Berke!
Recruit
Uzun süredir aklımda olan bir çalışmanın ilk parçası, umarım okumak bana yazmanın verdiği kadar keyif verir size
Yerleşimin son sakinin kapısını kapatmasıyla beraber Ravn ustalıkla saklandığı ağacın üstünden indi, ve ormana doğru mesafe kat etmeye başladı.
"Guthrum!" diye seslendi Ravn, arkadaşlarının bulunduğu ateşe yaklaşırken. "Zamanı geldi." Guthrum aslında normal bir İnsandan ziyade efsanelerdeki devlere daha çok benziyordu, kendine en yakın adamdan en az iki kafa uzun olup, ördüğü kıpkızıl sakalı sanki suratına ölü bir keçi yapıştırmış gibi gösteriyordu onu. Ayağa kalkan adam gözcüsünün en az iki kafa daha yukarısında durup homurdandı, ve buzun kendisi gibi soğuk bakışlarıyla beraber el işareti etmesi adamların ayağa kalkıp ateşi söndürmeleri için yeterli oldu. Herkes silahını kuşandı.
Kuzeylilerden oluşan küçük bir ekip gecenin ortasında küçük bir noktaymışcasına ilerliyordu.
Ravn, Kaptan elini kaldırdığında durdu, baltasını sıkıca tuttu. Rüzgarlar onlara kibar davranıyor, yavaşça yüzlerini okşuyordu. İleriye çıkıp köye bakmaya başladı kuzeyliler, ortadaki meydan bomboş görünüyordu. "Bu saatte uyuyor olmalılar." diye düşündü kendi kendine. Oldukça bakımlı bir köye benziyordu burası, kırık çitler, veya sokakta kalan kimse yoktu. Kuzeyliler gemilerinden indiklerinden beri burayı gözlüyorlardı aslında. Köylülerin bir çoğunun hali vakti yerindeydi, diğer köylere nazaran savaştan hiç etkilenmemiş gibi duruyorlardı, ve aslında bu da burayı mükemmel bir hedef haline getiriyordu. Ravn yanındaki arkadaşına kafasını salladı ve köye doğru hareketlenen grup köyün içine girdi.
Kaptan Guthrum adamlarına döndü "Bu yağlı domuzlardan herhangi biri bizi beklemiyor" dedi pis pis sırıtaraktan "Evlere girin, erkekleri öldürün, kadın veya çocukları bağlayıp buraya toplayın. Her adamın taşıyabildiği kendinindir." dedi. Ravn huzursuzdu, burada yanlış bir şeyler vardı. Köylüler neredeydi? Onları girerken duymamışlar mıydı? Niye hiç gözcü yoktu? Ama diğer arkadaşları bunu hiç umursamıyor gibilerdi, elinde normal bir adamın iki eliyle zar zor taşıyabileceği bir balta tutan Guthrum tam arkasını döndüğünde Ravn bağırdı.
"Guthrum, yere yat!"
Ve bir ok havayı ıslık çalarak yardı ve devin göğsüne saplandı.
Valdym hızlıca yayına yerleştirdiği ikinci okunu gönderdi, ve bu sefer insan azmanını bacaklarının arasından vurdu.
Adamın bastığı çığlığın ardından, karanlığın içinden evlerinden ellerine çekiç, balta veya silah olarak kullanılabilecek herhangi birşeyi geçirmiş köylüler fırladı. Çatının üstündeki adam sadağından üçüncü oku çekip yerleştirdi, ve gözüne kestirdiği kısa boylu olan adama doğru yolladı. Ama dev düştükten sonra diğerleride kendilerine gelmişti, ve adam alnına doğru fırlayan oku engellemek için kalkanını tam zamanında kaldırmayı başardı. Her ne kadar yağmacılar daha iyi kuşanmış olsalarda, pusuya düştükleri için birçoğu hızlıca düştü.
Bir düzine adamdan geriye kalan iki kişi kuyruklarını kıstırmış köyden kaçarken Valdym yayını sırtına astı ve yere yumuşak bir iniş yaptı çatıdan. Havadaki kan kokusu keskindi, adam buna yüzünü ekşitti. Etrafına topladığı milis kuvveti yağmacıları püskürtmekte başarılı olmuştu ve şuan ölülerin vucutlarındaki değerli eşyaları aramakla meşgullerdi. En azından hayatta kalanları. Valdym az ötede, kuyunun önünde kızını oduncunun oğlu Rook'u tutarken gördü. Çocuk babasının cesedinin yanında perişan olan annesini izliyordu, zavallı şey büyük ihtimalle nolduğunu bile kavrayamadan sadece bakakalmıştı. Kızı sürekli kafası alev almış gibi görünen bir kızdı, annesinden geçen saçları yüzünden olsa gerek diye düşünürdü hep Valdym, ama bu sahne karşısında o saçlar bile sanki sönükleşmişti.
Valdym kızı Valette bir oğlan çocuğunu tutuyordu, çocuk resmen kaskatı olmuştu. Bu geceki saldırı onlara birkaç tane hayata mal olmuştu, ama çoğu genç insanlardı. Oduncu Robin hariç. Adamın iki oğlu, bir karısı ve evlendirecek küçük bir kardeşi vardı, ama Valette'e doğru gelmekte olan yağmacılardan birinin önüne cesurca çıkmış, ama adam baltasıyla kafatasını ikiye bölmüştü. Düşüncelerinin içinden onu kendisine yakınlaşan babası, Valdym çekip aldı. Buruk bir gülümsemeyle kızın saçlarının arasına bir öpücük kondurdu ve hiçbir şey demeden teselli etmek için dul kadına yöneldi.
Kadını ölü kocasının bedeninden uzaklaştırmak biraz uzun sürdü, ama biraz meşakkatli bir sürecin ardından adamı gömüp ona küçük bir mezar hazırladılar. Ardından Valette, Valdym'in tüm herkesi köyün birahanesine çağırdığının haberini aldı, ve yavaşça kapıyı açtı. Normalde kahkahalarla dolu olan, bu küçük köyün insanlarının yorucu bir günün ardından birbirleriyle kaynaşıp sıkıntılarını bir kenara attığı bir yer olan bu birahane şimdi eski halinin kabuğu gibiydi. Köyün nufusu nerdeyse yarıya inmişti, bir çok insan ölmüş ve daha çoğu ise daha güvenli olan Varcheg şehrine taşıyabildiği herşeyi alarak kaçmıştı.
"Bu son ayın dördüncü saldırısı." diye tısladı sesinde öfkeyle Valdym, incecik bir adamdı oysa ki ama yüzündeki bir çok yara ve onun duygu dolu sesi kendini etkileyici bir insan kılıyordu "Eğer bu seferkileri daha önceden farketmeseydik sonumuz olabilirdi, artık onlara karşı koyacak gücümüz kalmadı. Ya bundan sonrakiler daha fazla olurlarsa? Herşeyimizi yüklenip Boyar Vuldrat'a, Varcheg Şehrine sığınmalıyız." Oturmakta olan bazı kişiler başlarını salladılar, ama aralarından en yaşlı olan, Yaşlı Klav bastonunu inatçılıkla kaldırdı ve Valdym'e bağırdı "Ben üç oğlumuda buraya gömdüm!" dedi sesi titreyerek "Yüzyıllardır halkımız bu topraklarda yaşıyor, buradan kaçarak atalarımın kemiklerini sızlatamam ben." Bir grup genç kafasını sallarken Valdym hızlıca onu böldü.
Ama Valette bunu daha fazla çekecek değildi. Kapıya fırlayıp hızlıca mekanı terketti, ve kapının önünde verdiği nefesin havaya buhar olarak çıkmasını izledi. Son yıl çok yoğun geçmişti, ve en son ne zaman düzgün bir uyku çektiğini unutmuştu. Yağmacıların git gide sıklaşan akınları ve çoğalan sayıları hiç kimseye göz açtırmıyordu. Kız orada dikilip sadece rüzgarın yavaşça sürüklediği yaprakları izledi, içerideki boğuk sesleri elinden geldiğince görmezden gelmeye çalışarak.
Valdym yorgun gözlerle kapıdan çıktı, onu bekleyen kızını gördü. Yavaş adımlarla ona doğru ilerledi "Yer alasıca yaşlılar ve inatları" diye homurdandı kızına bakarak. Bir cevap almadı, zaten beklemiyordu da. Son iki hafta onlar için oldukça yorucu olmuştu, vardiyalar halinde gözcülük yapıp yakındaki savaş partilerini takip ediyorlardı. "Napacağız baba?" diye sordu kızı ona yorgun bir tınıyla, Valdym ise cevap vermeden önce arkasına yaslandı ve kızına baktı.
"Diğerlerini bilmiyorum, ama benim seni korumaya sözüm var. Yarın şafakta yola çıkıyoruz, vedalaşacağın kimse varsa hallet olur mu?"
Kız yorgunca kafasını salladı, ve ardından birden babasına sarıldı.
"Guthrum!" diye seslendi Ravn, arkadaşlarının bulunduğu ateşe yaklaşırken. "Zamanı geldi." Guthrum aslında normal bir İnsandan ziyade efsanelerdeki devlere daha çok benziyordu, kendine en yakın adamdan en az iki kafa uzun olup, ördüğü kıpkızıl sakalı sanki suratına ölü bir keçi yapıştırmış gibi gösteriyordu onu. Ayağa kalkan adam gözcüsünün en az iki kafa daha yukarısında durup homurdandı, ve buzun kendisi gibi soğuk bakışlarıyla beraber el işareti etmesi adamların ayağa kalkıp ateşi söndürmeleri için yeterli oldu. Herkes silahını kuşandı.
Kuzeylilerden oluşan küçük bir ekip gecenin ortasında küçük bir noktaymışcasına ilerliyordu.
Ravn, Kaptan elini kaldırdığında durdu, baltasını sıkıca tuttu. Rüzgarlar onlara kibar davranıyor, yavaşça yüzlerini okşuyordu. İleriye çıkıp köye bakmaya başladı kuzeyliler, ortadaki meydan bomboş görünüyordu. "Bu saatte uyuyor olmalılar." diye düşündü kendi kendine. Oldukça bakımlı bir köye benziyordu burası, kırık çitler, veya sokakta kalan kimse yoktu. Kuzeyliler gemilerinden indiklerinden beri burayı gözlüyorlardı aslında. Köylülerin bir çoğunun hali vakti yerindeydi, diğer köylere nazaran savaştan hiç etkilenmemiş gibi duruyorlardı, ve aslında bu da burayı mükemmel bir hedef haline getiriyordu. Ravn yanındaki arkadaşına kafasını salladı ve köye doğru hareketlenen grup köyün içine girdi.
Kaptan Guthrum adamlarına döndü "Bu yağlı domuzlardan herhangi biri bizi beklemiyor" dedi pis pis sırıtaraktan "Evlere girin, erkekleri öldürün, kadın veya çocukları bağlayıp buraya toplayın. Her adamın taşıyabildiği kendinindir." dedi. Ravn huzursuzdu, burada yanlış bir şeyler vardı. Köylüler neredeydi? Onları girerken duymamışlar mıydı? Niye hiç gözcü yoktu? Ama diğer arkadaşları bunu hiç umursamıyor gibilerdi, elinde normal bir adamın iki eliyle zar zor taşıyabileceği bir balta tutan Guthrum tam arkasını döndüğünde Ravn bağırdı.
"Guthrum, yere yat!"
Ve bir ok havayı ıslık çalarak yardı ve devin göğsüne saplandı.
Valdym hızlıca yayına yerleştirdiği ikinci okunu gönderdi, ve bu sefer insan azmanını bacaklarının arasından vurdu.
Adamın bastığı çığlığın ardından, karanlığın içinden evlerinden ellerine çekiç, balta veya silah olarak kullanılabilecek herhangi birşeyi geçirmiş köylüler fırladı. Çatının üstündeki adam sadağından üçüncü oku çekip yerleştirdi, ve gözüne kestirdiği kısa boylu olan adama doğru yolladı. Ama dev düştükten sonra diğerleride kendilerine gelmişti, ve adam alnına doğru fırlayan oku engellemek için kalkanını tam zamanında kaldırmayı başardı. Her ne kadar yağmacılar daha iyi kuşanmış olsalarda, pusuya düştükleri için birçoğu hızlıca düştü.
Bir düzine adamdan geriye kalan iki kişi kuyruklarını kıstırmış köyden kaçarken Valdym yayını sırtına astı ve yere yumuşak bir iniş yaptı çatıdan. Havadaki kan kokusu keskindi, adam buna yüzünü ekşitti. Etrafına topladığı milis kuvveti yağmacıları püskürtmekte başarılı olmuştu ve şuan ölülerin vucutlarındaki değerli eşyaları aramakla meşgullerdi. En azından hayatta kalanları. Valdym az ötede, kuyunun önünde kızını oduncunun oğlu Rook'u tutarken gördü. Çocuk babasının cesedinin yanında perişan olan annesini izliyordu, zavallı şey büyük ihtimalle nolduğunu bile kavrayamadan sadece bakakalmıştı. Kızı sürekli kafası alev almış gibi görünen bir kızdı, annesinden geçen saçları yüzünden olsa gerek diye düşünürdü hep Valdym, ama bu sahne karşısında o saçlar bile sanki sönükleşmişti.
Valdym kızı Valette bir oğlan çocuğunu tutuyordu, çocuk resmen kaskatı olmuştu. Bu geceki saldırı onlara birkaç tane hayata mal olmuştu, ama çoğu genç insanlardı. Oduncu Robin hariç. Adamın iki oğlu, bir karısı ve evlendirecek küçük bir kardeşi vardı, ama Valette'e doğru gelmekte olan yağmacılardan birinin önüne cesurca çıkmış, ama adam baltasıyla kafatasını ikiye bölmüştü. Düşüncelerinin içinden onu kendisine yakınlaşan babası, Valdym çekip aldı. Buruk bir gülümsemeyle kızın saçlarının arasına bir öpücük kondurdu ve hiçbir şey demeden teselli etmek için dul kadına yöneldi.
Kadını ölü kocasının bedeninden uzaklaştırmak biraz uzun sürdü, ama biraz meşakkatli bir sürecin ardından adamı gömüp ona küçük bir mezar hazırladılar. Ardından Valette, Valdym'in tüm herkesi köyün birahanesine çağırdığının haberini aldı, ve yavaşça kapıyı açtı. Normalde kahkahalarla dolu olan, bu küçük köyün insanlarının yorucu bir günün ardından birbirleriyle kaynaşıp sıkıntılarını bir kenara attığı bir yer olan bu birahane şimdi eski halinin kabuğu gibiydi. Köyün nufusu nerdeyse yarıya inmişti, bir çok insan ölmüş ve daha çoğu ise daha güvenli olan Varcheg şehrine taşıyabildiği herşeyi alarak kaçmıştı.
"Bu son ayın dördüncü saldırısı." diye tısladı sesinde öfkeyle Valdym, incecik bir adamdı oysa ki ama yüzündeki bir çok yara ve onun duygu dolu sesi kendini etkileyici bir insan kılıyordu "Eğer bu seferkileri daha önceden farketmeseydik sonumuz olabilirdi, artık onlara karşı koyacak gücümüz kalmadı. Ya bundan sonrakiler daha fazla olurlarsa? Herşeyimizi yüklenip Boyar Vuldrat'a, Varcheg Şehrine sığınmalıyız." Oturmakta olan bazı kişiler başlarını salladılar, ama aralarından en yaşlı olan, Yaşlı Klav bastonunu inatçılıkla kaldırdı ve Valdym'e bağırdı "Ben üç oğlumuda buraya gömdüm!" dedi sesi titreyerek "Yüzyıllardır halkımız bu topraklarda yaşıyor, buradan kaçarak atalarımın kemiklerini sızlatamam ben." Bir grup genç kafasını sallarken Valdym hızlıca onu böldü.
Ama Valette bunu daha fazla çekecek değildi. Kapıya fırlayıp hızlıca mekanı terketti, ve kapının önünde verdiği nefesin havaya buhar olarak çıkmasını izledi. Son yıl çok yoğun geçmişti, ve en son ne zaman düzgün bir uyku çektiğini unutmuştu. Yağmacıların git gide sıklaşan akınları ve çoğalan sayıları hiç kimseye göz açtırmıyordu. Kız orada dikilip sadece rüzgarın yavaşça sürüklediği yaprakları izledi, içerideki boğuk sesleri elinden geldiğince görmezden gelmeye çalışarak.
Valdym yorgun gözlerle kapıdan çıktı, onu bekleyen kızını gördü. Yavaş adımlarla ona doğru ilerledi "Yer alasıca yaşlılar ve inatları" diye homurdandı kızına bakarak. Bir cevap almadı, zaten beklemiyordu da. Son iki hafta onlar için oldukça yorucu olmuştu, vardiyalar halinde gözcülük yapıp yakındaki savaş partilerini takip ediyorlardı. "Napacağız baba?" diye sordu kızı ona yorgun bir tınıyla, Valdym ise cevap vermeden önce arkasına yaslandı ve kızına baktı.
"Diğerlerini bilmiyorum, ama benim seni korumaya sözüm var. Yarın şafakta yola çıkıyoruz, vedalaşacağın kimse varsa hallet olur mu?"
Kız yorgunca kafasını salladı, ve ardından birden babasına sarıldı.
Mum ışığıyla loş bir şekilde aydınlanmış bir odada, hayatının baharındaki bir kız masada oturmuş, karşısındaki kelce bir adam ile muhabbete girişmişti. Grunwalder Kalesi'nin dışarısı oldukça sessiz olsa bile dikkatli bir gözlemci etrafa koşuşturup büyük bir ziyafet hazırlayan hizmetçileri farkedebilirdi.
"Kendileri kibar bir beye benziyorlar hanımım" dedi adam "Aynı zamanda oldukça nufuzlu. Eğer babanızın planları yolunda giderse bu haftanın sonunda Kraliçe Svipul Yaroslovna olabilirsiniz."
Svipul bir süre cevap vermedi, duvardaki sancakları incemekle meşguldu. Nişanlısı Baron Grunwalder beyaz bir arkaplanın üstündeki kırmızı bir ejderhaya sahip olan sancağını heryerde sergiliyordu, ve bir tanesi halihazırda kaldığı odada mevcut idi. Kulaklarındaki küpelere ulaşıp onları çıkardı "Eğer isyan başarılı olursa." diye sitem etti Leydi "Buraya, savaşta olduğumuz bir ülkeye 'gelinin onur alayı' adı altında bin tane adam soktuk, Praven'deki kralın bunu duyması an meselesi."
"İki tarafta birbirleri ile savaşmakla aşırı meşguller, buraya gönderecek kadar fazla adam sağlayabileceklerinden şüpheliyim." dedi sırıtarak "Ve emin olun ki bu evlilik hem size, hem ailenize oldukça yararlı olacak, eminim bundan. Hem böyle bir evlilik için uzuvlarını verecek kadınlar varken niye surat asıyorsunuz?"
"Beraber bir ömür aynı yatağı paylaşacağım adamı benim yerime babamın seçmesi olabilir mi?" diye çıkıştı Svipul, Sazed ise gözlerini devirmekle yetindi.
Castor atını dörtnala kaldırdı ve kafilenin daha önünde at süren Grunwaldere ulaştı. Etrafına baktığında bu topraklar onun için fazla cıvıl geliyordu. Tundra ve soğuk kuzeyde geçen yılların ardından Rodokların vadideki arazileri ve yemyeşil toprakları, sürekli parlayan güneş hala alışması zor geliyordu. Castor, Grunwalderin yanına yaklaştığında atının dizginlerini çekip yavaşlattı, ufukta Jelkala görünmekteydi.
"Burası neresi?" diye sordu Castor yanındaki adama.
"Burası Jelkala" deyiverdi, gözleri uzaklara dalmış bir şekilde Grunwalder "Rodokların burada kurduğu ilk şehir. Hepimizin kökleri o veya bu şekilde buraya dayanıyor. Svadyalılarla beraber Vlandialılar olarak İmparatorluk zamanındaki ilk kurulan şehirlerden biri. Tabi o zamanlar aramızda husumet yoktu, şu anki durumumuzun aksine." Castor ise sadece buna kafa sallamakla yetindi. Sessizlik içinde beraberce tepeden inmeye başladılar, ta ki Grunwalder tekrardan sessizliği bozana kadar.
"Kral Yaroslav niye oğullarından birini düşmanlar denizinin içine atıyor? diye sordu Rodoklu kaşını kaldırarak "Senin babanla beraber cephede olman gerekmiyor mu? Bildiğim kadarıyla babanın en büyük oğlu sensin, sen uzaklardayken tahtı senden çalabileceklerinden korkmuyor musun?"
Vaegirli Castor kaşlarını çatıp dik dik Grunwalder'e baktı, "Ben gayrimeşruyum." diyerek kestirip attı bu konuyu, parmağını kafilenin önündeki Leydi Sviapul'a kaldırarak "Ve cephede olmamamın sebebi ise onu korumak. Kimden olursa olsun." dedi, ve ardından Rodokluya cevap fırsatı vermeden dörtnala yanındaki iki atlı Vaegirli ile beraber kafilenin ön tarafındaki kardeşine yetişti.
"Kendileri kibar bir beye benziyorlar hanımım" dedi adam "Aynı zamanda oldukça nufuzlu. Eğer babanızın planları yolunda giderse bu haftanın sonunda Kraliçe Svipul Yaroslovna olabilirsiniz."
Svipul bir süre cevap vermedi, duvardaki sancakları incemekle meşguldu. Nişanlısı Baron Grunwalder beyaz bir arkaplanın üstündeki kırmızı bir ejderhaya sahip olan sancağını heryerde sergiliyordu, ve bir tanesi halihazırda kaldığı odada mevcut idi. Kulaklarındaki küpelere ulaşıp onları çıkardı "Eğer isyan başarılı olursa." diye sitem etti Leydi "Buraya, savaşta olduğumuz bir ülkeye 'gelinin onur alayı' adı altında bin tane adam soktuk, Praven'deki kralın bunu duyması an meselesi."
"İki tarafta birbirleri ile savaşmakla aşırı meşguller, buraya gönderecek kadar fazla adam sağlayabileceklerinden şüpheliyim." dedi sırıtarak "Ve emin olun ki bu evlilik hem size, hem ailenize oldukça yararlı olacak, eminim bundan. Hem böyle bir evlilik için uzuvlarını verecek kadınlar varken niye surat asıyorsunuz?"
"Beraber bir ömür aynı yatağı paylaşacağım adamı benim yerime babamın seçmesi olabilir mi?" diye çıkıştı Svipul, Sazed ise gözlerini devirmekle yetindi.
Castor atını dörtnala kaldırdı ve kafilenin daha önünde at süren Grunwaldere ulaştı. Etrafına baktığında bu topraklar onun için fazla cıvıl geliyordu. Tundra ve soğuk kuzeyde geçen yılların ardından Rodokların vadideki arazileri ve yemyeşil toprakları, sürekli parlayan güneş hala alışması zor geliyordu. Castor, Grunwalderin yanına yaklaştığında atının dizginlerini çekip yavaşlattı, ufukta Jelkala görünmekteydi.
"Burası neresi?" diye sordu Castor yanındaki adama.
"Burası Jelkala" deyiverdi, gözleri uzaklara dalmış bir şekilde Grunwalder "Rodokların burada kurduğu ilk şehir. Hepimizin kökleri o veya bu şekilde buraya dayanıyor. Svadyalılarla beraber Vlandialılar olarak İmparatorluk zamanındaki ilk kurulan şehirlerden biri. Tabi o zamanlar aramızda husumet yoktu, şu anki durumumuzun aksine." Castor ise sadece buna kafa sallamakla yetindi. Sessizlik içinde beraberce tepeden inmeye başladılar, ta ki Grunwalder tekrardan sessizliği bozana kadar.
"Kral Yaroslav niye oğullarından birini düşmanlar denizinin içine atıyor? diye sordu Rodoklu kaşını kaldırarak "Senin babanla beraber cephede olman gerekmiyor mu? Bildiğim kadarıyla babanın en büyük oğlu sensin, sen uzaklardayken tahtı senden çalabileceklerinden korkmuyor musun?"
Vaegirli Castor kaşlarını çatıp dik dik Grunwalder'e baktı, "Ben gayrimeşruyum." diyerek kestirip attı bu konuyu, parmağını kafilenin önündeki Leydi Sviapul'a kaldırarak "Ve cephede olmamamın sebebi ise onu korumak. Kimden olursa olsun." dedi, ve ardından Rodokluya cevap fırsatı vermeden dörtnala yanındaki iki atlı Vaegirli ile beraber kafilenin ön tarafındaki kardeşine yetişti.
Ateş neredeyse sönmüş, kızıl gökte güneş yüzünü tepelerin arkasından yavaşça çıkarmaya başlamıştı. İki yolcunuın yaktığı ateş sönmüş, sadece küçük kıvılcımlar odunun altında kalmıştı. Valdym ise taşın üstüne oturmuş elindeki hançer ile elindeki tahta parçasına şekil vermeye çalışıyordu. Valdym pekte yapılı bir adam değildi, hayır güçten daha çok atikliğe sahipti. Saçına ve sakalına erkenden düşmüş bir kaç beyaz vardı, ve bazı kırışıklıklar alnında yerini bulmuştu.
Ateşin diğer tarafında ise üstüne pelerini çekmiş bir şekilde Alette uyuyordu. "O kadar yılın ardından bile- korkutucu derecede annesini anımsatıyor." diye düşündü Valdym iç çekerek. Kızın kpkızıl saçları omuzlarından biraz aşağıya iniyordu, ve bir çok zaman sanki kafası alev almış gibi görünüyordu. Masmavi delici gözleri ve yuvarlak yüzüyle babasıyla pek alakası yoktu, hatta babasından bir kaç parmak uzundu. Bilmeyen bir insan Valdym kızı Valette'in gerçekten Valdym'in kızı olduğuna inanmazdı. Valdym birden kafasını kaldırıp gözlerini kıstı ve kenara bıraktığı yayına uzandı, yavaşça kıza doğru uzanıp onu dürttü.
"Uyan, sesler var." diye fısıldadı Valdym kızına "Gitmemiz lazım." Uykulu gözlerle ona bakan kız bir iki saniyenin ardından faltaşı gibi açılan gözleriyle kafasını salladı ve yavaşça ayağa kalktı.
Kızın ayağa kalkmasıyla beraber ağaçların arasından hırpani görünümlü dört tane adam çıktı. Üçünün ellerinde büyük ihtimal ile kendilerine ait olmayan kaliteli çelikten kılıçlar vardı. Giyimleri aynı köylülere benziyordu, üstlerinde bir tunik ve eski ayakkabılar vardı. En önündeki hiç kendine aitmiş gibi durmayan altın bir kolye takıyordu. En arkalarında ise küçük bir oğlan çocuğu vardı, eline ise eskice bir kundaklı yay tutuşturulmuştu, ve görünen kadarıyla burada olanlardan herkesin arasında en çok o korkuyordu.
"Selamlar yolcu." dedi adam pis pis sırıtarak, çürümüş dişlerinden bir kaç tanesi eksikti. Valdym ise dik dik bakmak dışında bir cevap vermedi "Buradan geçmenin bir ücreti var."
Valdym kafasını iki yana salladı, adama bakmayı sürdürdü "Yanımda hiç gümüş yok. diye adamı net bir ses tonuyla reddetti "Bırakın kendi yolumuza gidelim." Bunun üzerine haydutun yüzündeki sırıtış daha büyük bir hal aldı, bir kaç saniye boyunca bir cevap vermedi. Ardından yavaşça kılıcını kaldırıp Alette'i gösterdi "Kızı burda bırak, biz biraz eğlenelim." diye bir teklifte bulundu haydut, Valdym kızın arkasına iyice sığındığını hisetti "Sende yoluna-" adam cümlesini yarıda böldü ve olayın daha farkına varamadan Valdym seri bir şekilde hareket edip adamın göğsüne bir ok yerleştirdi.
Ardından ise kızını kolundan kapıp sanki yarın yokmuşcasına koşmaya başladı.
Adamın acıdan çığlığı basması ile beraber elinde kundaklı yay olan çocuk "Baba!" diye bağırıp ona doğru koştu, ve geri kalan ikili ise Alette'i kovalamaya başladı. Beraber ormanın içine girdikten sonra bir süre boyunca arkalarına dahi bakmadan koştular, ve ormana pekte alışık olmayan haydutlar belli bir süre sonra ağaçların arasında geride kalıp izlerini kaybettiler. Valdym en sonunda durdu, bir ağaca dayanıp soluğunu yakalamaya çalıştık "Sanırım onları ekmeyi başardık." dedi nefes nefese Alette, Valdym ise sadece başını sallamakla yetindi. Güneş tam yüzünü göstermişti, ve bacakları artık onu dinlemeyi reddediyordu. Bir saate yakındır koşuyorlardı.
"Yağmacılar insanların elinde ne var ne yok aldı." dedi Valdym ormandan çıkarken, ileride bir tepe vardı "Haydutlarla ilgili dedikodular heryere ulaşmıştı, ama uzun süredir ilk defa böyle bir soygunla karşılaştım." Alette ona baktı, belli ki konu onu rahatsız ediyordu. Açıkcası hala ormandaki olaydan dolayı bembeyazdı, yüzüne renk daha yeni yeni geri dönüyordu. "Varcheg Şehri ne kadar uzakta?" diye konuyu değiştirdi hızlıca kız "Günlerdir yoldayız." Valdym tepeye tırmanırken omuzlarını silkti "Fazla kalmış olamaz hatta-" ve konuşmayı bıraktı, ileriye gözlerini dikti. Alette meraklanıp babasına yetişmek için hızlanıverdi, ve tepenin üstüne vardığı zaman babasının yanında ileriye bakakaldı.
Varcheg şehri ileride hatırladığından daha büyük bir halde duruyordu. Daha dikkatli baktığında şehrin o kadarda büyümediğini farketti, ama şehrin duvarlarının etrafında yüzlerce çadır ve derme çatma yeni yapılmış kulübeler vardı "Büyük değil-" diye düşündü Alette "Niye dışarıda bir sürü kamp var baba?" diye sordu, ardından ise Valdym parmağıyla kapıları işaret etti "Kapılar kapalı, belli ki kimseyi içeri almıyorlar." dedi yavaşça, ardından ise iç çekip devam etti "Kuzeylilerden tek kaçanlar biz değiliz. Burda nerden baksan bir kaç bin tane insan var. Kapılar kapalı olduğuna göre burada katledilmeyi bekleyen koyunlar gibiler. Alette bakakaldı "Bu korkunç, insanları duvarların dışında zalimce bırakmaya nasıl gönülleri elveriyor?" dedi içinden.
"Gel, neler dönüyor bir öğrenelim" dedi Valdym, şehre doğru yokuş aşağı ilerlemeye başlayarak.
Ateşin diğer tarafında ise üstüne pelerini çekmiş bir şekilde Alette uyuyordu. "O kadar yılın ardından bile- korkutucu derecede annesini anımsatıyor." diye düşündü Valdym iç çekerek. Kızın kpkızıl saçları omuzlarından biraz aşağıya iniyordu, ve bir çok zaman sanki kafası alev almış gibi görünüyordu. Masmavi delici gözleri ve yuvarlak yüzüyle babasıyla pek alakası yoktu, hatta babasından bir kaç parmak uzundu. Bilmeyen bir insan Valdym kızı Valette'in gerçekten Valdym'in kızı olduğuna inanmazdı. Valdym birden kafasını kaldırıp gözlerini kıstı ve kenara bıraktığı yayına uzandı, yavaşça kıza doğru uzanıp onu dürttü.
"Uyan, sesler var." diye fısıldadı Valdym kızına "Gitmemiz lazım." Uykulu gözlerle ona bakan kız bir iki saniyenin ardından faltaşı gibi açılan gözleriyle kafasını salladı ve yavaşça ayağa kalktı.
Kızın ayağa kalkmasıyla beraber ağaçların arasından hırpani görünümlü dört tane adam çıktı. Üçünün ellerinde büyük ihtimal ile kendilerine ait olmayan kaliteli çelikten kılıçlar vardı. Giyimleri aynı köylülere benziyordu, üstlerinde bir tunik ve eski ayakkabılar vardı. En önündeki hiç kendine aitmiş gibi durmayan altın bir kolye takıyordu. En arkalarında ise küçük bir oğlan çocuğu vardı, eline ise eskice bir kundaklı yay tutuşturulmuştu, ve görünen kadarıyla burada olanlardan herkesin arasında en çok o korkuyordu.
"Selamlar yolcu." dedi adam pis pis sırıtarak, çürümüş dişlerinden bir kaç tanesi eksikti. Valdym ise dik dik bakmak dışında bir cevap vermedi "Buradan geçmenin bir ücreti var."
Valdym kafasını iki yana salladı, adama bakmayı sürdürdü "Yanımda hiç gümüş yok. diye adamı net bir ses tonuyla reddetti "Bırakın kendi yolumuza gidelim." Bunun üzerine haydutun yüzündeki sırıtış daha büyük bir hal aldı, bir kaç saniye boyunca bir cevap vermedi. Ardından yavaşça kılıcını kaldırıp Alette'i gösterdi "Kızı burda bırak, biz biraz eğlenelim." diye bir teklifte bulundu haydut, Valdym kızın arkasına iyice sığındığını hisetti "Sende yoluna-" adam cümlesini yarıda böldü ve olayın daha farkına varamadan Valdym seri bir şekilde hareket edip adamın göğsüne bir ok yerleştirdi.
Ardından ise kızını kolundan kapıp sanki yarın yokmuşcasına koşmaya başladı.
Adamın acıdan çığlığı basması ile beraber elinde kundaklı yay olan çocuk "Baba!" diye bağırıp ona doğru koştu, ve geri kalan ikili ise Alette'i kovalamaya başladı. Beraber ormanın içine girdikten sonra bir süre boyunca arkalarına dahi bakmadan koştular, ve ormana pekte alışık olmayan haydutlar belli bir süre sonra ağaçların arasında geride kalıp izlerini kaybettiler. Valdym en sonunda durdu, bir ağaca dayanıp soluğunu yakalamaya çalıştık "Sanırım onları ekmeyi başardık." dedi nefes nefese Alette, Valdym ise sadece başını sallamakla yetindi. Güneş tam yüzünü göstermişti, ve bacakları artık onu dinlemeyi reddediyordu. Bir saate yakındır koşuyorlardı.
"Yağmacılar insanların elinde ne var ne yok aldı." dedi Valdym ormandan çıkarken, ileride bir tepe vardı "Haydutlarla ilgili dedikodular heryere ulaşmıştı, ama uzun süredir ilk defa böyle bir soygunla karşılaştım." Alette ona baktı, belli ki konu onu rahatsız ediyordu. Açıkcası hala ormandaki olaydan dolayı bembeyazdı, yüzüne renk daha yeni yeni geri dönüyordu. "Varcheg Şehri ne kadar uzakta?" diye konuyu değiştirdi hızlıca kız "Günlerdir yoldayız." Valdym tepeye tırmanırken omuzlarını silkti "Fazla kalmış olamaz hatta-" ve konuşmayı bıraktı, ileriye gözlerini dikti. Alette meraklanıp babasına yetişmek için hızlanıverdi, ve tepenin üstüne vardığı zaman babasının yanında ileriye bakakaldı.
Varcheg şehri ileride hatırladığından daha büyük bir halde duruyordu. Daha dikkatli baktığında şehrin o kadarda büyümediğini farketti, ama şehrin duvarlarının etrafında yüzlerce çadır ve derme çatma yeni yapılmış kulübeler vardı "Büyük değil-" diye düşündü Alette "Niye dışarıda bir sürü kamp var baba?" diye sordu, ardından ise Valdym parmağıyla kapıları işaret etti "Kapılar kapalı, belli ki kimseyi içeri almıyorlar." dedi yavaşça, ardından ise iç çekip devam etti "Kuzeylilerden tek kaçanlar biz değiliz. Burda nerden baksan bir kaç bin tane insan var. Kapılar kapalı olduğuna göre burada katledilmeyi bekleyen koyunlar gibiler. Alette bakakaldı "Bu korkunç, insanları duvarların dışında zalimce bırakmaya nasıl gönülleri elveriyor?" dedi içinden.
"Gel, neler dönüyor bir öğrenelim" dedi Valdym, şehre doğru yokuş aşağı ilerlemeye başlayarak.
Salon cıvıl cıvıldı, sanki canlıymışcasına heryerde şarap akıyor, gülüşmeler salonu kaplıyordu. Bugüne özel kiralanmış müzisyenlerin çaldığı parçalar bu büyük toplantının şen havasını ateşliyordu. İçeride bir insan denizi vardı, yüzden fazla soylu birbirleriyle konuşuyor, kimisi arkadaşlarıyla şarap eşliğinde sohbet ederken kimileri soylu kadınlara kur yapıyordu. Bazıları ise köşelerde sessizce gölgeleri kendilerine pelerin gibi örtercesine saklanıyordu. Duvarlarda ise boydan boya asılan sancaklarda Rodokların Kalradyaya adım attıkları günden beri kullandıkları yeşil zeminin üzerine boyanmış kara ayı başı tasvir edilmişti.
Kaladin bu geceki dördüncü dansının ardından bacaklarında derman kalmadığını hissetti, ve yavaşca Kont babasının, leydi annesinin ve kardeşlerinin oturduğu masaya yollandı. Kaladin pek göze çarpmazdı, ortalama bir boyu vardı ve saçlarına asla söz geçiremediğinden kısa tutardı, sakalları ise daha bu sabah ustaca bir şekilde tıraşlanmıştı. Gözü bir an bu şölenin tam ortasında, yüksek masada oturan gruba ilişti. Yeni taç giymiş Kral Grunwalder gelip geçen soylulara gülümsüyor, onlarla konuşuyordu, hatta bazıları ile davaları için kadeh bile kaldırıyordu. Onun yanında ise küçük kardeşi Ergellon vardı, kendisi daha küçük olmasına rağmen abisinden büyük gösteriyordu Baron Ergellon. Saçı açılmıştı, ve açıkcası oldukça şişman bir adamdı, masanın üstünde ziyafetin erken saatlerinde sızmıştı. Ama iki kardeşten çok Grunwalderin eşi Kraliçe Svipul ve kayınbiraderi Castor üstlerindeki giysileri olsun, bembeyaz tenleri ve bu sıcak baharda bile kalın kürkleriyle elma sepetindeki armutlar gibi sırıtıyorlardı. Castor pek sırıtmıyordu aslında, ama Svipul ara sıra eğilip yeni evlendiği eşiyle konuşuyor, gelen lordlara ise kibarca gülümsemeyi ihmal etmiyordu.
"Bu pek iyi yerlere varmayacak" diye düşündü Kaladin "Bu bir evlilikten çok savaş arefesi. Bir başkaldırı. İkiyüz yıldır ilk defa Jelkala'da Pravenden gelmeyen bir kral var. Diye kara kara düşünürken yapılıca bir adam hafifçe Kaladin'in kafasına vurdu "Noldu Kaladin?" diye sordu abisi Tien ona gülerek. Sakallı adam kendisinden bir kafa uzundu ve olduğunca yapılıydı, fakat yüzündeki gülümseme onu tehditkardan çok dostcanlısı kılıyordu "Gülsene biraz! Bu mutlu bir gün!" dedikten sonra şarap testisinden kardeşine biraz daha şarap doldurdu. Kaladin yüzüne küçük bir sırıtış oturtup bardağına uzandı "Sadece..." diye durakladı, bir yudum alıp acı şarabın içine sıcaklığı yaydığını hissetti "Burada olanlar biraz cüretkar geliyor. Her ne kadar yıllardır aramız dağların diğer tarafındaki Svadyalılarla açık olsada... Yaklaşık iki yüzyılı beraber, Vlandia sancağının altında geçirdik ve İmparatorluğa karşı savaştık. İlk kralımız Demirkollu Osrac'ı bile bu kutsal salonda seçtik. Ortak düşmanlarla savaşmak için. Şimdi ise biz düşmana karşı birleşmeyi geç, onlarla işbirliği yapıyoruz. Bu kadar geçmişimiz varken sence kopmaktansa Svadyalılarla uzlaşıp hep beraber o eski günlerimize dönmeye çalışmak doğru olmaz mı?" diye tamamladı, ve iç çekerek Kraliçe Svipul'un oturduğu yere doğru baktı. Tien bir süre ona baktı, ve sonra kafasını iki yana salladı "Ne demeye çalıştığını anlıyorum." diye fısıldadı ona sessiz bir şekilde abisi "Ama Svadyalılar bu kutsal mekana silahlarıyla girip kendi kralımızı seçme hakkımızı elimizden alıp, tacı sadece ve sadece kendilerine saklamaya başladıklarında bizim bu dostluğumuz bitti. Dağların arkasında yaşayan Rodok halkı olarak gördüğümüz muamele sence diğerleri gibi mi? Onların hiçbir şeye saygısı yok Kaladin. Ve biz gerekirse kanımızla bedel ödeyip, sonuna kadar savaşıp haklarımızı koruyacağız. Bizi korumaya tenezzül bile etmeyen bir Krala vergi veya asker yollamayacağız. Aynı zamanda, baba geliyor sakın seni böyle şeyler derken duymasına izin verme, seni elleriyle boğazlar!" diye bir espri yaptı, ve babaları Kont Lirin bastonuyla yavaşça masaya otururken Tien kalktı ve kalabalığın arasına bir daha karıştı. Kont Lirin yaşlı ve huysuz bir adamdı, ama Grunwalderin arkasındaki en büyük güçlerden biri olmakla beraber bu salondaki en yaşlı adam bile olabilirdi.
Kaladin'in gözü yine yüksek masaya ilişti bir anlığına. Castor'un yanına hızlıca koşturan bir Vaegirli kulağına bir şeyler fısıldadı ve hışımlıca kalkıp salondan seri adımlarla çıkmasına sebep oldu. Bu adamı aslında kimse sevmiyordu, fakat kimse bunu ona söyleyecek yüreği toplayamamıştı. Resmen tundradan getirdiği soğuğu kendiyle beraber taşıyordu. Kaladin buna pek takılmamaya karar verdi ve omuz silkti, ve gözü simsiyah saçlı bir kıza takıldı. Leydi Catelyn Kaladin'in küçüklüğünden beri tutuk olduğu birisiydi, diğer insanlardan, kadınlardan bile, daha kısaydı fakat bu güzelliğinden ona göre hiçbir şey almıyordu. Ayağa kalkıp ona doğru ilerledi, ardından Catelyn'in yanındaki grubun yanına geldiğinde seslice boğazını temizledi "Leydi Catelyn." diye selamladı onu ilk başta, bu yanındaki iki eşlikçinin gülümseyerek onlardan uzaklaşıp tekrar kalabalığa karışmasına sebep oldu. Bu noktada zaten tüm soylular onun kime tutuk olduğunu biliyordu. "Lord Kaladin!" diye onu selamladı "Bu şerefi neye borçluyum?" Kaladin gülümsedi, kıza baktıkça bu kadar yılın ardından bile içi gıdıklanıyordu "Tüm gece boyunca seni arıyordum." dedi, elini kıza doğru uzatarak "Sizi dansa kaldırabilir miyim?"
Catelyn tam ağzını cevap vermek için açmışken salonun büyük kapıları büyük bir sesle çarpıldı, bir anda müzisyenler çalmayı bıraktı ve herkes kapılara döndü.
O sessizlik anını botların senkronize tınısı bozdu. Kapıdan içeriye ortada üstünde kırmızı zeminin üstüne işlenmiş bir siyah aslan olan bir zırh giymiş bir adam girdi. İki yanında elleri kılıçlarının kınlarında olan, tırnağına kadar zırhlı adam ve onlarında arkasından ise en az yirmi kişi içeren arbaletli bir bölük girdi. Bu küçük kafile Musa'nın denizi yardığı gibi kalabalığı yararak ilerledi, ve yüksek masanın önünde durdu. Az önce cıvıl cıvıl olan salona ölüm sessizliği hakimdi. Sanki bir anda duran bir kalp gibi soluklar bile durmuştu.
Svipul kocasının yüzünden kanın yıldırım hızında çekildiğini gördü. "Veliaht Prens Stamar." diye düşündü kendi kendine önlerinde duran zırhlı adama bakarken, kendisini bir kaç tane diplomatik protokolde görmüştü ve kim olduğunu biliyordu. Ve bu adam buraya ait değildi. Stamar normal bir adam boyundaydı, ama giydiği botlar ve zırh onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Kafası keldi, ve yüzünde bir çok savaşın yarası bulunuyordu. "Baron Grunwalder." dedi yüzünde bir sırıtışla, ardından ise bir cevap bekleyerek gözünü Grunwalder'e dikti. Grunwalder ona dik dik baktı, ve belli ki cesaretini toplamayı başarabilince hiçte kendine güven dolu olmayan bir ses tonuyla "Burda ne arıyorsun Stamar?" diye sordu. Stamar bir anda ciddileşti ve masaya doğru bir adım daha attı "Görüyorum ki sadakatinle beraber terbiyenide geride bırakmışsın." dedi, yüzündeki sırıtış silinmişti ve ağzı ince bir çizgi halini almıştı adamın "Senin için o Prens Stamar, hain. Grunwalder cevap veremeden yakın masalardan birisi ortamdaki ölümcül sessizliği bozdu.
Kont Lirin elindeki bastonu kaldırmış, Stamarı gösteriyordu ve avazı geldiğince bağırıyordu "Hain domuzlar Buraya ne cürretle silah sokarsınız! Kutsal mekanlara hiç mi saygınız yok be?! diye bağırıyordu, adamın cesaretini takdir etti Svipul, belki bu salondaki en erkek adam gerçektende bu yaşlı adamdı. Adam küfürleri sıralarken Stamar kaşlarını çattı ve arkasındaki arbaletçilerden birine işaret verdi. Göz açıp kapayıncaya kadar havayı yaran bir arbalet oku adamın göğsünün sol tarafına ustaca yerleşti, ve bir kaç saniyeye kalmadan adam yere düşmüştü. Karısı bir anda yere düşen yaşlı adamı sarsmaya başladı, ve salonun diğer yanında bir çığlık duyuldu "Sizi kahpenin evlatları! Fahişenin doğurdukları!" diye bağırıyordu Lirin'in en büyük oğlu Tien, ve eline geçen sandalyeyle en yakınındaki arbaletçiye saldırdı. Adam yere düştü, açıkcası Tien oldukça güçlüydü ve hızlıca adamın kısa kılıcını çekip adama sapladı. Adam düştükten sonra ise kendisine doğru gönderilen iki ok yeni Kont Tien'in omzuna saplandı. Bir çığlık daha atıp öfkeden gözü kararan soylu en yakınındaki ikinci adama saldırıp fena yaraladı, ammavelakin ona gönderilen başka oklar kısa bir süre sonra onunda işini bitirdi ve Tien yere düştü, kanı küçük bir gölet gibi koridora yayıldı. Salonda Grunwalder ve Svipul dahil herkes şoktan napacaklarını şaşırmışlardı, herkes kireç beyazı bir şekilde yerinde duruyordu.
Olanlardan etkilenmemişe benzeyen Prens Stamar elindeki parşomeni havaya kaldırdı "Bunlarda aradan çıktığına göre." diye çarpıkça gülümseyip bir saniyeliğine yerde yatan soylunun cesedine baktı "Bu alçakgönüllü ziyaretimin asıl amacını söyleyebilirim. ve kılıcını kınından çıkarıp Svipul ve Grunwaldere doğrultup bir kaç adım yaklaştı "Böyle olacağını biliyordum." diye içinden geçirdi Svipul. "Grunwalder oğlu Grunwalder. dedi Stamar net bir şekilde "Babam Kral Osric'in verdiği yetkiye dayanarak vatana ihanet ve düşmana yardım yataklıktan sen ve tüm yardakçıların tutuklusunuz." diye suçlamasını yaptı Prens, ve 'düşmana yardım yataklık' kısmında Svipul'a bakıyordu.
Grunwalder ayağa kalktı, karşı çıkmak için ayağa kalktı, ama daha konuşmaya başlamadan önce Stamar bir kaç adım daha ileri geldi. Şimdi masanın dibindeydi ve aralarında mesafe yok denecek kadar azdı. Kılıcını kaldırdı ve ucunu Grunwalderin boğazına dayadı "Hadi." dedi psikopatça bir şekilde "Hadi bana karşı çık, çık ki seni, karını ve bu salondaki tüm küçük domuzcukları katletmek, ardından bu lanet salonu yıkmak için bir sebebim olsun. Hadi Grunwalder." sözlerini bitirdikten sonra kılıcın ucunu boğazına bastırmaya başladı, kan yavaşça adamın boğazından iniyordu. Adama işkence edip gururunu ayaklar altına almak nerdeyse adama zevk veriyor gibiydi. Havada bir süre öyle gergin bir sessizlik vardı ki Svipul kalbinin yerinden çıkacağına yemin edebilirdi.
Ve bir anda havadaki aşırı gergin sessizliği ateşlenen bir arbalet bozdu, ve aniden Svipul, Stamar'ın ağzından kan geldiğini ve masanın üstüne yığıldığını gördü. Salonun girişindeki kapıda duran Piç Castor elindeki arbaleti indirdi, ardından savaş naraları atan düzinelerce Vaegir askeri salona doldu.
Kaladin bu geceki dördüncü dansının ardından bacaklarında derman kalmadığını hissetti, ve yavaşca Kont babasının, leydi annesinin ve kardeşlerinin oturduğu masaya yollandı. Kaladin pek göze çarpmazdı, ortalama bir boyu vardı ve saçlarına asla söz geçiremediğinden kısa tutardı, sakalları ise daha bu sabah ustaca bir şekilde tıraşlanmıştı. Gözü bir an bu şölenin tam ortasında, yüksek masada oturan gruba ilişti. Yeni taç giymiş Kral Grunwalder gelip geçen soylulara gülümsüyor, onlarla konuşuyordu, hatta bazıları ile davaları için kadeh bile kaldırıyordu. Onun yanında ise küçük kardeşi Ergellon vardı, kendisi daha küçük olmasına rağmen abisinden büyük gösteriyordu Baron Ergellon. Saçı açılmıştı, ve açıkcası oldukça şişman bir adamdı, masanın üstünde ziyafetin erken saatlerinde sızmıştı. Ama iki kardeşten çok Grunwalderin eşi Kraliçe Svipul ve kayınbiraderi Castor üstlerindeki giysileri olsun, bembeyaz tenleri ve bu sıcak baharda bile kalın kürkleriyle elma sepetindeki armutlar gibi sırıtıyorlardı. Castor pek sırıtmıyordu aslında, ama Svipul ara sıra eğilip yeni evlendiği eşiyle konuşuyor, gelen lordlara ise kibarca gülümsemeyi ihmal etmiyordu.
"Bu pek iyi yerlere varmayacak" diye düşündü Kaladin "Bu bir evlilikten çok savaş arefesi. Bir başkaldırı. İkiyüz yıldır ilk defa Jelkala'da Pravenden gelmeyen bir kral var. Diye kara kara düşünürken yapılıca bir adam hafifçe Kaladin'in kafasına vurdu "Noldu Kaladin?" diye sordu abisi Tien ona gülerek. Sakallı adam kendisinden bir kafa uzundu ve olduğunca yapılıydı, fakat yüzündeki gülümseme onu tehditkardan çok dostcanlısı kılıyordu "Gülsene biraz! Bu mutlu bir gün!" dedikten sonra şarap testisinden kardeşine biraz daha şarap doldurdu. Kaladin yüzüne küçük bir sırıtış oturtup bardağına uzandı "Sadece..." diye durakladı, bir yudum alıp acı şarabın içine sıcaklığı yaydığını hissetti "Burada olanlar biraz cüretkar geliyor. Her ne kadar yıllardır aramız dağların diğer tarafındaki Svadyalılarla açık olsada... Yaklaşık iki yüzyılı beraber, Vlandia sancağının altında geçirdik ve İmparatorluğa karşı savaştık. İlk kralımız Demirkollu Osrac'ı bile bu kutsal salonda seçtik. Ortak düşmanlarla savaşmak için. Şimdi ise biz düşmana karşı birleşmeyi geç, onlarla işbirliği yapıyoruz. Bu kadar geçmişimiz varken sence kopmaktansa Svadyalılarla uzlaşıp hep beraber o eski günlerimize dönmeye çalışmak doğru olmaz mı?" diye tamamladı, ve iç çekerek Kraliçe Svipul'un oturduğu yere doğru baktı. Tien bir süre ona baktı, ve sonra kafasını iki yana salladı "Ne demeye çalıştığını anlıyorum." diye fısıldadı ona sessiz bir şekilde abisi "Ama Svadyalılar bu kutsal mekana silahlarıyla girip kendi kralımızı seçme hakkımızı elimizden alıp, tacı sadece ve sadece kendilerine saklamaya başladıklarında bizim bu dostluğumuz bitti. Dağların arkasında yaşayan Rodok halkı olarak gördüğümüz muamele sence diğerleri gibi mi? Onların hiçbir şeye saygısı yok Kaladin. Ve biz gerekirse kanımızla bedel ödeyip, sonuna kadar savaşıp haklarımızı koruyacağız. Bizi korumaya tenezzül bile etmeyen bir Krala vergi veya asker yollamayacağız. Aynı zamanda, baba geliyor sakın seni böyle şeyler derken duymasına izin verme, seni elleriyle boğazlar!" diye bir espri yaptı, ve babaları Kont Lirin bastonuyla yavaşça masaya otururken Tien kalktı ve kalabalığın arasına bir daha karıştı. Kont Lirin yaşlı ve huysuz bir adamdı, ama Grunwalderin arkasındaki en büyük güçlerden biri olmakla beraber bu salondaki en yaşlı adam bile olabilirdi.
Kaladin'in gözü yine yüksek masaya ilişti bir anlığına. Castor'un yanına hızlıca koşturan bir Vaegirli kulağına bir şeyler fısıldadı ve hışımlıca kalkıp salondan seri adımlarla çıkmasına sebep oldu. Bu adamı aslında kimse sevmiyordu, fakat kimse bunu ona söyleyecek yüreği toplayamamıştı. Resmen tundradan getirdiği soğuğu kendiyle beraber taşıyordu. Kaladin buna pek takılmamaya karar verdi ve omuz silkti, ve gözü simsiyah saçlı bir kıza takıldı. Leydi Catelyn Kaladin'in küçüklüğünden beri tutuk olduğu birisiydi, diğer insanlardan, kadınlardan bile, daha kısaydı fakat bu güzelliğinden ona göre hiçbir şey almıyordu. Ayağa kalkıp ona doğru ilerledi, ardından Catelyn'in yanındaki grubun yanına geldiğinde seslice boğazını temizledi "Leydi Catelyn." diye selamladı onu ilk başta, bu yanındaki iki eşlikçinin gülümseyerek onlardan uzaklaşıp tekrar kalabalığa karışmasına sebep oldu. Bu noktada zaten tüm soylular onun kime tutuk olduğunu biliyordu. "Lord Kaladin!" diye onu selamladı "Bu şerefi neye borçluyum?" Kaladin gülümsedi, kıza baktıkça bu kadar yılın ardından bile içi gıdıklanıyordu "Tüm gece boyunca seni arıyordum." dedi, elini kıza doğru uzatarak "Sizi dansa kaldırabilir miyim?"
Catelyn tam ağzını cevap vermek için açmışken salonun büyük kapıları büyük bir sesle çarpıldı, bir anda müzisyenler çalmayı bıraktı ve herkes kapılara döndü.
O sessizlik anını botların senkronize tınısı bozdu. Kapıdan içeriye ortada üstünde kırmızı zeminin üstüne işlenmiş bir siyah aslan olan bir zırh giymiş bir adam girdi. İki yanında elleri kılıçlarının kınlarında olan, tırnağına kadar zırhlı adam ve onlarında arkasından ise en az yirmi kişi içeren arbaletli bir bölük girdi. Bu küçük kafile Musa'nın denizi yardığı gibi kalabalığı yararak ilerledi, ve yüksek masanın önünde durdu. Az önce cıvıl cıvıl olan salona ölüm sessizliği hakimdi. Sanki bir anda duran bir kalp gibi soluklar bile durmuştu.
Svipul kocasının yüzünden kanın yıldırım hızında çekildiğini gördü. "Veliaht Prens Stamar." diye düşündü kendi kendine önlerinde duran zırhlı adama bakarken, kendisini bir kaç tane diplomatik protokolde görmüştü ve kim olduğunu biliyordu. Ve bu adam buraya ait değildi. Stamar normal bir adam boyundaydı, ama giydiği botlar ve zırh onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Kafası keldi, ve yüzünde bir çok savaşın yarası bulunuyordu. "Baron Grunwalder." dedi yüzünde bir sırıtışla, ardından ise bir cevap bekleyerek gözünü Grunwalder'e dikti. Grunwalder ona dik dik baktı, ve belli ki cesaretini toplamayı başarabilince hiçte kendine güven dolu olmayan bir ses tonuyla "Burda ne arıyorsun Stamar?" diye sordu. Stamar bir anda ciddileşti ve masaya doğru bir adım daha attı "Görüyorum ki sadakatinle beraber terbiyenide geride bırakmışsın." dedi, yüzündeki sırıtış silinmişti ve ağzı ince bir çizgi halini almıştı adamın "Senin için o Prens Stamar, hain. Grunwalder cevap veremeden yakın masalardan birisi ortamdaki ölümcül sessizliği bozdu.
Kont Lirin elindeki bastonu kaldırmış, Stamarı gösteriyordu ve avazı geldiğince bağırıyordu "Hain domuzlar Buraya ne cürretle silah sokarsınız! Kutsal mekanlara hiç mi saygınız yok be?! diye bağırıyordu, adamın cesaretini takdir etti Svipul, belki bu salondaki en erkek adam gerçektende bu yaşlı adamdı. Adam küfürleri sıralarken Stamar kaşlarını çattı ve arkasındaki arbaletçilerden birine işaret verdi. Göz açıp kapayıncaya kadar havayı yaran bir arbalet oku adamın göğsünün sol tarafına ustaca yerleşti, ve bir kaç saniyeye kalmadan adam yere düşmüştü. Karısı bir anda yere düşen yaşlı adamı sarsmaya başladı, ve salonun diğer yanında bir çığlık duyuldu "Sizi kahpenin evlatları! Fahişenin doğurdukları!" diye bağırıyordu Lirin'in en büyük oğlu Tien, ve eline geçen sandalyeyle en yakınındaki arbaletçiye saldırdı. Adam yere düştü, açıkcası Tien oldukça güçlüydü ve hızlıca adamın kısa kılıcını çekip adama sapladı. Adam düştükten sonra ise kendisine doğru gönderilen iki ok yeni Kont Tien'in omzuna saplandı. Bir çığlık daha atıp öfkeden gözü kararan soylu en yakınındaki ikinci adama saldırıp fena yaraladı, ammavelakin ona gönderilen başka oklar kısa bir süre sonra onunda işini bitirdi ve Tien yere düştü, kanı küçük bir gölet gibi koridora yayıldı. Salonda Grunwalder ve Svipul dahil herkes şoktan napacaklarını şaşırmışlardı, herkes kireç beyazı bir şekilde yerinde duruyordu.
Olanlardan etkilenmemişe benzeyen Prens Stamar elindeki parşomeni havaya kaldırdı "Bunlarda aradan çıktığına göre." diye çarpıkça gülümseyip bir saniyeliğine yerde yatan soylunun cesedine baktı "Bu alçakgönüllü ziyaretimin asıl amacını söyleyebilirim. ve kılıcını kınından çıkarıp Svipul ve Grunwaldere doğrultup bir kaç adım yaklaştı "Böyle olacağını biliyordum." diye içinden geçirdi Svipul. "Grunwalder oğlu Grunwalder. dedi Stamar net bir şekilde "Babam Kral Osric'in verdiği yetkiye dayanarak vatana ihanet ve düşmana yardım yataklıktan sen ve tüm yardakçıların tutuklusunuz." diye suçlamasını yaptı Prens, ve 'düşmana yardım yataklık' kısmında Svipul'a bakıyordu.
Grunwalder ayağa kalktı, karşı çıkmak için ayağa kalktı, ama daha konuşmaya başlamadan önce Stamar bir kaç adım daha ileri geldi. Şimdi masanın dibindeydi ve aralarında mesafe yok denecek kadar azdı. Kılıcını kaldırdı ve ucunu Grunwalderin boğazına dayadı "Hadi." dedi psikopatça bir şekilde "Hadi bana karşı çık, çık ki seni, karını ve bu salondaki tüm küçük domuzcukları katletmek, ardından bu lanet salonu yıkmak için bir sebebim olsun. Hadi Grunwalder." sözlerini bitirdikten sonra kılıcın ucunu boğazına bastırmaya başladı, kan yavaşça adamın boğazından iniyordu. Adama işkence edip gururunu ayaklar altına almak nerdeyse adama zevk veriyor gibiydi. Havada bir süre öyle gergin bir sessizlik vardı ki Svipul kalbinin yerinden çıkacağına yemin edebilirdi.
Ve bir anda havadaki aşırı gergin sessizliği ateşlenen bir arbalet bozdu, ve aniden Svipul, Stamar'ın ağzından kan geldiğini ve masanın üstüne yığıldığını gördü. Salonun girişindeki kapıda duran Piç Castor elindeki arbaleti indirdi, ardından savaş naraları atan düzinelerce Vaegir askeri salona doldu.
"Boyar'ın içeride hepimize yetecek kadar yemeği var!" diye bağırıyordu bir varilin üstüne çıkmış olan adam. Adam oldukça hırpani görünümlüydü, ve etrafında oluşan küçük kalabalıktaki bir çok insan gibi açlığı ve üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Köşeli bir yüzü vardı, ve oldukça esmerdi. "Ve bizimle paylaşmıyor! Yıllarca oğullarımızı onun ordularına yolladık, elimizde ne var ne yok koyduğu vergilere verdik. O ne yapıyor?! Ona en çok ihtiyacımız olan anda hepimizi yüzüstü bırakıyor! Köyümü Kuzeyliler yaktı, kız kardeşimi ise götürdüler. Ve burada bunu yaşayan tek ben değilim! İçimizde bir çok kişide ailelerinden ayrıldı, evlerinden oldu!" Vladym adamın sözlerinde yanlış bir şey görmüyordu. "Fazla uzun yaşatmazlar bu adamı." diye düşündü kendi kendine kötümserce "Boyar'ın umrunda değiller. İnsan olarak bile görülmüyor alt tabaka, sayılardan ibaretiz sadece." Arkasını dönüp yerdeki odun dolu çuvalı sırtladı, ardından ise daha küçük bir çuvalı almış ve adamın konuşmasına tutulmuş izleyen Alette'e seslendi "Boş boş durmayı bırakta gidelim." dedi kızına gülümseyerek "Eğer şu lanet çuvalı biraz daha taşırsam buraya yığılıp kalabilirim." Kız kafasını sallayıp onayladı ve küçük çadırların ve dilenen yetimlerin arasından ilerlediler.
Baharın ortasında bile Varcheg'te kar eksik olmuyor, yerleri halihazırda kaplamakta olan karın üstüne yavaş yavaş beyaz taneler diziliyordu. Şehrin uzun duvarlarının dibinde bir adam kendine derme çatma bir çadır kurmuş, önünde ateşle ısınıyordu. Adam fazla büyük değildi, elbiseleri tüccara benzetiyordu onu. Etrafındaki yapılı adamların ise bellerinde topuzlar asılı duruyorlardı, belli ki koruma görevi görüyorlardı. Baba kız sırtlarında torbalarla ateşe doğru yaklaştılar, yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu. Vladym torbayı adamın önüne bıraktı, sabahın ilk ışığından beri Alette ile beraber odun kırıyorlardı, daha önce yapmadıkları bir şey değildi ama bu işi daha az meşakkatli veya daha az yorucu kılmıyordu. Adam ilk başta Vladym'e kayıtsız bir şekilde baktı, ardından miskince eğilip torbanın içini açıp baktı. Cebinden kesesini çıkarıp on tane sikke çıkardı, Vladym'in eline bıraktı.
Vladym ilk başta elindeki sikkelere, ardından adama baktı. On sikke gümüş bir akşam yemeğini ve kalacak yeri zor çıkartırdı. "Bu bir çeşit şaka mı?" diye sorguladı adamı, bir kaşını kaldırarak "Ciddi misin? Burada bir aileye haftalarca yetecek odun var!" Tüccar omuzlarını silkmekle yetindi "Eğer parayı istemiyorsan bunları alıp başka bir yerde şansını deneyebilirsin." dedi oldukça sakin bir şekilde "Tabi tek bir sikkesi olan birini bulabilirsen." Vladym dişlerini gıcırdattı, elindeki sikkeleri sıkarak hışımla arkasını döndü ve mekandan uzaklaştı.
"Fahişenin evladı." diye mırıldandı kendi kendine yürürken, Alette ise onun yanında yürüyordu "Hey, en azından bu akşamı çıkarttık." dedi Alette babasına onu teselli etmek için. "Bir haftadır burdayız ve giderek herşeyin fiyatı artıyor." diye düşündü kendi kendine. Vladym tam ağzını açacakken arkadan gelen bir çocuk onu çarptı ardından ise hemen ayağa kalkıp fırlayıp uzaklaştı, fazla büyük değildi, olsa olsa en fazla on tane kış geçirmişti. Vladym az önce nolduğunu anlamaya çalışırken asıl önemli olan şeyin çocuğun kendisi olmadığının farkına vardı. Vladym para kesesinin artık yerinde olmadığını farkedip seslice bir küfür savurdu.
Varcheg gece vakti sessizdi, şehrin etrafında kolonileşmeye başlayan mülteciler bile gecenin bu vaktinde uykudaydı. Duvarın dibinde, şeytanın bile uyuduğu bu saatte pelerinli beş figür toplanmıştı. İçlerinden ikisi kadındı. Pelerinleri gecenin ayazında dalgalanıyor, ama karanlık onları gelen geçenlerden saklıyordu. "Aklımı kaçırmış olmalıyım." diye isyan etti kendine Vladym, parmağını karanlığın içinde başka bir figüre kaldırarak konuştu "Annene bir söz verdim ve böyle aptalca bir şeye kalkışmayacaksın!" diye kızdı Alette'e. Adamlardan biri elini Vladym'in omzuna koydu, bu adam bir kaç gün önce halkla konuşan adamın ta kendisiydi. "Kız kendi seçimlerini yapacak kadar büyük." dedi adam sakin bir şekilde.
Alette Vladym'i kızgın görmekten hoşlanmıyordu, ama kendiside yıllarca babasının üstünden geçindikten sonra bir şeyler yapmak istiyordu. Belki de bu adamın yıllardır ona verdiklerinin karşılığı olarak kendisi bir şeyler yapıp ona kendisininde bir işe yarabildiğini kanıtlamak istiyordu. Ama daha önemlisi günlerce ağzından tek lokma yemek geçmemişti, "Rook haklı, içeride hem bize hem buradaki herkese yetecek kadar yiyecek olmalı." diye düşündü. İki gün önce Rook'u dilenci çocuklarla yemeğini paylaşırken görmüştü, ve anlattığı şeyler ona mantıklı geliyordu. Her ne kadar babası 'hayalperest adamın saçmalıkları' diye nitelendirsede, Alette en azından şuan bulundukları durumda adama hak veriyordu.
"O benim kızım, ve ben gitmiyor diyorsam gitmeyecek!" diye tekrardan tısladı Vladym. Tüm konuşma boyunca sessiz kalan kadın bir anda kahkayı patlattı, grupta geri kalan herkes ona döndü. Alette'in anladığına göre Jane ve babası daha önceden tanışıyorlardı. Jane aralarındaki en kısa olandı, ve dürüst olmak gerekirse ortalamaya bile kısaydı, çöp kadar ince biriydi. Kadının çenesine kadar akan sarı saçları ve boncuk gibi siyah gözleri vardı, ve daha ilginci ise babasıyla yaşıt olmasına rağmen Alette'den daha genç gösteriyordu. "Aynı baban gibi konuştun Vladym!" dedi ve kıkırdamaya devam etti, Vladym ise çelikten daha keskin bir bakış ile karşılık verdi, bu genelde Alette'in susması için yeterli olurdu ama Jane etkilenmemiş gibiydi. "Öyle olsun." diye pes etti Vladym ardından ise uzunca iç çekti "Bende geliyorum, ama senin için değil. dedi ve parmağını Rook'a doğru doğrulttu, genç adam ise sadece omuz silkti "Sadece Alette'i korumak için geleceğim."
Açık olmak gerekirse Alette'in kapalı kutu olan babasının hassas noktalarından biri ailesi olmuştu, bu kadar yılın ardından bile Alette'in büyükbabaları ve büyükanneleri hakkında 'kötü insanlar' oldukları dışında bildiği bir şey yoktu. "Bunuda aradan çıkardığımıza göre." diye başladı Jane "Biraz ileride bir çok kişinin varlığını bile bilmediği küçük bir kanal var, eğer bir adam yere yatar ve kendini zorlarsa içer sıvışabilir." dedi ileriyi göstererek, cidden dikkatli bakıldığında duvarın en dibinde küçük bir kanal açılıyordu, ve parmaklıklar kırılmıştı. Acaba insanlar bunu nasıl gözden kaçırmıştı? "İçeri girdiğimizde ses çıkarırsak nöbetçiler üstümüze çökebilir, plan basit. İki gruba ayrılacağız, Rook sen Dumer'i yanına al ve gardiyanların dikkatini çekmek için bir şeyler yap. Grubun son kel üyesi kafasını salladı. "Ben, eski dostum Vladym ve çok değerli kızı ise kapıyı açıp insanların şehrin içine girmesine izin vereceğiz. Sorusu olan?"
Kimse soru sormamıştı ve kanala doğru hareketlenmişti grup. En başta Jane küçük bir kadın olarak yağ sürülmüşcesine parmaklıklardan sıvışıp diğer tarafa geçti. Ardından Rook ve Dumer parmaklıklardan geçtikten sonra Alette ve Vladym orda kaldılar, "Bu hiç ama hiç hoşuma gitmiyor." diye söylendi adam, Alette ise gözlerini devirip yere yattı, ve kendini kesmemeye dikkat ederek parmaklıkların altından kayarak duvarın diğer tarafına süründü. Rook ve arkadaşı çoktan işe koyulmuşlardı, göz ucuyla onların ara sokağın tekine saptıklarını yakaladı Alette. Jane ona elini uzatıp sıcak bir gülümsemeyle kalkmasına yardımcı oldu. Daha bir dakika olmadan uçta çamura bulanmış babasını gördü, ardından ise işe koyuldular.
Duvarın dibindeki karanlığa sığınarak yavaş ilerleyen üçlü iki kişiden oluşan bir devriye görünce durakladı, Alette'in kalbi pıt pıt atıyordu. Daha önce böylesine cüretkarca bir şeye kalkışmamıştı ve babasına yavaştan hak vermeye başlamıştı. Sağ salim devriyeyi atlattıktan sonra surlara çıkan bir merdiven gördüler ve yavaş yavaş çıkmaya başladılar. Alette kafasını kaldırıp yukarı baktığında arkası onlara dönük dışarıdaki kampı izleyen bir gardiyan gördü. Hızlıca kafasını indirdiğinde arkasındaki Jane ve Vladym'e doğru döndü ve eliyle tek parmağını kaldırıp yukarıyı gösterdi. Vladym ilk başta arkadaşına baktı, ardından kararlıca sırtındaki baltayı eline alıp parmak uçlarında basamaklardan yukarı çıktı, adama arkadan yaklaşıp baltayla kafatasını ikiye yardı. "Bu gerçekten gerekli miydi?.." diye sordu Alette Vladym'e. Vladym ilk başta baltasını gömülü olduğu kafatasından çıkarmakla meşgul olduğu için cevap vermedi. "Bu işe atılırken ne bekliyordun? Karşılama ziyafeti mi? Bu adamlar bizi dışarıda tutmak için burda ve konu öldürmek olursa gözlerini kırpmazlar." dedi kaşları çatık bir şekilde. "Küçük çocuklar gibi tartışmayı bırakın." diye fısıldadı küçük kadın "Hadi gidelim, Rook üstüne düşeni yapmış zaten!" dedi surların diğer ucuna bitişik bir yapıyı işaret ederek. Alevler karanlık gecede aynı mum misali parlıyor, ve ne kadar nöbetçi varsa oraya koşuyordu.
Hızlıca asma köprünün bağlı olduğu kuleye doğru koştular. Etrafta pek fazla muhafız yoktu belli ki. Kulenin kapısına vardıklarında kapının kitli olduğunu gördüler, dışarı kampa doğru bakıldığında ise surların içinde çıkan hengame diğer insanların surun etrafında toplanmasına yol açmıştı. "Gerçekten başarabiliriz." diye düşündü kendi kendine Alette. "Çekil Jane." dedi Vladym sertçe, ve kapıyla uğraşmayı bıraktıktan sonra baltasını iki kere kapıya indirdi, ve kapı yere düştü.
Kapının sesli bir şekilde yere çarpmasıyla içerde kalan iki tane gardiyan olduğunu gördüler, ve bunlardan biri yayını germiş onları bekliyordu. Kapı yere düşer düşmez adam onların yönüne doğru bir ok yolladı ve bu Vladym'i sağ omzundan vurdu. "Baba!" diye çığlığı basan Alette hızlıca Vladym'e doğru koştu, bir küfür savuran Jane ise seri bir el hareketiyle elinde hançeri adama fırlatıp göğsüne isabet ettirdi. Son kalan muhafız elindeki mızrakla Jane'e hamle etti, fakat üstün bir atiklik gösteren küçük kadın eğilerek mızrak tarafından şişlenmekten son anda kurtuldu. Alette'i kendinden uzaklaştırmak için sağlam koluyla onu iten Vladym baltayı sol eline aldı ve sakarca sapıyla adamın kafasının arkasına vurdu. Son muhafız tökezledi, ardından Jane adamın kasıklarına tekmeyi indirince yere yuvarlandı. Yerde kanayarak yatan okçudan hançerini geri alan Jane yerde yuvarlanan adamın sessizce işini bitirdi. "İyi misin Vlad?" diye sordu kadın adam omzuna saplı okun sapını kırarken. Vladym sadece homurdanmakla yetindi ve Alette'e yerdeki baltayı, ardından ise kapının bağlı olduğu mekanizmanın ipini gösterdi "Hadi." dedi basitçe. Alette az önce dönen küçük çaplı savaştan donakalmıştı, kan kokusu ise burnunu yakıyordu. Babasının sesiyle kendine gelen Alette kafasını sallayarak on uonayladı, baltayı aldı ve iki eliyle ipe sallayıp onu mekanizmadan ayırdı.
Rahatsız edici bir sesle asmaköprü yere indi, ve yüzlerce köylü akın akın şehrin içine doldu.
Baharın ortasında bile Varcheg'te kar eksik olmuyor, yerleri halihazırda kaplamakta olan karın üstüne yavaş yavaş beyaz taneler diziliyordu. Şehrin uzun duvarlarının dibinde bir adam kendine derme çatma bir çadır kurmuş, önünde ateşle ısınıyordu. Adam fazla büyük değildi, elbiseleri tüccara benzetiyordu onu. Etrafındaki yapılı adamların ise bellerinde topuzlar asılı duruyorlardı, belli ki koruma görevi görüyorlardı. Baba kız sırtlarında torbalarla ateşe doğru yaklaştılar, yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu. Vladym torbayı adamın önüne bıraktı, sabahın ilk ışığından beri Alette ile beraber odun kırıyorlardı, daha önce yapmadıkları bir şey değildi ama bu işi daha az meşakkatli veya daha az yorucu kılmıyordu. Adam ilk başta Vladym'e kayıtsız bir şekilde baktı, ardından miskince eğilip torbanın içini açıp baktı. Cebinden kesesini çıkarıp on tane sikke çıkardı, Vladym'in eline bıraktı.
Vladym ilk başta elindeki sikkelere, ardından adama baktı. On sikke gümüş bir akşam yemeğini ve kalacak yeri zor çıkartırdı. "Bu bir çeşit şaka mı?" diye sorguladı adamı, bir kaşını kaldırarak "Ciddi misin? Burada bir aileye haftalarca yetecek odun var!" Tüccar omuzlarını silkmekle yetindi "Eğer parayı istemiyorsan bunları alıp başka bir yerde şansını deneyebilirsin." dedi oldukça sakin bir şekilde "Tabi tek bir sikkesi olan birini bulabilirsen." Vladym dişlerini gıcırdattı, elindeki sikkeleri sıkarak hışımla arkasını döndü ve mekandan uzaklaştı.
"Fahişenin evladı." diye mırıldandı kendi kendine yürürken, Alette ise onun yanında yürüyordu "Hey, en azından bu akşamı çıkarttık." dedi Alette babasına onu teselli etmek için. "Bir haftadır burdayız ve giderek herşeyin fiyatı artıyor." diye düşündü kendi kendine. Vladym tam ağzını açacakken arkadan gelen bir çocuk onu çarptı ardından ise hemen ayağa kalkıp fırlayıp uzaklaştı, fazla büyük değildi, olsa olsa en fazla on tane kış geçirmişti. Vladym az önce nolduğunu anlamaya çalışırken asıl önemli olan şeyin çocuğun kendisi olmadığının farkına vardı. Vladym para kesesinin artık yerinde olmadığını farkedip seslice bir küfür savurdu.
Varcheg gece vakti sessizdi, şehrin etrafında kolonileşmeye başlayan mülteciler bile gecenin bu vaktinde uykudaydı. Duvarın dibinde, şeytanın bile uyuduğu bu saatte pelerinli beş figür toplanmıştı. İçlerinden ikisi kadındı. Pelerinleri gecenin ayazında dalgalanıyor, ama karanlık onları gelen geçenlerden saklıyordu. "Aklımı kaçırmış olmalıyım." diye isyan etti kendine Vladym, parmağını karanlığın içinde başka bir figüre kaldırarak konuştu "Annene bir söz verdim ve böyle aptalca bir şeye kalkışmayacaksın!" diye kızdı Alette'e. Adamlardan biri elini Vladym'in omzuna koydu, bu adam bir kaç gün önce halkla konuşan adamın ta kendisiydi. "Kız kendi seçimlerini yapacak kadar büyük." dedi adam sakin bir şekilde.
Alette Vladym'i kızgın görmekten hoşlanmıyordu, ama kendiside yıllarca babasının üstünden geçindikten sonra bir şeyler yapmak istiyordu. Belki de bu adamın yıllardır ona verdiklerinin karşılığı olarak kendisi bir şeyler yapıp ona kendisininde bir işe yarabildiğini kanıtlamak istiyordu. Ama daha önemlisi günlerce ağzından tek lokma yemek geçmemişti, "Rook haklı, içeride hem bize hem buradaki herkese yetecek kadar yiyecek olmalı." diye düşündü. İki gün önce Rook'u dilenci çocuklarla yemeğini paylaşırken görmüştü, ve anlattığı şeyler ona mantıklı geliyordu. Her ne kadar babası 'hayalperest adamın saçmalıkları' diye nitelendirsede, Alette en azından şuan bulundukları durumda adama hak veriyordu.
"O benim kızım, ve ben gitmiyor diyorsam gitmeyecek!" diye tekrardan tısladı Vladym. Tüm konuşma boyunca sessiz kalan kadın bir anda kahkayı patlattı, grupta geri kalan herkes ona döndü. Alette'in anladığına göre Jane ve babası daha önceden tanışıyorlardı. Jane aralarındaki en kısa olandı, ve dürüst olmak gerekirse ortalamaya bile kısaydı, çöp kadar ince biriydi. Kadının çenesine kadar akan sarı saçları ve boncuk gibi siyah gözleri vardı, ve daha ilginci ise babasıyla yaşıt olmasına rağmen Alette'den daha genç gösteriyordu. "Aynı baban gibi konuştun Vladym!" dedi ve kıkırdamaya devam etti, Vladym ise çelikten daha keskin bir bakış ile karşılık verdi, bu genelde Alette'in susması için yeterli olurdu ama Jane etkilenmemiş gibiydi. "Öyle olsun." diye pes etti Vladym ardından ise uzunca iç çekti "Bende geliyorum, ama senin için değil. dedi ve parmağını Rook'a doğru doğrulttu, genç adam ise sadece omuz silkti "Sadece Alette'i korumak için geleceğim."
Açık olmak gerekirse Alette'in kapalı kutu olan babasının hassas noktalarından biri ailesi olmuştu, bu kadar yılın ardından bile Alette'in büyükbabaları ve büyükanneleri hakkında 'kötü insanlar' oldukları dışında bildiği bir şey yoktu. "Bunuda aradan çıkardığımıza göre." diye başladı Jane "Biraz ileride bir çok kişinin varlığını bile bilmediği küçük bir kanal var, eğer bir adam yere yatar ve kendini zorlarsa içer sıvışabilir." dedi ileriyi göstererek, cidden dikkatli bakıldığında duvarın en dibinde küçük bir kanal açılıyordu, ve parmaklıklar kırılmıştı. Acaba insanlar bunu nasıl gözden kaçırmıştı? "İçeri girdiğimizde ses çıkarırsak nöbetçiler üstümüze çökebilir, plan basit. İki gruba ayrılacağız, Rook sen Dumer'i yanına al ve gardiyanların dikkatini çekmek için bir şeyler yap. Grubun son kel üyesi kafasını salladı. "Ben, eski dostum Vladym ve çok değerli kızı ise kapıyı açıp insanların şehrin içine girmesine izin vereceğiz. Sorusu olan?"
Kimse soru sormamıştı ve kanala doğru hareketlenmişti grup. En başta Jane küçük bir kadın olarak yağ sürülmüşcesine parmaklıklardan sıvışıp diğer tarafa geçti. Ardından Rook ve Dumer parmaklıklardan geçtikten sonra Alette ve Vladym orda kaldılar, "Bu hiç ama hiç hoşuma gitmiyor." diye söylendi adam, Alette ise gözlerini devirip yere yattı, ve kendini kesmemeye dikkat ederek parmaklıkların altından kayarak duvarın diğer tarafına süründü. Rook ve arkadaşı çoktan işe koyulmuşlardı, göz ucuyla onların ara sokağın tekine saptıklarını yakaladı Alette. Jane ona elini uzatıp sıcak bir gülümsemeyle kalkmasına yardımcı oldu. Daha bir dakika olmadan uçta çamura bulanmış babasını gördü, ardından ise işe koyuldular.
Duvarın dibindeki karanlığa sığınarak yavaş ilerleyen üçlü iki kişiden oluşan bir devriye görünce durakladı, Alette'in kalbi pıt pıt atıyordu. Daha önce böylesine cüretkarca bir şeye kalkışmamıştı ve babasına yavaştan hak vermeye başlamıştı. Sağ salim devriyeyi atlattıktan sonra surlara çıkan bir merdiven gördüler ve yavaş yavaş çıkmaya başladılar. Alette kafasını kaldırıp yukarı baktığında arkası onlara dönük dışarıdaki kampı izleyen bir gardiyan gördü. Hızlıca kafasını indirdiğinde arkasındaki Jane ve Vladym'e doğru döndü ve eliyle tek parmağını kaldırıp yukarıyı gösterdi. Vladym ilk başta arkadaşına baktı, ardından kararlıca sırtındaki baltayı eline alıp parmak uçlarında basamaklardan yukarı çıktı, adama arkadan yaklaşıp baltayla kafatasını ikiye yardı. "Bu gerçekten gerekli miydi?.." diye sordu Alette Vladym'e. Vladym ilk başta baltasını gömülü olduğu kafatasından çıkarmakla meşgul olduğu için cevap vermedi. "Bu işe atılırken ne bekliyordun? Karşılama ziyafeti mi? Bu adamlar bizi dışarıda tutmak için burda ve konu öldürmek olursa gözlerini kırpmazlar." dedi kaşları çatık bir şekilde. "Küçük çocuklar gibi tartışmayı bırakın." diye fısıldadı küçük kadın "Hadi gidelim, Rook üstüne düşeni yapmış zaten!" dedi surların diğer ucuna bitişik bir yapıyı işaret ederek. Alevler karanlık gecede aynı mum misali parlıyor, ve ne kadar nöbetçi varsa oraya koşuyordu.
Hızlıca asma köprünün bağlı olduğu kuleye doğru koştular. Etrafta pek fazla muhafız yoktu belli ki. Kulenin kapısına vardıklarında kapının kitli olduğunu gördüler, dışarı kampa doğru bakıldığında ise surların içinde çıkan hengame diğer insanların surun etrafında toplanmasına yol açmıştı. "Gerçekten başarabiliriz." diye düşündü kendi kendine Alette. "Çekil Jane." dedi Vladym sertçe, ve kapıyla uğraşmayı bıraktıktan sonra baltasını iki kere kapıya indirdi, ve kapı yere düştü.
Kapının sesli bir şekilde yere çarpmasıyla içerde kalan iki tane gardiyan olduğunu gördüler, ve bunlardan biri yayını germiş onları bekliyordu. Kapı yere düşer düşmez adam onların yönüne doğru bir ok yolladı ve bu Vladym'i sağ omzundan vurdu. "Baba!" diye çığlığı basan Alette hızlıca Vladym'e doğru koştu, bir küfür savuran Jane ise seri bir el hareketiyle elinde hançeri adama fırlatıp göğsüne isabet ettirdi. Son kalan muhafız elindeki mızrakla Jane'e hamle etti, fakat üstün bir atiklik gösteren küçük kadın eğilerek mızrak tarafından şişlenmekten son anda kurtuldu. Alette'i kendinden uzaklaştırmak için sağlam koluyla onu iten Vladym baltayı sol eline aldı ve sakarca sapıyla adamın kafasının arkasına vurdu. Son muhafız tökezledi, ardından Jane adamın kasıklarına tekmeyi indirince yere yuvarlandı. Yerde kanayarak yatan okçudan hançerini geri alan Jane yerde yuvarlanan adamın sessizce işini bitirdi. "İyi misin Vlad?" diye sordu kadın adam omzuna saplı okun sapını kırarken. Vladym sadece homurdanmakla yetindi ve Alette'e yerdeki baltayı, ardından ise kapının bağlı olduğu mekanizmanın ipini gösterdi "Hadi." dedi basitçe. Alette az önce dönen küçük çaplı savaştan donakalmıştı, kan kokusu ise burnunu yakıyordu. Babasının sesiyle kendine gelen Alette kafasını sallayarak on uonayladı, baltayı aldı ve iki eliyle ipe sallayıp onu mekanizmadan ayırdı.
Rahatsız edici bir sesle asmaköprü yere indi, ve yüzlerce köylü akın akın şehrin içine doldu.
Karakter limitine ulaşmışız, hay aksi. Burdan sonra link bırakacağım.
https://forums.taleworlds.com/index.php/topic,372622.msg8892183.html#msg8892183
https://forums.taleworlds.com/index.php/topic,372622.msg8892183.html#msg8892183
https://forums.taleworlds.com/index.php/topic,372622.msg8892599.html#msg8892599