Gümüş Esir

Users who are viewing this thread

Hikaye ile ilgili birkaç ön bilgi vermek istiyorum.

Öncelikle ilgi olsa da olmasa da bu hikayeyi tamamlamaya çalışacağım. Hikayemi Giriş kısmı ve Ana kısım olarak iki farklı ana karakter üzerinden anlatmayı planlıyorum.

Okuduktan sonra fark edeceğiniz gibi, Giriş kısmında ana karakterin adını kullanmadım. Sadece Giriş kısmına özel olarak ana karakterin adını hiç kullanmadan yazmaya çalışacağım. Bunu kendim için bir meydan okuma olarak görebilirsiniz. Aklıma gelen bütün isimler yapmacık görünüyordu. Bir türlü isim beğenemedim. Bu durum başlarda anlatım hatalarına sebep olmuş. Birkaç bölüm sonra ana karakterin lakabı ile hitap ederek bu anlatım sorunlarını da hallettim.

Düşünceleriniz başta olmak üzere; yazım hatalarını, anlam bozukluklarını, cümle karışıklıklarını yorum olarak yazmanızı bekliyorum.

İyi okumalar..


Artık yorulmaya başlamıştı. Yerlerde seyrek çimenlerin bulunduğu toz ve toprak... Yıllardır bu tür zeminlere basıyordu. Çıplak ayakları bu zeminle bağlanmıştı adeta. Sanki bu bağ sayesinde, toz ve toprak aldığı her darbede kendisini ayakta tutuyordu. Bu tür zeminlerde kendisini ve yakın arkadaşlarını yenecek pek fazla adam tanımıyordu. Aniden sol kolundaki kalkanı kaldırdı. Çelik çarpma sesi yorgunluğunu alıp öte diyarlara götürdü. İghalo bu kez solundan bir hamle yapmıştı. Kısa tahta kılıcıyla bu saldırıyı da blokladı ve hemen ardından kalkanını İghalo'nun kafasına geçirdi. İki adım sendeleyen İghalo ayak parmaklarıyla yere tutunmaya çalışıyordu. İghalo ciddi görünüyordu. Agresif bir ses tonuyla bağırarak üstüne doğru atladı. Kılıcını bıraktıktan sonra kollarını karın hizasından sırtında kancaladı ve bir iki adım geri gitmesine sebep oldu. İghalo ayakları yardımıyla güçlü bir çelme taktı. Bunu fark ettiği anda pek bir şey yapamayacağını biliyordu. Sırt üstü düştüğünde kılıcını da düşürmüştü. İghalo rakibinin düşmesine rağmen yavaşça eğilerek ayaklarının yanındaki tahta kılıcı aldı. Kılıcını hala yavaş hareket ettiriyordu. Kafasına kadar kaldırdı ve aniden havayı yararak aşağı indirdi. Kılıç tahtadan olmasına rağmen eğer kalkanı kullanmasaydı muhtemelen karnında ikinci bir göbek deliği açılmış olacaktı. Bu hamlenin amacı neydi ki, İghalo neden bu kadar ciddi dövüşüyordu? İkisi de güçlü adamlardı. Eğer dövüş ciddileşirse sonu hiç hoş olmayacaktı. İghalo her ne düşünüyorsa dövüşü ciddileştirmeye çalışıyora benziyordu. "Sakin ol kardeşim. Kendini müsabakaya sakla." dedi. İghalo başıyla locayı göstererek "Oradaki adamları görüyor musun?". Evet anlamında bir ses çıkarınca, İghalo devam etti "İşte o adamların gözüne girmeliyiz dostum. İkimiz de iyi dövüşüyoruz. Bir lordun ordusuna girebilirsek bir daha sırtımız yere gelmez.". İghalo kendisine bunları söylerken o, kalkanını koluna bağlayan ipleri çözüyordu. İghalo'nun sözleri bittiğinde hala tüm düğümleri çözememişti. Çözmeye devam ederken konuşmaya başladı. "Haklısın dostum. Bir lordun ordusu rahat olabilir. Fakat unuttuğun bir şey var ki bizim onların gözüne girmek için ekstra bir performans sergilememize gerek yok. Eğer aptal değillerse bizi isteyeceklerdir zaten." dedi. Cümlesini bitirdiğinde çoktan ipleri çözmüştü. Kalkanı birkaç adım yanına attı. Kalkanın yere çarpma sesi etraftaki kılıç çarpışma seslerinden dolayı duyulmamıştı bile. İghalo bir kez daha ikna etmeyi denemeliydi. Ağzını açtığı anda çenesinde bir yumruk belirdi. Aklının başına gelmesi için atılmış bir yumruğa göre fazla sert olmuştu aslında. Tek bir yumrukla İghalo sırt üstü yere kapaklandı. Kafası yere bakıyorken sırtını doğrulttu. Yavaşça kafasını kaldırdığında kendine uzanan bir eli, biraz daha kaldırdığında ise rakibinin sırıttığını gördü. Birkaç saniye öylece baktı. Orada bir kahkaha patlatıp elinden destek alarak ayağa kalktı. Gövdeleri talim alanındaki herkes gibi çıplaktı ve altlarında dizlerine yetişmeyen şortları vardı. Kimi basit deri bir ayakkabı giyiyordu kimi ayak parmaklarıyla toprağı kavrıyordu. Ayağa kalkarken şortundan dökülen toprak İghalo'nun ayağının etrafındaki tozun kalkmasına sebep oldu.

Sargoth arenasının locasında parlak zırhlarıyla dövüşçüleri izleyen Kucka ve lordu, aşağıdakilerin daha fazla konsantrasyonla dövüşmelerini sağlıyordu. Orduya yeni asker alacağını hepsi biliyordu. O yüzden ellerinden ne geliyorsa sergilemeye çalışıyorlardı. Arena altıgen şeklinde yapılmıştı. Tüm köşelerinde yüksek kulelerden oluşan localar vardı. Geriye kalan kenarlar halkın ve köylülerin izlemesi için üstü açık ve oldukça basit yapılmıştı. Turnuva olmadığı zamanlar neredeyse tamamen boş olan bu trübünler bugün yarısına kadar dolmuştu. Ve hala dolmaya devam ediyordu. Bugün turnuva olmadığına göre bunun tek bir sebebi vardı. O da yıllardır Vaegir egemenliğinde olan İsmirala Kalesini Fetheden lordun komutan vekili, Kucka, burada dövüşecekti. Lordu onu ordusuna alana kadar Kucka da aşağıdaki dövüşçüler gibi arenada dövüşerek geçimini sağlıyordu. Bu yüzden halk onun ne kadar iyi dövüştüğünü yıllar öncesinden biliyordu. Üstüne bir de "Kale Fatihi" bir lordun komutan vekili olduğu duyulunca halk ona daha çok hayran olmuştu. Her gelen izleyici şehrin tamamında duyulan "Kucka! Kucka! Kucka!" bağırışlarına destek oluyordu. Bu sırada locadaki Kucka lorduna 3 kişiyi işaret ediyordu. Sanırım lordu ondan buradaki en iyi üç dövüşçüyü göstermesini istemişti.

"İtiraf et Kucka, burada senden daha iyisi var mı?" dedi Lordu, şakayla karışık bir şekilde.
Kucka, yılların verdiği samimiyete rağmen saygılı bir şekilde "Hayır, Lordum. En iyi ikiliyi bile yenebilirim." cevabını verdi. Verdiği cevabın doğru olduğunu biliyordu. Kendinden emin bir şekilde söylemesi lordunun hoşuna gitmişti. Fakat bu daha fazla üstüne gitmeyeceği anlamına gelmiyordu. "O zaman az önce gösterdiğin üç kişiyle dövüşmeye ne dersin?" dedi. Fakat bu kez tamamen ciddi bir ifadeye bürünmüştü. Ordusuna güçlü adamlar lazımdı ve bu adamların son bir testten geçmeleri gerekiyordu. Ve halkın istediği dövüşü daha da heyecanlandırmakta bir sakınca görmüyordu.


*******
Hep bildikleri türden bir karanlık odaydı. Kafalarının üstündeki eski tahtalardan yapılmış çatı, onlarca insanın altında ve bazı parçaları kırık olmasına rağmen hala gereksiz bir güven veriyordu. Duvarlar gelişigüzel dizilmiş uyumlu taşlardan yapılmıştı ve yeterince sağlam duruyordu. Tabii üstüne bulaşmış simsiyah yapışkan doku olmasaydı. Yıllardır böyle eski odalara girdikleri için, yıkılmayacağını biliyorlardı.
İki yana doğru açılan kapının ortasından içeri, boydan boya ince bir çizgi şeklinde ışık sızıyordu. Gözleri karanlığa alıştığı için birbirlerini seçebiliyorlardı. İghalo hafif sakallı fazlaca yara bereli suratıyla, tam önünde, sırıtıyordu. Heyecanı bu karanlıkta bile anlaşılabiliyordu. Heyecan bu tür dövüşlerde ayaklarına dolaşacak bir engeldi. Fakat dışarıdaki sesler İghalo'yu haklı çıkaracak cinstendi.
Herkes birazdan bu üç kişiye karşı tek başına dövüşecek adama tezahürat yapıyordu. Tezahüratlar bir kat daha artıp da derin düşüncelerden koptuğunda rakibinin arenaya girdiğini hissetti. Hiç şüphesiz ona hayran olan şehir halkına dövüşten önce biraz şov yapacaktı. Bu bir özel müsabaka olduğundan konuşmayı Kucka'nın lordu yapacaktı. İghalo, kapının arasından Kucka'nın selamlamasını hayranlıkla izlerken Lord tribünleri susturarak sözlerine başlıyordu:
"Değerli Sargoth halkı, Kardeşlerim!"
Lordun konuştuğunu fark edenler etrafındaki konuşanları susturarak Lordu işaret ediyordu. Lord çoğunluğun sustuğunu gördüğünde; ağzından, birkaç gündür planladığı şu kelimeler döküldü:
"Kardeşlerim, Hoş geldiniz!
Bir derebeyi olduğumdan beri bu diyarlarda bir ilk yaparak orduma başkentimizin en güçlü dövüşçülerini katıyorum. Her birisine 25'er kişinin komutasını vererek savaş hattımı diğer ordulardan daha sağlam idare edebiliyorum.
Biliyorsunuz, iki ay önce İsmirala Kalesi'ni sadece 120 askerimle fethettim. Tanrılara bu lütfu için şükürler olsun. Fakat bu Şanlı Zafer aynı zamanda kardeşlerimizin birkaçını kaybetmemize sebep oldu. Maalesef sizlerin elinden yas tutmak, benim ise kalan yakınlarını korumam altına almaktan başka bir şey gelmez. Kale kuşatmasında şehit olan askerlerim arasında bu şehirden orduma kattığım en iyi komutanlarımdan birisi de vardı. Evet, onun yerini doldurmak için en iyi askerimle şehrimizin en iyi üç dövüşçüsünü seçtik. Bakalım orduma layıklar mı !"

************

Arena şehrin tam ortasındaydı. Şehrin doğu kapısından sık sık kervanlar girip çıktığı için arenanın doğusunda çoğunlukla dükkanlar bulunuyordu. Diğer yarısında ise biri büyük biri küçük iki han, şehrin ana kalesi, lonca binası ve şehir sakinlerinin evleri bulunuyordu. Şehir sanki terkedilmiş gibiydi. Sokaklarda bir çok dükkan özel dövüşleri izlemek için kapatılmıştı.
Bu boş sokaklarda iki çocuk koşturuyordu. Kıyafetlerinden fakir köylü olduklarını fark ediliyordu. Küçük olanın boyu bir atın boyundan kısaydı. Yüzü toz içinde, kıyafetleri de kirli ama kalındı. En fazla 13-14 yaşındaydı. Diğeri ise yetişkin bir erkeğin boyuna yakındı. Onunda üstü başı kirliydi ve ince bir atletle kısa bir şort giyiyordu. Gençliğinin sonlarındaydı. Doğu kapısının ana sokağından arenaya doğru koşuyorlardı. Belli ki şehrin dışından, uzun bir yoldan, geliyorlardı. Küçük olan adım adım geride kalıyordu.
"Acele et Utav, bu yıl da geç kalmayalım."
"Zaten bizi önlere oturtmayacaklar. Neden acele ediyorsun abi?"
"Babam bahis için 50 dinar verdi. Yeni dövüşçülerden birisini çocukluğundan tanıyormuş. İyi bir dövüşçü olduğunu söyledi."
"50 dinar mı! Sence böyle bir bahis yaparsak bizim en önlerde oturmamıza izin verirler mi?"
"Yer kapabilirsek kimsenin karışamayacağından emin olabilirsin kardeşim. Tabi bu hızla oturacak yer bulabilirsen tanrıya şükretmelisin."
Büyük kapının yanındaki izdiham bahis tezgahının yerini gösteriyordu. Bir süre sırada bekledikten sonra biraz da aralardan sıvışarak 5 dakikada bahislerini yatırmışlardı. Etraftaki insanlar bu fakir çocukların 50 dinar oynadığını gördüğünde çok şaşırmışlardı. Fakat kimse bu parayı nerden bulduklarını sorgulamıyordu. Onların merak ettiği şey böyle fakir çocukların özellikle onlar için daha değerli olan bu kadar parayı neden her zaman kazanan komutanın yerine az bilinen bir dövüşçüye yatırdıklarıydı.
Çocuklar herkesin bu meraklı bakışları altında arenaya girmişlerdi. Daha çocuk olmalarının verdiği enerjiyle çabucak ön sıralardan yer bulmuşlardı.
Son 6 yıldır bu özel dövüşte Kucka dövüşüyordu. Herkes onun ne kadar iyi olduğunu biliyordu. Utav, daha arenaya girer girmez tezahürata başlamıştı. Yarın sesinin kısılacağını bildiği halde son gücüyle bağırıyordu.
Arenanın büyük demir kapısı aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır açılıyordu. Kapı tamamen açıldığında içeride her kim varsa dışarı çıkmamıştı. Tüm arenayı meraklı bir sessizlik kaplamıştı. Acaba içeriden bekledikleri adam mı çıkacaktı, neden hala çıkmadı? Oldukça aydınlık bir gün olmasına rağmen kapının içerisi görünemeyecek kadar karanlıktı.
Bu dipsiz gölgenin içinden aydınlık tarafa bir ayak çıktı. Ardından diğer adımını atarken yavaş yavaş tüm vücudu ışığa sarılıyordu. Bunun Kucka olduğunu anlayanlar öncesinden daha ateşli bir şekilde tezahürat yapmaya başladı. Hafif bir zırh, sağlam bir beden... Adil olmayan bir müsabaka için fazlasıyla adil bir zırhtı doğrusu. Karşısındakiler ortalama bir zırha sahip olacağı için bunları giydiği anlaşılmıştı. Kucka, herkesi selamladıktan sonra ısınma hareketleri ile gösteri yapmaya başladı. Bu sırada Lordu konuşma yapmak için seyircileri susturmaya çalışıyordu.

***********

Damarları kan basıncından dışarıya fırlamış iki güçlü kol... Tahta kapı açılmadan önce görebildikleri tek şey kapı görevlisiydi. Işık, kapılar açılırken nefessiz bir adamın ciğerlerine dolan oksijen gibiydi. İlk başta rahatsız ediyordu fakat aynı zamanda hayatın gereklerinden birisiydi. Gözleri alıştığında İghalo'nun sempatik yüzünü görmek onu biraz rahatlatmıştı. Bir an üçü de birbirine baktı. Bu dövüş hayatlarındaki en önemli fırsattı. Gözlerindeki ateş birbirine ne kadar bağlı olduklarını gösteriyordu. İşittikleri bir ses heyecanlarının tavana çıkmasını sağlamıştı:
"Kucka'nın karşısında dövüşecek üç dövüşçüyü çağırmanın vakti geldi."

"Sai Jo !"

"İghalo !"

İki arkadaşı da alkışlar eşliğinde arenaya girmişti. Kendi adının söylenmesini beklerken zırhına son bir kez daha baktı. Adını duyduğunda zor olan o ilk adımı atmayı başarmıştı. Kapıdaki askerin, küçümser bakışlarla; bol şans, dediğini duyduğunda çoktan arenaya girmişti bile. Birbirinden çok uzaklaşmadan bir üçgen oluşturmuşlardı. Tam karşılarında efsaneler efsanesi Kucka duruyordu. Kolundaki kılıç ve ok kesikleri birer madalya gibi göze çarpıyordu. Yaşına göre normalden biraz uzundu bu genç adam. Gençliğinin verdiği enerji ve tecrübenin verdiği mükemmellik... 3 kişiye karşı bile zor yenileceğe benziyordu. Belki de yenilmeyecekti. Çift baltası onun zayıf yanı olabilirdi. Keşke daha sağlam bir kalkanım olsaydı, dedi fısıltıdan daha kısık bir sesle.
İghalo sol ön çaprazındaydı. Sai Jo da sağ önündeydi. Üçü aynı anda saldırırlarsa zafer kaçınılmazdı. "Aniden saldırmayın" dedi yanındakilere. Bekleyin ve aynı anda saldırın. İghalo geriye doğru birkaç adım attı. "Haklısın, aynı anda saldırmazsak bizi haklar bu adam" dedi. İkisi birden Sai Jo'ya baktılar. Sai Jo küçümseyen bir yüz ifadesiyle onlara karşılık verdi. Kucka'ya doğru birkaç adım atarak niyetini belli etmişti.
Lordun konuşması bitmiş ama bir eli havadaydı. Herkes dövüşün başladığını gösteren komutu bekliyordu. Elini hızlıca yere indirdiği anda çığlıklar ve bağırışlar, zaten kendilerini zor tutan dövüşçülerin tüylerinin diken diken olmasına sebep oldu.
Dövüş başlamasına rağmen kimse kıpırdamıyor; birbirlerine bakarak vücutlarını, zırhlarını silahlarını izliyordu. Seyirciler beklediklerinden fazla duran dövüşçülere şaşırmış ve neredeyse tamamı susmuştu. Heyecan kıvılcımını tekrar parlatan Sai Jo oldu. Aniden yere tükürdü ve Kucka'nın üstüne koşmaya başladı. Daha ilk adımında seyirciler çılgınca bağrışmaya başladılar. Kucka bu kadar acemice saldırmalarını beklemiyordu. Derin bir nefes aldı ve hızlıca karbondioksiti atmosfere bıraktı. Kendini daha rahat hissediyordu. Hafifçe sırıtırken bir baltasını yere attı ve beline bağlı kılıfından kısa bıçağını çıkardı. Bıçağını yere doğru tutuyordu. Bu onun hem hızlı olmasını hem de bir çok saldırı kombinasyonuna tepki verebilmesini sağlayacaktı.
Aralarındaki mesafe daralırken Sai Jo tüm heyecanını bir bağırışla bastırıyordu. Karşısında hareketsiz duran Kucka, rakibi yaklaşırken soğukkanlılığıyla izleyenleri kendisine hayran bırakıyordu. Aralarında 10 adımdan kısa bir mesafe kalmıştı. Sai Jo yaklaşırken kılıçlarını havaya kaldırdı. Hızlıca Kucka'nın kafasına doğru indirdi. Aynı hızda Kucka da sol elindeki baltasını bloklamak için kullandı ve aniden diğer elindeki bıçağı sağ bacağına sapladı. Bıçağı bacakta bırakıp göğsüne bir yumruk geçirdi. Bir iki adım sendeleyen Sai Jo, bıçak saplı bacağının üstüne bastığında acı bir çığlıkla yere yığıldı. Tüm bunlar 5-6 saniye içerisinde gerçekleşmişti ve kalan iki rakibi dahil bu dövüşü izleyen herkesin ağzı açık kalmıştı. Birkaç saniye sessizlikten sonra Tezahüratlar tekrar başlamıştı. Kucka, yere attığı baltasını alıp kalan rakiplerine doğru yürüyerek Sai Jo'yu arkasında bıraktı.
Böyle bir adama karşı dövüşmekten korkmuyordu yine de yanındaki İghalo'ya baktığında durumlarının ne kadar kötü olduğunu bir kez daha görmüştü. İkisi de daha en başında ne yapacaklarını biliyordu ama onun dikkatini dağıtıp, biraz motive etmek için "Aynı anda saldırmalıyız. İkimize birden karşılık vermeye çalışırsa, belki o zaman bir açığını bulabiliriz." dedi. İghalo tamam anlamında başını salladı. Kucka ile aralarında 15-20 adım mesafe vardı. Yavaş adımlarla bu mesafeyi daraltıyorlardı. Bir an İghalo'yla göz göze geldi. Dövüş için hazırdı. Aynı anda birkaç adım koşarak dövüşmek için ideal mesafeye girdiler. İghalo' da aynı kendisi gibi bir kılıç bir kalkan almıştı. Şüphesiz Kucka'dan daha yavaş olacaklardı ve büyük ihtimalle o sağlam baltaların altında pek sağlam olmayan kalkanları birkaç vuruşta parçalanacaktı. İghalo sağdan bir savurma saldırısı yaptı ve Kucka bunu baltasıyla karşıladı. Bu sırada kendisi de Kucka'ya doğru bir havadan savurma saldırısı gerçekleştirdi. Daha kılıcını indiremeden göğsünde hissettiği Kuckanın tekmesi, onu iki büklüm yere serdi. Kucka sağ elindeki baltasını İghalo'ya savurdu. Fakat İghalo kalkanıyla karşılık verdi. Balta kalkana çarptığında kalkanın çatladığını duymuşlardı.
Yere düşen kılıcını kapıp ayağa fırladı ve önce kılıcıyla bir hamle yaptı. Kucka sol elindeki baltasıyla bu saldırıyı bloklamıştı fakat aniden kalkanıyla hamle yapınca Kucka şaşırmıştı. Neredeyse aynı hızla diğer elindeki baltasını kullandı. Balta tahta kalkanın tam ortasına saplanmıştı. Kucka, hızlıca çekmeye çalıştı fakat gelmeyince baltayı bırakmak zorunda kaldı.
Kalkanına saplanan balta onun dengesini bozuyordu. İghalo bunu farketti ve zaman kazandırmak için Kucka'ya bir kalkanıyla bir kılıcıyla hamle yapıp duruyordu. Kucka ise üstün bir teknikle bu saldırıları tek baltasıyla savuşturuyordu. İghalo'nun tek başına fazla idare edemeyeceğini bildiğinden hemen kalkanının iplerini kılıcıyla kesti. Artık kalkanı yoktu ama Kucka da tek baltayla dövüşüyordu. İghalo, Kucka'yı oyalarken; o, Kucka'nın görüş açısının dışında kalmıştı. Kucka'nın üstüne doğru koştu ve son üç adım kala kollarını iki yana açıp üstüne sıçradı. İkisi de yere düşmüştü ve silahlarını da düşürmüşlerdi. Kucka altta kaldığı için kolay hareket edemiyordu. Kucka'nın üstünde ardı ardına 3 yumruk geçirdiğinde Kucka'nın gözleri kapanmıştı. Artık kazandıklarını düşünüyordu. İghalo'ya doğru baktı. Birbirlerine sırıtıyorlardı. Fakat İghalo'nun gözleri aniden fal taşı gibi açıldı. Aynı anda boğazında güçlü bir el hissetti. Tüm nefesi kesilmişti. Aman Tanrım! Bu nasıl bir kuvvetti böyle. Kucka onu boğazından tutup yana savurdu. Gözleri sinirle dolmuştu. Yerdeki kılıçla baltayı alıp İghalo'nun üstüne yürümeye başladı. İghalo birkaç adım geri gidiyordu. Kucka yeterince yaklaştığında, kılıcını sağdan savurdu. İghalo kendi kılıcıyla karşılık vermek istedi. Kılıcı o güçlü darbe karşısında bir yana fırladı. Kucka, hiç beklemeden baltasını yukarıdan savurdu. İghalo refleks olarak kalkanını kaldırdı ama kalkan ile birlikte sırt üstü yere yapıştı. Kalkanı da kırılmıştı zaten. Kucka, bembeyaz olmuş İghalo'nun başında dim dik duruyordu. Ter damlaları kollarında ve vücudunda, zırhın kapatmadığı yerlerde parıldıyordu. "Bu adam yenilmez!" diye düşündü. Kucka kazanmıştı. Hepsi etkisiz hale gelmişti. Lordu, locadan gururla "Dövüşün galibi Kucka'dır" diye bağırıyordu. Herkes Kucka'ya tekrar tekrar tezahürat yapıyordu. Kucka elini uzatıp İghalo'yu ayağa kaldırdı.
Kucka boğazını sıkıp nefessiz bıraktığı için zar zor ayağa kalkıyordu. Kaybetmişlerdi fakat iyi dayanmışlardı. Kucka'nın yardımıyla ayağa kalkan İghalo'yu gördü. Bir an göz göze gelmişlerdi. Fakat neden gülmüyordu? İghalo sanki ona değil de arkasındaki bir şeye bakıyordu. Arkasını döndüğünde ayağa kalkan Sai Jo'yu gördü. Acıyla bacağındaki bıçağı çıkarmıştı. Gözleri kanlıydı ve bıçağı tutuş şekli... Bıçağı fırlatacakmış gibi tutuyordu! Havaya kaldırdı ve arkası dönük Kucka'ya doğru fırlattı bıçağı. İghalo aniden Kucka'yı yana itti fakat kendisi çekilmek için zaman bulamamıştı. Bıçak göğsüyle sol omzu arasında bir yere saplandı. Darbenin etkisiyle tekrar sırt üstü yere düştü. Çok sinirlenmişti. Hala rahat nefes alamıyordu fakat Sai Jo'ya doğru koşmaya başladı. Son gücüyle koşuyordu. Dostu için koşuyordu. Yaklaştığında aynı Kucka'ya yaptığı gibi üstüne sıçradı. Yerde birbiri ardına yumruklar geçiriyordu. Ama bu sefer rakibi etkisiz hale gelince durmamıştı. Sai Jo'nun elmacık kemiklerini, burnunu kırmıştı ama hala vuruyordu. Askerler arenaya girdi. Sai Jo'nun üstünden onu zor aldılar. Sai Jo ölmek üzereydi. Büyük ihtimalle de hiçbir müdahale onu kurtaramayacaktı. Yüzü dümdüz olmuş, burnu içine girmişti. Gözleri biraz dışarı çıkmıştı. Yüzüne bakan bir yetişkinin bile birkaç gece kabuslarına girebilecek korkunçluktaydı.
Ellerinin dışı kanıyor ve kemiklerin bazıları yamuk duruyordu. Sanırım birkaç parmağını kırmıştı ama bunu hala kafasına takmıyordu. Hemen kalkıp koşarak İghalo'nun yanına gitti. Kucka onu rahatlatmak için "Önemli bir yere saplanmamış. 10-15 güne omzunu eskisi gibi kullanabilir." dedi. Başını evet anlamında salladı. Kucka eline baktı. Birkaç kemiği kırılmıştı. "İstese ben yerdeyken de aynısını yapabilirdi. Güçlü bir adam. Aynı zamanda bu gücü kontrol etmesini de biliyor." diye düşünmeden edemedi.


***********

Odanın kapısı bir asker tarafından açılmıştı. İghalo'nun uyuduğu yatağın hemen yanında oturuyordu. Asker ona "Lord geliyor ayağa kalk." diye sessizce seslendi. Hemen ayağa kalktı. Birkaç saniye sonra Lordu ve Kucka içeri girdi. Lord odaya girince başını eğdi ve onun konuşmasını bekledi.
"Kafanı kaldır oğlum. Saygılı olman güzel ama sen artık sıradan bir asker değilsin."
Anlamsız bakışlarla yavaşça kafasını kaldırdı. Kaskını taktığı zamanlar fark etmemişti fakat bu lord en az 50 yaşındaydı. Neredeyse kendisinin iki katı yaştaydı.
"Arkadaşının durumu iyiymiş. Buna sevindim. Sizin gibi iki asker benim orduma çok şey katacaktır. Orduma katılmanızı istiyorum. Son kez yüz yüze sormak istedim."
Farkında olmadan tekrar başını eğdi ve " Lordum, ikimiz de sizin ordunuz için savaşmak istiyoruz." dedi.
Lordu biraz daha rahatlamıştı.
"Kucka dövüşten sonra bana, isteseydin onu yenebileceğini hatta öldürebileceğini söyledi." dedi lordu. Gözleri bir anda açılmıştı. Cevap veremeden lordu sözüne devam etmeye başladı.
"Güçlü bir adamsın evlat. Bu kadar güç zor kontrol edilir. Sen bunu kontrol etmeyi başarmışsın. Sana kontrol edebilmen için biraz daha güç vereceğim. Ordumdaki 15 kişiyi senin komutana veriyorum. Yanındaki arkadaşın da iyileştiğinde o da size katılacak ve savaşlardan sonra kurtardığımız birkaç esiri de sana vereceğim. Farklı bir savaş taktiği uygulamadıkça genellikle ön saflara destek olacaksınız."
Soylu olmanın getirdiği bir zorunluluk olsa gerek, Lordun konuşması ona şiir gibi geliyordu. Çok akıcı ve anlaşılır konuşuyordu. Kafasını eğip , hazır ola geçti. "Emredersiniz, Lordum" dedi. Lordu ona yaklaşıp sol elini tuttu ve kırık parmakları inceledi. " Şansımıza sağ elini kullanıyorsun. Sol koluna bir kalkan bağlarsak bir süre idare edebilirsin." dedi. Arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü. Tam çıkacakken durdu. "Son olarak, yarın sabah şehrin dışındaki kampıma gideceksin. Kucka seninle idare edeceğin askerleri tanıştıracak." dedi ve odadan çıktı. Kucka birkaç saniye bekledi ve belindeki çantadan bir kese çıkardı. Bunu uzatırken "Şimdilik bunu alın. İghalo'nun bakım masraflarını ve diğer işlerinizi görmenize yetecektir" dedi.
Kesenin ağzını hafifçe açtı ve içindeki dinarlara baktı. En az 500 dinar vardı bu kesede.
"Teşekkür ederim" dedi.
Kucka, "Yarın sabah güneş doğarken yanıma gel. Adamların uyurken sana isimlerini ezberleteceğim. Böylece kısa sürede sana saygı duyacaklardır." dedi.
Kafasını tamam anlamında salladı. Bu adamdan liderlik konusunda öğreneceği pek çok şey vardı. Kucka hafiften gülümsedi ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Kapıdaki asker selam verip kapıyı kapattı.
Keseyi masanın üstüne koydu. İçinden bir avuç para alıp çantasının asılı olduğu sandalyesine doğru yürürken İghalo'nun kısıl gözleriyle gizli gizli izlediğini fark etti. "Numara yapma, fark ettim uyanık olduğunu." dedi. İghalo gözlerini açıp sırıtarak "Emredersiniz komutanım." dedi. Ardından gülmeye başladı. "Ne kadar para verdiler?" diye sordu İghalo. "500-600 dinar gibi bir şey sanırım" demesi İghalo'nun gözlerinin kocaman olmasını sağladı. "Kardeşim daha orduya girmeden verdikleri para buysa..." derin düşüncelere daldığı belli oluyordu. Keseden aldığı parayı çantasına koydu. Çantayı omzuna geçirdi.
"Sen uyu İghi. Ben doktorun parasını ödemeye gidiyorum. Gelirken de yiyecek bir şeyler alırım." dedi.
İghalo başıyla onayladı. " Biraz içecek de almayı unutma" dedi. Yorucu bir gündü. Uykusu da vardı zaten. Yastığını sağ eliyle düzeltip gözlerini kapattı. En sevdiği müziğin sözlerini mırıldanarak rahat bir uykuyu kucakladı.

*********

*********************************

Kalradya topraklarında savaşın hüzünlü borusu asla susmazdı. Her an boynuna dayanmış bir kılıç, eşinin veya çocuklarının göğsüne hedeflenmiş bir ok yüzünden huzurlu sandığın hayatın darmadağın olabilirdi. Bu topraklarda yaşayan herkes; bürokrat, komutan, asker, tüccar, çiftçi ve hatta evsiz bir berduş da olsa savaşa hazırlıklıdır. Zayıfın hayatta kalamayacağı bu topraklarda yanlış bir zamanda hafif bir hastalığa yakalanmak bile ölümcüldü. Önemli bir savaş sabahı mide ağrısıyla uyanan bir askerin iyi dövüşemeyeceği gibi, diş ağrısıyla uyanan bir komutan da başarılı bir savaş taktiği hazırlamakta zorlanacaktır. Böyle önemsiz görülen hastalıklar tarih boyunca birçok imparatorluğun yıkılışında büyük bir rol oynamıştı.

*********************************
Göz bebekleri, gözlerini her açmaya çalıştığında kızgın yağlar dökülürcesine yanıyordu. Şiddetli baş ağrısı etrafını algılamasını engelliyordu. Kendisini zorlayarak odaklanmaya çalıştı. Karanlık bir çadırın içerisindeydi. Bir asker için rahat sayılabilecek bir yatakta sırt üstü uzanıyordu. Neden bir çadırda olduğuna hala anlam verememişti. Yavaşça başını yana çevirdiğinde çadırın diğer ucunda derli toplu başka bir yatak olduğunu gördü. İki yatağın arasında da büyük bir masa üzerinde sağlam demir bir zırh ile kısa bir kılıç ve masanın ayağına yaslanmış bir yuvarlak kalkan vardı. Zırhın kendisine ait olduğunu hemen tanıdı. Kalkanın üzerindeki damgada lordunun klanının simgesini gördüğünde, komutan vekili Kucka ile arenadaki dövüşleri aklına geldi. O gün de Kucka'nın zırhının üzerinde aynı simge vardı. Yatağından doğrulduğunda 3 gün sonra yapılması planlanan meydan savaşına hazırlandıklarını hatırladı. Çadırdaki diğer yatağın derli toplu olması, dostu Ighalo'nun çoktan uyandığını gösteriyordu. Ağır hareketlerle yatağından kalkıp kapıya doğru yöneldi. Çadırın kapı örtüsünü elinin tersiyle açarken Güneş'le göz göze geldi. Aklından geçen tüm düşünceler, baş ağrısı yüzünden bir anda kesilmişti. Kapıdan adımını attı ve çadırın yanındaki su kovasında elini yüzünü yıkadı. "İyi ki bugün savaşmıyoruz. Yoksa bu baş ağrısıyla daha düşman göremeden yere serilirdim." diye içinden geçirdi. Bu düşünce ona, yıllar önce Sargoth hanında karşılaştığı bir bilginin zırvalıklarını hatırlattı. Bilgin, "Yemin ederim! Diş ağrısı yüzünden yıkılan bir krallık bile var" derken, kahkahalarla birasını yudumlamıştı. Fakat artık bu hikayeye iyiden iyiye inanmaya başlıyordu.

Çadırları 500'e yakın insana ev sahipliği yapan büyük bir ordugâhın güney cephesindeydi. Yakınındaki tüm çadırlar, kendisi gibi komutan veya çavuşlara tahsis edilmişti. Bu civarda aylaklık eden bir asker göremezdiniz. Bir kısmı kılıcını temizleyip bilerken, bir kısmı da savaş düzeni hakkında kendi aralarında fikir alış-verişi yapmaktaydı. Ocak ve yemek masasının olduğu taraftan Ighalo'nun çirkin kahkahasını duyar gibi oldu. Başını o yöne çevirdiğinde zar oyunu oynayan bir ekip gözüne çarptı. Tamamı kendi birliğinden oluşan bu haylazların içinde zafer sevincinden havalara uçan Ighalo'yu seçmesi zor olmadı. Etraftaki rütbeliler iyiden iyiye rahatsız olmuş olacaklar ki, bu gürültücü ekibe ters bakışlar atıyorlardı. Aslında kumar oynayıp içki içmek, birliğindeki askerlerin ölüm kalım mücadelesinden önce rahatlamalarını sağlayan bir alışkanlıklarıydı. Fakat ters bakışlar bu ekibin liderine yani kendisine de yöneldiğinde, eğlenceye son vermesi gerektiğini anlamıştı.

Birliğinin bulunduğu alana doğru ilk adımını atarken ordugâhın merkezinden gelen bir boru sesi adeta zamanı yavaşlatmıştı. Bu ses hızlıca savaş hazırlığı yapılmasını emrediyordu. Bütün askerler uğraştıkları her ne iş varsa bırakıp çadırlarına giriyor, birbiri ardına zırh ve silahını kuşanmış halde çıkıyorlardı. Kendi birliği de eğlenceyi bırakmış ve toparlanmak için çoktan dağılmıştı. Dostu Ighalo'nun telaşlı adımlarla kendisine yaklaştığı sırada savaş borusu yüzünden azan baş ağrısından yere düşmek üzereydi. "Sanırım korktuğum başıma geldi. Demek bu ağrıya rağmen savaşacağız. Sanki bu kadarcık ağrı bana koyar da!" diye iç geçirdi. Kendisine sertçe bir tokat attı ve arkasını dönüp çadırına girdi.

*********
Yüzlerce insanın ölüm-kalım mücadelesi verdiği ve dörtnala hücum eden süvarilerin titrettiği savaş meydanı, dökülen kanlar yüzünden çamurlaşmıştı. Paramparça olmuş kalkanından arta kalanlar artık kolunu bile tamamen kapatamıyordu. Bu kırık parçayı koluna bağlı tutan tek şey yıpranmış bir kayıştı. Sağ elindeki kılıcını kavramak için avcunu sıktığında hiçbir şey tutmadığını fark etti. Baş ağrısı ve halsizlikten kolunu kaldıracak gücü bile kalmamıştı. Her zaman alışkın olduğu bir ağırlık eksikti sanki. Yattığı yerde başını hafifçe sağ eline çevirip göz ucuyla ne durumda olduğunu kontrol etti. Dirseğinin birkaç santim üzerinden kolunun koptuğunu gördüğünde baş ağrısının yerini korkunç bir çaresizlik kapladı. Ölü gibi yerde yatan bu sakat adamı kimse fark etmemişti. Artık kan ve çamurla kaplanmış bu askerlerden kimin hangi tarafta olduğunu anlamak bile imkansızdı. Herkes karşısındakinin yüz hatları ve zırhını hızlıca analiz edip saldırmaktaydı. Muhtemelen kendi ulusundan bir askeri, düşman sandığı için öldürenler de olacaktı. Tek eliyle doğrulmaya çalıştı. Bir iki adım yanında üst üste yere yığılmış iki adama yaklaştı. Oturup, bu iki cesede sırtını yasladı. Biraz önce fark etmemişti fakat karın boşluğuna da bir bıçak saplıydı. Etrafında tanıdık bir yüz aradı. Göremeyince kendi ulusundan olduğunu düşündüklerine seslendi. "Yardım et bana!", "Çıkarın beni buradan!", "Ölmek istemiyorum!"... Faydası yoktu. Yardım beklediği insanlar zaten birkaç saniye içinde ölmüş olacaktı. Çaresizliğini anlaması ve bağırmayı kesmesi çok sürmedi. Bu kadar çaresiz bir durumda olmasını kabullenememiş olacak ki sessizliğine rağmen gözünden akan yaşlar, başından sızan kanlarla birleşerek göğsüne damlamaktaydı.

"Yavaş ve soğuk bir ölüm." diye fısıldadı. Kan kaybı yüzünden çoktan ölmesi gerekirken hala yaşıyor olması gerçekten yavaş bir ölüme işaretti. Fakat daha garip olan kısmı standart bir yaz gününün öğlen vakti olmasına rağmen nefes verdikçe buhar oluştuğunu görmesiydi. Soğuk ölüm dedikleri bu olmamalıydı. Her nefes verişinde ağzından yayılan buhar, savaş meydanının yavaş yavaş sisle kaplanmasına sebep oluyordu. Tüm savaş sesleri kesilmişti. Sis yüzünden hiçbir askeri göremiyordu. Biraz daha odaklandığında, zaten meydanda hiçbir askerin olmadığını fark etti. Etrafına bakarken 50-60 adım uzağında mor cübbeli bir adamın at üzerinde kendisine baktığını gördü. Seslenmek istiyordu fakat şaşkınlıktan dilini yutmuştu. Mor cübbeli atlı görüldüğünü anladığında atını çevirip dörtnala uzaklaştı. Daha ne olduğunu anlayamadan tanıdık bir ses işitti. Başını sağ omzunun üzerinden sesin geldiği yöne doğru çevirirken, daha kim olduğunu görmeden sesin sahibini tanımıştı.

"Acemi çavuş, ilk gününden geç kalacaksın. Hadi uyan!"

*********
Yazım aşamasında.

Giriş bölümü finalinden itibaren ana bölümler eklenecektir
 
Last edited:
Størtbeck said:
Ilk bolumu okudum ve ekleyecek bir sey bulamadim. Hos olmus. Bos zamanlarimda okuyacagim hikayeler arasinda.

Yorumun için teşekkür ederim. 2. Bölüm 1.sinin neredeyse 4 katı uzunlukta olduğu için eminim bir çok hatamı göreceksin :grin:
 
Uzun bir aradan sonra eski telefonumdaki not defterime ulaşmış bulunmaktayım. Hikayemin devamını görmek tekrar buraya bakma isteği uyandırdı ve içimdeki yazma isteğini yeniden uyandırdı. Dörtyol hanı’nın takipçileri de eminim yerine yeni takipçileri bırakmıştır. 3. Bölümü çok yakında göreceksiniz. 2 yıldır hep aklımda kalan bu hikayeyi bitirmek ve buraya bir iz bırakabilmek istiyorum. İlk defa görenlerin düşüncelerini de çok merak ediyorum  :grin: Yakında 3. bölümle birlikte görüşmek üzere  :smile:
 
Ayarsız said:
Uzun bir aradan sonra eski telefonumdaki not defterime ulaşmış bulunmaktayım. Hikayemin devamını görmek tekrar buraya bakma isteği uyandırdı ve içimdeki yazma isteğini yeniden uyandırdı. Dörtyol hanı’nın takipçileri de eminim yerine yeni takipçileri bırakmıştır. 3. Bölümü çok yakında göreceksiniz. 2 yıldır hep aklımda kalan bu hikayeyi bitirmek ve buraya bir iz bırakabilmek istiyorum. İlk defa görenlerin düşüncelerini de çok merak ediyorum  :grin: Yakında 3. bölümle birlikte görüşmek üzere  :smile:

Hoşgeldin. Baya uzun zaman oldu. Hikayenin eski okurlarının bile aklında kalmamıştır, baştan okurlar. Ancak aynı şekilde devam ettirirsen yenilerde sana ısınır. Başarılar.
 
Giriş - 3. Bölüm yayımlanmıştır!

6 yıl aradan sonra, üniversiteyi kazanmış ve mezun olmuş bir şekilde karşınızdayım. Allah izin verirse birkaç ay sonra mesleğimin başına geçeceğim. Hayatımda birçok şey değişti. Alışkanlıklarım, karşılaştığım olaylara bakış açım, olgunluğum... Değişmeyen nadir şeylerden birisi ortaçağ temasına olan hayranlığım oldu sanırım. Son güncellemeyi yaptığım 2018 yılından beri ara sıra açıp bu konuya baktığım oldu. Zaman zaman devamını yazmayı ve hatta bu hikayeyi tamamlamayı istedim. 4 yıl önce yaptığım gibi 2 yıl ara verdikten sonra anlık gaza gelip sonrasında tekrar yarım bırakmak yerine, tamamen hikayemi yazmaya odaklanabileceğim bir zamanı kolladım. Malesef geri geldiğimde ilk fark ettiğim şey Dörtyol Hanı'nda eskisi kadar hikaye yazılmadığı ve okunmadığıydı. Ufak da olsa bir canlılık katmak adına hikayeme devam ediyorum.

Son birkaç günde hikayenin devamını yazmaktayım. Giriş - 3. Bölüm'ü biraz önce paylaştım. Giriş Bölümleri'ni birkaç gün arayla düzenli olarak paylaşacağım. Fakat Ana Hikaye'nin kurgusunu henüz kafamda oturtamadığım için Ana Hikaye kısmı için aynı sözü veremiyorum.

Hikaye yazmakta profesyonel olmasam da ağır ilerleyen bir hikaye yazmaya çalışıyorum. Hem okuma hem de yazma sürecindeki dikkat dağınıklığını önlemek adına bundan sonraki bölümleri ilk iki bölüm kadar uzun tutmamaya karar verdim.
 
Yüzlerce insanın ölüm-kalım mücadelesi verdiği ve dörtnala hücum eden süvarilerin titrettiği savaş meydanı, dökülen kanlar yüzünden çamurlaşmıştı. Paramparça olmuş kalkanından arta kalanlar artık kolunu bile tamamen kapatamıyordu. Bu kırık parçayı koluna bağlı tutan tek şey yıpranmış bir kayıştı. Sağ elindeki kılıcını kavramak için avcunu sıktığında hiçbir şey tutmadığını fark etti. Baş ağrısı ve halsizlikten kolunu kaldıracak gücü bile kalmamıştı. Her zaman alışkın olduğu bir ağırlık eksikti sanki. Yattığı yerde başını hafifçe sağ eline çevirip göz ucuyla ne durumda olduğunu kontrol etti. Dirseğinin birkaç santim üzerinden kolunun koptuğunu gördüğünde baş ağrısının yerini korkunç bir çaresizlik kapladı. Ölü gibi yerde yatan bu sakat adamı kimse fark etmemişti. Artık kan ve çamurla kaplanmış bu askerlerden kimin hangi tarafta olduğunu anlamak bile imkansızdı. Herkes karşısındakinin yüz hatları ve zırhını hızlıca analiz edip saldırmaktaydı. Muhtemelen kendi ulusundan bir askeri, düşman sandığı için öldürenler de olacaktı. Tek eliyle doğrulmaya çalıştı. Bir iki adım yanında üst üste yere yığılmış iki adama yaklaştı. Oturup, bu iki cesede sırtını yasladı. Biraz önce fark etmemişti fakat karın boşluğuna da bir bıçak saplıydı. Etrafında tanıdık bir yüz aradı. Göremeyince kendi ulusundan olduğunu düşündüklerine seslendi. "Yardım et bana!", "Çıkarın beni buradan!", "Ölmek istemiyorum!"... Faydası yoktu. Yardım beklediği insanlar zaten birkaç saniye içinde ölmüş olacaktı. Çaresizliğini anlaması ve bağırmayı kesmesi çok sürmedi. Bu kadar çaresiz bir durumda olmasını kabullenememiş olacak ki sessizliğine rağmen gözünden akan yaşlar, başından sızan kanlarla birleşerek göğsüne damlamaktaydı.

"Yavaş ve soğuk bir ölüm." diye fısıldadı. Kan kaybı yüzünden çoktan ölmesi gerekirken hala yaşıyor olması gerçekten yavaş bir ölüme işaretti. Fakat daha garip olan kısmı standart bir yaz gününün öğlen vakti olmasına rağmen nefes verdikçe buhar oluştuğunu görmesiydi. Soğuk ölüm dedikleri bu olmamalıydı. Her nefes verişinde ağzından yayılan buhar, savaş meydanının yavaş yavaş sisle kaplanmasına sebep oluyordu. Tüm savaş sesleri kesilmişti. Sis yüzünden hiçbir askeri göremiyordu. Biraz daha odaklandığında, zaten meydanda hiçbir askerin olmadığını fark etti. Etrafına bakarken 50-60 adım uzağında mor cübbeli bir adamın at üzerinde kendisine baktığını gördü. Seslenmek istiyordu fakat şaşkınlıktan dilini yutmuştu. Mor cübbeli atlı görüldüğünü anladığında atını çevirip dörtnala uzaklaştı. Daha ne olduğunu anlayamadan tanıdık bir ses işitti. Başını sağ omzunun üzerinden sesin geldiği yöne doğru çevirirken, daha kim olduğunu görmeden sesin sahibini tanımıştı.

"Acemi çavuş, ilk gününden geç kalacaksın. Hadi uyan!"

*********

Giriş - 4. Bölüm Yayımlanmıştır!

İyi okumalar..

Bununla birlikte ilk bölümlerde gördüğüm yazım hatalarını da düzelttim.


Bir diğer konu ise yıllar önce hikayeye Warband temalı başlamıştım. Gördüğüm kadarıyla Tamamlanmış Hikayelerde "Bannerlord döneminde geçen hikaye" eksiği var. Eğer hazırladığım kurguyu başarılı bir şekilde taşıyabileceğimi düşünürsem, hikayemi Bannerlord evrenine göre revize etmeyi düşünüyorum.
 
Back
Top Bottom