Gel Marksizmi Sor

Users who are viewing this thread

Dogukan

Banned
Bm37eDpCMAAC_GH.jpg



Evet arkadaşlar, üniversiteyi bitirmiş olmanın verdiği entellektüel boşluk ile, zilyon tane okuma yaparken beni bu meselelere iten temel mesele olan Marksizmi bayadır gözardı ediyorum, ama bir yandan da ciddi bir birikimim var. En azından bu forumdaki arkadaşlara yetecek kadar. 19.yüzyıl düşüncesinden, eleştirel teori ve post-modern düşünürlere kadar Marksizmi size aşağı yukarı verebilecek ayara geldim.
İki üç soru sorunda, bilgim doğrultusunda size bilgi vereyim. Veremediğim noktada en azından aşağı yukarı doğru kaynaklara yönlendirebileceğimdir.
Bana da hem ciddi anlamda birşeyler yazmaya başlamadan önce biraz kafa toparlama ortamı sağlar, hemde varolan aşırı derece bilgi kirliliği bir ihtimal süpürülür...yarın öbür gün dedenize arkadaşlarınıza falan anlatırsınız bişeyler olur aklınıza girer...

Felsefi temelden tut, teorik malzemeye, oradan da siyasi tarihine kadar sorun....sormazsanızda canınız sağolsun.


Materyalizm
Marksizm Nedir:
Buna temiz bir cevap yok. Marks kendi zamanında organize Marksizm diye bir kavram koymadı ortaya. Marksizmi elle tutulur bir teorik yapılanmaya dönüştüren kişi Marks'ın yakın dostu  ve yoldaşı Friedrich Engels'tir. Bu noktada Marksistler arası büyük tartışmalar vardır. Kimisi Engels'in Marksizmi özünden saptırdığını iddaa eder, kimisi düzgün bir temele oturtup yayılabilir bir bakış açısına çevirdiğini.
Bu tartışma çok çok çok önemli bir tartışmadır...bugün Marksizm olarak kabul edilen şey büyük ölçüde Engels çizgisidir zira...ama mesela ben Engels ekolüne büyük ölçüde karşıyım. Ama işin piyasası için ve popüler olan o olduğu için burada Engels'ten akan Marksizmi anlatacağım.
Katılmasamda zaten en azından bakış açısı aşağı yukarı aynı, sadece sunum farklı;

Engels döneminin baya kültürlü, matematikten felsefeye tarihe her alanda bilgili bi abisi olduğu için Marksizmi "bilimsel" bir temele oturtup her konuya yaklaşımda kullanılabilecek şekilde metodikleştirmeye çalışmıştır. Engels ve o dönemin diğer Alman Marksistleri, Marksizme şu ismi takmışlardır: DİYALEKTİK MATERYALİZM
Bu ne demek oluyor, kısaca dünyadaki herşeyin materyalist bir şekilde algılanıp konseptlere dökülmesi(efenim sınıf, üretim araçları, üretim ilişkileri, altyapı-üstyapı...vsvs) ve bunların diyalektik  vesilesi ile açıklanması.
O zaman önümüzde büyük bir mesele var, diyalektik nedir ve materyalizm nedir? Bunlar çok yanlış anlaşılan bazen basite indirgenen kavramlar.
Materyalizm gene kolay, orada başlayalım.
Materyalizm Nedir? En azından Marksist konjektürde...

Bu düşünce biçimi realist ekoldendir, yani biz algılayabilsekte algılayamasakta zihnimizin dışarısında gerçek bir dünya vardır. Materyalist durumda, bu gerçeklik maddelerden oluşmuştur. Havadan toprağa gezegene insana herşey maddelerden oluşmuştur. Demek ki biz bu gerçekliği gözlemleyip dünyanın akışının dinamiklerini anlayabiliriz. Sizinde anlayacağınız şekilde, bu görüş bilimle kolkola gider. Bilimin hızla yükselişte olduğu ve geleceğin mimarının bilim olacağının anlaşıldığı dönemlere geldiği için Marksizm'de bu ortamdan etkilenmiştir.
Peki sosyal bilimlere Marks materyalizmi nasıl geçirdi?
Aldı, bulunduğu koşulları inceledi ve bazı soyutlamalar yaptı....örneğin dünyanın uluslar, milletler, dinler üzerinden algılanmasının mevcut düzendeki egemen düşüncenin bir sonucu olarak gördü. Tarihin dinamiğinin ulusların ve dinlerin çatışması üzerinden algılanmasının yanlış olduğunu söyledi, çünkü bunlar gerçek anlamda bir dönüşüm değil en iyi ihtimalle değişimlere sebep oldular. Dönüşümlere sebep olan, gözle görülür bir fark yaratan sınıfsal çatışmadır dedi. Sınıf kavramının materyalist görüşte karşılığı vardır. Egemen sınıflar ve ezilen sınıflar. Bunları maddesel olarak nitelemek materyalist açıdan daha mantıklı oluyor. O yüzden insanların fikirlerinin sınıf üzerinden örgütlenmesininde tarihin akışını hızlandıracağını, ve hatta tarihi bitireceğini(sınıfsız topluma geçiş) düşünüyordu.
Bütün tarih, Marks'a göre sınıfların savaşının tarihidir. Osmanlı'yla Avusturya'nın savaşı gerçek anlamda insan hayatına büyük etkisi olan birşey değildir zira...en fazla kime vergi verdiğin değişir, dinin değişir...ama toplumsal hayat aşağı yukarı aynı kalır.

Özellikle erken düşünce tanımlarını büyük ölçüde, ekonomi-politiğinde etkisiyle ekonomi üzerinden yapmıştır. Dönemin felsefesini, sosyolojisini ve diğer bütün bilimlerini egemen düşüncenin bir aracı olarak görmüştür. Zaten birçok düşünür o dönemde ekonomi üzerine yazıyordu. Marks'ta ekonomi politiğin kritiğini yaparak olaya ters girişti(buna diyalektikte değinirim)

Sınıflı toplum,  altyapı-üstyapı ilişkileri, yabancılaşma, üretim araçları + üretim ilişkileri + üretken güçler =Üretim Biçimi

Bunlar temel klasik marksist dönemim kavramları.
Aşağı yukarı mantık şudur; toplumun ideolojik örgütlenmesini egemen sınıfın düşünce biçimi belirler, egemen sınıfı ise ekonomik temel belirler. Hangi toplumsal grup üretim araçları, yani değer üreten güçler üzerinde MÜLKİYET sahibi ise, o sınıf diğer sınıfı EMEK olarak kullanır. Romalı bir patrician, latifundiası vardır(mülk), köleleri alır koyar(emek), üretim bu şekilde döner.

Sınıflı toplum oluşmadan önce insanlar kabileler halinde sınıfsız şekilde, ilkel komünizm denilen bir şekilde onbinlerce yıl yaşamıştırlar.
Ne zamanki insanlar tarım yapmaya başladı ve yerleşik hayata geçti, o zaman üretim fazlası diye birşey ortaya çıktı. Bu üretim fazlasının stoklanması, kontrolü dağıtımı falan, bu toplumların ileri gelenlerine(din adamıdır şudur budur o toplumun özelliklerine göre) verildi. Zamanla emek ve üretimi sahipleneler arası fark büyüdü. Çünkü artık mülk ortaya çıkmaya başladı, ileri gelenler sahip oldukları gücü çocuklarına geçire geçire jenerasyonlar boyu devam eden süreçte  artık bu grup egemen sınıfa dönüştü. Burada MİRAS kavramının önemi göz önüne çıkıyor, bu kapital birikimine sebep olur. Bunlar asker, kanun falan örgütlerken devletler oluştu. Artık egemen sınıfın düşünceleri egemen ideoloji oldu. Kurulan devletler kanunlar, dinler üzerinde egemenlerin sahip oldukları haklar üzerindeki meşruiyetini halka kabul ettirdi. Bu tabi bir jenerasyonda olan bir süreç değil uzun vadede olan birşey(diyalektik düşüncedeki zaman algısı herşey BİR gibimsi olduğu için bir şeyin olma potansiyeli varsa o şey olmuştur gibi görülüp komple bir süreç bir olgu olarak düşünülebilir, zaten diyalektiğe göre HERŞEY bir süreçler bütünüdür).
İşte efenim bu TARIM ÇEVRESİNDE ÖRGÜTLENEN emek-mülkiyet, zamanla şehirlere ve devletlere dönüştü. Diğer şehirlerle falan kapışıp yakaldıkları insanları köle yaptılar(yani savaş aslında egemen sınıfın üretimi arttırmak için giriştiği bir süreç). O zaman ki en mantıklı emek şekli köle olduğu için uzuuuuuuuun bir süre köle üretim biçimi sürdü.
Sınıflı toplumun hikayesi bu, peki burada akışı sağlayan süreç ne?

Üretim araçları, üretimin nasıl örgütlendiğine Marksistler altyapı der...ve bu altyapı toplumun üstyapısını, dini, felsefeyi, edebiyatı, siyasal yapılanmayı, kanunları falan belirler, kısaca ideolojiyi belirler. Örneğin,  FEODAL üretim biçiminde(mode of production), emek serflerden gelir. Egemen sınıf ise aristokrasidir, çünkü toprak üzerinde mülkiyet sahibidir. Toprağı serf emeği işler, artan değer aristokratın cebine iner. Bu düzenin ideolojisi, yani bu düzeni meşrulaştıran şey katolik hristiyanlıktan tutta, kanunlara kadar gider. Halkta içine doğduğu bu toplumun düzenini ilahi olarak kabul eder. Yani o aristokratın, o soylunun o toprak üzerinde hakkı vardır, benim yoktur zaten der. Bu toplumda işte feodal krallık şeklinde örgütlenmiştir. Nasıl ki köle toplumlar şehir devletleri veya kapitalist toplumlar ulus devletler olarak örgütlendiyse....
Buna da ÜSTYAPI denir. Üsyapıyı büyük ölçüde altyapı belirlemesine rağmen arada diyalektik bir ilişki vardır, yani aynı zamanda üstyapı altyapıyı belirler, ama üstyapıdaki hareket, devrim olana kadar altyapıdaki temeller üzerinde olur. Mesela işçi sınıfı olmadan sendikal örgütlenme ve sosyalist ideoloji oluşturulamaz.

Peki bu süreci iten şey nedir. Buda diyalektikte açıklanır daha iyi biçimde ama temelde çelişkiler bütünüdür diyelim. Sınıflı toplum her daim çelişki halindedir ve çelişkiler toplumu bir yere doğru iter. Burada daha çok temelde görülen kavram productive forces, yani üretken güçlerdir. Üretim vardır, bu üretimin verimliliğini belirleyen "üretkenlik" vardır. İşte teknolojik gelişim mesela.....bu üretkenlik arttıkça mevcut düzenin üretim biçimi sıkışmaya başlar. Eski üretim biçimi hem egemen sınıf  için varlığını sürdürmesi için gereklidir ama aynı zamanda üretkenliğin artması diğer egemenlerle rekabet için gereklidir.
Mesela, kapitalistler fabrika sahibidir, maaşlı işçi çalıştırır. Daha çok gelir elde etmek için makine alır, verimliliği arttırır. Verimlilik arttıkça diğer kapitalistlere üstünlük sağlar. Ama zayıf olanlar elenir ve kalan kapitalistler daha fazla makine alır. E verimlik artması demek o zaman fiyatında düşmesi demek...yani adam üretimi arttırıyor ama kar marjı uzun vadede yüksek kalmıyor. Adam bir nevi kendi kuyusunu kazıyor(yada tekelci kapitalizm çıkar falan bir sürü farklı mesele var ama bu klasik marksizm diyelim).

O yüzden işte üretimdeki teknolojik dönüşüm(sadece kullanılan alet değil, emeğin örgütlenmesi falan da dahil) mevcut egemen düzeni çatırdatır, toplumsal çatışmalar ortaya çıkar. Egemen sınıf ezileni daha çok ezmek zorunda kalır, bir yerden sonra ezilen sınıf egemen ideolojideki sıkıntıları görüp örgütlenmeye başlar ve bir sonraki toplumsal düzeninin temelini atar. Sonrası siyasi mücadeleler, devrimler, isyanlar falan filan gider....

Buarada Marksizmin daha çok materyalist algısını ve bunun üzerinden çıkmış teorilerine göre anlattım. Kimisi bu düşünceleri çok determinist buldu, kimisi geçersiz buldu. Marksistler arasında bile büyük tartışmalara sebep oldu. Diyalektiğe girmeden o yüzden biraz Marksizm tarihçesi verelim.

Tarihçe:
İlk nesilMarks ve Engels var. Marks diyalektik falan felsefe adamı alıp ekonomi politiğin, kapitalin dinamiklerini kritiğini yapar. Marksizmin temeli buradaki KRİTİK-DİYALEKTİK GÖRÜŞTÜR.
Engels bunu bir sosyal bilime çevirir, teorilere oturtur ve organize bir ekol haline getirir. Ama Marksistler aynı zmanda mevcut düzeinin organize ekol bilimi kritize ettiği için burada bir çelişki durumu var. Zira Marks'a göre, birşeyin bilimselliğini o dönemin koşulları belirler, ideolojisi belirler. Yani değiştirilemez fiks TEORİLER ASLINDA MARKSİST OLAMAZ. İşte burada Marksizmin tarihi daha bir açılıyor;

2.Nesil Marksistler ağırlıklı Alman Marksistleri idi. Bunlar Engels'le başladığı için bu "bilimsel" ekolü benimsediler. K.Kautsky, R.Luxemburg, Liebknect, Rusya'da Plekhanov, Lenin falan bu noktada çıkıyor. Almanya'da 1.dünya savaşı sonrasından Hitler'in yükselişine kadar bu Marksist düşünce baya domine ediyor. Rusya'da ise devrim olmuş. Almanya'da mini-devrimler faşistler tarafından bastırılıyor ve işçi sınıfı faşizme kayırılıyor. Marksizmin ALmanya'da en güçlü olduğu dönem bir anda darmadağın oluyor. O dönemin marksistleri 1919 devirmlerinde başarılı olsaydı bugün çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Bu dönemdeki temel tartışma SOSYAL DEMOKRASİ ve DEVRİMCİLİK arasında geçiyor. Detayları sorana anlatırım, ama işte Lenin'ler, R.Luxemburglar falan 2.Enternasyonele gelen bu dönemde devrimini savunurken bazı Alman Marksistler Sosyal-Demokrat model ile sosyalizmin devrimsiz şekilde kurulabileceğini iddaa edip tartıştılar. Sosyal demokrat ekol Almanya'da kazanırken, devrimci ekol Rusya'da başarıya ulaştı. Sosyal demokratlar Hitler'in başa gelmesiyle babayı aldı ve Almanya'daki bir sürü Marksist ya sürüldü yada idam edildi ve efsanevi Alman-Avusturya devrimci jenerasyonu yok edildi. Faşizmle ölüm-kalım muhabbeti bu noktada başlıyor. Rusya'da ise Lenin kazanıp, Sovyet örgütlenmeleri ile sosyalizmin inşasına girişti. Emperyalizm teorisi falan yine bu dönemde yazıldı, detayları sorana anlatırım.

3.Ekol 2ye bölünebilir, batıda faşizmin kazanması ve doğuda otoriter komünistlerin(SSCB) yükselişe geçmesiyle çıktı.
Burada Engels ekolü doğuda radikalleşirken batıda eski Marks'a dönüş yapıldı. Doğudaki ekol radikal bir biçimde diyalektik materyalizmi bir din gibi bilime döküp dogmalaştırdı. Tarihin, toplumların gizli anahtarını bulduk modunda geleceği inşa edeceğiz kafasına geçildi. Marksist-Leninist ekol genelde bu şekildedir. Tabi ona bu kara lekeyi veren Stalin dönemidir, Lenin devam etseydi ne olur ne biterdi bilmiyoruz. Zira Stalin'le birlikte sovyetlerde tarih yeniden yazıldı, farklı tip propogandalar ve görüşler halka dayatıldı, polis devleti kuruldu falan filan. Bunların etik tarafına şu an girmiyorum, sorana anlatırım. Bu noktada ise Stalinist ve Troçkist tartışmaları devreye giriyor.
Batıda ise ilk dönem SSCB'yi destekleyen, sonra zıt olmaya başlayan bir ekol oluştu. Buna bugün Western Marksizm/Batı Marksizmi diyoruz. Macar devrimci G.Lukacs ve Mussolini'nin zindanların ölen İtalyan devrimci A.Gramsci, ve Alman Ernst Bloch abimiz bu ekolün başı kabul edilirler. Bu abiler ekonomiden ve altyapıdan ziyade egemen ideolojiyi, kültürü daha çok analiz edip bunun önemini vurguladılar. Devrimlerin neden olmadığını açıklarken egemen ideolojini gücünü, propoganda ile oluşturulan "yanlış bilinci" analiz ettiler. Örneğin işte adamın çıkarları sosyalist devrim ama adam gidip canını İtalyan milleti için vermeyi, hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Bu noktada kültürün önemini vurgulayarak farklı analitik kritik bir ekol oluşturdular. Referansları ise DİYALEKTİK-KRİTİK felsefe ve doğrudan Marks'ın erken döneminden gelen yabancılaşma, ideoloji[/b herşeyi ters-düz etme mevzundan geliyor.
Bu ekol daha sonra FRANKFURT OKULU'na(Horkheimer, Adorno, Marcuse, Habermas, Kellner ...vsvsvs)  ve Birmingham Okulu'na oradanda günümüze kadar geldi. Bugün bir sürü var bu abiler, eski temelden baya koptularsada Marksist temelde sosyoloji-ekonomi-felsefe falan yapıyorlar. Edebi metinlerin ve ideolojinin, toplumların analizlerini yapıyorlar. Bunların toplamına bugün CRITICAL THEORY/Eleştirel Teori deniyor.

Marksist-Leninist ekol ise batıda yerini Troçkizm'de zayıf bir şekilde bulurken, gelişmekte olan dünyada falan baya taban buluyor. İşte bir yanda Mao çıkıyor, bir yanda Afrika devrimcileri, Latin Amerika gerillaları, 3.Dünyacılar ve bir sürü mini-mini lokal gruplar Marksizm adı altında örgütleniyor. Türkiye'de arada bir ülke olduğundan her gruptan biraz var bizde.
Geri kalmış ülkelerde neden böyle daha çok kabul edildi bu falan soran olursa detaylara gireriz.

Bir sonraki bölümde de diyalektiğe el atıcam.


Diyalektik
DİYALEKTİK EN ÖNEMLİ MEVZU BUNU OKU GERİSİNİ SALLA İSTERSEN-felsefemsi içerir
Sorulara geçmeden önce son dalga olarak Marksizmin özü olan diyalektiği yazalım.

Dediğimiz gibi diyalektiği doğu felsefesinden antik Yunan'a biraz daha farklı biçimlerde bulabiliriz, işte efenim herşey birdir muhabbeti. Marksizm'deki halinin temelini Hegel abimiz atmıştır. Marks ise bunu klasik deyişte olduğu gibi materyalist temele oturtmuştur.

Öncelikle ne değildirden girelim, zira birçok marksist diyalektiği çok basit bir kavrama indirgeyip, dogmatik, linear anlamsız birşey haline getirdi(Sovyetlerde özellikle, sonra birde bütün dünya komünistlerine dayattılar bunu). Bugünde popüler algısı aşağı yukarı maalesef böyle.
Bu algı nasıl birşey? Fichte'den yamuk yumuk alınıp şöyle birşey attı birileri ortaya, kimse düzeltemedi. Bir şey vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi vardır, bunlar çelişip sentez yapar, bu sentez tekrar tez olur ve yeni anti-tezlerle, yeni sentezlere gider falan filan. Bu algıya göre mesela işte, feodalizm vardır, bu tezdir, bunun anti-tezi oluşur, yeni sentez kapitalizmdir. O zaman tarihe de böyle düz bir bakış açısı geldi;
İnsanlık şu süreçlerden geçer; 0-Avcı toplayıcı 1-ilkel komünizm 2-köle üretim biçimli toplum 3-feodalizm 4-kapitalizm, kapitalizmin anti-tezi 5-sosyalizmden de yeni sentezimiz 7-komünizm olucak falan filan. Bu tabiki neredeyse bir din gibi kabul edildi bazı çevrelerde, geleceği biz çözdük zaten moduna girildi, çok linear bir bakış açısı yarattı, dogmatikleşti, Avrupa-merkezlide bir düşünce zaten falan filan....Pek bir felsefeliği kalmadı işin.
Birde diyalektiğe böyle kanunlar falan koydular, Engels'ten Lenin'e de var bu.

1) Herşeyin birliği ve kendi içinde zıtlığı
2) Niceliksel dönüşümün niteliksel dönüşüme dönmesi
3) Tersin tersi mevzu

Bu kanunumsuların nasıl yorumlandığı çok önemli. Bunlar doğada var olan kanunlar değil, bazı Marksistler bunu bu şekilde yorumluyor. Engels çünkü bir ara biz maddeyi çözdük abi modunda atomların hareketliliği, kendi içlerinde çatışmaları falan yazıyor diye fizikte olan bilimsel olguyu sosyal yapılarada doğrudan geçiriyor. Çünkü materyalist görüşte, insanda fikirleride sonuçta "maddesel" bir şeyin yansımasından başka birşey değildir. Yani örneğin din bile maddesel olarak açıklanabilen bir fenomenin(o dönemin yaşam koşulları, toplumsal kurumları vsvs) yansımasıdır.


Peki o zaman diyalektik nedir?
Felsefeye girişim bu mevzu ile olduğu için(yani çok taraflı girdim mevzuya) ve soyutlamaları anlatmak zor olduğu için iddaalı bir anlatım yapamayacağım. Zaten bir sürü farklı yorumlamalar var, bazı temel mevzuları burada vermeye çalışayım, gerisini siz okuyun araştırın, hayatınızı DİYALEKTİK mevzu ile görmeye çalışın mesela, dünyaya öyle bakın, örnekler çıkartın falan. Bir yerden sonra çok sarıyor :smile: Ontolojiden etiğte hepsine malzeme çıkarıyor, hemde hakiki felsefeye giriş için çok güzel bir başlangıç.

Marksizmin özü diyalektiktir, kimi insanlar "materyalist" yönünü ön plana çıkardı, teoriler ve "bilimsel analiz" ile kafayı bozdu...bu değerler daha sonra sabitleşti ve dogmalaştı. Bu benim nezdim YANLIŞ MARKSİZM'dir, bana katılan katılır katılmayan katılmaz. Zaten Marksistler için bunun ayrışması tarihçe bölümünde söylediğim gibi yaşandı. Felsefeye ağırlık verenler eleştirel teori veya açık marksizm/open marksizm gibi duruşlar altında örgütlendi(sosyalizmi devrimi komple kenara koyanlar dahil), bazı marksist gruplar, özellikle troçkistler bu takıntılı dogmatik devrimciliği kenara koydu arada bir nokta buldu kendine.NOT: Bizim memleketimizde daha çok dogmatik takıntılı şekilci devrimciler vardır, bizde teori felsefe zayıftır ama militanlık çoktur, zombi gibi atılan sloganlar, anti-emperyalist ulusalcılığın sınıf savaşından önce olması falan filan(bana mesela liboş diyen çok oldu, liboşmuşum ben adam benim okuduğum marksizmin yarısını okumamış...liboş ne abi hakaret mi? nedir yani? bu adam felsefeyle uğraşan marksist olacak, dünyanın en sığ argümanını yapıyor, türkiye diyor geçiyoruz)

Bir gelemedim diyalektiğe;

Abi olay şu, dünyaya öyle bir bakıcaksın ki zamandan(yani milattan önce bilmemkaçla bugün aslında aynı anda var oluyor, quantum fiziği muhabbeti ve Einstein abi ile haşır neşir olanlar daha bir çakabilir mevzuyu), maddeye, boşluğa, fikirlere, dinlere, insanlara, ekonomik sistemlere, hastalıklara, soyut ve somut aklınagelebilen her kavramı bir bütünlük, bir birlik içerisinde algılayacaksın. Böyle kocaman bir yuvarlak içi dolu top düşün, işte o herşey olsun. Hiçbirşey sonradan var olmuyor, herşey zaten "potansiyel" olarak var, sadece süreçler ve maddeler değişimden geçerek farklı şekiller alıyor. Diyalektik düşüncede birşey sonradan var olmaz, herşey potansiyeli ve limitleri ile vardır, bunu değiştiren tek şey zamandır. Yani aslında heraklitostan örnek verelim, genç heraklitos ile yaşlı heraklitos farklı bir insan değil, aynı insandır, sadece süreçte farklı bir noktadadır. Yani yaşayan bir insanı aynı zamanda ölü olarak düşünebilirsin, ölümün potansiyeli zaten o yaşayan insanın içerisinde mevcuttur, mesele onun sadece bu bütünlük içerisinde zamanla form değiştirmesine bakar.
Yani big bangdeki toz bulutu bugün biz olmuşuz, biz bir ideolojiyi benimsemişiz o ideoloji gitmiş yeni bir süreç yaratıp dünyayı değiştirmiş, değişen dünya insanları değiştirmiş, insanın maddi zihni o koşullar altında yeni fikirler üretmiş gene dünyayı değiştirmiş ve sürekli böyle karşılık çatışmalar-çelişkiler vesilesi ile diyalektik bir etkileşim olmuş...o big bangden bu soyut fikire, kavrama kadar herşey madde temelli ve potansiyel olarak vardır.

Biraz daha anlaşılabilir kılalım mevzuyu; örneğin bir marksist tarihi incelerken, günümüzü asla geçmişten ayrı bir "süreç" olarak algılamaz, bugün geçmişin FORM DEĞİŞTİRMİŞ bir uzantısıdır. Geçmişte bulunan sonsuz potansiyeller(sonsuz yanlış oldu, limitli ama bizim algımızda sonsuz...limit bugünün ÖNKOŞULLAR çerçevesinde olmasından geliyor) içerisinde bu koşullar zamanla oluşmuştur, demekki geleceğin potansiyeli şu an içinde bulunur. Şu an olmakta olan şeylerden bağımsız bir gelecek olamaz. Çok bariz diyeceksiniz mevzuya ama işin epistomolojisine inince bu bu kadar basit değil. Örneğin sosyalizm mevzusuna gelelim;
Sosyalizm SABİT BİR OLGU&İDEOLOJİ OLAMAZ(olması yanlış algıdır böyle düşünen marksist değil dincidir diyalektiğe göre)...çünkü sosyalizm, kapitalizmin dinamikleri içerisinde potansiyeli oluşan bir sonraki NİTELİKSEL DEĞİŞİMDİR(kanunu hatırla, ama kanun olarak düşünme, diyalektiğe göre doğadaki hiçbirşey sabit değildir, kanunlar konulamaz, kanunlar sadece o an ki evreye hitap edebilir, buda senin o evreyi ne kadar doğru analiz ettiğine bağlıdır, oradanda daha fazla felsefeye girip doğruyu bildiğimiz nasıl biliriz falan derken kaybolur gidersin....bu noktada ben mevzuya azıcık varoluşçuluk sokuyorum, birşey insanın zihninde varsa o şey gerçekleşmiştir, o yüzden gerçek algılanan şeyler ışığında dayatılmış bir gerçeklik yaratabiliriz...zaten insanlar bunu her zaman yaptı, dayattıkları şeyler sonradan gerçeklik oldu falan filan). Kapitalizm, yani içinde bulunduğumuz evre asla ama asla sabit değildir. Bugün sabit değilse, gelecekte sabit olamaz, o yüzden mesela siyasi olarak marksistler dünyadaki değişime AYAK UYDURMAK ZORUNDADIR, kendinide sürekli kritize etmek zorundadır. Gel gör ki bir sürü marksist hala fosil, yok abi biz Marksist-Leninistiz şuyuz buyuz diye 100 yıl öncenin muhabbetini yaparlar.
Gelecekle geçmiş, icabında birdir yani.

Peki bu süreçler nasıl işler. Diyalektik görüşte herşey, bir madde değil bir İLİŞKİLER BÜTÜNÜDÜR ve sürekli olarak çelişkiler halindedir. Çelişkiler-çatışmalar olmasa, şeyler değişmez. Ancak değişim değişmeyen tek şeydir.
Örneğin oturup bir grup atoma bakıyorsun diyelim, bu atomlar kendi aralarında kurduğu bir ilişki ile bugün "tahta" dediğimiz şeyi, bu tahtalarda bugün bizim "masa" dediğimiz şeyi oluşturur. Zamanın bütünsellği içinde bu atomlar potansiyel olarak zaten masadır. Bu bir ilişkiler bütünüdür, birşeyin ne olduğunu belirleyen onun içinde bulunduğu ilişkisel koşullardır....yani işte tahtalar var masa olmuşlar, insanlar var o şeye masa diyorlar, onu masa dedikleri şey olarak kullanıyorlar falan filan. Bu masa kuru masa olabilir, kırık masa olabilir, yeni veya eski masa olabilir ama özünde o atomlardır ve ne olduğuna içinde bulunduğu ilişki bütünü karar verir.
Bir insan, sadece bir insan değil bir sürü hücrenin bir araya gelip dokular oluşturmasıdır ve onun zaman içerisnde bir arada "insan" dediğimiz form içinde hareket ettiği halidir. Bu insan bir sürü şeyler ilişkiler halindedir bu HERŞEY OLAN TOP İÇERİSİNDE. Doğadaki çelişkiler ve değişimler ilk insanı yaratmıştır, insanlar evrilmiştir, doğmuştur, büyümüştür, yaşlanmıştır, ölmüştür, çürüyüp doğa ile bir olmuştur.
Hatta size DİYALEKTİKTEN BİR SAHNE veriyorum(eşkiya filmini izlememiş olan izlemesin, kötü spoiler, izlediyseniz birde burada anlattıklarım çerçevesinde bakın- 1:50'den itibaren);
http://www.youtube.com/watch?v=k--DL4FQons

İşte Marksizmdeki temel kavramları, o materyalist soyutlamaları, tarihsel birikiminizle birleştirip bu bakış açısı içerisinde düşünün. Sınıflar, bunların oluşumu, birbirleri ile çatışmaları, toplumun geçirdiği niceliksel dönüşümlerin(isyanlar, reformlar) niteliksel bir dönüşüme uğraması süreci(feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş, kapitalizmin başladığı yerde dünyaya yayılması, yayılırken yerel toplumsal düzenlerle nasıl karşılıklı birbirini etkileyen bir diyalektik etkileşimde olduğu(örneğin emperyalizm) falan filan....)

Engels'in anlattığı bir mevzu ile tamamlıyorum;
"but everything moves, changes, comes into being and passes away." (Anti-Dühring, p30)
hiçbirşey tam anlamıyla birşey değildir, herşey sürekli gelip geçmektedir, herşey sürekli akmaktadır...herşey aynı olup, olmamak üzere yol almaktadır.
 
Aoringan said:
Hadi bakalım benim gibi marksizm cahili birine anlat bakayım. Başlıyorum Nedir bu marksizm? Neden vardır, kimin nesidir, yenir mi?
Bakuninci yem mi atıyon?

Marksizm nedir karşıdaki kişinin birikimine göre çok basit veya çok büyük bir soru olabilir.

Kökenle başlayalım;

Marksizm, epistomolojik-ontolojik olarak aydınlanma döneminin avrupada tavana vurduğu ortamda çıkmıştır.
Etik olarak ise, endüstri devriminin getirdiği büyük sosyal değişim, yani eski düzenin sancılı yıkılışı ve yeni düzenin sancılı kuruluşu ortamında doğmuştur. Temelinde bu koşulların kritiğini yaparak toplumların nasıl var olduğunu ve değiştini keşfetmek amacı vardır. Yine etik olarak, daha sıkıntısız bir topluma yol almanın , ya da daha doğrusu sıkıntıların neden olduğunun(SINIFLI TOPLUM klasik marksist düşüncede) ve nasıl olmayabileceğinin(SINIFSIZ TOPLUM-Komünizm) retoriğidir.

Epistomoloji-Ontoloji olarak, bilimselciliğin yükseldiği döneme geliyor. Yani bir fenomenin metodik bir şekilde testlere tabi tutularak düzenli olarak analiz edildiği, ve potansiyel sonuçların tahmin edilebileceği düşüncesinin yükselişte olduğu ortama düşüyor. Dinin bilimce darma-duman edildiği, ve bilimselliğin herşeyi hızla değiştirdiğini gören insanların ortamı. Bu dönem de sosyal olgular, pozitif bilimler gibi, bilimsel metoda dökülmeye başlandı. Özellikle materyalist düşünce, yani herşeyin temelinin madde olduğu düşüncesi bu dönemde oldukça popülerleşti. İdealist düşünce, teolojik eski dünyanın artığı olarak bile görülmeye başlandı.
Uzun lafın kısası, o kıt idealizm vs materyalizm 19.yüzyıl tartışmalarının ortamında materyalizmin güçlenmesi eldeki önemli olgulardan biri Marksizm için.
Bu mesele için Pozitivizm, A.Comte gibi erken sosyologları karıştırabilirsiniz. Hatta, zaten bütün aydınlanma retoriğini Descartes, Spinoza, Newton hatta hatta Gelileolardan falan başlatabilirsiniz. Burada çok fazla materyal var içine giremeyeceğim. Ama konjektürün anlanması önemli. Marks buna zeitgeist diyor, yani zamanın ruhu, Marksizm için ÇOK ÖNEMLİ bir kavram(diyalektikle olan ilişkisi dolayısıyla).

İkinci olarak, Marks'a gelene kadar, dönemin aydınları bir sürü yeni ütopik fikirler falan atıyorlar ortaya. Toplumun ne denli değişebileceğini gören bu zatlar farklı farklı şeyler dizayn edip yazıp çizmeye başlıyorlar(J.JRousseu'lar, sosyal kontrat teorileri falan filan). Bazıları uygulanmaya konuyor. Eski düzenler sert bir biçimde yok edilmeye başlanıyor, "devrimcilik"de ön planda olmaya başlıyor. 18.yüzyıldaki bir sürü hareket ve özellikle Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Napolyon'un bütün avrupaya dayattığı reformlar ve son olarak endüstriyel dönüşüm toplumların eski kurumlarını çatur çutur çatlatıyor.
Sosyalizm mevzuda ilk bu dönemde çıkıyor ve bazı ütopyacılar sosyalizm dedikleri eşitlikçi toplum hakkında yazıp çizmeye başlıyorlar.
Devrimcilik kökenleri buradan geliyor, bu düşünürlerde özellikle Fransa'dan yazıp çiziyorlar.
Detayları merak edenler ütopik-sosyalistleri aratabilirler, Saint-Simon önemli bir isim. Yine tabi Fransız devriminin düşünürleri Marksist düşünce için çok önemli kişiler olmuştur.

Akademik temele gelir isek iki temel mevzu ile karşılaşıyoruz.
Birincisi aydınlanmanın Almanya ayağı ve I.Kant ile başlayan Alman Kritik Felsefesi...burada gözümüze çarpan babayiğit, döneminin en piyasa filozofu olan G.W Hegel ve onun kurguladığı diyalektik kavramı. Diyalektiği antik yunan filozoflarına kadar götürebiliyoruz, Heraklitos'tur, Parmenides'tir aşağı yukarı buralara bağlanabiliyor. Hegel bunu dönemin koşullarına göre, Alman Felsefesi retoriği içerisinde oturtmuştur. Alman felsefesi o dönemde materyalist değildir ancak, onun için hegel'in diyalektik kurgusu idealist bir temeldedir. Yani şu an detayla anlatmadığım diyalektikteki karşıtların birliği, herşeyin tek oluşu, ilerlemenin çelişkiler vesilesi ile olduğu muhabbetini ruh, bilinç, tanrı gibi metafiziksel bir bağlamda açıklar. Yine bir Alman ekolünden gelen filozof olan L.Feuerbach ise idealizme saldırıp materyalist felsefeye o döneme göre temel atar. İşte klasik deyişte şudur, Marks Hegel'in idealist diyalektiğini alıp materyalist bir temele oturttu.
Yani Marks'ın metodik-epistomolojik yaklaşımı temeli Hegel'in diyalektiğindedir. Ontolojik yaklaşaımı ise, yani gerçeklik nasıl var oluyor falan muhabbeti, realist ekolden materyalizmdedir. Yani biz algılasakta algılasamakta dışarıda maddelerden oluşmuş ve kendi çapında varlığını sürdüren bir gerçeklik var.
O zaman Marks'a da bu gerçekliği mevcut metodik yaklaşım ile keşfetmek kalıyor. Bunun için ise, yine Alman ekolündeki olduğu gibi bir sürü soyutlama/konsept yaratacak daha sonra.

İkinci akademik temel ise ekonomi-politik...Kapitalizmin yükselişi ortamında ortaya çıkan burjuva ekonomistler serbest piyasa, toplumsal iş bölümü, değer nasıl yaratılır, fiyatlar nasıl belirlenir, emeğin rolü nedir gibi bir sürü mesele üzerine yazıp çizmeye başlarlar. Bu yazılıp çizilenler ideolojikleşmeye başlar(yani yeni toplumun temel taşlarını oluşturan düşünce biçimi, egemen olan düşünceler), yani burjuva domine edilmiş toplumun temel bakış açısını yansıtır. Marks'ta yukarıdaki alman felsefesinde aldığı "kritik" yaklaşımı metodik bilimsel bir biçimde kapitalizmin dinamiklerine uygulayarak bir analiz yapar.
Ekonomi-Politikteki temel isimlerde işte efenim Adam Smith, David Ricardo, Thomas Malthus...tabi bunlardan önce gelen Fizyokratlar ve onlardanda önce gelen Merkantalistler ekonomi modern dünyanın ekonomik tartışmalarının temelini atmışlardır. Ekonomi-politik daha sonra 20.yüzyıl başında komple "ekonomi bilimine" evrilir ve daha da matematikselleşir. Ekonomi-politik hali daha SOSYAL olgularıda ekonomi içine alır. Şu an buraya girdik mi çıkamayız, ama büyük resmi çıkarmakta fayda var.
Bu sebeple arkadaşlara iktisadi düşüncenin tarihi ile ilgili kronolojik bir bilgi, herşeyi anlamayı daha kolaylaştırır.
İngilzicesi olanlar burada gayet güzel düzenlenmiş akışa bakabilir:
http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_economic_thought#The_Physiocrats_and_the_circular_flow







Yani elimizde şunlar var;
*Aydınlanma ortamı ve yükselen pozitivist düşünce, akabinde getirdiği materyalist ontolojik bakış açısı
*Paldur küldür yıkılan düzen, yeni bir toplumsal düzenin oluşması, sosyal huzursuzluk ve devrimler
*Alman Kritik felsefesi ve diyalektik düşünce, Anglo-Sakson bazlı liberal düşünce ve onların ekonomi-politik "bilimi"

Marksizm bu durum içerisinde doğmuştur. Marks ise döneminin koşullarını elindeki bu malzemeler ile analiz edip bir yol çizmiştir.
Tabi burada biraz arkaplan verdim.
Bu Marksizm NEDİR'in cevabı değil, geldiği arkaplanı, Marksistlerin ve Marks'ın bakış açısı, neleri temsil ettiği, nelerle neden uğraştığını bir nebze gösteriyor sadece.
Ayrıca yazarken gene farkettim ki bir sürü kavramı herkes biliyormuş gibi yazdım çizdim. Pozitivizm nedir falan bunlarıda gidin öğrenin.



Marksizm nediri sende biraz açarsan hayvan gibi text yazmama gerek kalmaz :smile: Ama Marksizm nedirin temelini yarın yazarım, inşallah biznillah.
 
KidCudi said:
Marksizm din kabul eder mi...?

Marksizm ontolojik olarak dini kabul etmez. Yani dünyayı algılarken din gibi metafizik düşünceyi zaten reddeder. Dine toplumların içinde bulundukları koşullarda yarattıkları bir ideoloji olarak bakar, bu ideoloji var olan düzeni meşrulaştırmak için zaman boyunca birikip örgütlenmiş ve dini olmuşturmuştur. Yani Marksistler dini eski dünyanın toplumlarının yarattığı, Marks'ın deyişi ile bir "afyon" olarak görürler. İçinde bulundukları zorlukları din sayesinde aşmış, hayatlarını anlamlandırmışlardır.


Ama şöyle bir ayrım var, Marksist sivil toplum örgütleri, devrimciler falan dini kabul eder mi? Bunun bir tek cevabı yok. Bazı örgütlenmeler dini başı ezilmesi gerek bir düşman, dinin yok olmasını toplumun ilerleyebilemesi için bir ön-koşul olarak görürken, bazı marksistler ****** edin dini..din işçi sınıfının ihtiyacı idi, dine düşman olmak anlamsız, herkes dinini istediği gibi yaşasın, yeterki herkesin kendini ifade edeceği ortam olsun der. Bazı marksistler dinin sınıfların kalkması ve eğitim artması ile kendi kendine yok olucağını düşünürken, bazı marksistler aktif olarak dine karşı mücadele edilmesi gereğini görürler.
Ama uzun vadede marksistler dini pozitif birşey olarak değil, ya yok edilmesi gereken, yada zaten doğal olarak gidecek birşey olduğunu düşünürler.
 
Dine, dindara bu kadar düşmanca takılmasına rağmen, Marksistler inançlı insanları marksizme yöneltmek için niye bu kadar çaba harcıyor. Marksizm materyalist görüşünü yaymak için hangi faaliyetleri yapar? Marx "bizim görüşümüz dışındaki görüşü yoketmemiz lazım" gibi bir laf etmişti. (şimdi tam hatırlayamadım derste işlenmişti hatta bu söz. Bu "demokratik" görüşe sığar mı? Bu görüş açık uçlu olduğu için insanları savaş ortamına sokmaz mı? Örneğin Stalin veya Mao Marx'ın bu sözüne göre hareket etmiş olabilir.
 
Castiello said:
Dine, dindara bu kadar düşmanca takılmasına rağmen, Marksistler inançlı insanları marksizme yöneltmek için niye bu kadar çaba harcıyor.

Öncelike Marksizm dine bu kadar düşmanca takılıyor diye birşey yok. Marksizm, akademik, yani sosyolojik, ekonomik, antropolojik, siyasal bilim vsvs olarak hiçbir şeye düşmanca yaklaşmaz. Herşeyi, kendi bilim felsefesinin temelinde, kendince objektif olarak analiz eder. Burada düşmanca bir tavır gerekli değildir.
Düşmanca tavır kişisel bir seçimdir.

Marksizm bir felsefe, bir dünya görüşü bir bilim olarak düşmanlık yapmaz. Bu görüşü benimseyen insanlar, bunun üzerinde herhangi bir toplumsal olguya karşı düşmanlık yapabilir. Örneğin kendini komünist ilan etmiş ve Marksist düşünceyi benimsediğini iddaa den bir devlet, veya kendini komünist ilan eden ve marksist olduğunu söyleyen bir gerilla grubu, veyahut şehirde örgütlenmiş bir devrimci grup/örgüt, veyahut marksist düşünceyi benimsemiş siyasi bir parti....bunlar dine karşı düşmanca tavır alıp almayacaklarını kendilerini belirlerler, Marksizm sadece neyin ne olduğu konusunda onlara yol tutar.
NE YAPMASI GEREKTİKLERİNİ SÖYLEMEZ. Marksist bakış açısını alıp, ne yapmaları gerektiğine, nasıl yapacaklarına insanlar ve örgütler kendileri karar verirler.

İnançlı insanlar işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturuyor. Onun için klasik Marksist düşüncede işçi sınıfı çeşitli propogandalar ile yana çekilmeli, onlara yol gösterilmeli, önderlik edilmeli diye düşünülüyordu. AMa klasik düşünce zaten işçilerin, bilimin domine etmeye başladığı, okuma-yazma oranının arttığı, toplumsal çatışmaların bariz olduğu bir ortamda işçi sınıfının zaten kendi kendine mücadele içinde dinin yalan olduğunu çakacağını tahmin ediyordu. Marksistler olarak kendilerinin zaten tarihin aktığı yönü, toplumun gittiği yeri, daha hızlı ve çabuk getireceklerini düşünüyorlardı. Yani dışarında salt olarak dayatmıyorlardı, dinsizleşme süreci zaten oluyordu, onlarda bunun doğal sonucunun öngördüklerini iddaa ederek bu süreci hızlandırıyorlardı.
Nitekim öyle de oldu, en azından avrupada din aşağı yukarı yok oldu. Ama sendikal işçi hareketlerinde de gerileme oldu....2.dünya savaşından sonra öğrenci-entellektüel-aydın örgütlenmeleri kendini işçi örgütlenmeleri yerine ikame etmeye falan baladı yer yer....
tabi dediğim gibi, bunu hep örgütler kendileri belirledi. Yani Marksizmin neye ne yapmalı konusunda bir kuralı yok. Maocular başla şey, leninistler başka şey, Çayanistler başka, anarşistler başka şey çizdiler kendi koşullarına göre.
Yani Marksizm şunu yapar diye bir kural yok, Marksistler içinde bulundukları koşullara göre ne yapmaları gerektiğine Marksist analiz ışığında yol verir sadece...


Marksizm materyalist görüşünü yaymak için hangi faaliyetleri yapar?

Propoganda, müzik, sanat, edebiyat, şiir, posterler, pankartlar protestolar yürüyüşler, basın açıklamaları, sendika içi-çalışmalar, gazeteler, dergiler.....vsvsvs. Özellikle ekonomik kriz zamanında aktiviteler arttırılır, bu dönemlerde insanlar düzenin çatlaklarını daha bir hissetikleri için yeni düşüncelere ve çözümlere hazırdır. Marksistler ise(en azından eski tip klasik marksistler), bu dönüşümün, yani işçilerin marksist görüşü benimsemesinin "doğal olarak" olacağı birşey olarak düşünürler. Bu durumda sosyalizm, işçilerin üretim araçlarını kendi kontrolüne alması gibi söylemler yayılır, işçi örgütlenmeleri güçlendirilmeye çalışılır falan filan....gene standart birşey yok.
Partiye örgüte bağlı...kimi yerde adam gerilla olur, silah zoruyla devleti alır, devlet kurumları vesilesi ile fikirlerini yayar...kimi köylüyü örgütler, kimi işçiyi örgütler, kimi aydınlar arasında örgütlenir, kimi terör eylemi yapar, kimi akademide oturur dünyayı ****** takmaz sadece yazar falan filan. Ya da belki forumun birine konu açar, millete anlatır :wink:

Yine altını çiziyorum, şunu anlamak çok önemli. Marksizm "ne yapmalı"ya cevap aramaz, Marksizm bir dünyayı analiz aracıdır. Bu analiz aracılığıyla ne yapılması gerektiğini marksistler yazıp çizmiştir...bir sürü anlaşmazlık olduğu içinde zilyon yane fraksiyon var zaten.

Marx "bizim görüşümüz dışındaki görüşü yoketmemiz lazım" gibi bir laf etmişti. (şimdi tam hatırlayamadım derste işlenmişti hatta bu söz. Bu "demokratik" görüşe sığar mı? Bu görüş açık uçlu olduğu için insanları savaş ortamına sokmaz mı? Örneğin Stalin veya Mao Marx'ın bu sözüne göre hareket etmiş olabilir.
Ben böyle birşey okumadım.
Yine yukarda dediğimin ışığında, Marks'ı ve Marksizmi ayırman gerekiyor. Marks'ın siyasi mücadelesi Marksizme eşit değildir. Marksizm epistomolojik bir yaklaşım iken Marks'ın siyasi düşünceleri hayatı boyunca bir oraya bir buraya gitmiştir. Marks kendisi zaten bu sebeple Marksist olmadığını söylemiştir. Marksizm'deki en önemli şeylerden biri dogmatik düşüncenin reddidir, hiçbirşey kurallara kağıtlara dökülmemelidir. Her şey her zaman değişir, her koşul kendi içinde analiz edilip değerlendirilmelidir.
Marks hangi durumda ne yapılması gerektiğine dair bir reçete değildir yani...onun politik mücadellesi kendi döneminin ve toplumunun koşullarında şekillenmiştir.

Marksizm ise kritik düşünceyi ön-plana koyar. Yani kendi düşünceni sürekli kritize etmeli, yeni koşulları analiz etmelisin. Tabi nunu yaparken diyalektik materyalizm çerçevesi içinde yapman gerekiyor. Marksisti ayırt eden şey diyalektik materyalizm dediğimiz mevzudur. Onuda henüz yazmadım. Zaten kendi içinde o da çok tartışmalı bir konu.
 
Dediklerinden aşırı derece çıkmaz, farklı görüşlere çekilebilecek, her fikirden insanın girebileceği ancak iktidarı yani gücü alan tarafın, marksizmi benimseyen bir başka kesmi bile yok etmeye açık bir düşünce biçimi ortaya çıkıyor ama. İnsanlar böyle bir düşünce biçimine katılmaz.(ekseriyet olarak)
 
Baya uzun yazmissin teşekkürler ilgin icin. Aslinda ben daha kisa bir cevap beklemistim ama sorun değil. Uzun yazabilirsiniz ben okurum.

Marksizm ile komünizm veya sosyalizm denen şey bir mi? Marksizm sadece felsefik bir yöntem komünizm sosyalizm marksist felsefeyi temel alarak oluşturulmuş siyasal bir ideoloji mi? Bu konuyu biraz acarsan sevinirim.
 
Marksizm Nedir:
Buna temiz bir cevap yok. Marks kendi zamanında organize Marksizm diye bir kavram koymadı ortaya. Marksizmi elle tutulur bir teorik yapılanmaya dönüştüren kişi Marks'ın yakın dostu  ve yoldaşı Friedrich Engels'tir. Bu noktada Marksistler arası büyük tartışmalar vardır. Kimisi Engels'in Marksizmi özünden saptırdığını iddaa eder, kimisi düzgün bir temele oturtup yayılabilir bir bakış açısına çevirdiğini.
Bu tartışma çok çok çok önemli bir tartışmadır...bugün Marksizm olarak kabul edilen şey büyük ölçüde Engels çizgisidir zira...ama mesela ben Engels ekolüne büyük ölçüde karşıyım. Ama işin piyasası için ve popüler olan o olduğu için burada Engels'ten akan Marksizmi anlatacağım.
Katılmasamda zaten en azından bakış açısı aşağı yukarı aynı, sadece sunum farklı;

Engels döneminin baya kültürlü, matematikten felsefeye tarihe her alanda bilgili bi abisi olduğu için Marksizmi "bilimsel" bir temele oturtup her konuya yaklaşımda kullanılabilecek şekilde metodikleştirmeye çalışmıştır. Engels ve o dönemin diğer Alman Marksistleri, Marksizme şu ismi takmışlardır: DİYALEKTİK MATERYALİZM
Bu ne demek oluyor, kısaca dünyadaki herşeyin materyalist bir şekilde algılanıp konseptlere dökülmesi(efenim sınıf, üretim araçları, üretim ilişkileri, altyapı-üstyapı...vsvs) ve bunların diyalektik  vesilesi ile açıklanması.
O zaman önümüzde büyük bir mesele var, diyalektik nedir ve materyalizm nedir? Bunlar çok yanlış anlaşılan bazen basite indirgenen kavramlar.
Materyalizm gene kolay, orada başlayalım.
Materyalizm Nedir? En azından Marksist konjektürde...

Bu düşünce biçimi realist ekoldendir, yani biz algılayabilsekte algılayamasakta zihnimizin dışarısında gerçek bir dünya vardır. Materyalist durumda, bu gerçeklik maddelerden oluşmuştur. Havadan toprağa gezegene insana herşey maddelerden oluşmuştur. Demek ki biz bu gerçekliği gözlemleyip dünyanın akışının dinamiklerini anlayabiliriz. Sizinde anlayacağınız şekilde, bu görüş bilimle kolkola gider. Bilimin hızla yükselişte olduğu ve geleceğin mimarının bilim olacağının anlaşıldığı dönemlere geldiği için Marksizm'de bu ortamdan etkilenmiştir.
Peki sosyal bilimlere Marks materyalizmi nasıl geçirdi?
Aldı, bulunduğu koşulları inceledi ve bazı soyutlamalar yaptı....örneğin dünyanın uluslar, milletler, dinler üzerinden algılanmasının mevcut düzendeki egemen düşüncenin bir sonucu olarak gördü. Tarihin dinamiğinin ulusların ve dinlerin çatışması üzerinden algılanmasının yanlış olduğunu söyledi, çünkü bunlar gerçek anlamda bir dönüşüm değil en iyi ihtimalle değişimlere sebep oldular. Dönüşümlere sebep olan, gözle görülür bir fark yaratan sınıfsal çatışmadır dedi. Sınıf kavramının materyalist görüşte karşılığı vardır. Egemen sınıflar ve ezilen sınıflar. Bunları maddesel olarak nitelemek materyalist açıdan daha mantıklı oluyor. O yüzden insanların fikirlerinin sınıf üzerinden örgütlenmesininde tarihin akışını hızlandıracağını, ve hatta tarihi bitireceğini(sınıfsız topluma geçiş) düşünüyordu.
Bütün tarih, Marks'a göre sınıfların savaşının tarihidir. Osmanlı'yla Avusturya'nın savaşı gerçek anlamda insan hayatına büyük etkisi olan birşey değildir zira...en fazla kime vergi verdiğin değişir, dinin değişir...ama toplumsal hayat aşağı yukarı aynı kalır.

Özellikle erken düşünce tanımlarını büyük ölçüde, ekonomi-politiğinde etkisiyle ekonomi üzerinden yapmıştır. Dönemin felsefesini, sosyolojisini ve diğer bütün bilimlerini egemen düşüncenin bir aracı olarak görmüştür. Zaten birçok düşünür o dönemde ekonomi üzerine yazıyordu. Marks'ta ekonomi politiğin kritiğini yaparak olaya ters girişti(buna diyalektikte değinirim)

Sınıflı toplum,  altyapı-üstyapı ilişkileri, yabancılaşma, üretim araçları + üretim ilişkileri + üretken güçler =Üretim Biçimi

Bunlar temel klasik marksist dönemim kavramları.
Aşağı yukarı mantık şudur; toplumun ideolojik örgütlenmesini egemen sınıfın düşünce biçimi belirler, egemen sınıfı ise ekonomik temel belirler. Hangi toplumsal grup üretim araçları, yani değer üreten güçler üzerinde MÜLKİYET sahibi ise, o sınıf diğer sınıfı EMEK olarak kullanır. Romalı bir patrician, latifundiası vardır(mülk), köleleri alır koyar(emek), üretim bu şekilde döner.

Sınıflı toplum oluşmadan önce insanlar kabileler halinde sınıfsız şekilde, ilkel komünizm denilen bir şekilde onbinlerce yıl yaşamıştırlar.
Ne zamanki insanlar tarım yapmaya başladı ve yerleşik hayata geçti, o zaman üretim fazlası diye birşey ortaya çıktı. Bu üretim fazlasının stoklanması, kontrolü dağıtımı falan, bu toplumların ileri gelenlerine(din adamıdır şudur budur o toplumun özelliklerine göre) verildi. Zamanla emek ve üretimi sahipleneler arası fark büyüdü. Çünkü artık mülk ortaya çıkmaya başladı, ileri gelenler sahip oldukları gücü çocuklarına geçire geçire jenerasyonlar boyu devam eden süreçte  artık bu grup egemen sınıfa dönüştü. Burada MİRAS kavramının önemi göz önüne çıkıyor, bu kapital birikimine sebep olur. Bunlar asker, kanun falan örgütlerken devletler oluştu. Artık egemen sınıfın düşünceleri egemen ideoloji oldu. Kurulan devletler kanunlar, dinler üzerinde egemenlerin sahip oldukları haklar üzerindeki meşruiyetini halka kabul ettirdi. Bu tabi bir jenerasyonda olan bir süreç değil uzun vadede olan birşey(diyalektik düşüncedeki zaman algısı herşey BİR gibimsi olduğu için bir şeyin olma potansiyeli varsa o şey olmuştur gibi görülüp komple bir süreç bir olgu olarak düşünülebilir, zaten diyalektiğe göre HERŞEY bir süreçler bütünüdür).
İşte efenim bu TARIM ÇEVRESİNDE ÖRGÜTLENEN emek-mülkiyet, zamanla şehirlere ve devletlere dönüştü. Diğer şehirlerle falan kapışıp yakaldıkları insanları köle yaptılar(yani savaş aslında egemen sınıfın üretimi arttırmak için giriştiği bir süreç). O zaman ki en mantıklı emek şekli köle olduğu için uzuuuuuuuun bir süre köle üretim biçimi sürdü.
Sınıflı toplumun hikayesi bu, peki burada akışı sağlayan süreç ne?

Üretim araçları, üretimin nasıl örgütlendiğine Marksistler altyapı der...ve bu altyapı toplumun üstyapısını, dini, felsefeyi, edebiyatı, siyasal yapılanmayı, kanunları falan belirler, kısaca ideolojiyi belirler. Örneğin,  FEODAL üretim biçiminde(mode of production), emek serflerden gelir. Egemen sınıf ise aristokrasidir, çünkü toprak üzerinde mülkiyet sahibidir. Toprağı serf emeği işler, artan değer aristokratın cebine iner. Bu düzenin ideolojisi, yani bu düzeni meşrulaştıran şey katolik hristiyanlıktan tutta, kanunlara kadar gider. Halkta içine doğduğu bu toplumun düzenini ilahi olarak kabul eder. Yani o aristokratın, o soylunun o toprak üzerinde hakkı vardır, benim yoktur zaten der. Bu toplumda işte feodal krallık şeklinde örgütlenmiştir. Nasıl ki köle toplumlar şehir devletleri veya kapitalist toplumlar ulus devletler olarak örgütlendiyse....
Buna da ÜSTYAPI denir. Üsyapıyı büyük ölçüde altyapı belirlemesine rağmen arada diyalektik bir ilişki vardır, yani aynı zamanda üstyapı altyapıyı belirler, ama üstyapıdaki hareket, devrim olana kadar altyapıdaki temeller üzerinde olur. Mesela işçi sınıfı olmadan sendikal örgütlenme ve sosyalist ideoloji oluşturulamaz.

Peki bu süreci iten şey nedir. Buda diyalektikte açıklanır daha iyi biçimde ama temelde çelişkiler bütünüdür diyelim. Sınıflı toplum her daim çelişki halindedir ve çelişkiler toplumu bir yere doğru iter. Burada daha çok temelde görülen kavram productive forces, yani üretken güçlerdir. Üretim vardır, bu üretimin verimliliğini belirleyen "üretkenlik" vardır. İşte teknolojik gelişim mesela.....bu üretkenlik arttıkça mevcut düzenin üretim biçimi sıkışmaya başlar. Eski üretim biçimi hem egemen sınıf  için varlığını sürdürmesi için gereklidir ama aynı zamanda üretkenliğin artması diğer egemenlerle rekabet için gereklidir.
Mesela, kapitalistler fabrika sahibidir, maaşlı işçi çalıştırır. Daha çok gelir elde etmek için makine alır, verimliliği arttırır. Verimlilik arttıkça diğer kapitalistlere üstünlük sağlar. Ama zayıf olanlar elenir ve kalan kapitalistler daha fazla makine alır. E verimlik artması demek o zaman fiyatında düşmesi demek...yani adam üretimi arttırıyor ama kar marjı uzun vadede yüksek kalmıyor. Adam bir nevi kendi kuyusunu kazıyor(yada tekelci kapitalizm çıkar falan bir sürü farklı mesele var ama bu klasik marksizm diyelim).

O yüzden işte üretimdeki teknolojik dönüşüm(sadece kullanılan alet değil, emeğin örgütlenmesi falan da dahil) mevcut egemen düzeni çatırdatır, toplumsal çatışmalar ortaya çıkar. Egemen sınıf ezileni daha çok ezmek zorunda kalır, bir yerden sonra ezilen sınıf egemen ideolojideki sıkıntıları görüp örgütlenmeye başlar ve bir sonraki toplumsal düzeninin temelini atar. Sonrası siyasi mücadeleler, devrimler, isyanlar falan filan gider....

Buarada Marksizmin daha çok materyalist algısını ve bunun üzerinden çıkmış teorilerine göre anlattım. Kimisi bu düşünceleri çok determinist buldu, kimisi geçersiz buldu. Marksistler arasında bile büyük tartışmalara sebep oldu. Diyalektiğe girmeden o yüzden biraz Marksizm tarihçesi verelim.

Tarihçe:
İlk nesilMarks ve Engels var. Marks diyalektik falan felsefe adamı alıp ekonomi politiğin, kapitalin dinamiklerini kritiğini yapar. Marksizmin temeli buradaki KRİTİK-DİYALEKTİK GÖRÜŞTÜR.
Engels bunu bir sosyal bilime çevirir, teorilere oturtur ve organize bir ekol haline getirir. Ama Marksistler aynı zmanda mevcut düzeinin organize ekol bilimi kritize ettiği için burada bir çelişki durumu var. Zira Marks'a göre, birşeyin bilimselliğini o dönemin koşulları belirler, ideolojisi belirler. Yani değiştirilemez fiks TEORİLER ASLINDA MARKSİST OLAMAZ. İşte burada Marksizmin tarihi daha bir açılıyor;

2.Nesil Marksistler ağırlıklı Alman Marksistleri idi. Bunlar Engels'le başladığı için bu "bilimsel" ekolü benimsediler. K.Kautsky, R.Luxemburg, Liebknect, Rusya'da Plekhanov, Lenin falan bu noktada çıkıyor. Almanya'da 1.dünya savaşı sonrasından Hitler'in yükselişine kadar bu Marksist düşünce baya domine ediyor. Rusya'da ise devrim olmuş. Almanya'da mini-devrimler faşistler tarafından bastırılıyor ve işçi sınıfı faşizme kayırılıyor. Marksizmin ALmanya'da en güçlü olduğu dönem bir anda darmadağın oluyor. O dönemin marksistleri 1919 devirmlerinde başarılı olsaydı bugün çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Bu dönemdeki temel tartışma SOSYAL DEMOKRASİ ve DEVRİMCİLİK arasında geçiyor. Detayları sorana anlatırım, ama işte Lenin'ler, R.Luxemburglar falan 2.Enternasyonele gelen bu dönemde devrimini savunurken bazı Alman Marksistler Sosyal-Demokrat model ile sosyalizmin devrimsiz şekilde kurulabileceğini iddaa edip tartıştılar. Sosyal demokrat ekol Almanya'da kazanırken, devrimci ekol Rusya'da başarıya ulaştı. Sosyal demokratlar Hitler'in başa gelmesiyle babayı aldı ve Almanya'daki bir sürü Marksist ya sürüldü yada idam edildi ve efsanevi Alman-Avusturya devrimci jenerasyonu yok edildi. Faşizmle ölüm-kalım muhabbeti bu noktada başlıyor. Rusya'da ise Lenin kazanıp, Sovyet örgütlenmeleri ile sosyalizmin inşasına girişti. Emperyalizm teorisi falan yine bu dönemde yazıldı, detayları sorana anlatırım.

3.Ekol 2ye bölünebilir, batıda faşizmin kazanması ve doğuda otoriter komünistlerin(SSCB) yükselişe geçmesiyle çıktı.
Burada Engels ekolü doğuda radikalleşirken batıda eski Marks'a dönüş yapıldı. Doğudaki ekol radikal bir biçimde diyalektik materyalizmi bir din gibi bilime döküp dogmalaştırdı. Tarihin, toplumların gizli anahtarını bulduk modunda geleceği inşa edeceğiz kafasına geçildi. Marksist-Leninist ekol genelde bu şekildedir. Tabi ona bu kara lekeyi veren Stalin dönemidir, Lenin devam etseydi ne olur ne biterdi bilmiyoruz. Zira Stalin'le birlikte sovyetlerde tarih yeniden yazıldı, farklı tip propogandalar ve görüşler halka dayatıldı, polis devleti kuruldu falan filan. Bunların etik tarafına şu an girmiyorum, sorana anlatırım. Bu noktada ise Stalinist ve Troçkist tartışmaları devreye giriyor.
Batıda ise ilk dönem SSCB'yi destekleyen, sonra zıt olmaya başlayan bir ekol oluştu. Buna bugün Western Marksizm/Batı Marksizmi diyoruz. Macar devrimci G.Lukacs ve Mussolini'nin zindanların ölen İtalyan devrimci A.Gramsci, ve Alman Ernst Bloch abimiz bu ekolün başı kabul edilirler. Bu abiler ekonomiden ve altyapıdan ziyade egemen ideolojiyi, kültürü daha çok analiz edip bunun önemini vurguladılar. Devrimlerin neden olmadığını açıklarken egemen ideolojini gücünü, propoganda ile oluşturulan "yanlış bilinci" analiz ettiler. Örneğin işte adamın çıkarları sosyalist devrim ama adam gidip canını İtalyan milleti için vermeyi, hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Bu noktada kültürün önemini vurgulayarak farklı analitik kritik bir ekol oluşturdular. Referansları ise DİYALEKTİK-KRİTİK felsefe ve doğrudan Marks'ın erken döneminden gelen yabancılaşma, ideoloji[/b herşeyi ters-düz etme mevzundan geliyor.
Bu ekol daha sonra FRANKFURT OKULU'na(Horkheimer, Adorno, Marcuse, Habermas, Kellner ...vsvsvs)  ve Birmingham Okulu'na oradanda günümüze kadar geldi. Bugün bir sürü var bu abiler, eski temelden baya koptularsada Marksist temelde sosyoloji-ekonomi-felsefe falan yapıyorlar. Edebi metinlerin ve ideolojinin, toplumların analizlerini yapıyorlar. Bunların toplamına bugün CRITICAL THEORY/Eleştirel Teori deniyor.

Marksist-Leninist ekol ise batıda yerini Troçkizm'de zayıf bir şekilde bulurken, gelişmekte olan dünyada falan baya taban buluyor. İşte bir yanda Mao çıkıyor, bir yanda Afrika devrimcileri, Latin Amerika gerillaları, 3.Dünyacılar ve bir sürü mini-mini lokal gruplar Marksizm adı altında örgütleniyor. Türkiye'de arada bir ülke olduğundan her gruptan biraz var bizde.
Geri kalmış ülkelerde neden böyle daha çok kabul edildi bu falan soran olursa detaylara gireriz.

Bir sonraki bölümde de diyalektiğe el atıcam.
 
Castiello said:
Dediklerinden aşırı derece çıkmaz, farklı görüşlere çekilebilecek, her fikirden insanın girebileceği ancak iktidarı yani gücü alan tarafın, marksizmi benimseyen bir başka kesmi bile yok etmeye açık bir düşünce biçimi ortaya çıkıyor ama. İnsanlar böyle bir düşünce biçimine katılmaz.(ekseriyet olarak)
Demek istediğini anlamadım, somut örnekler verirsen akarız.

Marksizm bir düşünce biçimi olarak gidin diğerlerini kesin biçin demiyor, bunu yapan insanlar. İnsanların siyasi örgütlenmesi...aynını din uğrunada, vatan uğrunada, CEO poziyonu uğrunada yapabilirler. Marksizmin bir günahı yok yani o noktada. O zman insanlar hiçbir düşünce biçimine katılmaz...ama gel gör ki insanlar dallama ve her boka atlıyorlar.

İcabında HERŞEY farklı görüşlere çekilebilir....tasavvuf islamından mezheplere, işide kadar bir sürü fraksiyon yok mu İslam'da?


Aoringan said:
Marksizm ile komünizm veya sosyalizm denen şey bir mi? Marksizm sadece felsefik bir yöntem komünizm sosyalizm marksist felsefeyi temel alarak oluşturulmuş siyasal bir ideoloji mi? Bu konuyu biraz acarsan sevinirim.

Soruda zaten cevabı aşağı yukarı vermişsin. Marksizm bir bakış açısıdır, bir epistomolojik-ontolojik yaklaşımdır. Yer yer biraz daha dogmatik ve teorilere bağımlı, yer yer ise çok daha açık ve felsefi bir şekilde yorumlandığından farklı görüşler doğurur.

Sosyalizm, tanım olarak, işçi sınıfının üretim araçları üzerinde kolektif sahibiyet elde etmesidir. Yani egemen sınıf artık işçi sınıfıdır, devlet ve egemen ideoloji, kanunlar falan komple değişmiştir. Bir işçi devleti, işçi diktatörlüğü" kurulmuştur. Bunun gene milyon tane yorumu var...yani kimine göre SSCB sosyalist, kimine göre bürokrasi egemen işçi düşmanı devlettir. Sosyalizmin ne olacağı konusu detaylra girince çok farklı yerlere sapmış, tarihtede bir sürü farklı şey çıkmıştır ortaya. Sorsan Çin, Vietnam, Küba, Sovyetler Birliği, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya, Romanya, Arnavutluk, Angola vsvsvs hepsi sosyalistti. Ama hiçbiri birbirine benzemiyordu. Sosyalizm heryerde içinde bulunduğu önceki koşulların etkisinde kaldı(ki zaten Marksist diyalektikte önemli bir temadır bu, hiçbirşey önceki halinden bağımsız değildir, önceki haline bağımlıdır; örneğin Rusya'da otoriter bir rejim kurulması Rusya'nın Çarlık kurumlarına doğrudan bağlıdır. Çin'de köylü bazlı devrim olması, Çin'in sosyo-ekonomik arkaplanına doğrudan bağlıdır)....herneyse, bu adamların başarılılığı veya başarısızlığı hep göreceli şeyler. İşin etiğine giriliyor gene işte o noktada. 

Uzun lafın kısası, sosyalizm marksizm değildir, bir insan marksist olmadan da sosyalist olabilir veya marksist olup sosyalist olmayabilir, sosyalizm özünde bir "state of nature"dır, türkçe karşılığı "doğanın durumu" oluyor...yani aslında daha çok bir tanımdır, ve ideolojileştirilmiştir; YANİ, değerleri tanrısallaştırılmış, evrenselleştirilmiş komple bir paket haline getirilmiştir. İlk ütopik sosyalistler varken Marks ortada yoktu. Tek fark, bugün sosyalizm genelde Marksist düşünce üzerinden algılanır. Ama sosyalizm denilen şey sabit bir şey değildir. Her sentezi onun öncesi belirler, kapitalizm değiştikçe  -potansiyel- sosyalizmde değişecektir. Potansiyel burada Marksist bakış açısını anlamada anahtar bir kavramdır. Bunu sabit birşeye çeviren ekol genelde Stalinist Sovyetlerden çıktı, Marksizme kara lekeyi takan genelde bu görüş oldu. Çünkü neredeyse din gibi bir dogmaya döküldü Marksizm yer yer...bunun en büyük kritiğinide yine Marksistler yaptı.

Komünizmde sosyalizmle aynı şekildedir. Tek fark, doğanın durumunu açıklamada işçi egemen devlet değilde, artık devletin ve sınıfların ortadan kalktığı, yer yer ütopik olarak algılanabilecek bir kavramdır. Klasik Marksist görüşte, sosyalist devlet zamanla sınıf çatışmasının olmadığı ortamda komünizme evrilecek ve insan özüne, doğaya geri dönecektir. Devletti, sınıftı falan kalmayacaktır. Bu değerlerde ideolojileştirilmiştir. Tanımıda Marksizm üzerinden yapılmıştır. Ama Marksizm komünizme eşit değildir, sosyalizmde olduğu gibi.
 
Erozbey said:
Bence gidin kendinize özel bir site açın. Ettiniz forumun içine.

gel gel, Mevlana modumdayım senin sıkıntın ne yavrum? Neyin içine etmişiz? Nerene  ne battı çıkartayım...
 
Dogukan said:
Erozbey said:
Bence gidin kendinize özel bir site açın. Ettiniz forumun içine.

gel gel, Mevlana modumdayım senin sıkıntın ne yavrum? Neyin içine etmişiz? Nerene  ne battı çıkartayım...
Bu gidişle "Türkçe Forum"da fazla kalamazsın sen. Hani bir film vardı, Geleceğe Dönüş. Orada hep yüzü boka bulanan bir arkadaş vardı hatırlar mısın bilmem ama, sen o arkadaş oluyorsun.
 
olm size yazık lan, forumda basit konu açtık kişisel birşey yok ortada...kişisel saldırılarla geliyorsunuz. Bu zihniyet işte ortadoğu neden böylenin cevabı...biri birşey yapınca, hacı bu adam ne yapıyor falan yok. Direk "napıonuz lan sieeeee" diye dalıyor ortaya. Okuyan arkadaşlarıma sesleniyorum. Böyle olmayın, meraklı olun, dinleyin insanları, direk saldırmayın...kafanızda ne kadar önyargıda varsa iki dakka cebinize koyun, bakın adamı dinleyin...baktınız mantıklı birşey demiyor basın gidin uğraşmayın.

yukarıdaki 2 arkadaş gibi olmayın...daha sıkıntılarını çözmüş değiliz, bişeylerden rahatsız olmuşlar ama açıklamıyorlar. İnşallah hayatlarını kuru kuru ortalama bir ortadoğulu olarak geçirmeler, entellektüel uğraşıları olur bu hayatta biryerlere gelirler, dünyaya insanlığa bir hayırları dokunur.
 
Şu batma olayı benim canımı sıkan. Sen kimsin, kime küfür ediyorsun? Bu forumun kuralları var. Beğenmiyorsan, kuralların yerinde ve mantıklı olmadığını düşünüyorsan gidebilirsin. Kimse seni gittiğin için dövmez emin ol.

Benim konuyla alakam yok fakat sebepsiz yere şu "laf sokma" ve küfürler benim canımı sıkıyor. "daha sıkıntılarını çözmüş değiliz" gibi cümleler kullanarak/yazarak bir yerlere varamazsın. Kaldı ki cemaat lideri gibi "halka" seslenip kimseyi bizden soğutmaya, uzaklaştırmaya çalışmana da gerek yok. Üslubuna dikkat et, saygılı ol. En önemlisi ise burnun çok havada olmasın.
 
Back
Top Bottom