRGÜTLENEN emek-mülkiyet, zamanla şehirlere ve devletlere dönüştü. Diğer şehirlerle falan kapışıp yakaldıkları insanları köle yaptılar(yani savaş aslında egemen sınıfın üretimi arttırmak için giriştiği bir süreç). O zaman ki en mantıklı emek şekli köle olduğu için uzuuuuuuuun bir süre köle üretim biçimi sürdü.
Sınıflı toplumun hikayesi bu, peki burada akışı sağlayan süreç ne?
Üretim araçları, üretimin nasıl örgütlendiğine Marksistler altyapı der...ve bu altyapı toplumun üstyapısını, dini, felsefeyi, edebiyatı, siyasal yapılanmayı, kanunları falan belirler, kısaca ideolojiyi belirler. Örneğin, FEODAL üretim biçiminde(mode of production), emek serflerden gelir. Egemen sınıf ise aristokrasidir, çünkü toprak üzerinde mülkiyet sahibidir. Toprağı serf emeği işler, artan değer aristokratın cebine iner. Bu düzenin ideolojisi, yani bu düzeni meşrulaştıran şey katolik hristiyanlıktan tutta, kanunlara kadar gider. Halkta içine doğduğu bu toplumun düzenini ilahi olarak kabul eder. Yani o aristokratın, o soylunun o toprak üzerinde hakkı vardır, benim yoktur zaten der. Bu toplumda işte feodal krallık şeklinde örgütlenmiştir. Nasıl ki köle toplumlar şehir devletleri veya kapitalist toplumlar ulus devletler olarak örgütlendiyse....
Buna da ÜSTYAPI denir. Üsyapıyı büyük ölçüde altyapı belirlemesine rağmen arada diyalektik bir ilişki vardır, yani aynı zamanda üstyapı altyapıyı belirler, ama üstyapıdaki hareket, devrim olana kadar altyapıdaki temeller üzerinde olur. Mesela işçi sınıfı olmadan sendikal örgütlenme ve sosyalist ideoloji oluşturulamaz.
Peki bu süreci iten şey nedir. Buda diyalektikte açıklanır daha iyi biçimde ama temelde çelişkiler bütünüdür diyelim. Sınıflı toplum her daim çelişki halindedir ve çelişkiler toplumu bir yere doğru iter. Burada daha çok temelde görülen kavram productive forces, yani üretken güçlerdir. Üretim vardır, bu üretimin verimliliğini belirleyen "üretkenlik" vardır. İşte teknolojik gelişim mesela.....bu üretkenlik arttıkça mevcut düzenin üretim biçimi sıkışmaya başlar. Eski üretim biçimi hem egemen sınıf için varlığını sürdürmesi için gereklidir ama aynı zamanda üretkenliğin artması diğer egemenlerle rekabet için gereklidir.
Mesela, kapitalistler fabrika sahibidir, maaşlı işçi çalıştırır. Daha çok gelir elde etmek için makine alır, verimliliği arttırır. Verimlilik arttıkça diğer kapitalistlere üstünlük sağlar. Ama zayıf olanlar elenir ve kalan kapitalistler daha fazla makine alır. E verimlik artması demek o zaman fiyatında düşmesi demek...yani adam üretimi arttırıyor ama kar marjı uzun vadede yüksek kalmıyor. Adam bir nevi kendi kuyusunu kazıyor(yada tekelci kapitalizm çıkar falan bir sürü farklı mesele var ama bu klasik marksizm diyelim).
O yüzden işte üretimdeki teknolojik dönüşüm(sadece kullanılan alet değil, emeğin örgütlenmesi falan da dahil) mevcut egemen düzeni çatırdatır, toplumsal çatışmalar ortaya çıkar. Egemen sınıf ezileni daha çok ezmek zorunda kalır, bir yerden sonra ezilen sınıf egemen ideolojideki sıkıntıları görüp örgütlenmeye başlar ve bir sonraki toplumsal düzeninin temelini atar. Sonrası siyasi mücadeleler, devrimler, isyanlar falan filan gider....
Buarada Marksizmin daha çok materyalist algısını ve bunun üzerinden çıkmış teorilerine göre anlattım. Kimisi bu düşünceleri çok determinist buldu, kimisi geçersiz buldu. Marksistler arasında bile büyük tartışmalara sebep oldu. Diyalektiğe girmeden o yüzden biraz Marksizm tarihçesi verelim.
Tarihçe:
İlk nesilMarks ve Engels var. Marks diyalektik falan felsefe adamı alıp ekonomi politiğin, kapitalin dinamiklerini kritiğini yapar. Marksizmin temeli buradaki KRİTİK-DİYALEKTİK GÖRÜŞTÜR.
Engels bunu bir sosyal bilime çevirir, teorilere oturtur ve organize bir ekol haline getirir. Ama Marksistler aynı zmanda mevcut düzeinin organize ekol bilimi kritize ettiği için burada bir çelişki durumu var. Zira Marks'a göre, birşeyin bilimselliğini o dönemin koşulları belirler, ideolojisi belirler. Yani değiştirilemez fiks TEORİLER ASLINDA MARKSİST OLAMAZ. İşte burada Marksizmin tarihi daha bir açılıyor;
2.Nesil Marksistler ağırlıklı Alman Marksistleri idi. Bunlar Engels'le başladığı için bu "bilimsel" ekolü benimsediler. K.Kautsky, R.Luxemburg, Liebknect, Rusya'da Plekhanov, Lenin falan bu noktada çıkıyor. Almanya'da 1.dünya savaşı sonrasından Hitler'in yükselişine kadar bu Marksist düşünce baya domine ediyor. Rusya'da ise devrim olmuş. Almanya'da mini-devrimler faşistler tarafından bastırılıyor ve işçi sınıfı faşizme kayırılıyor. Marksizmin ALmanya'da en güçlü olduğu dönem bir anda darmadağın oluyor. O dönemin marksistleri 1919 devirmlerinde başarılı olsaydı bugün çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Bu dönemdeki temel tartışma SOSYAL DEMOKRASİ ve DEVRİMCİLİK arasında geçiyor. Detayları sorana anlatırım, ama işte Lenin'ler, R.Luxemburglar falan 2.Enternasyonele gelen bu dönemde devrimini savunurken bazı Alman Marksistler Sosyal-Demokrat model ile sosyalizmin devrimsiz şekilde kurulabileceğini iddaa edip tartıştılar. Sosyal demokrat ekol Almanya'da kazanırken, devrimci ekol Rusya'da başarıya ulaştı. Sosyal demokratlar Hitler'in başa gelmesiyle babayı aldı ve Almanya'daki bir sürü Marksist ya sürüldü yada idam edildi ve efsanevi Alman-Avusturya devrimci jenerasyonu yok edildi. Faşizmle ölüm-kalım muhabbeti bu noktada başlıyor. Rusya'da ise Lenin kazanıp, Sovyet örgütlenmeleri ile sosyalizmin inşasına girişti. Emperyalizm teorisi falan yine bu dönemde yazıldı, detayları sorana anlatırım.
3.Ekol 2ye bölünebilir, batıda faşizmin kazanması ve doğuda otoriter komünistlerin(SSCB) yükselişe geçmesiyle çıktı.
Burada Engels ekolü doğuda radikalleşirken batıda eski Marks'a dönüş yapıldı. Doğudaki ekol radikal bir biçimde diyalektik materyalizmi bir din gibi bilime döküp dogmalaştırdı. Tarihin, toplumların gizli anahtarını bulduk modunda geleceği inşa edeceğiz kafasına geçildi. Marksist-Leninist ekol genelde bu şekildedir. Tabi ona bu kara lekeyi veren Stalin dönemidir, Lenin devam etseydi ne olur ne biterdi bilmiyoruz. Zira Stalin'le birlikte sovyetlerde tarih yeniden yazıldı, farklı tip propogandalar ve görüşler halka dayatıldı, polis devleti kuruldu falan filan. Bunların etik tarafına şu an girmiyorum, sorana anlatırım. Bu noktada ise Stalinist ve Troçkist tartışmaları devreye giriyor.
Batıda ise ilk dönem SSCB'yi destekleyen, sonra zıt olmaya başlayan bir ekol oluştu. Buna bugün Western Marksizm/Batı Marksizmi diyoruz. Macar devrimci G.Lukacs ve Mussolini'nin zindanların ölen İtalyan devrimci A.Gramsci, ve Alman Ernst Bloch abimiz bu ekolün başı kabul edilirler. Bu abiler ekonomiden ve altyapıdan ziyade egemen ideolojiyi, kültürü daha çok analiz edip bunun önemini vurguladılar. Devrimlerin neden olmadığını açıklarken egemen ideolojini gücünü, propoganda ile oluşturulan "yanlış bilinci" analiz ettiler. Örneğin işte adamın çıkarları sosyalist devrim ama adam gidip canını İtalyan milleti için vermeyi, hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Bu noktada kültürün önemini vurgulayarak farklı analitik kritik bir ekol oluşturdular. Referansları ise DİYALEKTİK-KRİTİK felsefe ve doğrudan Marks'ın erken döneminden gelen yabancılaşma, ideoloji[/b herşeyi ters-düz etme mevzundan geliyor.
Bu ekol daha sonra FRANKFURT OKULU'na(Horkheimer, Adorno, Marcuse, Habermas, Kellner ...vsvsvs) ve Birmingham Okulu'na oradanda günümüze kadar geldi. Bugün bir sürü var bu abiler, eski temelden baya koptularsada Marksist temelde sosyoloji-ekonomi-felsefe falan yapıyorlar. Edebi metinlerin ve ideolojinin, toplumların analizlerini yapıyorlar. Bunların toplamına bugün CRITICAL THEORY/Eleştirel Teori deniyor.
Marksist-Leninist ekol ise batıda yerini Troçkizm'de zayıf bir şekilde bulurken, gelişmekte olan dünyada falan baya taban buluyor. İşte bir yanda Mao çıkıyor, bir yanda Afrika devrimcileri, Latin Amerika gerillaları, 3.Dünyacılar ve bir sürü mini-mini lokal gruplar Marksizm adı altında örgütleniyor. Türkiye'de arada bir ülke olduğundan her gruptan biraz var bizde.
Geri kalmış ülkelerde neden böyle daha çok kabul edildi bu falan soran olursa detaylara gireriz.
Bir sonraki bölümde de diyalektiğe el atıcam.
Buna temiz bir cevap yok. Marks kendi zamanında organize Marksizm diye bir kavram koymadı ortaya. Marksizmi elle tutulur bir teorik yapılanmaya dönüştüren kişi Marks'ın yakın dostu ve yoldaşı Friedrich Engels'tir. Bu noktada Marksistler arası büyük tartışmalar vardır. Kimisi Engels'in Marksizmi özünden saptırdığını iddaa eder, kimisi düzgün bir temele oturtup yayılabilir bir bakış açısına çevirdiğini.
Bu tartışma çok çok çok önemli bir tartışmadır...bugün Marksizm olarak kabul edilen şey büyük ölçüde Engels çizgisidir zira...ama mesela ben Engels ekolüne büyük ölçüde karşıyım. Ama işin piyasası için ve popüler olan o olduğu için burada Engels'ten akan Marksizmi anlatacağım.
Katılmasamda zaten en azından bakış açısı aşağı yukarı aynı, sadece sunum farklı;
Engels döneminin baya kültürlü, matematikten felsefeye tarihe her alanda bilgili bi abisi olduğu için Marksizmi "bilimsel" bir temele oturtup her konuya yaklaşımda kullanılabilecek şekilde metodikleştirmeye çalışmıştır. Engels ve o dönemin diğer Alman Marksistleri, Marksizme şu ismi takmışlardır: DİYALEKTİK MATERYALİZM
Bu ne demek oluyor, kısaca dünyadaki herşeyin materyalist bir şekilde algılanıp konseptlere dökülmesi(efenim sınıf, üretim araçları, üretim ilişkileri, altyapı-üstyapı...vsvs) ve bunların diyalektik vesilesi ile açıklanması.
O zaman önümüzde büyük bir mesele var, diyalektik nedir ve materyalizm nedir? Bunlar çok yanlış anlaşılan bazen basite indirgenen kavramlar.
Materyalizm gene kolay, orada başlayalım.
Materyalizm Nedir? En azından Marksist konjektürde...
Bu düşünce biçimi realist ekoldendir, yani biz algılayabilsekte algılayamasakta zihnimizin dışarısında gerçek bir dünya vardır. Materyalist durumda, bu gerçeklik maddelerden oluşmuştur. Havadan toprağa gezegene insana herşey maddelerden oluşmuştur. Demek ki biz bu gerçekliği gözlemleyip dünyanın akışının dinamiklerini anlayabiliriz. Sizinde anlayacağınız şekilde, bu görüş bilimle kolkola gider. Bilimin hızla yükselişte olduğu ve geleceğin mimarının bilim olacağının anlaşıldığı dönemlere geldiği için Marksizm'de bu ortamdan etkilenmiştir.
Peki sosyal bilimlere Marks materyalizmi nasıl geçirdi?
Aldı, bulunduğu koşulları inceledi ve bazı soyutlamalar yaptı....örneğin dünyanın uluslar, milletler, dinler üzerinden algılanmasının mevcut düzendeki egemen düşüncenin bir sonucu olarak gördü. Tarihin dinamiğinin ulusların ve dinlerin çatışması üzerinden algılanmasının yanlış olduğunu söyledi, çünkü bunlar gerçek anlamda bir dönüşüm değil en iyi ihtimalle değişimlere sebep oldular. Dönüşümlere sebep olan, gözle görülür bir fark yaratan sınıfsal çatışmadır dedi. Sınıf kavramının materyalist görüşte karşılığı vardır. Egemen sınıflar ve ezilen sınıflar. Bunları maddesel olarak nitelemek materyalist açıdan daha mantıklı oluyor. O yüzden insanların fikirlerinin sınıf üzerinden örgütlenmesininde tarihin akışını hızlandıracağını, ve hatta tarihi bitireceğini(sınıfsız topluma geçiş) düşünüyordu.
Bütün tarih, Marks'a göre sınıfların savaşının tarihidir. Osmanlı'yla Avusturya'nın savaşı gerçek anlamda insan hayatına büyük etkisi olan birşey değildir zira...en fazla kime vergi verdiğin değişir, dinin değişir...ama toplumsal hayat aşağı yukarı aynı kalır.
Özellikle erken düşünce tanımlarını büyük ölçüde, ekonomi-politiğinde etkisiyle ekonomi üzerinden yapmıştır. Dönemin felsefesini, sosyolojisini ve diğer bütün bilimlerini egemen düşüncenin bir aracı olarak görmüştür. Zaten birçok düşünür o dönemde ekonomi üzerine yazıyordu. Marks'ta ekonomi politiğin kritiğini yaparak olaya ters girişti(buna diyalektikte değinirim)
Sınıflı toplum, altyapı-üstyapı ilişkileri, yabancılaşma, üretim araçları + üretim ilişkileri + üretken güçler =Üretim Biçimi
Bunlar temel klasik marksist dönemim kavramları.
Aşağı yukarı mantık şudur; toplumun ideolojik örgütlenmesini egemen sınıfın düşünce biçimi belirler, egemen sınıfı ise ekonomik temel belirler. Hangi toplumsal grup üretim araçları, yani değer üreten güçler üzerinde MÜLKİYET sahibi ise, o sınıf diğer sınıfı EMEK olarak kullanır. Romalı bir patrician, latifundiası vardır(mülk), köleleri alır koyar(emek), üretim bu şekilde döner.
Sınıflı toplum oluşmadan önce insanlar kabileler halinde sınıfsız şekilde, ilkel komünizm denilen bir şekilde onbinlerce yıl yaşamıştırlar.
Ne zamanki insanlar tarım yapmaya başladı ve yerleşik hayata geçti, o zaman üretim fazlası diye birşey ortaya çıktı. Bu üretim fazlasının stoklanması, kontrolü dağıtımı falan, bu toplumların ileri gelenlerine(din adamıdır şudur budur o toplumun özelliklerine göre) verildi. Zamanla emek ve üretimi sahipleneler arası fark büyüdü. Çünkü artık mülk ortaya çıkmaya başladı, ileri gelenler sahip oldukları gücü çocuklarına geçire geçire jenerasyonlar boyu devam eden süreçte artık bu grup egemen sınıfa dönüştü. Burada MİRAS kavramının önemi göz önüne çıkıyor, bu kapital birikimine sebep olur. Bunlar asker, kanun falan örgütlerken devletler oluştu. Artık egemen sınıfın düşünceleri egemen ideoloji oldu. Kurulan devletler kanunlar, dinler üzerinde egemenlerin sahip oldukları haklar üzerindeki meşruiyetini halka kabul ettirdi. Bu tabi bir jenerasyonda olan bir süreç değil uzun vadede olan birşey(diyalektik düşüncedeki zaman algısı herşey BİR gibimsi olduğu için bir şeyin olma potansiyeli varsa o şey olmuştur gibi görülüp komple bir süreç bir olgu olarak düşünülebilir, zaten diyalektiğe göre HERŞEY bir süreçler bütünüdür).
İşte efenim bu TARIM ÇEVRESİNDE ÖRGÜTLENEN emek-mülkiyet, zamanla şehirlere ve devletlere dönüştü. Diğer şehirlerle falan kapışıp yakaldıkları insanları köle yaptılar(yani savaş aslında egemen sınıfın üretimi arttırmak için giriştiği bir süreç). O zaman ki en mantıklı emek şekli köle olduğu için uzuuuuuuuun bir süre köle üretim biçimi sürdü.
Sınıflı toplumun hikayesi bu, peki burada akışı sağlayan süreç ne?
Üretim araçları, üretimin nasıl örgütlendiğine Marksistler altyapı der...ve bu altyapı toplumun üstyapısını, dini, felsefeyi, edebiyatı, siyasal yapılanmayı, kanunları falan belirler, kısaca ideolojiyi belirler. Örneğin, FEODAL üretim biçiminde(mode of production), emek serflerden gelir. Egemen sınıf ise aristokrasidir, çünkü toprak üzerinde mülkiyet sahibidir. Toprağı serf emeği işler, artan değer aristokratın cebine iner. Bu düzenin ideolojisi, yani bu düzeni meşrulaştıran şey katolik hristiyanlıktan tutta, kanunlara kadar gider. Halkta içine doğduğu bu toplumun düzenini ilahi olarak kabul eder. Yani o aristokratın, o soylunun o toprak üzerinde hakkı vardır, benim yoktur zaten der. Bu toplumda işte feodal krallık şeklinde örgütlenmiştir. Nasıl ki köle toplumlar şehir devletleri veya kapitalist toplumlar ulus devletler olarak örgütlendiyse....
Buna da ÜSTYAPI denir. Üsyapıyı büyük ölçüde altyapı belirlemesine rağmen arada diyalektik bir ilişki vardır, yani aynı zamanda üstyapı altyapıyı belirler, ama üstyapıdaki hareket, devrim olana kadar altyapıdaki temeller üzerinde olur. Mesela işçi sınıfı olmadan sendikal örgütlenme ve sosyalist ideoloji oluşturulamaz.
Peki bu süreci iten şey nedir. Buda diyalektikte açıklanır daha iyi biçimde ama temelde çelişkiler bütünüdür diyelim. Sınıflı toplum her daim çelişki halindedir ve çelişkiler toplumu bir yere doğru iter. Burada daha çok temelde görülen kavram productive forces, yani üretken güçlerdir. Üretim vardır, bu üretimin verimliliğini belirleyen "üretkenlik" vardır. İşte teknolojik gelişim mesela.....bu üretkenlik arttıkça mevcut düzenin üretim biçimi sıkışmaya başlar. Eski üretim biçimi hem egemen sınıf için varlığını sürdürmesi için gereklidir ama aynı zamanda üretkenliğin artması diğer egemenlerle rekabet için gereklidir.
Mesela, kapitalistler fabrika sahibidir, maaşlı işçi çalıştırır. Daha çok gelir elde etmek için makine alır, verimliliği arttırır. Verimlilik arttıkça diğer kapitalistlere üstünlük sağlar. Ama zayıf olanlar elenir ve kalan kapitalistler daha fazla makine alır. E verimlik artması demek o zaman fiyatında düşmesi demek...yani adam üretimi arttırıyor ama kar marjı uzun vadede yüksek kalmıyor. Adam bir nevi kendi kuyusunu kazıyor(yada tekelci kapitalizm çıkar falan bir sürü farklı mesele var ama bu klasik marksizm diyelim).
O yüzden işte üretimdeki teknolojik dönüşüm(sadece kullanılan alet değil, emeğin örgütlenmesi falan da dahil) mevcut egemen düzeni çatırdatır, toplumsal çatışmalar ortaya çıkar. Egemen sınıf ezileni daha çok ezmek zorunda kalır, bir yerden sonra ezilen sınıf egemen ideolojideki sıkıntıları görüp örgütlenmeye başlar ve bir sonraki toplumsal düzeninin temelini atar. Sonrası siyasi mücadeleler, devrimler, isyanlar falan filan gider....
Buarada Marksizmin daha çok materyalist algısını ve bunun üzerinden çıkmış teorilerine göre anlattım. Kimisi bu düşünceleri çok determinist buldu, kimisi geçersiz buldu. Marksistler arasında bile büyük tartışmalara sebep oldu. Diyalektiğe girmeden o yüzden biraz Marksizm tarihçesi verelim.
Tarihçe:
İlk nesilMarks ve Engels var. Marks diyalektik falan felsefe adamı alıp ekonomi politiğin, kapitalin dinamiklerini kritiğini yapar. Marksizmin temeli buradaki KRİTİK-DİYALEKTİK GÖRÜŞTÜR.
Engels bunu bir sosyal bilime çevirir, teorilere oturtur ve organize bir ekol haline getirir. Ama Marksistler aynı zmanda mevcut düzeinin organize ekol bilimi kritize ettiği için burada bir çelişki durumu var. Zira Marks'a göre, birşeyin bilimselliğini o dönemin koşulları belirler, ideolojisi belirler. Yani değiştirilemez fiks TEORİLER ASLINDA MARKSİST OLAMAZ. İşte burada Marksizmin tarihi daha bir açılıyor;
2.Nesil Marksistler ağırlıklı Alman Marksistleri idi. Bunlar Engels'le başladığı için bu "bilimsel" ekolü benimsediler. K.Kautsky, R.Luxemburg, Liebknect, Rusya'da Plekhanov, Lenin falan bu noktada çıkıyor. Almanya'da 1.dünya savaşı sonrasından Hitler'in yükselişine kadar bu Marksist düşünce baya domine ediyor. Rusya'da ise devrim olmuş. Almanya'da mini-devrimler faşistler tarafından bastırılıyor ve işçi sınıfı faşizme kayırılıyor. Marksizmin ALmanya'da en güçlü olduğu dönem bir anda darmadağın oluyor. O dönemin marksistleri 1919 devirmlerinde başarılı olsaydı bugün çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Bu dönemdeki temel tartışma SOSYAL DEMOKRASİ ve DEVRİMCİLİK arasında geçiyor. Detayları sorana anlatırım, ama işte Lenin'ler, R.Luxemburglar falan 2.Enternasyonele gelen bu dönemde devrimini savunurken bazı Alman Marksistler Sosyal-Demokrat model ile sosyalizmin devrimsiz şekilde kurulabileceğini iddaa edip tartıştılar. Sosyal demokrat ekol Almanya'da kazanırken, devrimci ekol Rusya'da başarıya ulaştı. Sosyal demokratlar Hitler'in başa gelmesiyle babayı aldı ve Almanya'daki bir sürü Marksist ya sürüldü yada idam edildi ve efsanevi Alman-Avusturya devrimci jenerasyonu yok edildi. Faşizmle ölüm-kalım muhabbeti bu noktada başlıyor. Rusya'da ise Lenin kazanıp, Sovyet örgütlenmeleri ile sosyalizmin inşasına girişti. Emperyalizm teorisi falan yine bu dönemde yazıldı, detayları sorana anlatırım.
3.Ekol 2ye bölünebilir, batıda faşizmin kazanması ve doğuda otoriter komünistlerin(SSCB) yükselişe geçmesiyle çıktı.
Burada Engels ekolü doğuda radikalleşirken batıda eski Marks'a dönüş yapıldı. Doğudaki ekol radikal bir biçimde diyalektik materyalizmi bir din gibi bilime döküp dogmalaştırdı. Tarihin, toplumların gizli anahtarını bulduk modunda geleceği inşa edeceğiz kafasına geçildi. Marksist-Leninist ekol genelde bu şekildedir. Tabi ona bu kara lekeyi veren Stalin dönemidir, Lenin devam etseydi ne olur ne biterdi bilmiyoruz. Zira Stalin'le birlikte sovyetlerde tarih yeniden yazıldı, farklı tip propogandalar ve görüşler halka dayatıldı, polis devleti kuruldu falan filan. Bunların etik tarafına şu an girmiyorum, sorana anlatırım. Bu noktada ise Stalinist ve Troçkist tartışmaları devreye giriyor.
Batıda ise ilk dönem SSCB'yi destekleyen, sonra zıt olmaya başlayan bir ekol oluştu. Buna bugün Western Marksizm/Batı Marksizmi diyoruz. Macar devrimci G.Lukacs ve Mussolini'nin zindanların ölen İtalyan devrimci A.Gramsci, ve Alman Ernst Bloch abimiz bu ekolün başı kabul edilirler. Bu abiler ekonomiden ve altyapıdan ziyade egemen ideolojiyi, kültürü daha çok analiz edip bunun önemini vurguladılar. Devrimlerin neden olmadığını açıklarken egemen ideolojini gücünü, propoganda ile oluşturulan "yanlış bilinci" analiz ettiler. Örneğin işte adamın çıkarları sosyalist devrim ama adam gidip canını İtalyan milleti için vermeyi, hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Bu noktada kültürün önemini vurgulayarak farklı analitik kritik bir ekol oluşturdular. Referansları ise DİYALEKTİK-KRİTİK felsefe ve doğrudan Marks'ın erken döneminden gelen yabancılaşma, ideoloji[/b herşeyi ters-düz etme mevzundan geliyor.
Bu ekol daha sonra FRANKFURT OKULU'na(Horkheimer, Adorno, Marcuse, Habermas, Kellner ...vsvsvs) ve Birmingham Okulu'na oradanda günümüze kadar geldi. Bugün bir sürü var bu abiler, eski temelden baya koptularsada Marksist temelde sosyoloji-ekonomi-felsefe falan yapıyorlar. Edebi metinlerin ve ideolojinin, toplumların analizlerini yapıyorlar. Bunların toplamına bugün CRITICAL THEORY/Eleştirel Teori deniyor.
Marksist-Leninist ekol ise batıda yerini Troçkizm'de zayıf bir şekilde bulurken, gelişmekte olan dünyada falan baya taban buluyor. İşte bir yanda Mao çıkıyor, bir yanda Afrika devrimcileri, Latin Amerika gerillaları, 3.Dünyacılar ve bir sürü mini-mini lokal gruplar Marksizm adı altında örgütleniyor. Türkiye'de arada bir ülke olduğundan her gruptan biraz var bizde.
Geri kalmış ülkelerde neden böyle daha çok kabul edildi bu falan soran olursa detaylara gireriz.
Bir sonraki bölümde de diyalektiğe el atıcam.
Diyalektik
DİYALEKTİK EN ÖNEMLİ MEVZU BUNU OKU GERİSİNİ SALLA İSTERSEN-felsefemsi içerir
Sorulara geçmeden önce son dalga olarak Marksizmin özü olan diyalektiği yazalım.
Dediğimiz gibi diyalektiği doğu felsefesinden antik Yunan'a biraz daha farklı biçimlerde bulabiliriz, işte efenim herşey birdir muhabbeti. Marksizm'deki halinin temelini Hegel abimiz atmıştır. Marks ise bunu klasik deyişte olduğu gibi materyalist temele oturtmuştur.
Öncelikle ne değildirden girelim, zira birçok marksist diyalektiği çok basit bir kavrama indirgeyip, dogmatik, linear anlamsız birşey haline getirdi(Sovyetlerde özellikle, sonra birde bütün dünya komünistlerine dayattılar bunu). Bugünde popüler algısı aşağı yukarı maalesef böyle.
Bu algı nasıl birşey? Fichte'den yamuk yumuk alınıp şöyle birşey attı birileri ortaya, kimse düzeltemedi. Bir şey vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi vardır, bunlar çelişip sentez yapar, bu sentez tekrar tez olur ve yeni anti-tezlerle, yeni sentezlere gider falan filan. Bu algıya göre mesela işte, feodalizm vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi oluşur, yeni sentez kapitalizmdir. O zaman tarihe de böyle düz bir bakış açısı geldi;
İnsanlık şu süreçlerden geçer; 0-Avcı toplayıcı 1-ilkel komünizm 2-köle üretim biçimli toplum 3-feodalizm 4-kapitalizm, kapitalizmin anti-tezi 5-sosyalizmden de yeni sentezimiz 7-komünizm olucak falan filan. Bu tabiki neredeyse bir din gibi kabul edildi bazı çevrelerde, geleceği biz çözdük zaten moduna girildi, çok linear bir bakış açısı yarattı, dogmatikleşti, Avrupa-merkezlide bir düşünce zaten falan filan....Pek bir felsefeliği kalmadı işin.
Birde diyalektiğe böyle kanunlar falan koydular, Engels'ten Lenin'e de var bu.
1) Herşeyin birliği ve kendi içinde zıtlığı
2) Niceliksel dönüşümün niteliksel dönüşüme dönmesi
3) Tersin tersi mevzu
Bu kanunumsuların nasıl yorumlandığı çok önemli. Bunlar doğada var olan kanunlar değil, bazı Marksistler bunu bu şekilde yorumluyor. Engels çünkü bir ara biz maddeyi çözdük abi modunda atomların hareketliliği, kendi içlerinde çatışmaları falan yazıyor diye fizikte olan bilimsel olguyu sosyal yapılarada doğrudan geçiriyor. Çünkü materyalist görüşte, insanda fikirleride sonuçta "maddesel" bir şeyin yansımasından başka birşey değildir. Yani örneğin din bile maddesel olarak açıklanabilen bir fenomenin(o dönemin yaşam koşulları, toplumsal kurumları vsvs) yansımasıdır.
Peki o zaman diyalektik nedir?
Felsefeye girişim bu mevzu ile olduğu için(yani çok taraflı girdim mevzuya) ve soyutlamaları anlatmak zor olduğu için iddaalı bir anlatım yapamayacağım. Zaten bir sürü farklı yorumlamalar var, bazı temel mevzuları burada vermeye çalışayım, gerisini siz okuyun araştırın, hayatınızı DİYALEKTİK mevzu ile görmeye çalışın mesela, dünyaya öyle bakın, örnekler çıkartın falan. Bir yerden sonra çok sarıyor Ontolojiden etiğte hepsine malzeme çıkarıyor, hemde hakiki felsefeye giriş için çok güzel bir başlangıç.
Marksizmin özü diyalektiktir, kimi insanlar "materyalist" yönünü ön plana çıkardı, teoriler ve "bilimsel analiz" ile kafayı bozdu...bu değerler daha sonra sabitleşti ve dogmalaştı. Bu benim nezdim YANLIŞ MARKSİZM'dir, bana katılan katılır katılmayan katılmaz. Zaten Marksistler için bunun ayrışması tarihçe bölümünde söylediğim gibi yaşandı. Felsefeye ağırlık verenler eleştirel teori veya açık marksizm/open marksizm gibi duruşlar altında örgütlendi(sosyalizmi devrimi komple kenara koyanlar dahil), bazı marksist gruplar, özellikle troçkistler bu takıntılı dogmatik devrimciliği kenara koydu arada bir nokta buldu kendine.NOT: Bizim memleketimizde daha çok dogmatik takıntılı şekilci devrimciler vardır, bizde teori felsefe zayıftır ama militanlık çoktur, zombi gibi atılan sloganlar, anti-emperyalist ulusalcılığın sınıf savaşından önce olması falan filan(bana mesela liboş diyen çok oldu, liboşmuşum ben adam benim okuduğum marksizmin yarısını okumamış...liboş ne abi hakaret mi? nedir yani? bu adam felsefeyle uğraşan marksist olacak, dünyanın en sığ argümanını yapıyor, türkiye diyor geçiyoruz)
Bir gelemedim diyalektiğe;
Abi olay şu, dünyaya öyle bir bakıcaksın ki zamandan(yani milattan önce bilmemkaçla bugün aslında aynı anda var oluyor, quantum fiziği muhabbeti ve Einstein abi ile haşır neşir olanlar daha bir çakabilir mevzuyu), maddeye, boşluğa, fikirlere, dinlere, insanlara, ekonomik sistemlere, hastalıklara, soyut ve somut aklınagelebilen her kavramı bir bütünlük, bir birlik içerisinde algılayacaksın. Böyle kocaman bir yuvarlak içi dolu top düşün, işte o herşey olsun. Hiçbirşey sonradan var olmuyor, herşey zaten "potansiyel" olarak var, sadece süreçler ve maddeler değişimden geçerek farklı şekiller alıyor. Diyalektik düşüncede birşey sonradan var olmaz, herşey potansiyeli ve limitleri ile vardır, bunu değiştiren tek şey zamandır. Yani aslında heraklitostan örnek verelim, genç heraklitos ile yaşlı heraklitos farklı bir insan değil, aynı insandır, sadece süreçte farklı bir noktadadır. Yani yaşayan bir insanı aynı zamanda ölü olarak düşünebilirsin, ölümün potansiyeli zaten o yaşayan insanın içerisinde mevcuttur, mesele onun sadece bu bütünlük içerisinde zamanla form değiştirmesine bakar.
Yani big bangdeki toz bulutu bugün biz olmuşuz, biz bir ideolojiyi benimsemişiz o ideoloji gitmiş yeni bir süreç yaratıp dünyayı değiştirmiş, değişen dünya insanları değiştirmiş, insanın maddi zihni o koşullar altında yeni fikirler üretmiş gene dünyayı değiştirmiş ve sürekli böyle karşılık çatışmalar-çelişkiler vesilesi ile diyalektik bir etkileşim olmuş...o big bangden bu soyut fikire, kavrama kadar herşey madde temelli ve potansiyel olarak vardır.
Biraz daha anlaşılabilir kılalım mevzuyu; örneğin bir marksist tarihi incelerken, günümüzü asla geçmişten ayrı bir "süreç" olarak algılamaz, bugün geçmişin FORM DEĞİŞTİRMİŞ bir uzantısıdır. Geçmişte bulunan sonsuz potansiyeller(sonsuz yanlış oldu, limitli ama bizim algımızda sonsuz...limit bugünün ÖNKOŞULLAR çerçevesinde olmasından geliyor) içerisinde bu koşullar zamanla oluşmuştur, demekki geleceğin potansiyeli şu an içinde bulunur. Şu an olmakta olan şeylerden bağımsız bir gelecek olamaz. Çok bariz diyeceksiniz mevzuya ama işin epistomolojisine inince bu bu kadar basit değil. Örneğin sosyalizm mevzusuna gelelim;
Sosyalizm SABİT BİR OLGU&İDEOLOJİ OLAMAZ(olması yanlış algıdır böyle düşünen marksist değil dincidir diyalektiğe göre)...çünkü sosyalizm, kapitalizmin dinamikleri içerisinde potansiyeli oluşan bir sonraki NİTELİKSEL DEĞİŞİMDİR(kanunu hatırla, ama kanun olarak düşünme, diyalektiğe göre doğadaki hiçbirşey sabit değildir, kanunlar konulamaz, kanunlar sadece o an ki evreye hitap edebilir, buda senin o evreyi ne kadar doğru analiz ettiğine bağlıdır, oradanda daha fazla felsefeye girip doğruyu bildiğimiz nasıl biliriz falan derken kaybolur gidersin....bu noktada ben mevzuya azıcık varoluşçuluk sokuyorum, birşey insanın zihninde varsa o şey gerçekleşmiştir, o yüzden gerçek algılanan şeyler ışığında dayatılmış bir gerçeklik yaratabiliriz...zaten insanlar bunu her zaman yaptı, dayattıkları şeyler sonradan gerçeklik oldu falan filan). Kapitalizm, yani içinde bulunduğumuz evre asla ama asla sabit değildir. Bugün sabit değilse, gelecekte sabit olamaz, o yüzden mesela siyasi olarak marksistler dünyadaki değişime AYAK UYDURMAK ZORUNDADIR, kendinide sürekli kritize etmek zorundadır. Gel gör ki bir sürü marksist hala fosil, yok abi biz Marksist-Leninistiz şuyuz buyuz diye 100 yıl öncenin muhabbetini yaparlar.
Gelecekle geçmiş, icabında birdir yani.
Peki bu süreçler nasıl işler. Diyalektik görüşte herşey, bir madde değil bir İLİŞKİLER BÜTÜNÜDÜR ve sürekli olarak çelişkiler halindedir. Çelişkiler-çatışmalar olmasa, şeyler değişmez. Ancak değişim değişmeyen tek şeydir.
Örneğin oturup bir grup atoma bakıyorsun diyelim, bu atomlar kendi aralarında kurduğu bir ilişki ile bugün "tahta" dediğimiz şeyi, bu tahtalarda bugün bizim "masa" dediğimiz şeyi oluşturur. Zamanın bütünsellği içinde bu atomlar potansiyel olarak zaten masadır. Bu bir ilişkiler bütünüdür, birşeyin ne olduğunu belirleyen onun içinde bulunduğu ilişkisel koşullardır....yani işte tahtalar var masa olmuşlar, insanlar var o şeye masa diyorlar, onu masa dedikleri şey olarak kullanıyorlar falan filan. Bu masa kuru masa olabilir, kırık masa olabilir, yeni veya eski masa olabilir ama özünde o atomlardır ve ne olduğuna içinde bulunduğu ilişki bütünü karar verir.
Bir insan, sadece bir insan değil bir sürü hücrenin bir araya gelip dokular oluşturmasıdır ve onun zaman içerisnde bir arada "insan" dediğimiz form içinde hareket ettiği halidir. Bu insan bir sürü şeyler ilişkiler halindedir bu HERŞEY OLAN TOP İÇERİSİNDE. Doğadaki çelişkiler ve değişimler ilk insanı yaratmıştır, insanlar evrilmiştir, doğmuştur, büyümüştür, yaşlanmıştır, ölmüştür, çürüyüp doğa ile bir olmuştur.
Hatta size DİYALEKTİKTEN BİR SAHNE veriyorum(eşkiya filmini izlememiş olan izlemesin, kötü spoiler, izlediyseniz birde burada anlattıklarım çerçevesinde bakın- 1:50'den itibaren);
http://www.youtube.com/watch?v=k--DL4FQons
İşte Marksizmdeki temel kavramları, o materyalist soyutlamaları, tarihsel birikiminizle birleştirip bu bakış açısı içerisinde düşünün. Sınıflar, bunların oluşumu, birbirleri ile çatışmaları, toplumun geçirdiği niceliksel dönüşümlerin(isyanlar, reformlar) niteliksel bir dönüşüme uğraması süreci(feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş, kapitalizmin başladığı yerde dünyaya yayılması, yayılırken yerel toplumsal düzenlerle nasıl karşılıklı birbirini etkileyen bir diyalektik etkileşimde olduğu(örneğin emperyalizm) falan filan....)
Engels'in anlattığı bir mevzu ile tamamlıyorum;
"but everything moves, changes, comes into being and passes away." (Anti-Dühring, p30)
hiçbirşey tam anlamıyla birşey değildir, herşey sürekli gelip geçmektedir, herşey sürekli akmaktadır...herşey aynı olup, olmamak üzere yol almaktadır.
Sorulara geçmeden önce son dalga olarak Marksizmin özü olan diyalektiği yazalım.
Dediğimiz gibi diyalektiği doğu felsefesinden antik Yunan'a biraz daha farklı biçimlerde bulabiliriz, işte efenim herşey birdir muhabbeti. Marksizm'deki halinin temelini Hegel abimiz atmıştır. Marks ise bunu klasik deyişte olduğu gibi materyalist temele oturtmuştur.
Öncelikle ne değildirden girelim, zira birçok marksist diyalektiği çok basit bir kavrama indirgeyip, dogmatik, linear anlamsız birşey haline getirdi(Sovyetlerde özellikle, sonra birde bütün dünya komünistlerine dayattılar bunu). Bugünde popüler algısı aşağı yukarı maalesef böyle.
Bu algı nasıl birşey? Fichte'den yamuk yumuk alınıp şöyle birşey attı birileri ortaya, kimse düzeltemedi. Bir şey vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi vardır, bunlar çelişip sentez yapar, bu sentez tekrar tez olur ve yeni anti-tezlerle, yeni sentezlere gider falan filan. Bu algıya göre mesela işte, feodalizm vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi oluşur, yeni sentez kapitalizmdir. O zaman tarihe de böyle düz bir bakış açısı geldi;
İnsanlık şu süreçlerden geçer; 0-Avcı toplayıcı 1-ilkel komünizm 2-köle üretim biçimli toplum 3-feodalizm 4-kapitalizm, kapitalizmin anti-tezi 5-sosyalizmden de yeni sentezimiz 7-komünizm olucak falan filan. Bu tabiki neredeyse bir din gibi kabul edildi bazı çevrelerde, geleceği biz çözdük zaten moduna girildi, çok linear bir bakış açısı yarattı, dogmatikleşti, Avrupa-merkezlide bir düşünce zaten falan filan....Pek bir felsefeliği kalmadı işin.
Birde diyalektiğe böyle kanunlar falan koydular, Engels'ten Lenin'e de var bu.
1) Herşeyin birliği ve kendi içinde zıtlığı
2) Niceliksel dönüşümün niteliksel dönüşüme dönmesi
3) Tersin tersi mevzu
Bu kanunumsuların nasıl yorumlandığı çok önemli. Bunlar doğada var olan kanunlar değil, bazı Marksistler bunu bu şekilde yorumluyor. Engels çünkü bir ara biz maddeyi çözdük abi modunda atomların hareketliliği, kendi içlerinde çatışmaları falan yazıyor diye fizikte olan bilimsel olguyu sosyal yapılarada doğrudan geçiriyor. Çünkü materyalist görüşte, insanda fikirleride sonuçta "maddesel" bir şeyin yansımasından başka birşey değildir. Yani örneğin din bile maddesel olarak açıklanabilen bir fenomenin(o dönemin yaşam koşulları, toplumsal kurumları vsvs) yansımasıdır.
Peki o zaman diyalektik nedir?
Felsefeye girişim bu mevzu ile olduğu için(yani çok taraflı girdim mevzuya) ve soyutlamaları anlatmak zor olduğu için iddaalı bir anlatım yapamayacağım. Zaten bir sürü farklı yorumlamalar var, bazı temel mevzuları burada vermeye çalışayım, gerisini siz okuyun araştırın, hayatınızı DİYALEKTİK mevzu ile görmeye çalışın mesela, dünyaya öyle bakın, örnekler çıkartın falan. Bir yerden sonra çok sarıyor Ontolojiden etiğte hepsine malzeme çıkarıyor, hemde hakiki felsefeye giriş için çok güzel bir başlangıç.
Marksizmin özü diyalektiktir, kimi insanlar "materyalist" yönünü ön plana çıkardı, teoriler ve "bilimsel analiz" ile kafayı bozdu...bu değerler daha sonra sabitleşti ve dogmalaştı. Bu benim nezdim YANLIŞ MARKSİZM'dir, bana katılan katılır katılmayan katılmaz. Zaten Marksistler için bunun ayrışması tarihçe bölümünde söylediğim gibi yaşandı. Felsefeye ağırlık verenler eleştirel teori veya açık marksizm/open marksizm gibi duruşlar altında örgütlendi(sosyalizmi devrimi komple kenara koyanlar dahil), bazı marksist gruplar, özellikle troçkistler bu takıntılı dogmatik devrimciliği kenara koydu arada bir nokta buldu kendine.NOT: Bizim memleketimizde daha çok dogmatik takıntılı şekilci devrimciler vardır, bizde teori felsefe zayıftır ama militanlık çoktur, zombi gibi atılan sloganlar, anti-emperyalist ulusalcılığın sınıf savaşından önce olması falan filan(bana mesela liboş diyen çok oldu, liboşmuşum ben adam benim okuduğum marksizmin yarısını okumamış...liboş ne abi hakaret mi? nedir yani? bu adam felsefeyle uğraşan marksist olacak, dünyanın en sığ argümanını yapıyor, türkiye diyor geçiyoruz)
Bir gelemedim diyalektiğe;
Abi olay şu, dünyaya öyle bir bakıcaksın ki zamandan(yani milattan önce bilmemkaçla bugün aslında aynı anda var oluyor, quantum fiziği muhabbeti ve Einstein abi ile haşır neşir olanlar daha bir çakabilir mevzuyu), maddeye, boşluğa, fikirlere, dinlere, insanlara, ekonomik sistemlere, hastalıklara, soyut ve somut aklınagelebilen her kavramı bir bütünlük, bir birlik içerisinde algılayacaksın. Böyle kocaman bir yuvarlak içi dolu top düşün, işte o herşey olsun. Hiçbirşey sonradan var olmuyor, herşey zaten "potansiyel" olarak var, sadece süreçler ve maddeler değişimden geçerek farklı şekiller alıyor. Diyalektik düşüncede birşey sonradan var olmaz, herşey potansiyeli ve limitleri ile vardır, bunu değiştiren tek şey zamandır. Yani aslında heraklitostan örnek verelim, genç heraklitos ile yaşlı heraklitos farklı bir insan değil, aynı insandır, sadece süreçte farklı bir noktadadır. Yani yaşayan bir insanı aynı zamanda ölü olarak düşünebilirsin, ölümün potansiyeli zaten o yaşayan insanın içerisinde mevcuttur, mesele onun sadece bu bütünlük içerisinde zamanla form değiştirmesine bakar.
Yani big bangdeki toz bulutu bugün biz olmuşuz, biz bir ideolojiyi benimsemişiz o ideoloji gitmiş yeni bir süreç yaratıp dünyayı değiştirmiş, değişen dünya insanları değiştirmiş, insanın maddi zihni o koşullar altında yeni fikirler üretmiş gene dünyayı değiştirmiş ve sürekli böyle karşılık çatışmalar-çelişkiler vesilesi ile diyalektik bir etkileşim olmuş...o big bangden bu soyut fikire, kavrama kadar herşey madde temelli ve potansiyel olarak vardır.
Biraz daha anlaşılabilir kılalım mevzuyu; örneğin bir marksist tarihi incelerken, günümüzü asla geçmişten ayrı bir "süreç" olarak algılamaz, bugün geçmişin FORM DEĞİŞTİRMİŞ bir uzantısıdır. Geçmişte bulunan sonsuz potansiyeller(sonsuz yanlış oldu, limitli ama bizim algımızda sonsuz...limit bugünün ÖNKOŞULLAR çerçevesinde olmasından geliyor) içerisinde bu koşullar zamanla oluşmuştur, demekki geleceğin potansiyeli şu an içinde bulunur. Şu an olmakta olan şeylerden bağımsız bir gelecek olamaz. Çok bariz diyeceksiniz mevzuya ama işin epistomolojisine inince bu bu kadar basit değil. Örneğin sosyalizm mevzusuna gelelim;
Sosyalizm SABİT BİR OLGU&İDEOLOJİ OLAMAZ(olması yanlış algıdır böyle düşünen marksist değil dincidir diyalektiğe göre)...çünkü sosyalizm, kapitalizmin dinamikleri içerisinde potansiyeli oluşan bir sonraki NİTELİKSEL DEĞİŞİMDİR(kanunu hatırla, ama kanun olarak düşünme, diyalektiğe göre doğadaki hiçbirşey sabit değildir, kanunlar konulamaz, kanunlar sadece o an ki evreye hitap edebilir, buda senin o evreyi ne kadar doğru analiz ettiğine bağlıdır, oradanda daha fazla felsefeye girip doğruyu bildiğimiz nasıl biliriz falan derken kaybolur gidersin....bu noktada ben mevzuya azıcık varoluşçuluk sokuyorum, birşey insanın zihninde varsa o şey gerçekleşmiştir, o yüzden gerçek algılanan şeyler ışığında dayatılmış bir gerçeklik yaratabiliriz...zaten insanlar bunu her zaman yaptı, dayattıkları şeyler sonradan gerçeklik oldu falan filan). Kapitalizm, yani içinde bulunduğumuz evre asla ama asla sabit değildir. Bugün sabit değilse, gelecekte sabit olamaz, o yüzden mesela siyasi olarak marksistler dünyadaki değişime AYAK UYDURMAK ZORUNDADIR, kendinide sürekli kritize etmek zorundadır. Gel gör ki bir sürü marksist hala fosil, yok abi biz Marksist-Leninistiz şuyuz buyuz diye 100 yıl öncenin muhabbetini yaparlar.
Gelecekle geçmiş, icabında birdir yani.
Peki bu süreçler nasıl işler. Diyalektik görüşte herşey, bir madde değil bir İLİŞKİLER BÜTÜNÜDÜR ve sürekli olarak çelişkiler halindedir. Çelişkiler-çatışmalar olmasa, şeyler değişmez. Ancak değişim değişmeyen tek şeydir.
Örneğin oturup bir grup atoma bakıyorsun diyelim, bu atomlar kendi aralarında kurduğu bir ilişki ile bugün "tahta" dediğimiz şeyi, bu tahtalarda bugün bizim "masa" dediğimiz şeyi oluşturur. Zamanın bütünsellği içinde bu atomlar potansiyel olarak zaten masadır. Bu bir ilişkiler bütünüdür, birşeyin ne olduğunu belirleyen onun içinde bulunduğu ilişkisel koşullardır....yani işte tahtalar var masa olmuşlar, insanlar var o şeye masa diyorlar, onu masa dedikleri şey olarak kullanıyorlar falan filan. Bu masa kuru masa olabilir, kırık masa olabilir, yeni veya eski masa olabilir ama özünde o atomlardır ve ne olduğuna içinde bulunduğu ilişki bütünü karar verir.
Bir insan, sadece bir insan değil bir sürü hücrenin bir araya gelip dokular oluşturmasıdır ve onun zaman içerisnde bir arada "insan" dediğimiz form içinde hareket ettiği halidir. Bu insan bir sürü şeyler ilişkiler halindedir bu HERŞEY OLAN TOP İÇERİSİNDE. Doğadaki çelişkiler ve değişimler ilk insanı yaratmıştır, insanlar evrilmiştir, doğmuştur, büyümüştür, yaşlanmıştır, ölmüştür, çürüyüp doğa ile bir olmuştur.
Hatta size DİYALEKTİKTEN BİR SAHNE veriyorum(eşkiya filmini izlememiş olan izlemesin, kötü spoiler, izlediyseniz birde burada anlattıklarım çerçevesinde bakın- 1:50'den itibaren);
http://www.youtube.com/watch?v=k--DL4FQons
İşte Marksizmdeki temel kavramları, o materyalist soyutlamaları, tarihsel birikiminizle birleştirip bu bakış açısı içerisinde düşünün. Sınıflar, bunların oluşumu, birbirleri ile çatışmaları, toplumun geçirdiği niceliksel dönüşümlerin(isyanlar, reformlar) niteliksel bir dönüşüme uğraması süreci(feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş, kapitalizmin başladığı yerde dünyaya yayılması, yayılırken yerel toplumsal düzenlerle nasıl karşılıklı birbirini etkileyen bir diyalektik etkileşimde olduğu(örneğin emperyalizm) falan filan....)
Engels'in anlattığı bir mevzu ile tamamlıyorum;
"but everything moves, changes, comes into being and passes away." (Anti-Dühring, p30)
hiçbirşey tam anlamıyla birşey değildir, herşey sürekli gelip geçmektedir, herşey sürekli akmaktadır...herşey aynı olup, olmamak üzere yol almaktadır.