Hayalet Kral | Bölüm VII - Kayıp Toprakların Peşinde (17 Ağustos 2013)

Users who are viewing this thread

hayaletkralcover.png

600 yıl öncesi, Kalradya İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, sevinç ve hüzün kaplamıştı "efendisiz kalan toprakları". Sevinenler, imparatorluktan kalan son izleri de silmek için, bütün imparatorluk ailesini katledip, Praven'deki 300 yıllık imparator sarayını yerle bir ettiler. Artık "efendinin toprağı", "efendilerin toprağına" dönüşmüştü.

400 yıl sonra bir şiir, bir anda bütün Kalradya'yı karıştırdı.

400 sene önce,
aldınız bütün mülkümü elimden.
Ailemi aç kurtlar gibi katledip,
eşlerimin, hanedanımın ırzına geçtiniz.

Artık geri dönüyorum.
Alai denizinden ordularımı sürüp,
Azgad körfezinden Praven'i kuşatmaya,
hanedanlığımın onurunu kurtarmaya,
and içerek, geri dönüyorum!


Şiir ortaya çıkalı 200 yıl olmuştu ancak değişen hiçbir şey yoktu. Yıllar içerisinde bu dizeler, bir hayaletin, hem de kralın hayaletinin habercisi olarak kabul gördü kimileri tarafından. O günden sonra, "Hayalet Kral" dediler bu dizelerin sahibine. Kazındı hafızalara, ürpertici bir sır olarak.

Dipnot: Hikaye, Kaderin Gücü serisinin devamıdır.
qba3T5j.jpgj
- Bölüm I -
Kanlı Baskın

Kalradya İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte, sevinç ve hüzün dolu yıllar sarmıştı “efendilerin toprağını”. İmparatorluğun yıkılmasını dört gözle bekleyen asil ve ayrılıkçı kesim, topraklarında günlerce eğlence ve ziyafet tertip etmiş, tebaalarını da bundan mahrum bırakmamışlardı.

Batan bir güneş ve ertesinde doğan yeni bir gün; Kalradya için artık “efendinin toprağı” değil, “efendilerin toprağı” denilecekti. Doğan güneş yeni bir düzen, yeni çıkarlar ve yeni mutsuzluklar getirecekti, efendilerin toprağına.

Ancak, doğan güneşin sönmemesi, emeklerin boşa gitmemesi, eski düzenin küllerinden doğmaması için, kalan her şey yok edilmeliydi.

O gün, sarayın içinden yükselen çığlıkların yarattığı vahşet içeren sesler ve kıyım, barbarların bile aklına gelemeyecek düzeydeydi. Devasa sarayın o narin, berrak dokusu, yerini kanlar akan merdivenlere, can havliyle kaçmaya çalışırken yaralanan, daha sonra kanlı ellerini duvara sürterek canını kurtarmaya çalışanların oluşturduğu izlerle bırakmıştı.

Saray avlusu ceset toplama kampına dönmüştü. Saray, uzun katlara ve keskin bir zemine sahipti. Balkondan atılan saray yetkilileri, cariyeler, askerler avluyu cesetlerle bürümüştü. Avlunun hemen yanında bir çeşme vardı. İmparator Gomen’in ölen kraliçesi için yaptırdığı, harika mozaiklerle süslenmiş, su içmek için eğildiğinizde bile gözlerinizi alamayacağınız bir yapıydı. Harika mozaikler ve suyun yer altına gitmesini sağlayan olukları berraklığını yitirmiş, kızıl renge boyanmıştı.

Çeşmenin etrafı cesetlerle doluydu. Yenileri de balkonlardan aşağıya doğru düşmeye devam ediyordu. İstifsiz, çuval gibi düşüyordu cesetler. Kimileri ise hala yaşıyordu, tabii buna yaşamak denirse. Genç bir cariye, çeşmenin mozaiklerine sırtını dayamış, çevresini dehşet dolu gözlerle izliyordu. Nefes alışları düzensiz, boğazı kuruydu. Umarsızca yaşamını sürdürme hevesinden vazgeçmiyordu. Karnını ve bacağını tutmuştu. Bacağı derin bir şekilde kesilmiş, karnına ise kılıç kabzasıyla vurmuşlardı. Kafasını çevirdi, su içmek için çeşmenin etrafına bakındı. İki tarafı da cesetlerle sarılmış, suyun akışı kesilmişti. Sağ kolu güçlü görünüyordu. Sağındaki askerin cesedini ittirmeye çalıştı. Bacağındaki sızı her nefes alışında katlanması daha da zor bir acıyla baş başa bırakıyordu. Dişlerini sıktı, ağladı. Güç de olsa yanındaki cesedi su oluğundan uzaklaştırabildi.

Başarısının verdiği rahatlık ile önce birkaç saniyelik oh çekti. Acısını zihninden silmeye uğraşmadı, patavatsızca gülümsedi ve oluğa yönelip kana kana su içti. Suyun berraklığı dağılmış olsa da hala güzeldi. Fakat su bir anda tekrar kızıl renge boyandı. Bu sefer şansı yaver gitmemişti. Bir isyancı asker, cariyenin boğazına kılıcını sapladı. Oluğun dağınık ama hala berrak rengi, cariyenin rengiyle tekrar kıpkırmızı olmuştu.

“Sarayın doğusunda direnenler varmış. Veliaht ve yakınları orada olmalı. Herkesi oraya çağırıyorlar” dedi bir isyancı. Kılıcını cariyenin boğazından çıkaran diğer asker, isyancı ile birlikte sarayın doğusuna doğru yola koyuldular.

Sarayın koridorlarındaki çelik uğultusu giderek artıyordu. Sarayın doğusunda ciddi bir mücadele olmalıydı. Ancak doğuya doğru gidildikçe, sadece isyancıların cesetleri kaplıyordu koridorları. Ne bir cariye, ne bir imparatorluk muhafızı, ne de bir başkası. İsyancılar silahlarına daha da sıkı sarıldılar. Kılıçlarını koridor duvarlarına vurup, barbarlar gibi bağırmaya başladılar. Koridorlarda yankılanan uğultuya cevap veren yok gibiydi.

Sarayın doğusunu tamamen kuşattılar. Ancak hiçbir canlı belirtisi yoktu. Etrafı iyice aramaya, imparator yakınlarını bulmaya çalışıyorlardı. Ana girişin dışında, baharla birlikte yeni yeni çiçek açan ağaçlar, sarayın ihtişamını koruyorcasına, lila renklerle adeta savaş açıyorlardı davetsiz misafirlerine. İmparatorun son sadık hizmetkârları gibiydiler.

İmparator Gomen’in sonu da trajik olmuştu. 658 yılında, başkentte yine büyük bir isyan çıkmıştı soylular tarafından. O yıllarda İmparator Gomen, Praven’de bulunan güçlü donanmasına sığınarak hayatta kalmayı başarmıştı. İki yıl gibi uzun ve zor geçen sürenin ardından tekrar toparlanıp, şehrin kontrolünü ele geçirmek için tekrar Praven’e çıkıp, tahtını geri almıştı. Ancak, isyan eden soyluları cezalandırmaması, 19 yıl sonra yaşayacağı trajik sonu çoktan hazırlamıştı. Belki de bazı şeylerin değişebileceğini düşünmüştü. Buna güç hırsı veya intikam duygusu dahil. Ancak yaptığı en büyük hata bu olmuştu. Değişen hiçbir şey olmayacak ve soylular tekrar ona savaş açacaklardı. Bunu tahmin edememişti.

Soyluların öfkesi, imparatorun öfkesine bile tahammül edemeyecek vaziyetteydi. Cesedi parçalara ayırmışlardı. Kesik başı, taht odasının ortasında bir kazıkla yere çakılmıştı. Gözleri ve ağzı açık, korkuyu bütün ruhuyla hissettiğini belirten ifade vardı yüzünde. Soylular yeri geliyor, yere çakılmış kafayı tekmelemek için birbirleriyle bile yarışıyorlardı.

* * *

Sarayın batı bloğunda, Kalradya’nın ilk ve tek şarap havuzu bulunuyordu. Havuzun trajik de bir hikayesi vardı.

359 yılında İmparator Mensk, İmparatoriçe Beheva’nın ihanetine uğramıştı. İmparatoriçe, güneyli bir Sardak ile şehri terk edip kaçmış, İmparator bütün ülkeyi aratmasına rağmen ikisini de bulamamıştı. 362 yılında, Sardak Hükümdarı bir mektupla İmparatoriçenin ülkesinde bulunduğunu İmparator Mensk’e iletir. Mensk, Sardak hükümdarına mektup yollar ve imparatoriçenin ülkesine geri dönmesi için hükümdardan yardım ister. Ancak Sardak hükümdarı buna sıcak bakmaz. Yaşanan krizi kendi ülkesinin iç işlerine müdahil olmak olarak görür. Alaycı bir üslupla imparatora cevabını iletir ve meselenin artık Kalradya İmparatorluğu’nu ilgilendirmemesi gerektiğini ve imparatoriçenin de artık bir Sardak tebaası olduğunu yazar. İmparator Mensk, gelen cevap üzerine öfke dolu bir üslupla son kez Sardak hükümdarına,  imparatoriçenin geri gelmemesi durumunda, savaşın kaçınılmaz olacağını bildiren bir mektup gönderir. Ancak Sardak hükümdarı, gelen mektuba karşılık olarak imparatorluk elçisini öldürtür.

Elçinin öldürümesiyle birlikte, İmparator Mensk savaş kararı alır. Dhirim’de topladığı merkez ordusuyla Shariz üzerine ilerler. Veyyah’ın kuzeyinde imparatorun ordusu ile Sardak hükümdarının ordusu karşılaşır. Savaşın kesin bir galibi olmaz ve iki taraf da ciddi kayıplar verir. Savaşın son safhasında iki taraf da tüm güçleriyle yeniden savaşa girişir. Savaş sırasında ordularını cesaretlendirmek için en önden ilerleyen Sardak hükümdarı, imparatorluk ordusu tarafından kıskaca alınıp öldürülür. Hükümdarlarını kaybeden Sardak ordusu, kalan son adamlarıyla birlikte dağılıp, imparatorluk ordusundan kaçarlar.

İmparator Mensk, savaşı kazanmış ve Sardak hükümdarını öldürmüş olmasına rağmen, Shariz üzerine ilerlemekten çekinir. Ordusu ciddi kayıplar vermiş ve Shariz’e ilerlerken karşılarına yeni bir ordu çıkıp çıkmayacağı konusunda tereddüt içerisindedir. Uzlaşı ile sorunun çözülebileceğini düşünen imparator, Shariz’e elçi gönderir. Savaşın imparatorluk ordusu tarafından kazanılıp, Sardak hükümdarının öldüğünü bildiren elçi, Sardak Sultanlığı’nın yenilgiyi kabul edip, imparatoriçeyi teslim etmemesi durumunda, merkez ordusunun çok kısa sürede Shariz önlerine ulaşıp, yakın zamanda da Beznan Denizi üzerinden imparatorluk donanmasının batı sahillerine ulaşacağını anlatır. Aslında imparatorluk donanması Praven Körfezi’nden hiç hareket etmemiştir bile. Ordunun da Shariz’e ilerlemesi mümkün değildi. Ama Sardak hükümdarının ölümü ve ordunun yenilgiye uğraması, bütün yetkililerin gözlerini korkutmaya yetmişti. Elçiye büyük ikramlar sunulup, gönlü hoş edildi. Kısa sürede de İmparatoriçe Beheva, Shariz sarayına ulaştırıldı. Elçi ve yanındaki heyet büyük bir zaferle Shariz’den ayrılıp, Veyyah’taki imparatorluk ordugahına ulaştılar. İmparatoriçe, İmparator Mensk’in yüzüne bakamayacak durumdaydı. Duygularının kurbanı olmuştu ve bedeli şüphesiz ağır olacaktı.

Praven’e dönen imparator ve heyeti, sarayda durumu tartışmaya başladılar. İmparator yüzü asık ama kalbinin kırıklığını bir türlü dışarıya yansıtamayan bir ifadeyle tahtında oturuyordu. Ama bunun bir bedeli olmalıydı. Beheva sadece kendisine ihanet etmemişti. Hem imparatoriçe konumunu, hem de imparatorluğu hiçe saymıştı. Bunun tek bir adil hükmü olabilirdi. Ölüm.

Saraya gelişlerinin 3 hafta sonrası, 363 yılında, İmparator Mensk beklenen ölüm kararını açıklamıştı. Sarayın avlusundaki basit bir havuzun yanına toplandılar. İmparator, infaz yeri olarak burayı seçmişti. Burası, Beheva ile en sık görüştükleri, el ele tutuştukları yerdi. Yüreği anıyordu ama merhametini bastırmak zorundaydı. Bu bir vicdan işi değildi artık. Hanedanlığın bir hükmüydü. Ama hala aklı almıyordu. Niye böyle bir çılgınlık yapmıştı? Neden?

Beheva’yı imparatorun yanına getirdiler. Elleri arkadan bağlanmış, gözlerinde de siyah bir tül vardı. İmparator, imparatoriçenin yüzündeki tüle uzanıp çıkardı. Beheva’nın gözlerine baktı. Gözlerini bir türlü yakalayamıyordu. “Suçluluk duygusu bu olsa gerek” diye geçirmişti içinden. Gözlerini kapattı ve eliyle, havuzun önünde diz çöktürdü. Beheva titriyordu. 41 yaşında olmasına rağmen hala daha alımlı ve zarif bir kadındı. İmparatoriçe unvanına layık olduğunu bağıran fizikler hatları, kumral saçları, mavi gözleri ile uyum sağlamıştı. Tutkularından dolayı esir olabilecek değil, esir edebilecek bir kadındı. Ama aldanmıştı.

İmparator, Beheva’nın kafasını havuzun içine soktu. Konuşmak veya kendisini dinlemek istemedi. Vicdanına yenik düşmekten korkuyordu. Bir imparator gibi davranmak zorundaydı. Beheva çırpınmıyordu, uğraşmadı da. Havuzun suyu sığdı ve Beheva’nın sadece burnu su altında kalmıştı. Nefes alabiliyordu ama hem bedenen, hem de ruhen acı çekiyordu. Konuşmak ister gibi bir ifadesi vardı ama söyleyeceklerinin hiçbir şeyi geri döndüremeyeceğini anlamıştı.

İmparator Mensk, yaverinin elinden imparatorluk kılıcını aldı. Ustalığın sınırları zorlanmış, harika bir kılıçtı. Çeliğin parlaklığı, havuzdaki su ve etrafını döşeyen mermerler ile resital veriyordu sanki. İmparator, çeliğin parlak ve kusursuz işlenişine hayranlıkla baktı. Kabzasından tutup, defalarca kılıcın yüzünü çevirdi. Gözü sadece kılıcın hareketlerine odaklanmış gibiydi. Daha aşağısına bakamıyordu. Sevdiğini bu mükemmel kılıçla mı öldürecekti? Ne büyük talihsizlik… Fakat bu kılıç, imparatorluğun düşmanlarına korku salması için yapılmamış mıydı? Beheva gerçek bir düşmandı o zaman. Tereddüt etmemeliydi ve imparatorluğunun onurunu kurtarmalıydı. Kanla!

Gözlerini kapadı, kafasını biraz daha aşağıya doğru eğdi. Gözlerini açtı ve Beheva’ya baktı. Titreyen vücudunun artık çok daha sakin, kabullenmiş halini gördü. Ölümü bekliyordu artık sessiz ve içi yanarcasına. İmparator bu durumdan hoşlanmadı. Beheva’ya karşı içinde beslediği son vicdan parçaları da, gördüğü pervasızlık karşısında yok olup gitti bir anda. Göz bebekleri büyüdü, hiddetlendi. Bir imparator gibi davranmaya başlamıştı artık. Hırsla kılıcını havaya kaldırdı. Saray avlusundaki sessizlik, yerini dehşet dolu bakışlara bırakmaya başlıyordu. İmparatorun yüz ifadesi ürperticiydi. Tüm gücüyle bağırdı;

“İmparatorluğumun onuru için!”

Kılıcını kullanmıştı. Avludakilerin çığlıkları gök gürültüsü gibi boğucu ve anlık olmuştu. İmparatoriçe Beheva’nın havuz dışındaki cansız bedeni yere yığılmış, kesik başı ise havuzun içine düşmüştü. İmparatorluk ve ondan önceki yüzyıllar boyunca, böylesine trajik bir infaz görülmemişti bu sarayda. İmparator elindeki kılıcıyla havuza düşen kesik başa bakıyor, bir yandan da derin ve sık nefes alış verişleri ile omuzlarının hareketlerine engel olamıyordu. Onurunu kurtarmıştı. Kanla…

İmparatoriçe Beheva’nın infaz edilmesinden sonra, İmparator Mensk bir süre sonra havuzu şarapla doldurtmuştu. İmparatorun neden böyle bir şey yaptığı asla bilinemedi. Kimileri imparatorun infaz sırasındaki halini hatırlayarak, imparatoriçenin kanını şaraba bulayıp içmek istediğini, kimileri ise Beheva’ya olan sevgisi ve özlemi nedeniyle onu anmak için böyle bir şey yaptığını dile getirmişti. Ancak gerçekte İmparator Mensk’in neden böyle bir şey yaptığı hiçbir zaman bilinemedi.

* * *

İsyancılar şarap havuzunu da ele geçirmişlerdi. Havuzdaki şarabı içmek yerine, havuza işemeyi tercih ediyor, bunu yaparken de kendilerinden geçerek gülmeyi ihmal etmiyorlardı. Havuzun içinde de cesetler vardı. Bazı gözü dönmüş isyancılar, cesetlere bile tecavüz edecek kadar saplantılı haldeydiler. Yaşayanlara da önce tecavüz, sonra da infaz uyguluyorlardı. Şarap havuzu ve çevresi her zaman mis bahçesi olarak anılmıştı. Güzel kokular o kadar yaygın ve keskin olurdu ki, doğu sarayındakiler bir rüzgar çıkmasını umut edip, buranın nefis havasını solumak için can atarlardı.

Şarap havuzu sadece mis kokusuyla değil, bürokratik ve coğrafi olarak imparatorluğun diğer ülkelere karşı ihtişamını sergilediği bir yerdi. Devlet adamları mutlaka şarap havuzuna getirilir ve imparator tarafından büyük bir nezaketle ağırlanırlardı. Masrafları yüksek de olsa, her ülkenin kendi gösteriş ve ihtişamını yansıttığı bir şey mutlaka olurdu. Bu bir yapı da olabilirdi, başka bir şey de. Şarap havuzu o kadar ünlü ve eşsizdi ki, 507 yılında imparatorun misafiri olarak gelen Bemon kralı, şarap havuzunun ihtişamına kapılarak, burada yaşaması karşılığında ülkesini bile bahşetmeye hazır olduğunu imparatora söylediği bilinmekteydi.

Şarap havuzu yüzyıllar boyunca imparatorluğun gözbebeği olmuş bir ihtişam portresiydi. Ancak artık içinde kan, ceset ve sidik barındıran, bahçesi mis kokulardan arınmış, cesetlerle dolu bir mezbahaya dönmüştü. İhtişamından geriye hiçbir şey kalmamıştı.

Sarayın doğusunda ise isyancılar aramalarına devam ediyor, ancak imparator yakınlarını bir türlü bulamıyorlardı. Aramalara devam ettikleri sırada, sarayın arka avlusuna çıkan bir yol fark ettiler. Çoktan bu yolu kullanarak kaçmış olmalıydılar. Geçitten çıkıp, sarayın arkasındaki kayalıklara doğru yol almaya başladılar. Sarayın arka kısmında Praven Körfezi bulunuyordu. Kalradya’nın en büyük ticaret limanı ve aynı zamanda imparatorluk donanmasının demir attığı bölgeydi. İmparator düşerken donanması bu sefer yardımda bulunmamıştı. Geçmişte yaptıkları yardım olmasa, kuşkusuz 21 yıl önce çoktan ölmüş olacaktı. (657-660 Praven İsyanı)

İsyancılar kayalıklara ulaşıp ilerlemeye devam ettiler. Hanedanın son üyeleri, kaçarken yanlarına değerli mücevherler, altınlar almaktan vazgeçmemişlerdi. Ancak bu yaptıkları, yanlarında taşıkları değerli eşyaların parça parça yollara düşmesi sonucu daha çok isyancıların işine yaramıştı. Kolaylıkla nereden gittiklerini kestirebiliyorlardı.

Mesafe giderek daralıyor, ölümle yaşam arasında çizgi kopma noktasına ulaşıyordu. Praven Körfezi tamamen önlerindeydi. Kayalıkların üstünde kolayca, hangi tarafta olduklarını bulabilirlerdi.

“İşte… İşte! O taraftalar!” diye bağırdı bir isyancı.

Limanın içinde can havliyle koşturuyorlardı. Artık değerli neleri varsa bırakmışlardı. Güçleri tükenmiş, çaresizce limanda ilerlemeye çalışıyorlardı. On üç kişiydiler. İmparatorun sağ kolu ve onun yanındaki dört asker ile veliaht imparator ve yedi hanedan üyesi bulunuyordu. Takip edildiklerini fark etmişlerdi. Askerler, hanedan üyelerinin ellerindeki bütün değerli mücevherleri zorla yere atmışlardı. İsyancılar yaklaşıyordu ve hanedanlığı para kurtaramazdı.

İsyancılar kayalıkların üzerinden hışımla ilerliyorlardı. Kafileyi yakalamaları an meselesiydi. Ancak yetişmelerini engelleyen yeni bir sorun onları bekliyordu. Hanedan kafilesi, limanda gitmeye hazır bir gemiye hızlıca binmeye başlamıştı. İsyancılar daha fazla koşamıyorlardı. Onlar da güçlerinin sonlarına gelmiş ve adım atacak halleri kalmamıştı.

Kafile gemiye binmeyi başarmıştı ama bu sefer de onlar için yeni bir tehlike çanı çalıyordu. Limanın batısından bir çok isyancı limana akın etmekteydiler. Geminin yelkenleri açık olmasına rağmen zamana ihtiyaçları vardı. İmparatorun sağ kolu ve askerleri, geminin köprüsünden limana geçip, isyancıların gelişini beklemeye başladılar. Rüzgar, geminin hareket kabiliyetini hızlandırmaya başlamıştı.

İsyancılar ilerlerken, imparatorun sağ kolu ve iki askeri gemiye tekrar çıktılar. Kalan iki asker ise tüm cesaretleriyle “İmparatorluğun onuru için!” diyerek bağırdılar.  Kalkanlarını tutup, kılıçlarıyla isyancıları saldırılarını karşıladılar. Gemidekiler askerlerin bu fedakarlıkları karşısında ağlamaya ve korkuyla birbirlerine sarılmaya başladılar.

Veliaht İmparator, geminin kamarasında pusmuş, elleriyle kulaklarını kapıyor ve babasının ona öğütlediği şeyleri hatırlamaya çalışıyordu. “Bu böyle bitmemeli” diyordu kendi kendine. Gençti, daha 26 yaşındaydı. Bütün hanedanlığı katledilmişti. Sebebini hiç bilmediği, anlamadığı bir şekilde. İçindeki isyan, dışarıdaki isyandan bile daha büyüktü ama neye yarardı.

Yerinde duramıyordu. Kulaklarını kızarana kadar sıkmıştı ama delirmek üzereydi. Ayağa kalktı, feryat etti.

“ÜLKEMİ GERİ VERİN!”

Geminin içindekiler, veliahdın ayağa kalktığını geç fark etmişlerdi. Veliahdın feryadı bütün kıyının dikkatini üstüne çekmeye yetmişti. İşte o an, veliahdın sarsıldı, vücudu dengesizce hareket etti. Veliahdın vücudu daha çok dengesizleşiyor, ayaklarıyla bir ileri bir geri adım atıyordu. Gemidekiler ne olduğunu anlayamadılar, sırtı dönüktü veliahdın. Ta ki, yere düşene kadar. Gemide kafile şok eden gerçeği şimdi görüyordu. Limanda bir isyancının sesi duyuluyordu etrafta.

“Vurdum! Veliahdı boğazından vurdum!”

Kalradya İmparatorluğu’nun son varisi, son kanı da düşmüştü.
 
2Snake said:
İlginç. Ama iyi anlamda ilginç.
Teşekkür ederim =)
Quiksilver said:
Reyiz uppuzun yazmışsın, klavyene sağlık. Çok da tahrik edici olmuş hani :razz: Devamını bekliyorum.
Teşekkür ettim =)

Kısa hikaye yazamıyorum ben. Her bölümü defterde yazarken, 5 sayfadan aşağıya doldurmuyorum. Tadı olmuyor benim için, okuyanlar için de olduğunu sanmıyorum.

calradia618.jpg
 
Şiirle ilgili çok gereksiz bi soru soracağım.Niye Praven körfezi varken Azgard körfezinden kuşatıyor Praveni? Dedim acaba hece ölçüsünü tutturabilmek için mi öyle yaptın ama hece ölçüsü de kullanmamışsın.
 
Ülgen said:
Şiirle ilgili çok gereksiz bi soru soracağım.Niye Praven körfezi varken Azgard körfezinden kuşatıyor Praveni? Dedim acaba hece ölçüsünü tutturabilmek için mi öyle yaptın ama hece ölçüsü de kullanmamışsın.
Bence akicilik bozulmasin diye olabilir cunku praven korfezinden praveni kusatmaya bence akiciligi bozuyor.Bu arada tabletten yaziyorum.yazim hatasi olabilir
 
Ülgen said:
Şiirle ilgili çok gereksiz bi soru soracağım.Niye Praven körfezi varken Azgard körfezinden kuşatıyor Praveni? Dedim acaba hece ölçüsünü tutturabilmek için mi öyle yaptın ama hece ölçüsü de kullanmamışsın.
Hikayenin olay örgüsü ile alakalı bir şey o. İlerleyen zamanlarda hikayede açıklığa kavuştururum.
 
Yah arkadaşlar biri bana hikayem için geniş bir harita bulabilirmi

Bu arada güzel olmuş eline saglık üşenmedinmi hiç?
 
Back
Top Bottom