Tetik - 1974

Users who are viewing this thread

Wuthrad

Grandmaster Knight
121948122-256-k670628.jpg

20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu Kıbrıs'a ayak bastığı an: yeni anılar, yeni hatıralar ve yeni mezarlar açıldı aslında mazide.

Kıbrıs Barış Harekatı çerçevesinde Türk Alayı'nda görev yapan bir birliğin başından geçenleri anlattığım tarihsel kurgu hikayeme hoşgeldiniz.

   
Temmuz 1974

    Dağdan gelen düzensiz esintiler, güneşin sıcağını bir nebze olsun azaltıyordu. İnsanlar sığınacak gölge arayıp, buldukları soğuk içecekleri fondiplemekle meşguldü. Zorunlu uğraşları olanlar ise caymaktan mahrum kalmıştı. İskenderun'un dalgasız sahilinde hobi için balık tutanların yanında, ailesini geçindirmek için olta atanlar, her seferinde Tanrı'nın hikmetine şükrediyordu. Göz alabildiğine uzanan mavi deniz ile turkuvaz göğün buluştuğu noktada, görünmeyen fakat orada olduğu bilinen topraklar yatıyordu, Kıbrıs.

    Ters yönde, Hatay'ın İskenderun ilçesinin dağlık alanlarında Karayılan kasabası boy gösteriyordu. Kasabanın dış tarafında, dağın eteklerine beyaz fontla uzun uzun yazılmış "Dur Yolcu!" yazısının görünmesiyle, askeriyenin çevrelediği alan daha da belirgin hale gelmişti.

    Yarısı bozuk yollarda askeriyeye doğru ilerleyen fiyakalı bir araç belirdi, önünde Türk bayrağı vardı. Askerler giriş barikatının önünde beklemeye koyuldular. Araba barikatın önünde durdu. Ön sağ koltuktan biri inerek nöbetçi onbaşının yanına doğru yollandı. Adam kırklarının ortasındaydı. Üstünde bir beyaz çizgili gömlek, altında ise siyah kumaş pantolon vardı. Nöbetçiye baş selamı verdi, onbaşı gözleriyle arabayı işaret ederek, "Ne için buradasınız?" dedi, "Devlet kademelerinden birilerinin geleceği söylenmedi." Adam hafif gülümsedi, "Biz kaymakamlıktan geliyoruz, alay komutanına bir şey vermemiz gerekiyor." Elini gömleğinin yaka kısmındaki cebine götürdü, pullu, beyaz bir zarf çıkarak nöbetçiye gösterdi.

    Nöbetçi zarfı almak için hareketlenirken, adam zarfı geri çekti. "Üzerinde 'gizli' yazdığını fark ettiğini sanmıştım." diye çıkıştı. Onbaşı mahcup oldu, adamı bir yandan tehtidkar, diğer yandan güvenilirliğini tartarcasına süzdü. Yanındaki askere dönerek, "Barikatı kaldırın" dedi. Yeniden adama baktı, "Size ben eşlik edeceğim, fakat arabayı içeri alamazsınız." Sıcaktan bunalmış bir ifadeyle derince nefes aldı, "Yol kenarına çekin," eliyle işaret ediyordu. Kaymakamlık görevlisi gülümsedi, arabanın içindeki şoföre bir şeyler söyleyerek, tekrar onbaşının yanına döndü. Birlikte, '23. Jandarma Komando Alayı' yazılı tabelanın altından geçtiler.

    Askeriyenin içindeki açıklık alanda askerler talim yapıyordu. Başlarındaki komutan, -omuzlarında ki iki yıldızdan anlaşıldığı üzere üsteğmen- bazen cesaretlendirici şeyler söylerken, bazen de kalp kırıcı sözler sarf ederek komandoları eğitmekle meşguldü.

    Avluyu da geçtikten sonra üstü tunç rengi kiremitlerle örülmüş binaya girdiler. Yerlere mermer döşenmişti, beyaz renkli duvarlara asılı olan tablolarda Türk Bayrakları ve askerleriyle ilgili eserler sergileniyordu.

    Uzun holün neredeyse her kısmında bir kapı vardı. Kaymakam görevlisi gülümsedi, gözleri ışıldamıştı. Onbaşı bunu fark etmesine karşın ses etmedi. "Ben askerliğimi Malatya'da yaptım," dedi. Genç asker gözlerini adama çevirdi. "Bir gün tümen komutanı binbaşıya bir kutu kayısı geldi, köyden göndermişler," köşeyi dönerken biraz nefeslendi. Koridor dışarıya göre daha serindi. "Binbaşı karakolda yoktu. Kayısı geldiğini birkaç kişi biliyorduk sadece. Kimsenin haberi olmaz diye oturup köşede yedik. Amaç o ya, güya Binbaşının haberi olmayacaktı. Komutan karakola döndüğünde kayısıları sorunca, donup kaldık," Onbaşı derin bir kahkaha attı, "Nasıl öğrenmiş?" dedi. "Köylüler kayısıyı binbaşıya vermişler, o da 'yanımda taşıyamam, karakola gönderin ben oradan alırım' demiş." Boş koridorda iki adamın gülüşleri yankılanıyordu. Onbaşının sorusunu, "İki hafta boyunca güneş doğmadan kalkıp mıntıka temizliği yapmıştık." diye yanıtladı görevli.

    Odalardan birinin önünde durmalarıyla birlikte sohbet sona erdi. Onbaşı, "Burada biraz bekle, albayla konuştuktan sonra seni içeri alacağım." dedi, nöbetçiye baş selamı verdikten sonra içeri girdi. Kaymakamlık görevlisi dışarıda beklerken etrafı süzüyordu. Kapı önündeki nöbetçi, tüfeğinin kabza kısmını yere dayamış, tek eliyle silahın namlusunu tutarken diğer eli arkasındaydı. Sanki hareket etmemesi için iğne vurulmuş gibiydi, fakat elbette öyle değildi.

    Pek zaman geçmeden onbaşı dışarı çıktı, "Buyrun," diyerek eliyle kapısı açık odayı işaret etti. Yetkili teşekkür tebessümü attıktan sonra içeri girerek kapıyı kapattı. Alay komutanı bir şeyler yazmakla meşguldü. Önünde kahverengi büyük bir masa, masanın arkasında Türk Bayrağı vardı. Duvarda ise orta büyüklükte Türkiye haritası asılıydı. Masanın ön kısmındaki plakette, altın rengi zeminin üstünde siyah bir renkle, Albay Metin Özçelik yazılıydı.

    Komutan başını kaldırdı. Güleç bir yüzü vardı. Sandalyesinde doğrularak "Lütfen oturun," dedi. Görevli, klasik kahverengi deri koltuklara baktı, "Teşekkür ederim komutanım, fakat fazla zamanınızı almayacağım." Girişte yaptığı gibi elini gömleğinin yaka kısmındaki cebinden zarfı çıkararak doğruca Albaya verdi. "Alayın iletişim sisteminde geçici bir sorun varmış sanırım. O yüzden bunu bize telgraf çektiler." Başını aşağı yukarı salladı, "Bunu sadece telgraf sorumlusu ve kaymakamımız okudu. Daha sonra gizli olduğunu anlayınca zarfa koyup bana verdiler, size getirmem için." Albay gülümsedi,

    "Teşekkür ederim... şey..."

    "Mustafa, komutanım."

    "Teşekkür ederim Mustafa bey."

    "Eğer yapabileceğim bir şey yoksa izninizi istiyorum."

    "Tabii ki." dedi Albay. Mustafa usulca dışarı çıktıktan sonra zarfı açtı. Mektup Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelmişti. Albayın içinde tiz bir ürperti koptu, yutkundu. "Hayrolsun İnşallah" diyip satırları okumaya başladı. Gözü aşağılara doğru indikçe yüzünde oluşan rahatlamayla birlikte, şüphe ve korku, yerini meraka bırakıyordu. Sonunda okumayı bitirdiğinde boğazını temizledi, "Asker!" diye bağırdı. Kapıda duran er, yıldırım gibi içeri daldı. Esas duruşa geçti, "Emredin komutanım."

    "Bana, komando birliğinden Çavuş Sinan Aykal'ı çağır, derhal." Nöbetçi er başıyla selam verdikten sonra topuklarının üstünde döndü, dışarı doğru koşar adım çıktı.

####

    "Siz komandosunuz! Dağda, çölde, susuz çorak topraklarda ve daha nice yerlerde görev yapacaksınız." Askerler parmak ucunda şınav çekerken, Üsteğmen onlara bağırmakla meşguldü. "Ve dahası, siz Türk Komandosusunuz! Ulusun yaşadığı her yerde, al bayrağın dalgalandığı her mezrada görev yapmak sizin boyun borcunuz." Komutan sözlerine devam ederken askerler onun söylediklerini duymuyor gibiydi. Sadece sesti hissedilen, bir adamın bağırması. Kimi dişini sıkıyor, kimi dudaklarını ısırıyor, hiddetli bir sabırla üsteğmenin söyleyeceklerinin bitmesini bekliyordu. Çünkü biliyorlardı ki, ancak konuşması bittiğinde 'rahat' emri gelebilirdi.

    Kan ter içinde sırılsıklam olmuş askerlerin parmakları, betonu oyarcasına yere bastırırken alışılmamış bir şekilde üsteğmen bağırdı, "Rahat!" askerler şaşkınlıkla kendilerini yere bıraktılar. Çünkü diğer konuşmalardan çok daha kısa sürmüştü bu, ayrıca konuşmasının sonuna 'Vatan yegane namusumuzdur!' sözünü eklememişti. Başlarını kaldırdıklarında bir erin, üsteğmene bir şeyler fısıldadığını gördüler. Komutan başıyla onayladı, yerde harap olmuş biçimde uzanan askerlere baktı, "Çavuş Sinan Aykal, öne çıksın." Bütün askerlerin gözleri erbaşların sıralandığı yere döndü. Talim yapılırken birlik rütbelere göre ayrılırdı, en başa er, ortaya erbaş, sol kısma ise astsubaylar dizilirdi.

    Sayıları ancak bir elin parmağı kadar olan erbaşların arasından bir kişi ayağa kalktı. Yirmilerinin ortasında, buğday tenli, geniş omuzlu, orta boylu delikanlı komutanın yanına doğru ilerledi. Ayakta duracak dermanı yok gibiydi. Kaç saattir çalıştıklarını saymaktan her zamanki gibi vazgeçmişti. Üstü başı ter içindeydi. Üsteğmenin önünde durdu, esas duruşa geçerek, "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, Emret Komutanım!" diye tekmil verdi. Yorgunluğu sesinin kesik çıkmasından anlaşılabilirdi. "Rahat," dedi Üsteğmen, "Albay seni görmek istiyor, yanına gitsen iyi olur." Çavuş bir Üsteğmene, bir de nöbetçi ere baktı, soru sormanın manasız kalacağını biliyordu. "Emredersiniz," diye tıslayarak, alay binasına yollandı. Komutanına askeri selam vermeden ayrıldığını fark etmemişti, Üsteğmende bunu yorgunluğa vererek göz ardı etmişe benziyordu.

    Güneş bulutların arasında kızıl bir görüntü oluştururken Sinan binaya girdi. Nöbetçi er arkasından geliyordu. Aklında bir düzine soru vardı çavuşun. Neden alay komutanı onu çağırıyordu mesela, en önemlisi buydu. Mermer koridorda yalpalayarak yürürken albayın odasına geldiğini fark etti, aklındaki çetrefilli sorularla çekişirken hızlı gelmiş olmalıydı. Pantolonunu ve asker yeşili tişörtünü düzelttikten sonra kapıyı çaldı. İçerden tok bir ses duyuldu, "Gir." Sinan kapıyı açıp içeri girdi, masanın yakınlarında durdu. "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, emret komutanım!" bu kez tekmili öncekine göre sağlam çıkmıştı. Albay elini pervasızca sallayarak, "Rahat, çavuş." dedi. "Yorgun olmalısın, otur lütfen." Sinan bu istek karşısında oturup oturmamak konusunda tereddüt etti, albayın ısrarlı bakışı sonucu kendini oturmuş halde buldu.

    "Daha önceki başarılarından ötürü, seni buraya vermişlerdi değil mi? Lütuf olarak." dedi gülümseyerek, "Hani şu ASALA örgütündeki suikastçıyı öldürdüğün için. Kimi şehit edecekti o, valiyi mi?" Çavuş oturuşunu düzeltti, böbürlenmeyi sevmezdi, "Öyle, komutanım."

    "Canın pahasına korumuştun, ciğerinden çıkardıkları iki kurşun sonucu herkes öleceğini sanmıştı. Genç yaşında zorunlu emekliye bile ayrılabilirdin," çavuşun yüz ifadesinden rahatsız olduğunu anlayan albay geçiştirdi, "Şimdi... asıl meseleye gelelim." masanın üstünde açık halde duran kağıdı parmak ucuyla Sinan Çavuş'a uzattı. Genç asker kağıdı almak için acele etmedi, gözleri faltaşı gibi açılmıştı, kendini zorlayarak elini uzattı. Zarfı albayın elinden alarak üst kısmını okudu. Genelkurmay Başkanlığından geldiğini görünce yutkundu, şaşkın gözlerle komutanına baktı. Albay ifadesizce kendisine bakıyordu. Tekrar zarfa döndü, bu bir tayin bildirisiydi. Mersin/Silifke/Taşucu'na atanmıştı. En geç 13 Temmuz'a kadar -2 gün içinde- Taşucu 5. Komando Hava İndirme Taburu'na gelmesi yazıyordu.

    Şaşırmış bir ifadeyle yeniden Albaya baktı, "Bu... bu da başka bir lütuf mu komutanım?" tek kaşını kaldırdı, "Mersinli olduğum için mi?" Komutan dudaklarını ısırdı, "Anlaşılan devamını okumaya niyetin yok." Dirseklerini masanın üstüne koyarak yumruk yaptığı ellerini çenesinde birleştirdi. Çavuşun hala kendisine baktığını görünce dayanamadı, "Yeni bir birlik kuruluyormuş, '5. Komando Hava İndirme Taburu', seni de Astubay Kıdemli Çavuş olarak birliği almışlar. Terfi aldın yani, hem de memleketinde görev yapacaksın." Sinan Çavuş'un yüz ifadesi farklı bir hal aldı, bu terfinin nereden çıktığını merak ediyordu. Soracak soruları vardı, bu kadar basit olmamalıydı.

    "Sana itiraf etmeliyim," dedi Albay, "Yeni birliğin kurulması pek hayra alamet olmaz." fısıldar gibi konuşuyordu, "Hele ki bu tür bir tabur kurulması... Genelde önemli olaylar da olur böyle şeyler. Son zamanlarda gözüme çarpan herhangi mesele de olmad... bir dakika." Gözleri açıldı, çavuş merakla onu dinliyordu. Elini sandalyesine atarak arkasına döndü, Türkiye haritasına bakıyordu, fakat onun gözü güneydeydi, epey güneyde. Ağır hareketlerle yeniden çavuşa döndü. "Mersin... ve... Kıbrıs..." dedi, kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Ne Kıbrıs'ı komutanım?" diye sordu çavuş aklı iyice karışmıştı. Albay gözlerini devirerek ona baktı, "Bu sabah... radyoda duymuştum. Kıbrıs... Kıbrıs'ta askeri darbe olmuş. Rumlar yönetimi zorbalıkla ele geçirmiş." kısa süreli sessizlik oldu, "Kalk, derhal toparlan ve yola koyul. İskenderun'dan Mersin limanına giden bir gemi bulabilirsin, otobüsten daha yüksek olur şansın." Çavuş ayağa kalktı, "Emredersiniz," diyip odadan çıktı.

    Şimdi yine yalnız kalmıştı, silkinerek soyunma odasına doğru koşar adım yürüdü. "Allah'ım sen büyüksün," diye mırıldandı.​

 
Eline sağlık, çok iyi bir başlangıç. Buralarda görmeye pek alışkın olmadığımız bir konusu ve anlatımı var. Okurken çok keyif aldım, devamını merakla bekliyorum.
 
Afrandez said:
Güzel bir konusu var, ilgimi çekti. Bunun kesin devamı gelecek, en iyisi rez alalım

Konusundan ötürü yardım edebilirim
Teşekkürler, devam ettirmek istiyorum, tabii sizin desteklerinizle.

Homerøs.Jr said:
Eline sağlık, çok iyi bir başlangıç. Buralarda görmeye pek alışkın olmadığımız bir konusu ve anlatımı var. Okurken çok keyif aldım, devamını merakla bekliyorum.

Çok teşekkür ederim, farklı bir konsept amacıyla uzun zamandır düşündüğüm bi' hikayeydi. Önce Wattpad üzerinden yayınlayıp daha büyük kitlelere ulaşmak istiyordum, sonra vazgeçip burayı mesken tuttum. :smile:
 
Patlıcanlı Courage said:
Sevdindim böyle farklı hikaylerin artmasına. Dörtyol hanı o eski nazik ortamına kavuşacak gibi.
Ay hadi inşallah :grin:

Ve bu arada ellerine sağlık dostum, takipte kalacağım. Kelime seçimin, onları işleyişin çok güzel ve anlatımın da akıcı. Başarılar dilerim :smile:
 
Konu seçimin farklı ve ilgi çekici olmuş... Bir hikaye daha hatırlıyorum burada Barış Harekatı ile ilgili, onun dışında başka konu yoktu. Yazımın da gayet kaliteli olduğundan diyebilecek bir şey bulamadım.

Umarım devamı gelir, başarılar şimdiden.

Bu arada söylemeden olmaz; Ellerine ve zihnine sağlık.  :smile:
 
Bu hikayeyi uzun zamandır ihmal ediyordum. Sonunda yeni bir bölümle tekrar canlandırmanın vakti geldi bence. Öncelikle şunları söylemek isterim ki, Kıbrıs Barış Harekatı ve askeriyenin kuralları ile alakalı temel bilgilere sahibim. Ancak derinlemesine bir bilgim yok. Hikayede göreceğiniz her tür yanlışı lütfen bana iletin ki düzeltebileyim.

Diğer bir konu ise bu bölümde göreceğiniz konu. Kıbrıs Barış Harekatı'na katılan bir Türk Birliğinin içindeki askerin gözünden göreceğimiz kurguda, askerin kişisel hayatına dair bir bölüm paylaşmak da istedim. Aslında ilk başta kafamda böylesine ayrıntılı bir kişisel hayat paylaşma fikri yoktu, lakin daha sonra bu hale getirdim. Zira askerimizin, mermi ve bombanın yanında psikolojik bir savaşa da girmesi, onun hayatında önemli değişikliklere imza atacak olmasından dolayı, aile hayatı ve kişisel yaşamına bu denli bir giriş ve son yaptım.

Umarım beğenirsiniz, iyi okumalar. :smile:

    Limana vuran hırçın dalgalar betonun alt kısmındaki toprağı dövüyor, gücü yeterse söküp atıyordu. Sonsuz maviliklerin üzerinde ağır ağır dans eden, küçük bir futbol topu boyutunda gibi görünen yolcu gemisi karaya doğru yaklaştıkça heyecan artıyordu. Seyyar satıcılar tezgahlarını kurmaya başlamış, satış yapabilmek için müşteri çağırıyordu. Geminin boyutları iyice görünebilir hale geldiğinde limandaki koşuşturma arttı. Yolcuları bekleyenler arasındaki fısıldaşmalar çoğaldı.

    Gemi limanın kıyılarına yaklaşırken manevra yaparak sağa doğru yol aldı. Kıç tarafı ve burnu yatay şekilde limana doğru yanaştı. Görkemini belli edercesine borozana benzeyen düdüğünü çaldı, "Dooooo, doooooo, doooo!"

    Gemiden limana doğru merdiven indirildi. Liman görevlileri merdivenin sağlamlığını kontrol ettikten sonra güvenli işareti verdi. Bu sırada merdivenden inmeye başlamış olan yolcuların yanına koşan hammallar insanlara yardıma ihtiyacı olup olmadığını soruyordu. Birkaç kuruş karşılığında bu sıcakta çekilecek çile değildi doğrusu, geçim sıkıntısı yaşayan insanların hali üzücü bir durumdu.

    Buğday tenli bir delikanlı, elinde tuttuğu bavuluyla merdivene adım attı. Üstü başı berbat bir halde duran adamın sorusunu nazik bir şekilde reddetti. Aşağıya doğru yavaşça inerken, nemli rüzgarın deniz kokusuyla bütünleşmiş havası ciğerlerini dolduruyor, kahverengi kısa saçlarını savuruyordu. Gözleriyle limanı taradı. Tabeladaki "Mersin Limanı" yazısı onda anımsayamadığı bazı şeyleri hissettirip tebessüm ettirdi. Bir anda huzur bulmuştu sanki. Tekrar memleketindeydi. Doğduğu yerde. İzinlerini pek az kullanan birisi olarak garip bir duyguydu bu. İstese de istemese de buradaydı işte.

    Ona doğru gülümseyerek bakan birini görünce rahatladı. Adımlarını hızlandırarak o yöne doğru ilerledi. Otuzlu yaşlarının başında gibi duruyordu adam, kahverengi bir gözlük takmıştı, çok şık bir takım elbisesi vardı, dirseğini kırmızı renk arabasına dayamıştı. Satellite model çok lüks araba en fazla birkaç yıllık olabilirdi.

    Sinan, aralarında birkaç metre kala elindeki bavulu yere bıraktı. "Hoşgeldin, kardeşim," deyip O'na sarıldı adam. "Hoşbulduk abi" diye karşılık verdi O da. İbrahim, fiziği yerinde güçlü kuvvetli bir adamdı. Kıvırcık saçları, hafif sakalı vardı. Ellerini karşısında duran kardeşinin iki omzuna attı, "Görmeyeli büyümüşsün kerata," diye alay etti. Sinan istemsizce güldü, "Her gelmeme bunu söylemekten vazgeçmeyeceksin, değil mi abi," dedi. Sırıtarak başını iki yana sallayan abisi bavulu eline alıp arabanın arkasına koydu. "Haydi," dedi, "annem bekliyor."

    Biraz duraksamasına neden olsa da pek düşünmeden arabaya bindi Sinan. Annesi hiçbir zaman onun bir asker olmasını istememişti. Kendisini sevdiği için böyle istediğine şüphe yoktu, o da annesine seviyordu ama hayatını böyle çizmişti Çavuş. Asker olarak devam edecekti.

    "Telefondaki mevzuyu pek anlayamadım," diye söze girdi abisi. Liman kapısından dışarı çıkarken herkes arabaya bakıp iç çekiyordu. "Tekrar anlatır mısın?" dedi.

    "Açıkçası ben de olayı pek anlamadım. Alay Komutanı beni çağırdı, tayin bildirimi gelmiş. Mersin/Taşucu'nda yeni kurulan 5. Hava İndirme Taburu'na Astsubay olarak atanmışım. Kara komandosu olmama rağmen neden böyle bir şey oldu anlamış değilim. Gidince öğreneceğim."

    "Hayırlısı olsun kardeşim," dedi İbrahim. Benzin göstergesini kontrol ederken, "Nasıl, beğendin mi?" diye sordu. Arabanın şoför koltuğuna yayıldı. "1972 model, batmakta olan bir şirketin sahibinden değerinin çok altında bir fiyata aldım." Bu sözleri söylerken göğsünü kabartmıştı, bunu bir başarı olarak gördüğü kesindi.

      Tartışmaya gerek duymadı, arabanın güzelliği açıktı çünkü, "Çok güzelmiş," dedi, "Güle güle kullan." Arabanın içini inceledi biraz. Tek gram toz yoktu. Arabaya özenle bakıldığı gözler önündeydi, abisi arabayı dikkatle sürüp bozuk yoldan kaçıyor, direksiyonu zerafetle tutuyordu. Bu duruma gülümsemeden edemedi. "İnşaat işi nasıl gidiyor?" diye sordu. Babasından miras kalan inşaat şirketini kat kat büyütüp başarılı bir iş adamı olduğunu kanıtlamıştı İbrahim. Aynı zamanda mimardı.

    "Gayet iyi, daha geçen gün bir düzine apartmandan milyonluk kar ettik," deyip sağa döndü, eve çok yaklaşmışlardı şimdi, "Apartman işi çok karlı. Az yer kaplıyor, ev başı masrafı az. Fiyat aynı. Şimdiki moda apartman. Herkes ondan alıyor. Biz de boyuna apartman dikmeye başladık."

    "Güzel, güzel" dedi Sinan. Lafı uzatmak istemedi. Zira bu konular ne zaman açılırsa açılsın abisi ona baskı yapıyor, askerlikten istifa edip şirkete gelmesini istiyordu. Kimsenin kalbinin kırılmaması için konuyu kapatmak en iyisiydi.

    Sarı, üç katlı bir villanın önünde durdular. Siyah büyük kapı açıldı ve arabayla içeri girdiler. Koşar adım yanlarına gelen kahya, "Hoşgeldiniz efendim, anneniz sizleri bekliyor," dedi. Arka koltuktaki bavulu görünce, "Nereye götürmemi istersiniz?" diye sordu. "Kalsın," dedi Sinan. "Fazla kalamayacağım." Kahya başıyla onaylayıp geri çekildi. Sinan, abisinin peşinden eve doğru yürüdü. Yemyeşil çimler, mor zambaklar ve lavantalar... Annesinin zevkine göre dizayn edilen bahçe hala aynıydı.

    Yengesini ve yeğenini gördü ilk önce. Çocuk, küçük bloklarla bir ev yapıyor, annesi de ona yardım ediyordu. Tam babasının oğlu diye iç geçirdi Sinan. Onlarla selamlaştıktan sonra mutfağa geçtiler. Bir hizmetçi dikdörtgen masaya bardakları yerleştirirken, annesi sandalyede dergi okuyordu. Kadın, oğlunu görünce sevinçle ayağa fırladı. Annesi sıkı sıkı sarıldı Sinan'a. "Nerede kaldınız, daha erken saatlerde bekliyorduk." dedi. "O kadar da dert etme be anne," diye cevapladı İbrahim, "kahvaltı yaparken anlatırız."
   
    Siyah önlüklü genç hizmetçi masaya son dokunuşları yaptıktan sonra başıyla selam vererek çekildi. Ailesi masaya oturduğu sırada lavaboya gideceğini duyurdu Sinan. Yavaş adımlarla ahşap merdiveni tırmanırken, aklı hala yanından geçtiği yepyeni görünen televizyondaydı. Musluğu açıp elini yıkadı, dışarıdaki sıcağa rağmen buz gibi olan suyu eliyle yüzüne vurdu. Asker tıraşı uzunluğunu geçmiş olan kahverengi saçlarını sola yatırdı. Askerliği dolayısıyla yıllardır kısa saçlı olsa da, birazcık uzun saçlı olmanın onu rahatsız ettiği söylenemezdi. Elini yüzünü havluya sildikten sonra lavabodan çıktı.

    İkinci katın geniş koridorunda, merdivenin yanındaki tarihi siyah vazoyu silen hizmetçiyi gördü. Sarışın, örgülü saçları, yeşil renk gözleriyle güzel sayılırdı. Sinan'ın yılda kaç kadın görebildiği düşünülürse, gerçekten güzeldi. Yavaşça koridorun başına doğru yürüyüp merdivenin yan tarafındaki pencerenin önünde durdu. Camı açarak ellerini pencere pervazına dayadı. Bir metre arkasındaki hizmetçi sessizce vazoyu silmeye devam ediyordu. Arkasına hiç dönmeden, "Şimdiye kadar buradan ayrılmışsındır diye düşünmüştüm," dedi Sinan. Buraya son geldiğinde genç kız henüz birkaç aydır burada çalışıyordu. "En kötü evlenmişsindir falan demiştim yani," diye sözlerini sürdürdü.

    Hizmetçi kız elini ve gözlerini işinden ayırmadan, "Gördüğünüz gibi, hala buradayım efendim," dedi fısıldarcasına. Buraya son geldiğinde
2 hafta kalmıştı. Evde kaldığı en uzun süre buydu. Kendine itiraf edemese de, bu kadar uzun süre kalmasının bir nedeni de yeni hizmetçi olabilir miydi? "Ne kadar süre kalacaksınız?" diye sordu.

    "Yalnızca bir kaç saat," dedi Sinan, kendinden emin olamayarak. Bir önceki ziyaretinde birkaç günlüğüne gelip on beş gün kalmıştı çünkü. Fakat daha sonra kendisi için gelen yazılı emri hatırladı. Bugün en geç saat akşam beşte askeriyede olmalıydı. "Buraya atandığınızı duydum," dedi hizmetçi. Hala siyah vazoyu siliyordu. Oysa şimdiye kadar yaptığı temizlikle evdeki bütün vazoları silmiş olmalıydı.

    "Sen daha neler duyuyorsun bakalım," diye sordu Sinan. Arkasına dönüp bakmasa da genç kızın beyaz teninin kızardığını hissedebiliyordu. Ayrıca bezin vazoyu silme hışırtısı da kesilmişti. Haince gülümsedi Çavuş. Neden bilmiyordu ama içinden yüksek sesle gülme hissi geliyordu. Genç kıza daha fazla ıstırap çektirmemek için arkasını dönüp kızın yüzüne baktı, "Doğru duymuşsun İrem," dedi, "Buraya atandım. Ama bu neyi değiştirir bilmiyorum."

    Hizmetçi kız doğrulup genç adamın gözlerine baktı. Kızın zekası ve masumiyeti, göz kapaklarının içindeki iki yeşil meşinden okunuyordu. Gerçekten güzel diye iç geçirdi Sinan. İlk zamanlar böyle bir kızın neden hizmetçilik yaptığını anlayamamıştı. Dayanamayıp annesinin ağzını aramaya karar vermişti. Öğrendiğinde ise hizmetçi kıza karşı olan saygısı ciddi derecede artmıştı. Babası daha o doğmadan önce iş kazasından ötürü ölmüştü. Hatta annesinden duyduğu kadarıyla, kızın babası Sinan'ın ailesinin inşaat şirketinde çalışıyordu. Genç kızın Annesi ise hastanede yatıyordu. O'nun sağlık masrafları için kazanmasına rağmen üniversiteye gidememiş, iş aramak için yola koyulmuştu. Sinan'ın annesi, iş aradığını duyduğu vakit onu hizmetçi olarak işe almıştı. Felek bu kızın güzelliğinde merhametli davransa da, kara talih onu rahat bırakmamıştı.

    "Buraya daha sık gelirsiniz diye düşünmüştüm," dedi İrem bir süre sonra. Gerçekten iyimser bir düşünceydi. Hatta Sinan bile bunu aklında birçok kez tartmıştı. "Bilemiyorum," diye cevapadı Sinan, "Henüz bir şey söylemek için çok erken, beni kısa süre sonra başka bir bölgeye aktarabilirler." Bu aslında bir nevi yalan sayılabilirdi. Kimse O'na böyle bir şey söylememişti. Ama yine de, memuriyette bu ihtimal her daim vardı. "Ama, neyi değiştirdiğini halen bilmiyorum."

    "Aileme daha yakın olmak benim için bir çok şeyi değiştirirdi," dedi İrem. Bir süre duraksadıktan sonra, "Sizin hiç... hiç hayaliniz yok mu?" diye sordu. Sesindeki zafiyet, haddini aşıp aşmadığını sorgularcasına bir tondaydı. Gelgelelim Sinan bunu fark etmemişti, soru öyle ani ve nedensiz yere gelmişti ki çakılıp kaldı. Gerçekten... Genç askerin hayali neydi? Var mıydı? Bir tanecik bile? Hayretle nefes verdi. Kendisine şaşıyordu. Daha önce bu soruyu hiç sormamıştı kendisine. Sorulacak bir şey de değildi doğrusu. İnsanın bir hayali olurdu ve onun peşinden giderdi.

    Kendini toparlayan Sinan tekrar kızın gözlerinin içine baktı, "Merak ettim şimdi," dedi, "Senin hayalin nedir? - sakıncası yoksa tabii," diye ekledi sonradan.

    "Benim hayalim," dedi kız sözcükleri uzatarak, "Üniversite okuyup, kendi ayaklarım üzerinde durmak olabilir. Ailemin bir arada olmasını isteyebilirim. Sonra..." kız gözlerini kaçırarak pencereden dışarı baktı, "Mutluluğu bulmayı dileyebilirim."

    "Mutluluğu bulmak," diye tekrarladı Sinan. "Mutluluğu bulamazsın," dedi, "Mutluluğu yaratırsın." Üniversitedeki felsefe hocasının sınavından da bu konuyu kullanarak geçmişti. "Sen neredeysen, mutluluk oradadır," diye devam etti, "Eğer mutsuzsan, mutluluğu bulmak imkansızdır. Çünkü ruhsal bir çöküntü içindesindir."

    Genç kız kırgın bir gülümsemeyle tekrar Sinan'ın gözlerine baktı, "Elbette mutluluğu bulabilirsin," dedi. "Mutluluğu bulmak için koşman gerekir. Mutluluğu yaratmak... Eğer sen değil de, aklın yerine başka bir ruhani varlık yönlendirirse seni, elbette bulabilir, veya mutluluğu tepebilirsin."

    Genç kız o hüzünlü gülümsemesiyle hala gözlerinin içine bakıyordu. Sinan tüylerinin ürperdiğini hissetti. Hizmetçiyi hafife aldığını düşündü bir an için. Böyle sözler sarfedeceğini, hatta belki de haklı olacağını hiç düşünmemişti. İçinden muhabbete devam etme isteği gelse de bir anda kahvaltıyı hatırladı. Ailesi onu bekliyordu. "Sana kolay gelsin," deyip merdivene doğru yöneldi, "Teşekkürler, efendim," diye bir mırıldanma duydu arkasından. Aslında bir cevap beklemiyordu, kızın kalbini kırıp kırmadığını merak etti. Belki de kaçar gibi uzaklaşmıştı onun yanından.

    Ahşap merdivenlerden inip mutfağa girdiğinde radyoda Cem Karaca'dan "Namus Belası" çalıyordu. Gülümseyip masaya oturdu. Mersin'e atanma hikayesini ailesine bütün yönleriyle anlattı. Annesinin yüzünde bir kırgınlık vardı, "Keşke hep burada olsan," dedi çekinerek, "Rahmetli baban sizlere çok daha güzel bir gelecek su-"

    "Rahmetli babamın bana daha iyi bir gelecek sunabileceğini biliyordum anneceğim," diyerek annesinin sözünü kesti Sinan. Dört yıldır askerlik yapıyordu. Üniversiteden mezun olur olmaz askere gidip orada göreve devam etmişti. Ailesi onun neden böyle bir tercih yaptığını asla anlayamamıştı, anlamalarını da istemiyordu zaten. İki yıl önce babası kalp krizi geçirerek vefat ettiğinde bütün şirket ağabeyine kalmıştı. Annesi de abisi de çok ısrar etse de askerliği bırakmamıştı. Babasının cenazesinden çıkıp göreve döndükten iki hafta sonra vurulmuştu. Yaralı olarak hastaneye kaldırılsa da bir ay rapordan sonra tekrar devam etmişti. Kim bilir, belki de o gün buraya Türk Bayrağı'na sarılı bir tabutla da gelebilirdi.

    "Eee, bana kız bulabildin mi bari," diye sordu alaya alarak. En nefret ettiği konu bu olsa da annesinin dikkatini dağıtacak teshire sahip az meseleden biriydi bu. Bu konuyu değiştirmek için canını bile verirdi.

    Annesi heyecanla gözlerini belertti, "Yoksa... yoksa fikrini mi değiştirdin," dedi, "Evlenmek mi istiyorsun?" Tüm masa kahkahaya boğulurken, Sinan sırıtırak çayından bir yudum aldı, "Yok be anne," dedi. Bu sırada yengesi tuhaf bir ifadeyle yan tarafa baktı. Sinan göz ucuyla orayı süzdüğünde, elinde bir tepsiyle emirlere hazır bir şekilde bekleyen İrem'i gördü. Kızın aşağı indiğini görmemişti. Annesinin babasına dair konu açması dikkatini epey dağıtmış olmalıydı. Masadaki hava dağılıp konular yerini havadan sudan konuşmalara bırakırken radyodan kopup gelen birkaç ses genç askerin kulağına çalındı. Biraz dengesizce ayağı kalkıp hızla radyoya doğru yöneldi, üst panelden ses kısmını sonuna kadar açarken şaşkın bakışları sırtında hissediyordu. İnce bir kadın sesi duyuldu:

    "... ve bu ihtilalin içinde Yunan ****a İdaresi'nin de parmağı olduğuna dair kesin bulgular var. Yaverleriyle birlikte ülkeyi terk edip Londra'ya kaçan devrik lider III. Makarios, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde yaptığı açıklamada, 'Kıbrıs'ın bağımsızlığının ortadan kalktığını ve bölge halklarının tümünün tehlikede olduğunu' söyledi.

    Hükümetimiz yapılan darbenin, Zürih ve Londra Antlaşmasının dördüncü maddesini ihlal ettiğini savundu. Başbakan Bülent Ecevit, 'Adada yaşayan Türklerin hakkının sonuna kadar savunulacağını' açıkladı."

    Radyo sıradan gündem haberlerine dönünce Sinan radyonun sesini tekrar kıstı. Yavaşça doğrulurken aklındaki düşüncelere hakim olamıyordu. Bunun üzerine enine boyuna düşünmeye karar verdi. Elbette ailesinin bunu bilmesine gerek yoktu.
 
Wuuthrad said:
Bu hikayeyi uzun zamandır ihmal ediyordum. Sonunda yeni bir bölümle tekrar canlandırmanın vakti geldi bence. Öncelikle şunları söylemek isterim ki, Kıbrıs Barış Harekatı ve askeriyenin kuralları ile alakalı temel bilgilere sahibim. Ancak derinlemesine bir bilgim yok. Hikayede göreceğiniz her tür yanlışı lütfen bana iletin ki düzeltebileyim.

Diğer bir konu ise bu bölümde göreceğiniz konu. Kıbrıs Barış Harekatı'na katılan bir Türk Birliğinin içindeki askerin gözünden göreceğimiz kurguda, askerin kişisel hayatına dair bir bölüm paylaşmak da istedim. Aslında ilk başta kafamda böylesine ayrıntılı bir kişisel hayat paylaşma fikri yoktu, lakin daha sonra bu hale getirdim. Zira askerimizin, mermi ve bombanın yanında psikolojik bir savaşa da girmesi, onun hayatında önemli değişikliklere imza atacak olmasından dolayı, aile hayatı ve kişisel yaşamına bu denli bir giriş ve son yaptım.

Umarım beğenirsiniz, iyi okumalar. :smile:

    Limana vuran hırçın dalgalar betonun alt kısmındaki toprağı dövüyor, gücü yeterse söküp atıyordu. Sonsuz maviliklerin üzerinde ağır ağır dans eden, küçük bir futbol topu boyutunda gibi görünen yolcu gemisi karaya doğru yaklaştıkça heyecan artıyordu. Seyyar satıcılar tezgahlarını kurmaya başlamış, satış yapabilmek için müşteri çağırıyordu. Geminin boyutları iyice görünebilir hale geldiğinde limandaki koşuşturma arttı. Yolcuları bekleyenler arasındaki fısıldaşmalar çoğaldı.

    Gemi limanın kıyılarına yaklaşırken manevra yaparak sağa doğru yol aldı. Kıç tarafı ve burnu yatay şekilde limana doğru yanaştı. Görkemini belli edercesine borozana benzeyen düdüğünü çaldı, "Dooooo, doooooo, doooo!"

    Gemiden limana doğru merdiven indirildi. Liman görevlileri merdivenin sağlamlığını kontrol ettikten sonra güvenli işareti verdi. Bu sırada merdivenden inmeye başlamış olan yolcuların yanına koşan hammallar insanlara yardıma ihtiyacı olup olmadığını soruyordu. Birkaç kuruş karşılığında bu sıcakta çekilecek çile değildi doğrusu, geçim sıkıntısı yaşayan insanların hali üzücü bir durumdu.

    Buğday tenli bir delikanlı, elinde tuttuğu bavuluyla merdivene adım attı. Üstü başı berbat bir halde duran adamın sorusunu nazik bir şekilde reddetti. Aşağıya doğru yavaşça inerken, nemli rüzgarın deniz kokusuyla bütünleşmiş havası ciğerlerini dolduruyor, kahverengi kısa saçlarını savuruyordu. Gözleriyle limanı taradı. Tabeladaki "Mersin Limanı" yazısı onda anımsayamadığı bazı şeyleri hissettirip tebessüm ettirdi. Bir anda huzur bulmuştu sanki. Tekrar memleketindeydi. Doğduğu yerde. İzinlerini pek az kullanan birisi olarak garip bir duyguydu bu. İstese de istemese de buradaydı işte.

    Ona doğru gülümseyerek bakan birini görünce rahatladı. Adımlarını hızlandırarak o yöne doğru ilerledi. Otuzlu yaşlarının başında gibi duruyordu adam, kahverengi bir gözlük takmıştı, çok şık bir takım elbisesi vardı, dirseğini kırmızı renk arabasına dayamıştı. Satellite model çok lüks araba en fazla birkaç yıllık olabilirdi.

    Sinan, aralarında birkaç metre kala elindeki bavulu yere bıraktı. "Hoşgeldin, kardeşim," deyip O'na sarıldı adam. "Hoşbulduk abi" diye karşılık verdi O da. İbrahim, fiziği yerinde güçlü kuvvetli bir adamdı. Kıvırcık saçları, hafif sakalı vardı. Ellerini karşısında duran kardeşinin iki omzuna attı, "Görmeyeli büyümüşsün kerata," diye alay etti. Sinan istemsizce güldü, "Her gelmeme bunu söylemekten vazgeçmeyeceksin, değil mi abi," dedi. Sırıtarak başını iki yana sallayan abisi bavulu eline alıp arabanın arkasına koydu. "Haydi," dedi, "annem bekliyor."

    Biraz duraksamasına neden olsa da pek düşünmeden arabaya bindi Sinan. Annesi hiçbir zaman onun bir asker olmasını istememişti. Kendisini sevdiği için böyle istediğine şüphe yoktu, o da annesine seviyordu ama hayatını böyle çizmişti Çavuş. Asker olarak devam edecekti.

    "Telefondaki mevzuyu pek anlayamadım," diye söze girdi abisi. Liman kapısından dışarı çıkarken herkes arabaya bakıp iç çekiyordu. "Tekrar anlatır mısın?" dedi.

    "Açıkçası ben de olayı pek anlamadım. Alay Komutanı beni çağırdı, tayin bildirimi gelmiş. Mersin/Taşucu'nda yeni kurulan 5. Hava İndirme Taburu'na Astsubay olarak atanmışım. Kara komandosu olmama rağmen neden böyle bir şey oldu anlamış değilim. Gidince öğreneceğim."

    "Hayırlısı olsun kardeşim," dedi İbrahim. Benzin göstergesini kontrol ederken, "Nasıl, beğendin mi?" diye sordu. Arabanın şoför koltuğuna yayıldı. "1972 model, batmakta olan bir şirketin sahibinden değerinin çok altında bir fiyata aldım." Bu sözleri söylerken göğsünü kabartmıştı, bunu bir başarı olarak gördüğü kesindi.

      Tartışmaya gerek duymadı, arabanın güzelliği açıktı çünkü, "Çok güzelmiş," dedi, "Güle güle kullan." Arabanın içini inceledi biraz. Tek gram toz yoktu. Arabaya özenle bakıldığı gözler önündeydi, abisi arabayı dikkatle sürüp bozuk yoldan kaçıyor, direksiyonu zerafetle tutuyordu. Bu duruma gülümsemeden edemedi. "İnşaat işi nasıl gidiyor?" diye sordu. Babasından miras kalan inşaat şirketini kat kat büyütüp başarılı bir iş adamı olduğunu kanıtlamıştı İbrahim. Aynı zamanda mimardı.

    "Gayet iyi, daha geçen gün bir düzine apartmandan milyonluk kar ettik," deyip sağa döndü, eve çok yaklaşmışlardı şimdi, "Apartman işi çok karlı. Az yer kaplıyor, ev başı masrafı az. Fiyat aynı. Şimdiki moda apartman. Herkes ondan alıyor. Biz de boyuna apartman dikmeye başladık."

    "Güzel, güzel" dedi Sinan. Lafı uzatmak istemedi. Zira bu konular ne zaman açılırsa açılsın abisi ona baskı yapıyor, askerlikten istifa edip şirkete gelmesini istiyordu. Kimsenin kalbinin kırılmaması için konuyu kapatmak en iyisiydi.

    Sarı, üç katlı bir villanın önünde durdular. Siyah büyük kapı açıldı ve arabayla içeri girdiler. Koşar adım yanlarına gelen kahya, "Hoşgeldiniz efendim, anneniz sizleri bekliyor," dedi. Arka koltuktaki bavulu görünce, "Nereye götürmemi istersiniz?" diye sordu. "Kalsın," dedi Sinan. "Fazla kalamayacağım." Kahya başıyla onaylayıp geri çekildi. Sinan, abisinin peşinden eve doğru yürüdü. Yemyeşil çimler, mor zambaklar ve lavantalar... Annesinin zevkine göre dizayn edilen bahçe hala aynıydı.

    Yengesini ve yeğenini gördü ilk önce. Çocuk, küçük bloklarla bir ev yapıyor, annesi de ona yardım ediyordu. Tam babasının oğlu diye iç geçirdi Sinan. Onlarla selamlaştıktan sonra mutfağa geçtiler. Bir hizmetçi dikdörtgen masaya bardakları yerleştirirken, annesi sandalyede dergi okuyordu. Kadın, oğlunu görünce sevinçle ayağa fırladı. Annesi sıkı sıkı sarıldı Sinan'a. "Nerede kaldınız, daha erken saatlerde bekliyorduk." dedi. "O kadar da dert etme be anne," diye cevapladı İbrahim, "kahvaltı yaparken anlatırız."
   
    Siyah önlüklü genç hizmetçi masaya son dokunuşları yaptıktan sonra başıyla selam vererek çekildi. Ailesi masaya oturduğu sırada lavaboya gideceğini duyurdu Sinan. Yavaş adımlarla ahşap merdiveni tırmanırken, aklı hala yanından geçtiği yepyeni görünen televizyondaydı. Musluğu açıp elini yıkadı, dışarıdaki sıcağa rağmen buz gibi olan suyu eliyle yüzüne vurdu. Asker tıraşı uzunluğunu geçmiş olan kahverengi saçlarını sola yatırdı. Askerliği dolayısıyla yıllardır kısa saçlı olsa da, birazcık uzun saçlı olmanın onu rahatsız ettiği söylenemezdi. Elini yüzünü havluya sildikten sonra lavabodan çıktı.

    İkinci katın geniş koridorunda, merdivenin yanındaki tarihi siyah vazoyu silen hizmetçiyi gördü. Sarışın, örgülü saçları, yeşil renk gözleriyle güzel sayılırdı. Sinan'ın yılda kaç kadın görebildiği düşünülürse, gerçekten güzeldi. Yavaşça koridorun başına doğru yürüyüp merdivenin yan tarafındaki pencerenin önünde durdu. Camı açarak ellerini pencere pervazına dayadı. Bir metre arkasındaki hizmetçi sessizce vazoyu silmeye devam ediyordu. Arkasına hiç dönmeden, "Şimdiye kadar buradan ayrılmışsındır diye düşünmüştüm," dedi Sinan. Buraya son geldiğinde genç kız henüz birkaç aydır burada çalışıyordu. "En kötü evlenmişsindir falan demiştim yani," diye sözlerini sürdürdü.

    Hizmetçi kız elini ve gözlerini işinden ayırmadan, "Gördüğünüz gibi, hala buradayım efendim," dedi fısıldarcasına. Buraya son geldiğinde
2 hafta kalmıştı. Evde kaldığı en uzun süre buydu. Kendine itiraf edemese de, bu kadar uzun süre kalmasının bir nedeni de yeni hizmetçi olabilir miydi? "Ne kadar süre kalacaksınız?" diye sordu.

    "Yalnızca bir kaç saat," dedi Sinan, kendinden emin olamayarak. Bir önceki ziyaretinde birkaç günlüğüne gelip on beş gün kalmıştı çünkü. Fakat daha sonra kendisi için gelen yazılı emri hatırladı. Bugün en geç saat akşam beşte askeriyede olmalıydı. "Buraya atandığınızı duydum," dedi hizmetçi. Hala siyah vazoyu siliyordu. Oysa şimdiye kadar yaptığı temizlikle evdeki bütün vazoları silmiş olmalıydı.

    "Sen daha neler duyuyorsun bakalım," diye sordu Sinan. Arkasına dönüp bakmasa da genç kızın beyaz teninin kızardığını hissedebiliyordu. Ayrıca bezin vazoyu silme hışırtısı da kesilmişti. Haince gülümsedi Çavuş. Neden bilmiyordu ama içinden yüksek sesle gülme hissi geliyordu. Genç kıza daha fazla ıstırap çektirmemek için arkasını dönüp kızın yüzüne baktı, "Doğru duymuşsun İrem," dedi, "Buraya atandım. Ama bu neyi değiştirir bilmiyorum."

    Hizmetçi kız doğrulup genç adamın gözlerine baktı. Kızın zekası ve masumiyeti, göz kapaklarının içindeki iki yeşil meşinden okunuyordu. Gerçekten güzel diye iç geçirdi Sinan. İlk zamanlar böyle bir kızın neden hizmetçilik yaptığını anlayamamıştı. Dayanamayıp annesinin ağzını aramaya karar vermişti. Öğrendiğinde ise hizmetçi kıza karşı olan saygısı ciddi derecede artmıştı. Babası daha o doğmadan önce iş kazasından ötürü ölmüştü. Hatta annesinden duyduğu kadarıyla, kızın babası Sinan'ın ailesinin inşaat şirketinde çalışıyordu. Genç kızın Annesi ise hastanede yatıyordu. O'nun sağlık masrafları için kazanmasına rağmen üniversiteye gidememiş, iş aramak için yola koyulmuştu. Sinan'ın annesi, iş aradığını duyduğu vakit onu hizmetçi olarak işe almıştı. Felek bu kızın güzelliğinde merhametli davransa da, kara talih onu rahat bırakmamıştı.

    "Buraya daha sık gelirsiniz diye düşünmüştüm," dedi İrem bir süre sonra. Gerçekten iyimser bir düşünceydi. Hatta Sinan bile bunu aklında birçok kez tartmıştı. "Bilemiyorum," diye cevapadı Sinan, "Henüz bir şey söylemek için çok erken, beni kısa süre sonra başka bir bölgeye aktarabilirler." Bu aslında bir nevi yalan sayılabilirdi. Kimse O'na böyle bir şey söylememişti. Ama yine de, memuriyette bu ihtimal her daim vardı. "Ama, neyi değiştirdiğini halen bilmiyorum."

    "Aileme daha yakın olmak benim için bir çok şeyi değiştirirdi," dedi İrem. Bir süre duraksadıktan sonra, "Sizin hiç... hiç hayaliniz yok mu?" diye sordu. Sesindeki zafiyet, haddini aşıp aşmadığını sorgularcasına bir tondaydı. Gelgelelim Sinan bunu fark etmemişti, soru öyle ani ve nedensiz yere gelmişti ki çakılıp kaldı. Gerçekten... Genç askerin hayali neydi? Var mıydı? Bir tanecik bile? Hayretle nefes verdi. Kendisine şaşıyordu. Daha önce bu soruyu hiç sormamıştı kendisine. Sorulacak bir şey de değildi doğrusu. İnsanın bir hayali olurdu ve onun peşinden giderdi.

    Kendini toparlayan Sinan tekrar kızın gözlerinin içine baktı, "Merak ettim şimdi," dedi, "Senin hayalin nedir? - sakıncası yoksa tabii," diye ekledi sonradan.

    "Benim hayalim," dedi kız sözcükleri uzatarak, "Üniversite okuyup, kendi ayaklarım üzerinde durmak olabilir. Ailemin bir arada olmasını isteyebilirim. Sonra..." kız gözlerini kaçırarak pencereden dışarı baktı, "Mutluluğu bulmayı dileyebilirim."

    "Mutluluğu bulmak," diye tekrarladı Sinan. "Mutluluğu bulamazsın," dedi, "Mutluluğu yaratırsın." Üniversitedeki felsefe hocasının sınavından da bu konuyu kullanarak geçmişti. "Sen neredeysen, mutluluk oradadır," diye devam etti, "Eğer mutsuzsan, mutluluğu bulmak imkansızdır. Çünkü ruhsal bir çöküntü içindesindir."

    Genç kız kırgın bir gülümsemeyle tekrar Sinan'ın gözlerine baktı, "Elbette mutluluğu bulabilirsin," dedi. "Mutluluğu bulmak için koşman gerekir. Mutluluğu yaratmak... Eğer sen değil de, aklın yerine başka bir ruhani varlık yönlendirirse seni, elbette bulabilir, veya mutluluğu tepebilirsin."

    Genç kız o hüzünlü gülümsemesiyle hala gözlerinin içine bakıyordu. Sinan tüylerinin ürperdiğini hissetti. Hizmetçiyi hafife aldığını düşündü bir an için. Böyle sözler sarfedeceğini, hatta belki de haklı olacağını hiç düşünmemişti. İçinden muhabbete devam etme isteği gelse de bir anda kahvaltıyı hatırladı. Ailesi onu bekliyordu. "Sana kolay gelsin," deyip merdivene doğru yöneldi, "Teşekkürler, efendim," diye bir mırıldanma duydu arkasından. Aslında bir cevap beklemiyordu, kızın kalbini kırıp kırmadığını merak etti. Belki de kaçar gibi uzaklaşmıştı onun yanından.

    Ahşap merdivenlerden inip mutfağa girdiğinde radyoda Cem Karaca'dan "Namus Belası" çalıyordu. Gülümseyip masaya oturdu. Mersin'e atanma hikayesini ailesine bütün yönleriyle anlattı. Annesinin yüzünde bir kırgınlık vardı, "Keşke hep burada olsan," dedi çekinerek, "Rahmetli baban sizlere çok daha güzel bir gelecek su-"

    "Rahmetli babamın bana daha iyi bir gelecek sunabileceğini biliyordum anneceğim," diyerek annesinin sözünü kesti Sinan. Dört yıldır askerlik yapıyordu. Üniversiteden mezun olur olmaz askere gidip orada göreve devam etmişti. Ailesi onun neden böyle bir tercih yaptığını asla anlayamamıştı, anlamalarını da istemiyordu zaten. İki yıl önce babası kalp krizi geçirerek vefat ettiğinde bütün şirket ağabeyine kalmıştı. Annesi de abisi de çok ısrar etse de askerliği bırakmamıştı. Babasının cenazesinden çıkıp göreve döndükten iki hafta sonra vurulmuştu. Yaralı olarak hastaneye kaldırılsa da bir ay rapordan sonra tekrar devam etmişti. Kim bilir, belki de o gün buraya Türk Bayrağı'na sarılı bir tabutla da gelebilirdi.

    "Eee, bana kız bulabildin mi bari," diye sordu alaya alarak. En nefret ettiği konu bu olsa da annesinin dikkatini dağıtacak teshire sahip az meseleden biriydi bu. Bu konuyu değiştirmek için canını bile verirdi.

    Annesi heyecanla gözlerini belertti, "Yoksa... yoksa fikrini mi değiştirdin," dedi, "Evlenmek mi istiyorsun?" Tüm masa kahkahaya boğulurken, Sinan sırıtırak çayından bir yudum aldı, "Yok be anne," dedi. Bu sırada yengesi tuhaf bir ifadeyle yan tarafa baktı. Sinan göz ucuyla orayı süzdüğünde, elinde bir tepsiyle emirlere hazır bir şekilde bekleyen İrem'i gördü. Kızın aşağı indiğini görmemişti. Annesinin babasına dair konu açması dikkatini epey dağıtmış olmalıydı. Masadaki hava dağılıp konular yerini havadan sudan konuşmalara bırakırken radyodan kopup gelen birkaç ses genç askerin kulağına çalındı. Biraz dengesizce ayağı kalkıp hızla radyoya doğru yöneldi, üst panelden ses kısmını sonuna kadar açarken şaşkın bakışları sırtında hissediyordu. İnce bir kadın sesi duyuldu:

    "... ve bu ihtilalin içinde Yunan ****a İdaresi'nin de parmağı olduğuna dair kesin bulgular var. Yaverleriyle birlikte ülkeyi terk edip Londra'ya kaçan devrik lider III. Makarios, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde yaptığı açıklamada, 'Kıbrıs'ın bağımsızlığının ortadan kalktığını ve bölge halklarının tümünün tehlikede olduğunu' söyledi.

    Hükümetimiz yapılan darbenin, Zürih ve Londra Antlaşmasının dördüncü maddesini ihlal ettiğini savundu. Başbakan Bülent Ecevit, 'Adada yaşayan Türklerin hakkının sonuna kadar savunulacağını' açıkladı."

    Radyo sıradan gündem haberlerine dönünce Sinan radyonun sesini tekrar kıstı. Yavaşça doğrulurken aklındaki düşüncelere hakim olamıyordu. Bunun üzerine enine boyuna düşünmeye karar verdi. Elbette ailesinin bunu bilmesine gerek yoktu.

Bayaa uzun zaman oldu dostum.

Başarılarının devamını dilerim, güzel hikaye.
 
Her ne kadar hikayeyi az çok hatırlıyor olsam da hafızamı tazelemek için birinci bölümü tekrar okuyup ardından yeni bölümü okudum ve gönül rahatlığıyla diyebilirim ki o kadar uzun bir ara vermene rağmen yazım kuvvetin hiç paslanmamış. Bu başarın için seni tebrik ederim cidden.

Umarım devamı çabuk gelir. Büyük bir zevk alarak okudum yeni bölümünü. Kısa sürede görüşmek üzere. Ellerine zihnine sağlık!  :smile:
 
Back
Top Bottom