20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu Kıbrıs'a ayak bastığı an: yeni anılar, yeni hatıralar ve yeni mezarlar açıldı aslında mazide.
Kıbrıs Barış Harekatı çerçevesinde Türk Alayı'nda görev yapan bir birliğin başından geçenleri anlattığım tarihsel kurgu hikayeme hoşgeldiniz.
Kıbrıs Barış Harekatı çerçevesinde Türk Alayı'nda görev yapan bir birliğin başından geçenleri anlattığım tarihsel kurgu hikayeme hoşgeldiniz.
Temmuz 1974
Dağdan gelen düzensiz esintiler, güneşin sıcağını bir nebze olsun azaltıyordu. İnsanlar sığınacak gölge arayıp, buldukları soğuk içecekleri fondiplemekle meşguldü. Zorunlu uğraşları olanlar ise caymaktan mahrum kalmıştı. İskenderun'un dalgasız sahilinde hobi için balık tutanların yanında, ailesini geçindirmek için olta atanlar, her seferinde Tanrı'nın hikmetine şükrediyordu. Göz alabildiğine uzanan mavi deniz ile turkuvaz göğün buluştuğu noktada, görünmeyen fakat orada olduğu bilinen topraklar yatıyordu, Kıbrıs.
Ters yönde, Hatay'ın İskenderun ilçesinin dağlık alanlarında Karayılan kasabası boy gösteriyordu. Kasabanın dış tarafında, dağın eteklerine beyaz fontla uzun uzun yazılmış "Dur Yolcu!" yazısının görünmesiyle, askeriyenin çevrelediği alan daha da belirgin hale gelmişti.
Yarısı bozuk yollarda askeriyeye doğru ilerleyen fiyakalı bir araç belirdi, önünde Türk bayrağı vardı. Askerler giriş barikatının önünde beklemeye koyuldular. Araba barikatın önünde durdu. Ön sağ koltuktan biri inerek nöbetçi onbaşının yanına doğru yollandı. Adam kırklarının ortasındaydı. Üstünde bir beyaz çizgili gömlek, altında ise siyah kumaş pantolon vardı. Nöbetçiye baş selamı verdi, onbaşı gözleriyle arabayı işaret ederek, "Ne için buradasınız?" dedi, "Devlet kademelerinden birilerinin geleceği söylenmedi." Adam hafif gülümsedi, "Biz kaymakamlıktan geliyoruz, alay komutanına bir şey vermemiz gerekiyor." Elini gömleğinin yaka kısmındaki cebine götürdü, pullu, beyaz bir zarf çıkarak nöbetçiye gösterdi.
Nöbetçi zarfı almak için hareketlenirken, adam zarfı geri çekti. "Üzerinde 'gizli' yazdığını fark ettiğini sanmıştım." diye çıkıştı. Onbaşı mahcup oldu, adamı bir yandan tehtidkar, diğer yandan güvenilirliğini tartarcasına süzdü. Yanındaki askere dönerek, "Barikatı kaldırın" dedi. Yeniden adama baktı, "Size ben eşlik edeceğim, fakat arabayı içeri alamazsınız." Sıcaktan bunalmış bir ifadeyle derince nefes aldı, "Yol kenarına çekin," eliyle işaret ediyordu. Kaymakamlık görevlisi gülümsedi, arabanın içindeki şoföre bir şeyler söyleyerek, tekrar onbaşının yanına döndü. Birlikte, '23. Jandarma Komando Alayı' yazılı tabelanın altından geçtiler.
Askeriyenin içindeki açıklık alanda askerler talim yapıyordu. Başlarındaki komutan, -omuzlarında ki iki yıldızdan anlaşıldığı üzere üsteğmen- bazen cesaretlendirici şeyler söylerken, bazen de kalp kırıcı sözler sarf ederek komandoları eğitmekle meşguldü.
Avluyu da geçtikten sonra üstü tunç rengi kiremitlerle örülmüş binaya girdiler. Yerlere mermer döşenmişti, beyaz renkli duvarlara asılı olan tablolarda Türk Bayrakları ve askerleriyle ilgili eserler sergileniyordu.
Uzun holün neredeyse her kısmında bir kapı vardı. Kaymakam görevlisi gülümsedi, gözleri ışıldamıştı. Onbaşı bunu fark etmesine karşın ses etmedi. "Ben askerliğimi Malatya'da yaptım," dedi. Genç asker gözlerini adama çevirdi. "Bir gün tümen komutanı binbaşıya bir kutu kayısı geldi, köyden göndermişler," köşeyi dönerken biraz nefeslendi. Koridor dışarıya göre daha serindi. "Binbaşı karakolda yoktu. Kayısı geldiğini birkaç kişi biliyorduk sadece. Kimsenin haberi olmaz diye oturup köşede yedik. Amaç o ya, güya Binbaşının haberi olmayacaktı. Komutan karakola döndüğünde kayısıları sorunca, donup kaldık," Onbaşı derin bir kahkaha attı, "Nasıl öğrenmiş?" dedi. "Köylüler kayısıyı binbaşıya vermişler, o da 'yanımda taşıyamam, karakola gönderin ben oradan alırım' demiş." Boş koridorda iki adamın gülüşleri yankılanıyordu. Onbaşının sorusunu, "İki hafta boyunca güneş doğmadan kalkıp mıntıka temizliği yapmıştık." diye yanıtladı görevli.
Odalardan birinin önünde durmalarıyla birlikte sohbet sona erdi. Onbaşı, "Burada biraz bekle, albayla konuştuktan sonra seni içeri alacağım." dedi, nöbetçiye baş selamı verdikten sonra içeri girdi. Kaymakamlık görevlisi dışarıda beklerken etrafı süzüyordu. Kapı önündeki nöbetçi, tüfeğinin kabza kısmını yere dayamış, tek eliyle silahın namlusunu tutarken diğer eli arkasındaydı. Sanki hareket etmemesi için iğne vurulmuş gibiydi, fakat elbette öyle değildi.
Pek zaman geçmeden onbaşı dışarı çıktı, "Buyrun," diyerek eliyle kapısı açık odayı işaret etti. Yetkili teşekkür tebessümü attıktan sonra içeri girerek kapıyı kapattı. Alay komutanı bir şeyler yazmakla meşguldü. Önünde kahverengi büyük bir masa, masanın arkasında Türk Bayrağı vardı. Duvarda ise orta büyüklükte Türkiye haritası asılıydı. Masanın ön kısmındaki plakette, altın rengi zeminin üstünde siyah bir renkle, Albay Metin Özçelik yazılıydı.
Komutan başını kaldırdı. Güleç bir yüzü vardı. Sandalyesinde doğrularak "Lütfen oturun," dedi. Görevli, klasik kahverengi deri koltuklara baktı, "Teşekkür ederim komutanım, fakat fazla zamanınızı almayacağım." Girişte yaptığı gibi elini gömleğinin yaka kısmındaki cebinden zarfı çıkararak doğruca Albaya verdi. "Alayın iletişim sisteminde geçici bir sorun varmış sanırım. O yüzden bunu bize telgraf çektiler." Başını aşağı yukarı salladı, "Bunu sadece telgraf sorumlusu ve kaymakamımız okudu. Daha sonra gizli olduğunu anlayınca zarfa koyup bana verdiler, size getirmem için." Albay gülümsedi,
"Teşekkür ederim... şey..."
"Mustafa, komutanım."
"Teşekkür ederim Mustafa bey."
"Eğer yapabileceğim bir şey yoksa izninizi istiyorum."
"Tabii ki." dedi Albay. Mustafa usulca dışarı çıktıktan sonra zarfı açtı. Mektup Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelmişti. Albayın içinde tiz bir ürperti koptu, yutkundu. "Hayrolsun İnşallah" diyip satırları okumaya başladı. Gözü aşağılara doğru indikçe yüzünde oluşan rahatlamayla birlikte, şüphe ve korku, yerini meraka bırakıyordu. Sonunda okumayı bitirdiğinde boğazını temizledi, "Asker!" diye bağırdı. Kapıda duran er, yıldırım gibi içeri daldı. Esas duruşa geçti, "Emredin komutanım."
"Bana, komando birliğinden Çavuş Sinan Aykal'ı çağır, derhal." Nöbetçi er başıyla selam verdikten sonra topuklarının üstünde döndü, dışarı doğru koşar adım çıktı.
####
"Siz komandosunuz! Dağda, çölde, susuz çorak topraklarda ve daha nice yerlerde görev yapacaksınız." Askerler parmak ucunda şınav çekerken, Üsteğmen onlara bağırmakla meşguldü. "Ve dahası, siz Türk Komandosusunuz! Ulusun yaşadığı her yerde, al bayrağın dalgalandığı her mezrada görev yapmak sizin boyun borcunuz." Komutan sözlerine devam ederken askerler onun söylediklerini duymuyor gibiydi. Sadece sesti hissedilen, bir adamın bağırması. Kimi dişini sıkıyor, kimi dudaklarını ısırıyor, hiddetli bir sabırla üsteğmenin söyleyeceklerinin bitmesini bekliyordu. Çünkü biliyorlardı ki, ancak konuşması bittiğinde 'rahat' emri gelebilirdi.
Kan ter içinde sırılsıklam olmuş askerlerin parmakları, betonu oyarcasına yere bastırırken alışılmamış bir şekilde üsteğmen bağırdı, "Rahat!" askerler şaşkınlıkla kendilerini yere bıraktılar. Çünkü diğer konuşmalardan çok daha kısa sürmüştü bu, ayrıca konuşmasının sonuna 'Vatan yegane namusumuzdur!' sözünü eklememişti. Başlarını kaldırdıklarında bir erin, üsteğmene bir şeyler fısıldadığını gördüler. Komutan başıyla onayladı, yerde harap olmuş biçimde uzanan askerlere baktı, "Çavuş Sinan Aykal, öne çıksın." Bütün askerlerin gözleri erbaşların sıralandığı yere döndü. Talim yapılırken birlik rütbelere göre ayrılırdı, en başa er, ortaya erbaş, sol kısma ise astsubaylar dizilirdi.
Sayıları ancak bir elin parmağı kadar olan erbaşların arasından bir kişi ayağa kalktı. Yirmilerinin ortasında, buğday tenli, geniş omuzlu, orta boylu delikanlı komutanın yanına doğru ilerledi. Ayakta duracak dermanı yok gibiydi. Kaç saattir çalıştıklarını saymaktan her zamanki gibi vazgeçmişti. Üstü başı ter içindeydi. Üsteğmenin önünde durdu, esas duruşa geçerek, "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, Emret Komutanım!" diye tekmil verdi. Yorgunluğu sesinin kesik çıkmasından anlaşılabilirdi. "Rahat," dedi Üsteğmen, "Albay seni görmek istiyor, yanına gitsen iyi olur." Çavuş bir Üsteğmene, bir de nöbetçi ere baktı, soru sormanın manasız kalacağını biliyordu. "Emredersiniz," diye tıslayarak, alay binasına yollandı. Komutanına askeri selam vermeden ayrıldığını fark etmemişti, Üsteğmende bunu yorgunluğa vererek göz ardı etmişe benziyordu.
Güneş bulutların arasında kızıl bir görüntü oluştururken Sinan binaya girdi. Nöbetçi er arkasından geliyordu. Aklında bir düzine soru vardı çavuşun. Neden alay komutanı onu çağırıyordu mesela, en önemlisi buydu. Mermer koridorda yalpalayarak yürürken albayın odasına geldiğini fark etti, aklındaki çetrefilli sorularla çekişirken hızlı gelmiş olmalıydı. Pantolonunu ve asker yeşili tişörtünü düzelttikten sonra kapıyı çaldı. İçerden tok bir ses duyuldu, "Gir." Sinan kapıyı açıp içeri girdi, masanın yakınlarında durdu. "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, emret komutanım!" bu kez tekmili öncekine göre sağlam çıkmıştı. Albay elini pervasızca sallayarak, "Rahat, çavuş." dedi. "Yorgun olmalısın, otur lütfen." Sinan bu istek karşısında oturup oturmamak konusunda tereddüt etti, albayın ısrarlı bakışı sonucu kendini oturmuş halde buldu.
"Daha önceki başarılarından ötürü, seni buraya vermişlerdi değil mi? Lütuf olarak." dedi gülümseyerek, "Hani şu ASALA örgütündeki suikastçıyı öldürdüğün için. Kimi şehit edecekti o, valiyi mi?" Çavuş oturuşunu düzeltti, böbürlenmeyi sevmezdi, "Öyle, komutanım."
"Canın pahasına korumuştun, ciğerinden çıkardıkları iki kurşun sonucu herkes öleceğini sanmıştı. Genç yaşında zorunlu emekliye bile ayrılabilirdin," çavuşun yüz ifadesinden rahatsız olduğunu anlayan albay geçiştirdi, "Şimdi... asıl meseleye gelelim." masanın üstünde açık halde duran kağıdı parmak ucuyla Sinan Çavuş'a uzattı. Genç asker kağıdı almak için acele etmedi, gözleri faltaşı gibi açılmıştı, kendini zorlayarak elini uzattı. Zarfı albayın elinden alarak üst kısmını okudu. Genelkurmay Başkanlığından geldiğini görünce yutkundu, şaşkın gözlerle komutanına baktı. Albay ifadesizce kendisine bakıyordu. Tekrar zarfa döndü, bu bir tayin bildirisiydi. Mersin/Silifke/Taşucu'na atanmıştı. En geç 13 Temmuz'a kadar -2 gün içinde- Taşucu 5. Komando Hava İndirme Taburu'na gelmesi yazıyordu.
Şaşırmış bir ifadeyle yeniden Albaya baktı, "Bu... bu da başka bir lütuf mu komutanım?" tek kaşını kaldırdı, "Mersinli olduğum için mi?" Komutan dudaklarını ısırdı, "Anlaşılan devamını okumaya niyetin yok." Dirseklerini masanın üstüne koyarak yumruk yaptığı ellerini çenesinde birleştirdi. Çavuşun hala kendisine baktığını görünce dayanamadı, "Yeni bir birlik kuruluyormuş, '5. Komando Hava İndirme Taburu', seni de Astubay Kıdemli Çavuş olarak birliği almışlar. Terfi aldın yani, hem de memleketinde görev yapacaksın." Sinan Çavuş'un yüz ifadesi farklı bir hal aldı, bu terfinin nereden çıktığını merak ediyordu. Soracak soruları vardı, bu kadar basit olmamalıydı.
"Sana itiraf etmeliyim," dedi Albay, "Yeni birliğin kurulması pek hayra alamet olmaz." fısıldar gibi konuşuyordu, "Hele ki bu tür bir tabur kurulması... Genelde önemli olaylar da olur böyle şeyler. Son zamanlarda gözüme çarpan herhangi mesele de olmad... bir dakika." Gözleri açıldı, çavuş merakla onu dinliyordu. Elini sandalyesine atarak arkasına döndü, Türkiye haritasına bakıyordu, fakat onun gözü güneydeydi, epey güneyde. Ağır hareketlerle yeniden çavuşa döndü. "Mersin... ve... Kıbrıs..." dedi, kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Ne Kıbrıs'ı komutanım?" diye sordu çavuş aklı iyice karışmıştı. Albay gözlerini devirerek ona baktı, "Bu sabah... radyoda duymuştum. Kıbrıs... Kıbrıs'ta askeri darbe olmuş. Rumlar yönetimi zorbalıkla ele geçirmiş." kısa süreli sessizlik oldu, "Kalk, derhal toparlan ve yola koyul. İskenderun'dan Mersin limanına giden bir gemi bulabilirsin, otobüsten daha yüksek olur şansın." Çavuş ayağa kalktı, "Emredersiniz," diyip odadan çıktı.
Şimdi yine yalnız kalmıştı, silkinerek soyunma odasına doğru koşar adım yürüdü. "Allah'ım sen büyüksün," diye mırıldandı.
Dağdan gelen düzensiz esintiler, güneşin sıcağını bir nebze olsun azaltıyordu. İnsanlar sığınacak gölge arayıp, buldukları soğuk içecekleri fondiplemekle meşguldü. Zorunlu uğraşları olanlar ise caymaktan mahrum kalmıştı. İskenderun'un dalgasız sahilinde hobi için balık tutanların yanında, ailesini geçindirmek için olta atanlar, her seferinde Tanrı'nın hikmetine şükrediyordu. Göz alabildiğine uzanan mavi deniz ile turkuvaz göğün buluştuğu noktada, görünmeyen fakat orada olduğu bilinen topraklar yatıyordu, Kıbrıs.
Ters yönde, Hatay'ın İskenderun ilçesinin dağlık alanlarında Karayılan kasabası boy gösteriyordu. Kasabanın dış tarafında, dağın eteklerine beyaz fontla uzun uzun yazılmış "Dur Yolcu!" yazısının görünmesiyle, askeriyenin çevrelediği alan daha da belirgin hale gelmişti.
Yarısı bozuk yollarda askeriyeye doğru ilerleyen fiyakalı bir araç belirdi, önünde Türk bayrağı vardı. Askerler giriş barikatının önünde beklemeye koyuldular. Araba barikatın önünde durdu. Ön sağ koltuktan biri inerek nöbetçi onbaşının yanına doğru yollandı. Adam kırklarının ortasındaydı. Üstünde bir beyaz çizgili gömlek, altında ise siyah kumaş pantolon vardı. Nöbetçiye baş selamı verdi, onbaşı gözleriyle arabayı işaret ederek, "Ne için buradasınız?" dedi, "Devlet kademelerinden birilerinin geleceği söylenmedi." Adam hafif gülümsedi, "Biz kaymakamlıktan geliyoruz, alay komutanına bir şey vermemiz gerekiyor." Elini gömleğinin yaka kısmındaki cebine götürdü, pullu, beyaz bir zarf çıkarak nöbetçiye gösterdi.
Nöbetçi zarfı almak için hareketlenirken, adam zarfı geri çekti. "Üzerinde 'gizli' yazdığını fark ettiğini sanmıştım." diye çıkıştı. Onbaşı mahcup oldu, adamı bir yandan tehtidkar, diğer yandan güvenilirliğini tartarcasına süzdü. Yanındaki askere dönerek, "Barikatı kaldırın" dedi. Yeniden adama baktı, "Size ben eşlik edeceğim, fakat arabayı içeri alamazsınız." Sıcaktan bunalmış bir ifadeyle derince nefes aldı, "Yol kenarına çekin," eliyle işaret ediyordu. Kaymakamlık görevlisi gülümsedi, arabanın içindeki şoföre bir şeyler söyleyerek, tekrar onbaşının yanına döndü. Birlikte, '23. Jandarma Komando Alayı' yazılı tabelanın altından geçtiler.
Askeriyenin içindeki açıklık alanda askerler talim yapıyordu. Başlarındaki komutan, -omuzlarında ki iki yıldızdan anlaşıldığı üzere üsteğmen- bazen cesaretlendirici şeyler söylerken, bazen de kalp kırıcı sözler sarf ederek komandoları eğitmekle meşguldü.
Avluyu da geçtikten sonra üstü tunç rengi kiremitlerle örülmüş binaya girdiler. Yerlere mermer döşenmişti, beyaz renkli duvarlara asılı olan tablolarda Türk Bayrakları ve askerleriyle ilgili eserler sergileniyordu.
Uzun holün neredeyse her kısmında bir kapı vardı. Kaymakam görevlisi gülümsedi, gözleri ışıldamıştı. Onbaşı bunu fark etmesine karşın ses etmedi. "Ben askerliğimi Malatya'da yaptım," dedi. Genç asker gözlerini adama çevirdi. "Bir gün tümen komutanı binbaşıya bir kutu kayısı geldi, köyden göndermişler," köşeyi dönerken biraz nefeslendi. Koridor dışarıya göre daha serindi. "Binbaşı karakolda yoktu. Kayısı geldiğini birkaç kişi biliyorduk sadece. Kimsenin haberi olmaz diye oturup köşede yedik. Amaç o ya, güya Binbaşının haberi olmayacaktı. Komutan karakola döndüğünde kayısıları sorunca, donup kaldık," Onbaşı derin bir kahkaha attı, "Nasıl öğrenmiş?" dedi. "Köylüler kayısıyı binbaşıya vermişler, o da 'yanımda taşıyamam, karakola gönderin ben oradan alırım' demiş." Boş koridorda iki adamın gülüşleri yankılanıyordu. Onbaşının sorusunu, "İki hafta boyunca güneş doğmadan kalkıp mıntıka temizliği yapmıştık." diye yanıtladı görevli.
Odalardan birinin önünde durmalarıyla birlikte sohbet sona erdi. Onbaşı, "Burada biraz bekle, albayla konuştuktan sonra seni içeri alacağım." dedi, nöbetçiye baş selamı verdikten sonra içeri girdi. Kaymakamlık görevlisi dışarıda beklerken etrafı süzüyordu. Kapı önündeki nöbetçi, tüfeğinin kabza kısmını yere dayamış, tek eliyle silahın namlusunu tutarken diğer eli arkasındaydı. Sanki hareket etmemesi için iğne vurulmuş gibiydi, fakat elbette öyle değildi.
Pek zaman geçmeden onbaşı dışarı çıktı, "Buyrun," diyerek eliyle kapısı açık odayı işaret etti. Yetkili teşekkür tebessümü attıktan sonra içeri girerek kapıyı kapattı. Alay komutanı bir şeyler yazmakla meşguldü. Önünde kahverengi büyük bir masa, masanın arkasında Türk Bayrağı vardı. Duvarda ise orta büyüklükte Türkiye haritası asılıydı. Masanın ön kısmındaki plakette, altın rengi zeminin üstünde siyah bir renkle, Albay Metin Özçelik yazılıydı.
Komutan başını kaldırdı. Güleç bir yüzü vardı. Sandalyesinde doğrularak "Lütfen oturun," dedi. Görevli, klasik kahverengi deri koltuklara baktı, "Teşekkür ederim komutanım, fakat fazla zamanınızı almayacağım." Girişte yaptığı gibi elini gömleğinin yaka kısmındaki cebinden zarfı çıkararak doğruca Albaya verdi. "Alayın iletişim sisteminde geçici bir sorun varmış sanırım. O yüzden bunu bize telgraf çektiler." Başını aşağı yukarı salladı, "Bunu sadece telgraf sorumlusu ve kaymakamımız okudu. Daha sonra gizli olduğunu anlayınca zarfa koyup bana verdiler, size getirmem için." Albay gülümsedi,
"Teşekkür ederim... şey..."
"Mustafa, komutanım."
"Teşekkür ederim Mustafa bey."
"Eğer yapabileceğim bir şey yoksa izninizi istiyorum."
"Tabii ki." dedi Albay. Mustafa usulca dışarı çıktıktan sonra zarfı açtı. Mektup Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelmişti. Albayın içinde tiz bir ürperti koptu, yutkundu. "Hayrolsun İnşallah" diyip satırları okumaya başladı. Gözü aşağılara doğru indikçe yüzünde oluşan rahatlamayla birlikte, şüphe ve korku, yerini meraka bırakıyordu. Sonunda okumayı bitirdiğinde boğazını temizledi, "Asker!" diye bağırdı. Kapıda duran er, yıldırım gibi içeri daldı. Esas duruşa geçti, "Emredin komutanım."
"Bana, komando birliğinden Çavuş Sinan Aykal'ı çağır, derhal." Nöbetçi er başıyla selam verdikten sonra topuklarının üstünde döndü, dışarı doğru koşar adım çıktı.
####
"Siz komandosunuz! Dağda, çölde, susuz çorak topraklarda ve daha nice yerlerde görev yapacaksınız." Askerler parmak ucunda şınav çekerken, Üsteğmen onlara bağırmakla meşguldü. "Ve dahası, siz Türk Komandosusunuz! Ulusun yaşadığı her yerde, al bayrağın dalgalandığı her mezrada görev yapmak sizin boyun borcunuz." Komutan sözlerine devam ederken askerler onun söylediklerini duymuyor gibiydi. Sadece sesti hissedilen, bir adamın bağırması. Kimi dişini sıkıyor, kimi dudaklarını ısırıyor, hiddetli bir sabırla üsteğmenin söyleyeceklerinin bitmesini bekliyordu. Çünkü biliyorlardı ki, ancak konuşması bittiğinde 'rahat' emri gelebilirdi.
Kan ter içinde sırılsıklam olmuş askerlerin parmakları, betonu oyarcasına yere bastırırken alışılmamış bir şekilde üsteğmen bağırdı, "Rahat!" askerler şaşkınlıkla kendilerini yere bıraktılar. Çünkü diğer konuşmalardan çok daha kısa sürmüştü bu, ayrıca konuşmasının sonuna 'Vatan yegane namusumuzdur!' sözünü eklememişti. Başlarını kaldırdıklarında bir erin, üsteğmene bir şeyler fısıldadığını gördüler. Komutan başıyla onayladı, yerde harap olmuş biçimde uzanan askerlere baktı, "Çavuş Sinan Aykal, öne çıksın." Bütün askerlerin gözleri erbaşların sıralandığı yere döndü. Talim yapılırken birlik rütbelere göre ayrılırdı, en başa er, ortaya erbaş, sol kısma ise astsubaylar dizilirdi.
Sayıları ancak bir elin parmağı kadar olan erbaşların arasından bir kişi ayağa kalktı. Yirmilerinin ortasında, buğday tenli, geniş omuzlu, orta boylu delikanlı komutanın yanına doğru ilerledi. Ayakta duracak dermanı yok gibiydi. Kaç saattir çalıştıklarını saymaktan her zamanki gibi vazgeçmişti. Üstü başı ter içindeydi. Üsteğmenin önünde durdu, esas duruşa geçerek, "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, Emret Komutanım!" diye tekmil verdi. Yorgunluğu sesinin kesik çıkmasından anlaşılabilirdi. "Rahat," dedi Üsteğmen, "Albay seni görmek istiyor, yanına gitsen iyi olur." Çavuş bir Üsteğmene, bir de nöbetçi ere baktı, soru sormanın manasız kalacağını biliyordu. "Emredersiniz," diye tıslayarak, alay binasına yollandı. Komutanına askeri selam vermeden ayrıldığını fark etmemişti, Üsteğmende bunu yorgunluğa vererek göz ardı etmişe benziyordu.
Güneş bulutların arasında kızıl bir görüntü oluştururken Sinan binaya girdi. Nöbetçi er arkasından geliyordu. Aklında bir düzine soru vardı çavuşun. Neden alay komutanı onu çağırıyordu mesela, en önemlisi buydu. Mermer koridorda yalpalayarak yürürken albayın odasına geldiğini fark etti, aklındaki çetrefilli sorularla çekişirken hızlı gelmiş olmalıydı. Pantolonunu ve asker yeşili tişörtünü düzelttikten sonra kapıyı çaldı. İçerden tok bir ses duyuldu, "Gir." Sinan kapıyı açıp içeri girdi, masanın yakınlarında durdu. "Çavuş Sinan Aykal, Mersin, emret komutanım!" bu kez tekmili öncekine göre sağlam çıkmıştı. Albay elini pervasızca sallayarak, "Rahat, çavuş." dedi. "Yorgun olmalısın, otur lütfen." Sinan bu istek karşısında oturup oturmamak konusunda tereddüt etti, albayın ısrarlı bakışı sonucu kendini oturmuş halde buldu.
"Daha önceki başarılarından ötürü, seni buraya vermişlerdi değil mi? Lütuf olarak." dedi gülümseyerek, "Hani şu ASALA örgütündeki suikastçıyı öldürdüğün için. Kimi şehit edecekti o, valiyi mi?" Çavuş oturuşunu düzeltti, böbürlenmeyi sevmezdi, "Öyle, komutanım."
"Canın pahasına korumuştun, ciğerinden çıkardıkları iki kurşun sonucu herkes öleceğini sanmıştı. Genç yaşında zorunlu emekliye bile ayrılabilirdin," çavuşun yüz ifadesinden rahatsız olduğunu anlayan albay geçiştirdi, "Şimdi... asıl meseleye gelelim." masanın üstünde açık halde duran kağıdı parmak ucuyla Sinan Çavuş'a uzattı. Genç asker kağıdı almak için acele etmedi, gözleri faltaşı gibi açılmıştı, kendini zorlayarak elini uzattı. Zarfı albayın elinden alarak üst kısmını okudu. Genelkurmay Başkanlığından geldiğini görünce yutkundu, şaşkın gözlerle komutanına baktı. Albay ifadesizce kendisine bakıyordu. Tekrar zarfa döndü, bu bir tayin bildirisiydi. Mersin/Silifke/Taşucu'na atanmıştı. En geç 13 Temmuz'a kadar -2 gün içinde- Taşucu 5. Komando Hava İndirme Taburu'na gelmesi yazıyordu.
Şaşırmış bir ifadeyle yeniden Albaya baktı, "Bu... bu da başka bir lütuf mu komutanım?" tek kaşını kaldırdı, "Mersinli olduğum için mi?" Komutan dudaklarını ısırdı, "Anlaşılan devamını okumaya niyetin yok." Dirseklerini masanın üstüne koyarak yumruk yaptığı ellerini çenesinde birleştirdi. Çavuşun hala kendisine baktığını görünce dayanamadı, "Yeni bir birlik kuruluyormuş, '5. Komando Hava İndirme Taburu', seni de Astubay Kıdemli Çavuş olarak birliği almışlar. Terfi aldın yani, hem de memleketinde görev yapacaksın." Sinan Çavuş'un yüz ifadesi farklı bir hal aldı, bu terfinin nereden çıktığını merak ediyordu. Soracak soruları vardı, bu kadar basit olmamalıydı.
"Sana itiraf etmeliyim," dedi Albay, "Yeni birliğin kurulması pek hayra alamet olmaz." fısıldar gibi konuşuyordu, "Hele ki bu tür bir tabur kurulması... Genelde önemli olaylar da olur böyle şeyler. Son zamanlarda gözüme çarpan herhangi mesele de olmad... bir dakika." Gözleri açıldı, çavuş merakla onu dinliyordu. Elini sandalyesine atarak arkasına döndü, Türkiye haritasına bakıyordu, fakat onun gözü güneydeydi, epey güneyde. Ağır hareketlerle yeniden çavuşa döndü. "Mersin... ve... Kıbrıs..." dedi, kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Ne Kıbrıs'ı komutanım?" diye sordu çavuş aklı iyice karışmıştı. Albay gözlerini devirerek ona baktı, "Bu sabah... radyoda duymuştum. Kıbrıs... Kıbrıs'ta askeri darbe olmuş. Rumlar yönetimi zorbalıkla ele geçirmiş." kısa süreli sessizlik oldu, "Kalk, derhal toparlan ve yola koyul. İskenderun'dan Mersin limanına giden bir gemi bulabilirsin, otobüsten daha yüksek olur şansın." Çavuş ayağa kalktı, "Emredersiniz," diyip odadan çıktı.
Şimdi yine yalnız kalmıştı, silkinerek soyunma odasına doğru koşar adım yürüdü. "Allah'ım sen büyüksün," diye mırıldandı.