Bir Sırra İnandık! 3.Bölüm

Users who are viewing this thread

goktug312

Master Knight
Yaklaşık dört sene önce yazdığım bir hikayedir. Yarım kalmıştı, devam ettirmek istedim. 7 Bölümü zaten yazılmıştır, bazı düzenlemeler yapıp 2-3 günde bir yeni bölümü eklemeyi düşünüyorum.

YOLCU               

  Çiçekler, var güçleriyle kucak açmıştılar gökyüzünün saf maviliğine. Ağaçlarsa esas duruşa geçmiştiler  bu güzel şehrin anısına,dimdik, güçlü ve cesurca. Bütün tabiat, var gücüyle selamlıyordu güneşi, güneşse bir imparator edasıyla bakıyordu kente, Praven şehrinin devâsa surları üzerinden...

      Toynak sesleri işitiliyordu Praven kenti yakınlarından. Gıcırdayan tekerlek sesleri de bu sese eşlik edince, yaklaşanın bir kervan olduğu  anlaşılıyordu. Aşağı yukarı elli kişiden oluşan küçük bir ticaret kervanıydı bu. Yavaşça yaklaşıyordu kentin giriş kapısına. Muhafızlarsa kapıları açmış, küçük bir denetlemeden sonra kervanı içeri almayı planlıyorlardı. Kervanbaşı, elini havaya  kaldırır kaldırmaz bütün kervan durdu. Kervanın  bu kusursuz itaati muhafızların dikkatini çekmişti. Küçük bir el hareketiyle bütün kervana hitap edebilmek kuvvetli bir otorite örneğiydi. Daha önce birçok kervan yönettiği belliydi bu gösterişli kervanbaşının. Geniş omuzları, iri gövdesi ve yüzünün tamamını kaplamış miğferiyle bir prensi andırıyordu. O kadar görkemliydi ki, hemen arkasın da oturmuş genç adamı fark etmek oldukça zordu. O zamanlar ticarette altın bir kural vardı. Kervanlara sadece askerler eşlik edebilirdi. Haydutlarla dolu bu tehlikeli yollar da herhangi bir  sivilin riske atılması çok büyük bir suçtu. Ufak bir çapulcu saldırısında bile tehlike altındaydılar. Tabi bu altın kural Praven şehrinde sıkça ihmal ediliyordu. Günde yüzlerce, belki de binlerce kervanı ağırlıyordu bu şehir. O kadar kervan içerisinde içeri sızdırılan bir sivilin fark edilmesi neredeyse imkansızdı. Hele ki, böyle gösterişli bir kervanbaşının sahiplendiği kervandaki genç bir sivilin...

        Muhafızlar, genç adamı görmezden gelerek küçük çaplı bir denetleme yaptılar. Kervan yirmi beş otuz varil şarap getirmişti. Bu şaraplar büyük ihtimalle şehrin hanına götürülecekti. İşlerini kısa sürede bitiren muhafızlar şehrin kapısını açtılar. Kervanbaşı,  görkemine yakışır bir ağırlıkla geçti bu kapıdan. Bu öyle ağır bir geçiştiki, uzaktan bakanlar Kalradya'nın imparatoru geliyor sanardı...

        Praven şehri serilmişti gözlerinin önüne, bir deniz kızının masmavi saçları gibi. Sanki gördüğü bir şehir değil, hep hayalini kurduğu cennetin ta kendisiydi. Derince bir nefes aldı. Şehir topraklarının güzel kokusunu çekti içine, bir annenin, oğlunun kokusunu içine çektiği gibi. Kendini bu güzelliğin zerafetine  kaptırmayı istedi. Fakat görev ve amaçlarına sadık karakterinin iç dünyasında sağladığı disiplin, ihtişamın önüne geçiyordu.
    Sarayı andıran, kocaman bir bina çekiyordu dikkatleri. Bu kocaman bina, Praven'in meşhur hanıydı. Kalradya'nın en büyük ve kutsal hanı. Karşılaşılabilecek en mucizevî han. O handa bir gece bile geçirmek, her insana nasip olmayan bir şeydi. Aynı zamanda kervanbaşı, getirdiği şarapları bu hana bırakacaktı. Ağır adımlarla yarım saat gibi bir süre sonunda,vardılar  han kapısına.

        Kervanbaşı, yanında ki delikanlıyla beraber at arabasından indi. Kapıyı usulca açtı. Genişçe bir şehire açılmıştı sanki bu kapı. Praven Şehri'nin bir minyatürü gibiydi bu han. İçerisi oldukça kalabalıktı. Yaklaşık yüz kadar insan vardı. Hepsi kendi alemlerinde, gülüyorlar, içiyorlar ya da kavga ediyorlardı. Kervanbaşıysa, kaybettiği bir şeyini arıyormuşçasına bakıyordu etrafına. Ama bu kalabalıkta aradığı şeyi bulması oldukça zor gibiydi. Ayrıca dalgındı da, öyle ki, sıcaktan yanmasına rağmen miğferini çıkarmayı  unutmuştu. Simsiyah  ve geniş han duvarları arasında bir süre daha yürüdükten sonra, aradığı şeyi buldu. Hancıyı arıyordu, hancı ise tezgâhında bekliyordu. Tezgahın yakınlarındaki bir masaya oturdular. Yuvarlak bir masaydı bu ve etrafın da dört tane oturağı vardı. Kervanbaşı bir süre dinlendikten sonra, hancıya dönerek yüksek sesle bağırdı;

'' Hey, ihtiyar! İki kadeh şarap getir!

      Hancı önce irkildi, sonra kervanbaşıya dönerek;
'' Peki efendim!'' diye karşılık verdi.


Birkaç dakika sonra hancı elinde iki kadeh şarapla geldi. Şarapları masaya bıraktı ve sordu;
-Başka bir arzunuz var mıydı?
-Anlamadım?
-Başka bir şey istiyor musunuz?
-(Manidar bir şekilde)Haa, evet. Başka neler istiyorum birbilsen.
Hancı nazik bir insandı. Kervanbaşının bu sözünün kendisiyle bir ilgisi olmadığını biliyordu, ama bu tip durumlarda safa yatmayı ve bir ihtimal istediği şeyin içki,çorba gibi handa bulunabilecek bir şey olabileceğini hesaba katmayı tercih ediyordu.
-İsteğiniz nedir efendim? Söyleyin derhal getireyim.
-Boşver. dedi kervanbaşı. İçkimi getir kâfi.

Hancıyla eskilerden kalma bir arkadaşlıkları vardı ve uzun zamandır birbirlerini görmemişlerdi. Hancının ona bu kadar soğuk davranmasının nedenini düşünürken, miğferini çıkarmadığını hatırladı. İçinden '' Salak kafam!'' diye geçirdi. İki eliyle miğferini çıkarıp masanın üzerine koydu ve;

'' Hey, ihtiyar! Çabuk buraya gel!'' dedi.
Hancı, kaprisli bir müşteriye denk geldiğini düşünerek biraz huzursuzlandı. Hemen istediklerini yerine getirip, bu adamdan kurtulmayı düşünüyordu. Fakat yüzünü adama döndüğünde, şaşkınlığını gizleyemedi. Miğfersiz bu yüz ona hiç yabancı gelmemişti. Onlara biraz daha yaklaştı. Yavaş yavaş hatırlıyordu bu yüzü. Sonra birden aklına ''dınk'' etti;
(Şaşırmış  bir ses tonuyla) Abakan! Bu sen misin?
    Kervanbaşı ayağa kalktı, kollarını hancıya doğru açtı ve gülümseyerek;

-Evet, ihtiyar! Benim, kadim dostun Abakan.

      Hancı birden kahkaha atmaya başladı. Eski dostuna doğru koştu ve sıkıca sarıldı. Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu. Çocuklarını kucaklarmışçasına kucakladılar birbirlerini. Ve nihayet sarılma merasimi bittikten sonra hancı da masaya oturdu, konuşmaya başladılar.

-Uzun zaman olmuştu ha ihtiyar?

-Beş sene, belki de daha fazla. Ordu ne  âlemde?

-Orduyu bıraktım.

-Neden?

-Uzun hikâye, sonra anlatırım.

-Mutlaka anlatacaksın. Peki hangi rüzgar attı seni buraya?

-Senin rüzgârın.

-Benim mi?

-Evet, senin rüzgarın. Orduyu bıraktıktan sonra, kervanlarla uğraşmaya başladım. Senin siparişin üzerine beni buraya gönderdiler.

-Ciddi misin? Ah, bu ne garip bir gün. Bu kadar şaşkınlığı hazmedemem.

-Bunları boşverelim şimdi. ( Yanında ki genci göstererek) Sana birini getirdim.

    Açıkçası, hancı bu genci fark etmemişti bile. Gencin yüzüne dikkatlice baktı, oldukça yakışıklı bir gençti bu. Gece gibi simsiyah saçları, gözerini çevrelemiş simsiyah kirpikleriyle bir takım elbise kadar uyumluydu. Koyu yeşil gözleriyse, esmer tenini sarmalamış bir sarmaşığı andırıyordu. Hancı sordu;

-İsmin nedir genç adam?

-(Abakan atıldı) İsmi Barlas.

-Barlas mı?

-Evet, yıllardan beri benimle beraber..

-Peki benimle alaakası ne?

-Bundan sonra seninle kalacak.

-Benimle mi?

-Evet, hep yalnızlıktan şikâyet etmez miydin?

-Evet, ama...

-Lütfen ihtiyar. Sadece bir süreliğine, yakında gelip onu tekrar alacağım

-Ne kadar yakında?

-Çok yakında dostum. Merak etme, gerçekten çok kısa bir zaman için.

-Peki arkadaşım. Sana bu iyiliği yaparım, hiç önemi yok.Yanlış anlama, yanımda kalmasını istemediğim için değil...( Abakan sözünü kesti.)

-Biliyorum ihtiyar. Sana minnet borçluyum. Şimdi kalkmam gerekiyor. Garip bir gidiş olacak belki ama acele bir işim daha var.

-(Şaşkın bir ses tonuyla)Nereye gidiyorsun?

-Acele bir işim var işte, eğer erken bitirebilirsem, tekrar uğrarım, dedi ve hızlıca kalktı masadan, o kadar hızlı kalktı ki, hancı arkasından herhangi bir şey söyleyemedi.

    Masa da hancı ve Barlas kalmıştı. Hancı tekrardan gözlerine baktı Barlas'ın. Onunla konuşmaktan başka bir çaresi yoktu.

-Ne iş yapıyorsun? Abakan'ın yeni yaveri sensin anladığım kadarıyla.

-(Barlas gayet sakindi) Öyle de denebilir.

-Seni bu kervana katılmaya iten nedir?

-Küçüklüğümden beri Abakanlayım. Aslında, tanıdığım ilk kişi odur diyebilirim. Doğduğumdan beride onunla kervanlardayım.

Hancı bu cevap üzerine biraz duraksadı. Yoksa bu genç, Abakan'ın oğlu mu diye geçirdi içinden. Fakat öyle olsaydı Abakan bunu zaten söylerdi. İşin aslını öğrenmek için sordu;

-Peki ailen nerede?

-Onları hiç tanımadım. Abakan bana bir haydut saldırısında öldüklerini söylerdi. Köyüm Elberl'e büyük bir saldırı düzenlenmiş. Tüm köy halkı öldürülmüş. O dönemler Abakan ordudaymış. Saldırıyı son demlerinde yakalayarak haydutların hepsini öldürmüşler. Beni de bir saman yığınının kenarında bulmuş.

Bu cevap hancının iliklerini dondurmuştu.
-O Elberl faciasından sağ kalan biri varmış öyle mi? Aman Tanrım! ...Şey... bu arada sormamam gereken bir şer sordum, lütfen beni bağışla.

-Önemli değil efendim. Onları hiç tanımadığımdan olsa gerek, canım fazla yanmıyor.
Aslında yanıyordu. Belki tanısa, onlarla uzun bir süre birlikte olduktan sonra onları kaybetse, acısına onlara duyduğu özlem ve merhamette eşlik edecekti. Şuanda içinde onları hiç bilmemenin boşluğu vardı. Boylarını, kaşlarını,gözlerini, huylarını merak ediyordu. Keşke onları bir kez görebilseydi de, ondan sonra öleceklerse ölseydiler. Onları, kendi kaderinden daha çok merak ediyordu.

-Abakan sayesinde sevgisiz bir hayat yaşamadım. Ailemi görmeyi, merakımdan ötürü hep istedim. Fakat Abakan bana ailesizliğin eksikliğini yaşatmadı. Neyse, bu konu hakkında daha fazla konuşmayalım.  Sizin isminiz nedir efendim?
-(Hancı yine şaşkındı. Genç adamın konuşurken bu kadar rahat olmasını beklemiyordu) Mororen.
-Mororen demek.Memnun oldum.
-(Hancı gülümsedi) Bende genç adam.

    Bir süre ikisinin de aklına konuşacak bir şey gelmedi. Öylece kadehlerini yudumladılar. Mororen kederli bir yüz ifadesiyle derinlere dalmıştı. Barlas'sa usulca elindekini yudumlamaya devam ediyordu. Sonrasında hancı sessizliği bozdu.

- Ailen için gerçekten üzüldüm evlat. Küçük yaşta, hayatın acımasızlığına maruz kalman çok kötü bir tecrübe. Burası büyük Praven Han'ıdır. Buranın sırrını sana söyleyeyim mi? Buranın sırrı büyük olması değildir sadece, burası ikinci bir hayattır. İnsanlar bu kapıdan içeri girdikten sonra, olmak istedikleri kişi olurlar. Şu adamı görüyor musun? ( Parmağıyla, kendini içkiye kaptırmış, üstü başı yırtık sefil bir adam gösterir) Bu adam Kont Ryis'tir. Evet, bu adam bir Kont'tur. Ama bu hana girdikten sonra kont olmanın hiçbir önemi kalmaz. Burada herkes eşittir çünkü. Dışarda ki hayatında kavgalı olduğun birine, burada kin tutamazsın.  Burada kavga ettiğin birineyse dışarda kin tutamazsın. Ryis, etrafındaki adamları sokakta görmüş olsaydı yüzlerine dahi bakmazdı. Ama burda her şey farklıdır genç adam. Her şey... Kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Sen genç yaşta, hayatın yaptığı bir hataya maruz kalmışsın. Evet, insanlar gibi hayatta hata yapar. Ama hayatı insanlardan ayıran çok önemli bir fark vardır. Hayat, yaptığı hiçbir hata için bedel ödemez. Hayatın yaptığı hatanın bedelini yine insanlar çeker. Bu handa oturmak ne demektir sen bilir misin? Hayatla bütünleştiğin nokta da durmaktır. Burda öldürmek serbesttir. Kim olursa olsun, Ryis'i bile öldürsen dışarda kimse sana bunun hesabını soramaz. Yaptığın hiç bir hatadan sorumlu değilsindir ve hayattan hiçbir farkın kalmaz. İşte bu gördüğün han bu yüzden kutsaldır!
PRAVEN HANI

  Simsiyah bir gölge gibiydi bu kutsal hanın duvarları. Uçsuz bucaksız ve simsiyah... Tarihin yaşanmışlıklarıydı belki de bu duvarları karartan. Tarihe hapsolmuş günahlara şahit olmanın utancıydı. Bir sır kadar gizemliydi bu hanın duvarları. İçinde barındırdığı hayatsa, sırlardan, özgürlüğe uzanmış bir köprü gibiydi...

    Barlas, meraklı gözlerle inceliyordu bu duvarlar arasındaki  yaşamı. Bulunduğu tezgâhtan, hanın tamamını görebiliyordu. Soyluların gerçek benliklerini görüyordu, soylarının ve rütbelerinin arkasına gizlemek zorunda kaldıkları gerçek benliklerini.  İnsanları görüyordu, her biri özgürlüğe kucak açmış, ışıl ışıl parlayan gözleriyle aydınlatıyordu bu simsiyah han duvarlarını. Bu insanların gözlerine  bakmaksa, özgürlüğün gözlerine bakmak demekti...

    Hanın bütün masaları  daire şeklindeydi. Her masanın etrafında dört tane küçük oturak vardı. Oldukça düzenli bir yerdi burası. Tabi insanlar olmadığı zaman. Eğlence başladığı vakit, bu düzenden hiçbir eser kalmıyordu.

    Dikkatleri, masalardan birinin  üzerine çıkmış, etrafındaki elli kadar insana konuşma yapan, uzun saçlı bir adam çekiyordu. Saçları beline kadar uzanmıştı,bir ceviz ağacının gür yaprakları gibi. Yüzünün yarısını kapatmış perçemleriyse, ona oldukça gizemli bir hava katıyordu. Uzun denebilecek bir boyu, atletik bir vücudu vardı. Uzaktan bir kız olduğu zannedilebilirdi, zira Yaratıcı, kızlara bile onunkiler kadar güzel saç vermemişti. Hafif sarhoştu, elindeki birayı yudumlarken bir yandan da konuşuyordu. Çevresindekileri zaman zaman güldürüyor, zaman zaman ciddi bir havaya sokuyor, sonra tekrar güldürüyordu. Barlas, bu adamı büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. Özgürlükler beşiğinin, imparatoru ilan edilmiş bu adamı...

'' Ah dostlarım. Size başımdan geçen acıklı bir olayı anlatacağım. Geçenlerde bir adam gördüm.  Üstü başı yırtılmış, bir hayvandan farkı kalmamıştı. Baktıkça içim acıyordu. Keşke bu adamı hiç görmeseydim diyordum. Ah, lanet olsun! Bu şehir o kadar büyük ki dostlarım, o adamı bir daha hiç  görmedim.''

      Bu sözler üzerine bütün hanı bir kahkaha tufanı sardı. Adamsa hiç istifini bozmadan sözlerine devam etti.

'' Eğer bir gün kendinizi, yemyeşil bir tarlada, elma ağaçlarının arasında bulursanız, evet, elma ağaçları, birde önünüzden, bir ırmağın sakince aktığını görüyorsanız, cennete olduğunuzu sakın düşünmeyin. Bilinki bir orman haydutu size tecavüz etmiş, işini bitirdikten sonra da sizi orman da tek başınıza bırakmıştır. Buda başınız dertte demektir dostlarım!''

    Barlas'ta diğerleri gibi katıla katıla gülüyordu artık bu adamın sözlerine.  O kadar komik değildi belki, ama kendine engel olamıyordu.

'' Şimdi bütün ciddiyetinizi verin dostlarım! Gözlerinizi kapatın ve iyice kendinizi verin. Özgürlüğün sesini işitmeye çalışın.(Biraz durakladıktan sonra) Evet, işte böyle dostlarım, derince bir nefes alın. Duymak üzeresiniz.''
 
      Tam o sırada, kalabalıktan bir adam, kendine hakim olamadı ve geğirdi. Han o kadar sessizdi ki, bu geğirme sesi adeta çınladı bütün handa. Konuşmacı bunu fırsat bilerek;

''Evet dostlarım! Duyabildiniz mi? İşte bu duyduğunuz ses özgürlüğün sesidir!'' der demez bir kahkaha tufanı daha koptu. Barlas ve hancı da uzaktan eşlik ediyordular bu kahkaha tufanına.

Konuşmacı da gülmeye başlamıştı. Bir süre daha devam etti bu gülüşme. Sonra konuşmacı, bir sahnedeymiş gibi, üzerine çıktığı masadan herkese selam verdi ve aşağı indi. İnsanların, hayranlık dolu bakışları arasında, hızlı bir şekilde gözden kayboldu. 


      Barlas, hancı'ya dönerek;

- Kimdi bu adam?

- Kont Silis. Svadya ordularının mareşali.

Bu cevap Barlas'ı çok şaşırtmıştı. Mareşal olmak için çok gençti bu adam. Ayrıca üzerinde ki giysilerde, bir mareşale yakışmayacak kadar değersizdi;

-Mareşal mi?

-(Hancı gülümseyerek) Evet genç adam. O bir mareşal. Biliyorum, daha yirmi bir yaşında. Ama şimdiden Veagir ordularına karşı önemli zaferler kazandı. Doğrusu inanılmaz bir insan.

-Ama üzerindekiler neden bu kadar kirli? Bir mareşal böyle kıyafetler giyer mi?

-Unutuyorsun genç adam. Burası Praven Han'ı. Burada kimse kimseden üstün değildir. Burdaki hiçbir insanın, dışarıda nasıl biri olduğunu tahmin edemezsin.

Barlas bu cevapla yetinmek zorunda kaldı. Dingin bir şekilde başını salladı. Sonra konuşmaya devam etti;

-Abakan neden hâlâ gelmedi?  Gideli bir gün oldu.

-(Hancı kaşlarını hafifçe kaldırdı.) Bilmiyorum genç adam. Belki de işleri uzun sürmüştür.

  Barlas yine tatmin olmadı. Ama bu cevapla yetinmek zorundaydı. Kuşkulanmaya başlamıştı. Acaba Abakan onu bırakıp gitmiş olabilir miydi? Ama neden gitmek istesin ki? Yoksa ona ayak bağı mı oluyordu? Barlas'ın aklını bulandıran bu düşünceler, moralini alt üst etmiş, kuşkusunu arttırmıştı. Handaysa, hiçbir ses yoktu. Herkes sadece içkisini yudumluyordu. Fırtına önceki sessizliği andıran bir suskunluktu bu. İçerisinde derin çığlıklar yatan bir suskunluk...

  Barlas, etrafını incelemeye devam ediyordu. Birden gözüne bir adam ilişti. Onun Abakan olduğunu düşündü. Miğferleri çok benziyordu. Ama Abakan'ın zırhı, bu adamınki kadar siyah değildi. Şaşırmıştı,  yalnız başına içkisini yudumlayan bu adamı ilk defa görüyordu. Nasıl olmuştu da daha önce fark edememişti... Nedenini bilmiyordu ama bu adam da bir şey vardı. Dillendiremediği bir şey. Hancıya dönerek sordu;

-Mororen! (Parmağıyla adamı göstererek) Bu adam kim biliyor musun?

-(Bir süre adamı süzdü) Aa, evet! Bu bir maceracı

-Maceracı mı?

-Evet, bir maceracı. Kalradya'da böyleleri çok vardır. Para ve güç hırsı yüzüden, farklı işlerle uğraşan çılgın insanlar.


-Tam anlayamadım

-Özetlemek gerekirse, bir çeşit delirmiş insan topluluğu diyebiliriz. Yalnız başlarına, köylerden asker toplayarak, Kalradya'nın imparatoru olmaya çalışan delirmiş insanlar. Ömürleri çok uzun olmaz bunların. Bu gün yarın ölürler.

-Kalradya'nın imparatoru mu?

-Evet, eskilere dayanan bir efsanedir bu. Büyük İmparator öldükten sonra, bütün Kalradya'yı ortak bir iklim kuşatmış, sarranid çöllerine bile yağmur yağmış olduğu söylenir. Tanrı, böylece Kalradya'nın tek bir hükümdara itaat etmesi gerektiği mesajını vermiştir.

-Sen buna inanıyor musun?

-(Alaylı bir ses tonuyla) Ne fark eder ki, her türlü ben bir hancıyım.  Barlas,  bu sadece bir efsane, pek ciddiye almazsan iyi edersin. Yoksa sonun bu maceracılar gibi olabilir.

Barlas yine başını salladı. Gerçekten de bir efsane için insanların hayatlarını tehlikeye atması ona çok saçma gelmişti. Fakat İnsanın böyle bir şey yapması için gerçekten de deli olması gerekmezdi. Zira hayat bazen, bazıları için zifiri karanlık olabilirdi. O vakit insan, görebildiği en ufak umut ışığını takip etmek zorunda kalırdı, nereye götürdüğü belli olmasada.

  Birden, dışarıdan tuhaf sesler gelmeye başladı, bunlar savaş naralarıydı. Ardından han kapısı hafifçe aralandı. Herkes büyük bir korkuyla oraya doğru baktı. Kapıyı aralayan Abakandı. Ama içeri girmemişti. Kapının koluna tutunarak ayakta duruyordu. Kafasını hafifçe kaldırıp Barlas' a doğru baktı. Ama daha fazla ayakta duramadı. İyice ağırlaşmış bedeni, bir saman yığını gibi yere serildi.
KAÇIRILMA                             
                         
Mahkumlara, alay edercesine bakıyordu bu zindanın duvarları. Üzerindeki çatlaklar, ar damarı çatlamış bir insanı andırıyordu. Bir arslanın boğazı gibiydi bu zindan. Ölümün sıcaklığını ve aynı ölümün soğukluğunu barındırıyordu. Parmaklıklarıysa, mahkûmlara alay edercesine gülen bir kızın dişleri gibiydi...

    Barlas olaylara anlam veremiyordu. Sırtını duvara yaslamış, bu zindana nasıl geldiğini düşünüyordu. Başının arkasındaki şiş hâlâ geçmemişti ve acıyordu. Elini kafasındaki şişe getirip okşamaya başladı. Hafızası tam olarak yerinde değildi, biran sanki bir şeyler anımsar gibi oluyor ama sonra anımsadığı şeyi  unutuyordu. Etrafını süzmeye başladı, gözleri derin bir uykudan uyanmış gibi ağrıyordu. Birden giydiği kıyafet dikkatini çekti, simsiyah ve yırtılmış bir dilenci elbisesiydi bu. Kıyafetin bel kısmına bağlanmış olan ip, ayaklar ve gövde arasındaki sınırı oluşturuyordu. Çevresine baktı, zindandaki hücreler iki kola ayrılıyordu. Bu iki koldada birbirine bitişik onbeş tane hücre vardı ve bu hücreleri parmaklıklar birbirinden ayırıyordu. Tabi bu kollar karşılıklıydı ve aralarında ki mesafe zindanın koridorunu oluşturuyordu . Koridor sonundaki kapıysa yeni bir koğuşa açılıyordu. Birden omzunu birinin dürttüğünü hissetti. Bir irkilme eşliğinde kafasını dürtmenin geldiği yöne çevirdi. Hemen bitişiğindeki hücrede kalan adamdı bu. Üzerindeki giysi Barlas'ınkiyle aynıydı. Anlaşılan bütün mahkumlara bu şey giydiriliyordu. Yaşlıca ve Kel bir adamdı bu.  Sol gözünün altından, üst dudağına kadar uzanan bir yara izi vardı. Kısık bir sesle Barlas'a sordu;

-İsmin nedir genç adam?

-(Korkmuş bir ses tonuyla) Sen de kimsin?

- Sakin olmalısın, bu zindanda herkesin bir arkadaşa ihtiyacı vardır. Burada ne kadar kalacağını bilmiyorsun öyle değil mi?

-Şey... hayır, dedi Barlas. Nerden bilebilirdi ki? Hâlâ gerçekten bir zindanda olduğundan bile emin değildi.  Bilinci açıktı, fakat kendisi buna şüpheyle bakıyordu. Başında hafif bir ağrı vardı. Ayrıca göz kapaklarını taşımakta güçlük çekiyordu. Kendini aklı başındayken aklını kaybetmek üzereymiş gibi hissediyordu. Garip bir durumdu.

-Belki çok uzun belki çok kısa, belki hiç çıkamayabilirsin...

-Hiç mi? dedi Barlas. Yalnızca söylemesi kolay olduğu için bu kısa kelimeyi söylemişti.

-Gereksiz  sorularla  vaktini  kaybetme evlat, ben onbeş yıldır bu zindandayım. Henüz soylulardan başka  zindandan çıkana rastlamadım. Şimdi bana adını söyle...

Barlas bu adamın sözlerine yetişemiyordu, zihni oldukça yorgundu çünkü. Kendini çaresiz ve ezilmiş hissediyordu. Kafasını toparlayıp, güçlükle ''Barlas'' diyebildi;

-Barlas mı? Garip isim, daha önce hiç duymamıştım.
-Sizin isminiz nedir?
-İnsanoğlunun bana Roi demesi yeterlidir.
  Barlas bu adamda mantık aramamaya başlamıştı. Kendi kurgusal dünyalarına kendilerini kaptıran ve o dünyayı gerçekten ayırt edemeyen insanların, bu ruhsal bozukluğu suç olarak dışa vurmaları sık görünen bir şeydir. Zindanlarda bunlardan binlercesi vardır.
-Uyumak mı istiyorsun?

  Barlas, evet manasında kafasını salladı. Kesinlikle tuhaf bir adamdı bu, ama bu tuhaflığı ona eğlenceli gelmişti.

-Burada uyumak için zaman çok. Zaten yeni uyandın. Kendine ayılmak için fırsat tanı. Bu arada seni neden buraya attılar?

Barlas elini tekrar şişliğine götürdü. Derin derin yere doğru baktı. Kısık bir sesle '' Bilmiyorum'' dedi.

-Bilmiyor musun? Bu söz bir mahkumun cehaletini gösterir.Suç olduğunu bilmediğin, ama yapmayı bildiğin tek şeyi yapıyordun değil mi? (Bir kahkaha patlatır)

-Hayır, gerçekten bilmiyorum, hatırlamıyorum, buraya geldiğimde baygındım.

-Hımm, peki, öyle olsun. Bana neden burda olduğumu sormayacak mısın? Hiç mi merak etmiyorsun?

Barlas, söylemesi için yüzüne baktı;

-Aslında burada olmamam gerekirdi. Ben bu zindandaki herkesten masumum, senden bile, ben masum bir katilim!

(Barlas gülümsedi.)

-Hayır hayır! Hiç gülümseme genç adam. Ben gerçekten masum bir katilim. Şimdiye kadar yüzlerce insan öldürdüm. Ama ölüm onlara  verilebilecek en büyük nimetti.(Ses tonu yavaş yavaş daha derin ve ciddi bir hâl alıyordu.)Öldürmek bir sanattır. Ve her sanat gibi ustalık gerektirir. Ve yine her sanat gibi içsel bir huzur kazandırır. Neden öldürmekten zevk alıyorum biliyor musun? İnsanlar çok zayıftır,  en ufak bir acı karşısında yıkılırlar. Ama genç adam, bazen acılar o kadar büyür ki, bedeninin derinliklerin de saklı yatan ruhun bile, o bedeni terk etmek ister. Ama korkar, Tanrı'dan korkar, intihardan korkar, bu yüzden bu acıları çekmek zorunda kalır. Bense böyle zamanlarda imdada yetişirim ve onları öldürürüm. Böylece onlar, temiz bir şekilde karşı tarafa geçerler. Ama insanları kolay bir ölüm beklemez, hayatların da hiç yaşamadıkları acıları yaşatırım onlara. Neden biliyor musun? Ruh, intiharı aklından geçirirken, bir nevi isyan etmiş olur.  Tanrı' ya isyan etmiş olur. Bu en büyük günahtır. Ben bu günahlarının acısını onlara çektirip, ruhlarını temizlerim, böylece cennete giderler...


Barlas bir ölü gibi bakıyordu bu adamın yüzüne. Bu adamın gerçekten masum olduğunu düşünmeye başlamıştı. Cinayetlerine çok güzel bir kılıf uydurmuştu.

-Daha bitmedi genç adam. Ben Büyük Kurtarıcı'nın soyundanım. Sen hiç Sarranidlerin tiyatro gösterilerini izledin mi?

-Hayır

- Öldürmekten sonra en çok keyif aldığım şey onları seyretmektir. Fakat onlar bile, bazen sıkıcı olabilir. Son izlediğim oyun, oldukça uzun bir oyundu. Uzun olmasını hoş karşılamıştım. Zira her zaman bu fırsat elime geçmiyordu.  Ama ne yazık ki o oyunda sürekli aynı şeyler tekrarlanıyordu. Hayatımda hiç bu kadar sıkılmamıştım. Bende biraz farklılık gelsin diye, şiir okuyanlardan birini oyun esnasında öldürdüm. Neyse ki yakalanmadan kaçmayı başardım. (Kahkaha atar)

Barlas'ın tüyleri ürpermişti. Anlattıklarının doğruluğu nedir bilmiyordu ama, parmaklıklara rağmen kendini güvende hissetmiyordu.

-Ne diyordum... evet, ben ''Büyük Kurtarıcı'nın'' soyundanım. O bir din adamıydı ama o da benim gibi çok zekiydi. Hiçbir insana verilmemiş bir zekâdan bahsediyorum. Beni şimdiye kadar bir çok zindana kapattılar ama hepsinden kaçtım. Yalen zindanlarından bile. Praven'den sonra Kalradya'nın en büyük zindanı.  Şu Kalradya'ya bir baksana, İmparator öldüğü günden beri aynı döngü devam ediyor. Beceriksiz krallar diyarı feth etmeye çalışıyor ama yüzyıllardır hiçbir ilerleme olmuyor. Tanrı olsaydım çok sıkılırdım. İşte ben bu Dünya'yı Tanrı için biraz daha seyredilebilir kılıyorum.  Ama ne yazık ki sıkıcılıktan kurtardığım bu diyarı Tanrı gibi seyredemiyorum. Bu çok zor bir şey, bu yükü taşımak o kadar zor ki,  asla ne demek istediğimi anlayamayacaksın...

  Barlas korkuyla harmanlanmış bir şekil de bakıyordu bu adamın yüzüne. Adamın bütün gücü tükenmiş ve bir bebek gibi ağlamaya başlamıştı. Bu adamın kesinlikle deli olduğunu düşünüyordu. Kendine, anlattığı şeyler doğru değildir diye teselli veriyordu. Hayal dünyasının bir ürünü...Önüne döndü, adam da zaten konuşmayı bırakmış, kendi tarafına çekilmişti.  Uzun bir süre zindanda kimse konuşmadı. Sonra koğuş kapısının aralandığı görüldü. İçeri hafif zırhlı, uzun boylu iri yarı bir adam girdi. Elinde tomar yapılmış bir emir kağıdı vardı.  Kağıdı açtı ve yüksek sesle;

-Deli Roi ve Hantal Rper! İdam vaktiniz geldi!

    Bu sözler üzerine koğuş kapısından içeri iki muhafız girdi. Barlas'ın tam karşısındaki hücrenin kilidini açtılar. İçeride şişman ve yaşlı bir adam uyuyordu. Muhafız elinde ki kırbaçla, adamın yüzüne sertçe vurdu. Adam çığlık ata ata uyandı. Muhafızlar hemen adamın koluna yapıştılar ve kapıdan dışarı çıkardılar. Sonra içeri, az öncekilerden farklı iki muhafız daha girdi. Bu muhafızlar, demin Barlasla konuşan adamın hücresine doğru yaklaştılar. Muhafız yavaş yavaş kilidi açtı. Deli Roi kilit açılır açılmaz ayağa kalktı ve kollarını muhafıza doğru uzattı. Muhafız bir iple adamın elini bağladı, sonra diğer muhafızla beraber, Roi'nin koluna girerek hücreden çıktılar. Koğuş kapısına yaklaşmışlardı, Roi kapıdan çıkmadan önce Barlas'a baktı, alaylı bir ses tonuyla '' Elveda dostum!'' dedi ve gülümsedi. Dışarı çıkar çıkmaz da gardiyan kapıyı kapattı.

  Barlas'ın kafası yine karışmış, artık beyni bir bulamaça dönmüştü. O adamın gittiğine sevinmişti. Yalnız başına kalınca, az önceki sorusu tekrar aklına geldi. Gerçekten bir zindanda mıyım? Bu bir rüya mı?Hiçbir şeyden emin olamıyordu. Emin olmasına da gerek yoktu, zira bu bir kabussa biran önce uyanmayı, gerçekse de biran önce burdan çıkmayı istiyordu.
 
    Gecenin karanlığın da uyuya kalmış tabiatı, cır cır böceklerinin şarkısı rahatsız ediyordu. Barlas, bu böceklerin sesinden, gece olduğunu anlayabiliyordu. Zira bu yaratıkların sesleri, ancak geceleri duyulabilirdi.Zindansa, simsiyah peçesini giymiş, dışardaki geceden bile daha karanlıktı. Ama bu zindan, geceleri daha az korkutuyordu mahkûmlarını, üzerlerine üzerlerine gelen duvarları, gecenin siyah perdesi kapatarak görünmez kılıyordu...

      Birden  Barlas'ın dikkatini bir şey çekti. Bu karanlıkta bile fark edilecek kadar siyah bir şey vardı hücresinin hemen ardında. Kafasını çevirdikçe bunların daha da çoğaldığını görüyordu. Silüetleri bir insana benziyordu. Birden hücresinin klidi açıldı. Zindandaki insanların hepsi bu sese uyandı. ''Bizimkileri de açın'' diye bağırmaya başladılar. Gittikçe artan bu bağırma, dışarıdaki gardiyanı rahatsız etmişti. Neler olduğuna bakmak için zindan kapısını açtı, ama çok geçti. Barlas zindandan kaçırılmıştı...
 
Okuyup yorumladığın için teşekkür ederim. Han konusu saçma gelebilir, bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim. :smile: Tekrardan teşekkürler.
 
İlk bölümün giriş kısımlarında nedense öyküye girmekte zorlandım. Ancak dilin akıcı olduğundan ve onu kullanmasını iyi bildiğinden, orta kısımlardan sonra öyküye iyice kaptırdım kendimi. Bence birinci bölüm çabuk bitirilmişti, daha uzun yazılabilirdi (aslında uzun sayılır ama bana yetmedi :grin:) . İkinci bölüm de gayet güzel. Öyküde bizi farklı bir şeyler bekliyor gibi hissediyorum, hadi hayrola.

Edit: İmla.
 
Back
Top Bottom