Buzların Hakanı-Yeni Bölüm+ Karalama

Users who are viewing this thread

Buzların Hakanı
kaderingc1cover.png


Savaşların getirdiği tek şey yeni savaşlardır. Toprakları insanların kanıyla dolu olan Kraladya diyarında yeni bir çağ başlıyordu. Kutsal İttifak adı altında birleşen;Rodoklar, Veagirler ve Nordlar, Svadya topraklarını işgal edip neredeyse yok edecek düzeye getirmişlerdi. Güçlerinin zirvesini yaşayan Veagirler gözlerini, Kergitlerin haşin bozkırlarına dikmişti. Kergitler ise bu tehditleri göz ardı edip iç meseleleri ve güneyden gelen Sarranid akınlarına dikkatleri vermişlerdi.

Bütün bu politik entrikalara ve savaşlara uzak bir yerde yaşayan İlteriş'in yoksul ve sıradan hayatı, can dostu Arslan ile giriştikleri bir iş ile değişecektir. Bu sadece onun değil tüm Dünyanın kaderini de değiştirecektir.




Buzların Hakanı

Başlangıç 1 - Vatan Bulma Çabası

Başlangıç 2 - Ölüm Yağması

3.Bölüm Gizemli Görev

4.Bölüm Yeni Bir Dost

5.Bölüm Esir

6.Bölüm Gönüllü


7.Bölüm İntikam

8.Bölüm Beklenmedik Olay

9.Bölüm (???)


Namot atını doğudaki tepeye doğru çevirdi. Etrafın soğuğu direk olarak yüzüne gelmişti. Namot hayatının büyük bir bölümünü savaşta geçirmişti ancak böyle bir havayı hayatında ilk defa hissetmişti."Burada hiçbir canlı yaşamaz beyim." dedi Timuçin. Dediği aslında çok da yanlış bir söz değildi. 
 
  O kadar dehşetli bir hava vardı ki Namot'un atı bile ürkmüştü. Namot, bile buna çok şaşırdı, "Kızıl Ateş" tüm diyarlara nam salmış bir savaş atı, tek bir ayak vuruşu ile iki adamı birden yere devirebilecek bir canlı, düşmanın kaçma sebebi, savaşlarda en önde koşan bir at!.. Sadece Namot değil askerler,büyük yoldaşları,en yakın arkadaşlar;halk,çocuklar,kadınlar,yanlarında taşıdıkları sadık kurt ve köpekleri... Namot hayatında ikinci defa korktuğunu anımsadı. Birincisi babasını eve geldiği zamanlardı. Evet gerçekten de bu zamanlarda çok ürküyordu. Yüce Kergit Hanlığının büyük komutanı Nemriç muhârebesinde on beş bin nökeri ile kırk bin kişilik düşmanı yenen gaddar bir o kadar da cesur Sencer Bey. Namot kendini hep babasının altında hissetmişti. Hiçbir zaman babası kadar iyi bir komutan olmayacağını biliyordu.

  O, bu düşüncelere dalmışken ikinci soğuk dalgası beyaz tenine vurdu, ela gözlerini bir türlü açamıyordu. İşte o zaman ikinci büyük korkusunun cehennem gibi olan bu soğuk diyar olduğunu öğrendi.

  Ancak gitmeleri gereken daha çok yol vardı...


Birkaç Gün Ardından



  Daha kaç gün at süreceklerdi, kaç gün aç olarak yataklarına gideceklerdi, kaç gün sonra Güneşin yüzünü görebileceklerdi veya daha kötüsü bir daha görebilecekler miydi?

  Bundan halk bile usanmıştı ki ozanlar şu sözleri mırıldanıyorlardı:

"Kızıl Ateş bozuldu
Bizim atlar duruldu,
Vatan bulma çabası yok oldu
Evsiz kaldık bu mu oldu?"



  Bey'in çadırı ölüm gibi sessizdi, hiçbir şey kıpırdamıyordu. Sanki yaratıklar her şeyi alıp gitmiş gibiydi. Yalnız iki şey dışında;biri Namot, biri de etraftaki soğuk rüzgârların çıkardığı kimi için dinlendirici kimi içinse de dehşet verici bir ses. Bu ölüm sessizliğini bozan ise Alçiçek hatundu. Çekik ve mavi gözleri,beyaz teni ve orta boyuyla Namot Beğ'in çadırına girdi."İçeri girebilir miyim beyim." dedi. Namot Bey kafasıyla onaylar şekilde içeri gelmesini işaret etti."Buyrun hatunum dedi." Bey. Alçiçek Hatun "Beyim kaç gündür yoldayız, obamızın kadınları bu durumdan pek nahoşlar en kısa sürede rahatça dolaşabilecek,at sürebilecek,çocuklarına daha sağlıklı bir şekilde bakacak bir yere hemen yerleşmek istiyorlar. Uzun zamandır yoldayız ve birçok oğlan maalesef öldü,bazılarını durumu çok kö..." sözünü tamamlamasına izin vermeden Namot Bey hemen söze girdi. "En kısa sürede bir yer bulunacak sen hiç merak etme." Dedi. Alçiçek Hatun yüzü asık bir şekilde çadırdan ayrıldı.

  Namot çadırına bir süre dinlenmek istedi lakin gelen sürpiriz bir davetsiz misafirler tüm işi bozmuştu. Bunlar; Timuçin, Altay,Bilge ve Alp idiler. Hepsi bitap düşmüş ve nefes nefese kalmış bir şekilde çadıra girdiler. Bilge hemen söze girdi. "Efendim gözcülük için ayrılan birçok nöker bugün geri döndü ve bizi sevindirecek bazı havadisleri var." Timuçin söze devam etti."Beyim nökerlerimiz güneybatıya doğru dağların ve iki nehrin arasında kalmış bir hayli alçak bir bölgenin varlığını bize bildirdi."

  Namot'un içinde yeniden bir umut ışığı doğdu. "Hemen hazırlıklara başlayın, en kısa sürede yola çıkacağız."


Nekut Bölgesinin Yakınlarında


  Sayamadıkları gün sonra yüzleri ilk defa yüzleri Güneş ışığına maruz kalmıştı. Namot hayatında bu kadar sevindiğini daha önce hatırlamıyordu. "İşte bulduk." diye bağırdı tayını süren İnpe obasına mensup bir çocuk. Sonunda bulmuşlardı. Tam ortada bulunan bir ova benzeri coğrafya. Tam üç dağ vardı ikisi birbirine paralel şekilde duruyordu. Birbirine aşık bir çifte benziyordu. Ancak aralarına giren diğer ve öteki dağlara nazaran daha büyük olan dağ sanki aşık dağların arasına girmiş kıskanç birini anımsatıyordu. Ancak bir taraf boştu ve bu noktadan ovaya iki nehir akıyordu.

  Namot arkasına dönüp söyle dedi. "Halkım yiğit nökerlerim,kahraman kadınlar,geleceğin savaşçıları olan çocuklar burası artık bizim toprağımızdır. İlerleyin ve çadırlarınızı kurun!" Bu emir üzerine tüm halk ovaya doğru ilerledi.

Nekut'a Yerleştikten Bir Vakit Sonra

  Birkaç ay sonra her şey yoluna girmişti. Halk tarıma başlamıştı. Hayvancılık hiç gitmediği kadar iyi gidiyordu. Tüm oba halkı bu yaşanan olaylar karşında her gün Namot Bey'e olan güvenleri daha da artıyordu.

  Alçiçek Hatun Bey'in çadırına girdi. "Bey'im sizlere çok önemli havadisler getirdim." Dedi. Namot Bey o gün çok meşgul idi. Ama içini saran merak duygusu onu bu bilgiyi öğrenmeye doğru itti."Söyle bakalım." Dedi. Alçiçek Hatun "Efendim yakında varisiniz doğuyor ben gebeyim!" Dedi. Namot Bey ne söyleyeceğini bilemiyordu, içini bir coşku havası doldurdu.

  Aylar sonra çocuk doğmuştu lakin bir gariplik var gibiydi bembeyaz ve soluk tenli,mavi gözlü bir erkek oğlan. Namot Bey buyruğunu verdi, "Davullar çalınsın kırk gün kırk gece şölenler yapılacak açı doyuracak, çıplağı elbiseli kılacağım!..
 
  Herkes bir sessizliğe büründü. Obanın en yaşlı ve bilgili Aksakallı Namot'un yeni doğan çocuğa doğru yaklaştı. Uzunu tırnaklarıyla çocuğun yüzüne dokundu. Elleriyle yavaşça çocuğun gözlerine doğru götürdü, uzun bir süre gözleri kapalı şekilde durdu. Sanki Güneş ve Ay'ın bile ardındaki Ürgen Han'ın yanına ulaşmaya çalışıyormuş gibi bir hâli vardı.

  Sonunda gözlerini açtı, dudaklarını yavaşça açtı ve ağzından şu kelimeler döküldü, " Adı İlteriş olsun." dedi. Tüm halk derin bir nefes aldı. Artık gelecekteki beyleri artık belli olmuştu sanıyorlardı.

  Hayat devam ediyordu. Ekinler biçiliyor, hayvanlar otluyordu kısaca her şey rayında ilerliyordu. Etrafındaki bölgelere başka oymaklar ve obalar da yerleşmişti. Ancak komşular her zaman iyi sonuçlar doğurmaz. Ere obası, İnpe obasına düşmanca hareketlerde bulunmaya başlamıştı. Otlak bölgelerini talan ediyor, Nerkut'a gelen ticaret kervanlarını yağmalıyor ve evleri soyuyorlardı.

  Bu durum Namot Bey'i bir hayli zor duruma bırakıyordu. Namot Bey Kurultayı topladı ve bu konu hakkında istişare yapmak istediğini dile getirdi.

"Yoldaşlarım çevre boylar bizim yaşantımıza büyük zararlar veriyorlar, bu konuda ne yapmamı önerirsiniz?" dedi. Önce bir sessizlik oldu. Lakin atılganlığıyla bilinen Timuçin söze girdi "Bence nökerler toplanmalı bu mel'unların anlayacağı tek dil budur!" dedi. Ancak Alp sesini yükselterek "Askerî gücümüz buna yetmez çok ağır kayıplar alırız hatta yok olma ihtimalimiz bile var bu durumda.".  Altay aklındaki soruyu hemen sordu."Peki, ne yapalım böyle elimiz kolumuz bağlı duralım mı?" dedi. Aksakallı söze girmek için müsaade istedi, ardından önerisini sundu. "Bence bu durumu diplomasiyle çözmeye
çalışalım." dedi.

  istişare devam ederken dışarıdan bir çığlık sesi duyuldu. Bu bir kadını çığlığıydı. Orada bulunan obanın ileri gelenleri kılıçlarıyla birlikte hemen dışarı çıktılar.

  Hepsi gördükleri manzara karşısında şoka uğradı;ortalık alev alıyordu,çocuklar canlarını kurtarmak için kaçışıyordu. Obanın ayakta kalan birkaç nöker ise düşmanlar göğüs göğüse çarpışıyordu. Namot Bey yanındakilere emirini verdi bu onun son emri olacaktı "Beylerim çarpışın!" diyerek bağırdı.

  Kılıçlar çekildi herkes düşmanlarının üstüne saldırdı. Altay uzun kalın kılıcını havaya kaldırdı, kılıç çok ağır ve keskin olduğundan düşmanı iki parçaya böldü. Her tarafa kan damlaları sıçradı Altay'ın yüzü kana bulanmıştı. Alp baltası Ölüm Kokusunu  koluyla yan tarafa doğru vurdu ancak düşmanı çok çevik olacaktı ki o darbeden çok kolay bir şekilde sıyrıldı ancak yüzünde hiç unutmayacağı kadar uzun ve derin bir yara oluştu. Düşman asker o yaranın etkisiyle acı içinde kıvrınır iken Alp baltasını tekrar yukarı kaldırdı tam vurac...

  Arkadan gelen başka bir düşman Alp karnına kılıcını sapladı. Alp'in ağzından kanlar akmaya başladı, çok zor nefes alıyordu. Bilge oraya doğru koşmaya başladı lakin oda başından aldığı ok darbesiyle oracıkta hayata gözlerini yumdu.

  Namot'un etrafı sarılmıştı ama gördüğü manzara hç hoş deeğildi. Hasımları evladının ve karısının bulunduğu çadıra doğru gidiyorlardı. Namot Timuçin'e bağırdı "Timuçin evladımı kurtar!" dedi. Timuçin ne demek istediğini anlamıştı. Çadıra doğru koşmaya başladı. Ona çok yakında bulunan bir tepede Güneş ışınlarından mütevellit pek belli olmayan bir sancak vardı. Timuçin biraz daha odaklandı. Evet,sonunda düşman kendini belli etmişti. Bu düşman Erelilerdi.

Bu sırada Timuçin'in önünden bir at geçti, atın üstünde maskeli bir savaşçı vardı atına bir kadını bağlamış sürüklüyordu. Maskeli atlı yönünü ona doğru çevirdi. Atını hızlıca Timuçin doğru sürmeye başladı o kadar süratli bir şekilde üstüne gelen atı gören Timuçin kılıcını havaya kaldırdı at üstüne geldi ve Timuçin geriye doğru çekildi. Atlı bundan hiç hoşnut olamamış olacak ki tekrardan atını üstüne doğru sürdü. Bu sefer şans Timuçin'den yanaydı ki kılıç darbesi adamı attan düşürdü. Timuçin kılıcını adamın kalbine sapladı. Kılıcı adamın kanıyla birlikte ısınmıştı.

  Çadıra doğru ilerlemeye devam etti gittikçe etraftaki manzara daha da midesini bulandırıyordu. En sonunda çadıra ulaştı. Çadırda iki asker küçük İlteriş ve annesini rehin almıştı. "Kötü oldu sen de burada öleceksin." dedi asker. "Pek sanmıyorum." diye karşılık verdi Timuçin. İçlerinde biri Timuçin'in üstüne atıldı. Timuçin hemen yana atıldı ve kılıcıyla adamın kafasını ikiye ayırdı. Alçiçek Hatun bir çığlık attı."Sen sen.. kardeşimi öldürdü..." dedi ve kardeşiyle aynı hataya düşüp yere düştü.

"Hemen gitmeliyiz." dedi Timuçin. Çadırın girişine varmıştılar ancak adam yerden kalkıp kılıcını aldı, hızlı bir hamle ile Alçiçek Hatun'un sırtına bir kılıç darbesi vurdu. Timuçin ne olduğunu anlamadı asker kılıcıyla onun kulağını kesti. Timuçin kendini çadırın dışına attı. Kulağından çıkan kanları engellemek için elini kulağına dayadı. Bir eliyle kılıcını aldı arkasına savurduğu gibi adamın karnını deşti.

Hemen çadırın içine girdi yerden aldığı bir bez parçasıyla kulağının etrafına doladı. O sırada bir ağlama sesi geldi bu küçük İlteriş'in sesi idi. Onu hemen yerden kaldırdı. Sonunda onca arbededen sonra çadırdan dışarı çıkabilmişti. İlerideki kaçış yoluna doğru koştu. Ancak etrafta hiçbir at ve binek hayvan yoktu. Tam o sırada atıyla Namot geldi. Atından indi ve şu sözleri sarf etti "Atı alın ve kaçın!". Timuçin denileni yaptı. Ata bindi yanına İlterişi de aldı. İlerde etrafları düşman ile sarıldı. Namot "Kaaaç!"diye bağırdı. Timuçin atı dört nala doğru sürdü.

  Timuçin arkasına bakarken gördüğü en son şey yerde yatan Namot ve onun "İntikam, intikaam!" şeklinde bağırışları idi.

 

Beğendiniz ve beğenmediğiniz özellikleri yazmayı unutmayın iyi okumalar.
 
Yorum yapmayı unutmayınız. İyi okumalar. :lol:
(For Shadowing)

Yere düşen bir ekmek parçası gördüm. Bir fırıncının sepetinden düşmüştü, hiç beklemeden ona doğru koştum eğer ben koşmasaydım başkası gidecekti ve yine aç kalacaktım. İşte İchamur böyle bir yerdi açlığın, ölümün, hastalığın, yoksulluğun ve aklınıza getirebilceğiniz diğer her türlü suçun ve pisliği olduğu bir şehir haline gelmişti.Sadece fırıncı üzerinden bile şehrin durumunu açıklayabilirim. Öncelikle üstü başı yırtık bir vaziyette, belki de kaç gündür pişirdiği ekmekleri satamıyor ve yine bu akşam ve ertesi sabah bu bayat ekmekleri ailecek yiyecekler ve bunun için Tanrı'ya şükredecekler sebebi belli, hiç olmazsa karınlarını doyurabiliyorlar. Çoğu aile değil ekmek içebilecekleri temiz veyahut kirli bir su bile bulabilmek için günlerce çalışıyorlar ve elde ettikleri tek şey sadece bir parça kuru ekmek ve bir sürahi dolusu su, daha fazlasını verebilecek bir zengin hayırsever (ki son günlerde şehirde zengin kalmadı.)bulabilirlerse, adama gece gündüz dualar edecek ardından verilen gıdalar birkaç gün içinde tüketildikten sonra tekrardan o açlık olarak tanımladığımız bela yine kapıyı çalacak.

Ben ise hemen ekmeği bir lokmada bitirdim tadının bayat olduğu çok belli oluyordu. Gerçi şuan ki durumda küflenmiş ekmek bile bir ayrıcalıktı. Ardından başka bir şeyler bulma umudu ile yoluma devam ettim. Yol pek dar sayılmazdı aslında pek geniş de sayılmazdı ancak üç atlının geçebileceği genişlikteydi, yan tarafıma bakınca taşlardan yapılmış bir ev gördüm evin üstünde serilmiş büyük ihtimalle kuruması için bırakılmış bir halı vardı. Halının üstünde at,kurt,aslan,boğa;gül,lale gibi motifler işlenmişti. Biraz daha ilerleyince şehrin kalesine doğru giden yolun iki Kergit askeri tarafından kapatılmış olduğunu görüp, başka bir yol arama uğraşına giriştim.

Bugün benim için önemliydi çünkü can dostum diyebileceğim Arslan ile birlikte bir işe girişmiştik. İşin tam olarak ne hakkında olduğunu bilmiyordum arkadaşım bu konuda beni pek bilgilendirmemişti. Sanırım Arslan bile işin ne olduğunu bilmiyordu.

Yoluma devam edip sonunda Arslan ile karşı karşıya geldik. "İlteriş Beyim gelmeseydiniz de olurdu zaten." dedi Arslan, "Tek kişilik bir iş olsa zaten beni buraya kadar getirmezdin." diyerek sert bir karşılık verdim, "Sen zeki adamsın vesselam." dedi gülerek. Benle o birbirimizi tamamlardık. Ben kas gücünü o ise zekâyı oluştururdu. Çocukluğumuzdan beri onla tanışıyordum. Babam Timuçin ikimize de kılıç eğitimi vermişti lakin talimlerde ben hep bir adım öndeydim. Kendisinin babası Kergit-Svadya savaşında şehit düşmüştü, annesini ise erken yaşta kaybetmişti yıllarca sokaklarda kaldı çoğumuzun çekmediği acıları çekti. Soğuktan donacak iken babam onu kurtarmıştı.

"Neyse laf kalabalığı yapma da iş ne onu söyle biz de bilelim."dedim. "işte sen hep bu noktada yeniliyorsun çok sabırsızsın, dün yine kentin hanındaydım gizemli ama zengin bir adama benzeyen biri yanıma geldi. Çok büyük bir iş olduğunu ve bu işin sonunda bin beş yüz dinar para olduğunu söyledi."deyince aklım resmen durdu ve bende karşılık verdim,"Ne,ne... tam tamına bin beş yüz dinar, bu kadar servetle daha zengin bir şehre gidebiliriz hatta kendimize yeni bir hayat kurabiliriz." dedim. "Dahası var işin ne olduğunu duyunca daha da şaşıracaksın, yapmamız gereken tek şey bir adamdan yüzüğü almak."dedi. Bende ise bir merak duygusu oluştu ve karşılık verdim " Peki zorla mı alacağız yoksa o mu bize verecek." dedim ve o hiç beklemeden cevap verdi,"Seni çağırdığıma göre..." dediğinin anlamıştım benim yolumla yapacaktım.

Yolda ilerlerken Arslan'a görevi veren yaşlı adamın evinin önüne vardık. İçimde kötü bir his vardı. Arslan gidip kapıyı çaldı. Adam karşımıza çıktı çok gizemli bir havası vardı ve ben onu ilk defa orada görmüştüm. Bizi hemen içeri aldı, kapıyı kapatmadan önce etrafı kolaçan etti. Hızlı bir savuruşla kapıyı kapattı. "Oturun" dedi. Dediğini yapmakta gecikmedik ve orada oturduk. "Bakın beyler bu iş hayat memat meselesi, dürüst olmak gerekirse bu işi daha iyi kişilere verecektim ancak bazı olağan dışı olaylar yaşandı birazdan yani gece yarısı han dolu iken yeşil bir kapşonu olan bir adam oraya gelecek. Adamdan yüzüğü bir şekilde çalın, adam pek bir Kergitliye benzemiyor uzun bir Svadya kılıcı var. Adam sizi baya zorlayabilir. O yüzden size Kergit zırhı ve iki kılıç vereceğim. Dikkatli olun adam ölmesin, daha önemlisi siz ölmeyin. Adamın üstünde bir yüzük bulacaksınız bu yüz yeşil renkte pek görkemli olmayan bir gümüş yüzük, anlaşıldı mı!?" diyerek son sözlerini bitirdi bizi bir odaya götürüp zırhları ve kılıçları teslim ettikten sonra yan odaya geçti nedense bu iş içime bir türlü sinmedi. Lakin işin ucundaki para tüm kaygılarıma engel oluyordu. Arslan ve adam sanki pazarlık yapıyordu. Tüm hazırlıklar bittikten sonra maceraya hazırdık artık.

Yolda giderken kazanacağım parayla ne yapacağımı düşünüyordum ki hanın önüne geldik."Hemen hareketlenme önce insan gibi isteyeceğiz."dedi. "Sıkıldım bu konuşmalarından hadi artık bitirelim bu işi."dedim. Ardından içeri girdik karşımıza çıkan ilk masaya oturduk. Sıradan vatandaşlar gibi davranmaya özen gösteriyorduk.Ne kadar zırhımız ve kınımızdaki kılıç çok ilgi çekici olsa da. Arslan'ın yüzünde bir kaygı vardı sanki bir pişmanlık ifadesi."Arslan yüzün neden böyle çok basit bir iş aslında." dedi. Arslan sanki benim duymamı istemiyormuş gibi hafif sesli bir şekilde mırıldandı "Keşke,keşke...", ben duymamış gibi yaparak  ,ne dedin, diye sordum. "Hiç(?)" dedi yüzüme bakarken. Huzursuzluğu elinin titremesinden, bakışlarımdan kaçmasından, yüzünün kıpkırmızı olmasından çok rahat bir şekilde anlaşılıyordu.

"İşte, adamımız geldi." dedi kulağıma fısıldayarak. Sesinin ürkekliğinden bile bir işler olduğu anlaşılabiliyor idi. Ama ben kendimi hiç bozuntuya vermeden, "Eğlence başlıyor!.." dedim daha yüksek bir sesle. Ardından her ikimizde ayağa kalktık ve adamımızın yanına gittik. Arslan onun arkasına ben ise onun yüzünü görebileceğim bir yere oturdum, yani tam karşısına. Uzun bir süre ben ve gizemli adam birbirimize kaçamak bakışlar attık. Adam sanki eski şövalyeydi iri ve kaslı birine benziyordu altın sarısı saçları ve yeşil gözleri ile ben bir Svadyalıyım diye bağırıyordu resmen. Yüzündeki buruşuklar onun ihtiyar olduğunu belli ediyordu, gözünün hemen tarafında başlayan ağzına doğru çapraz bir şekilde ilerleyen kendinin belli eden derin yara izi sanki bire bir düello da olmuş gibiydi aslında büyük bir savaşta da olmuş olabilirdi. Bu işin zor olacağı çok aşikâr olmuştu.Karşımızda bir eski ve görünüşe göre tecrübeli bir Svadya askeri oturuyordu. Bu iş sandığımdan da zor olacaktı.

Hancı yanıma gelip bir şey isteyip istemediğimi sordu, ben ise nazik bir şekilde bunu geri çevirdim. Han artık iyice boşalmıştı sadece; ben,Arslan,gizemli adam ve hancı kalmıştı. Etraf derin bir sessizliğe büründü ve hancı yukarı kata çıktı.Bu bir fırsat olabilirdi Arslan bir göz işareti yaptım, tam ayağa kalkacaktık ki içeri üç tane Şehir Muhafızı geldi. Bu bütün hayallerimizi suya düşürmüştü. Askerler içeri girip bir masaya oturdular, sesleri duymuş olmasından kaynaklanan bir sebeple hancı aşağı indi ve askerlerin yanına gitti. Ben daha fazla sabredemedim ve Arslan'ın yanına gittim. Uzun bir süre handaki tek ses günün yorgunluğunu atmaya gelmiş askerlerin gülme ve kahkaha sesleri oldu.

Sonunda istediğimiz oldu gizemli adam handan dışarıya çıktı. Bu elimize geçen son fırsat olacaktı ki ben fırsatları değerlendirmesini iyi bilen biriyim. Arslan ile birlikte dışarı çıktık. Adam ana yoldan ilerliyordu gece olmasına rağmen sokaklarda halen askerler dolaşıyordu.Biraz daha ileride adamımız bir ara sokağa girdi. Bizde sokağa girdik. İçeri ilk ben girdim, ardımdan ise Arslan. Ağır ve temkinli adımlarla ilerliyordum çünkü içerisi kapkaraydı. Ancak bu karanlık insanın içini ürpertecek derecedeydi. Elim önüme bir şey çıkmasını önceden fark etmek için ileri doğru gerilmişti. Diğer elimle de kılıcımı tutuyordum. Bu kılıç yaşlı adamın bize verdiği kılıç değildi, bu babamdan ve önceki atalarımdan kalma bir kılıç idi. Diğer kılıcı başta almış sonra beğenmemiş ve bırakmıştım.

Tam o sırada elim bir duvara çarptı. Bu buranın bir çıkmaz sokak olduğu anlamına geliyordu. "Burası çıkmaz sokak adamımız nerede göremedim." şeklinde yüksek bir sesle söyledim Arslan'a. "Hayır, ben onu buldum." dedi garip ve ürkütücü seste bir adamın sesine benziyordu. Arkamı döndüm ve "Arslan, Arslan.." diye seslendim. Vücudumun her yeri titriyordu. İlk defa bu kadar korktuğum anımsıyordum. O sırada hemen ilerimde bir meşale yandı. Etraf o kadar karanlıktı ki bu küçük meşale tüm alanı aydınlatmıştı.

Işık, handaki gizemli adamın o korkutucu yarasına vurdu. Adam elleriyle Arslan'ı kilit altına almış diğer eliyle de kılıcı Arslan'ın boğazına dayamıştı. Arslan hiç bir şey yapamaz halde öylece yardım bekliyordu. Adama kılıcımla yaklaştım, oda meşaleyi yan tarafa koydu. Arslan'ı üstüme doğru attı, ben ise hemen geri çekildim. Arslan yere düşmüştü, adam uzun ve kalın bir Svadya kılıcını kınından çıkardı. Üstüme doğru gelmeye başladı. Uzun ve büyük kılıcını havaya kaldırıp yere doğru savurdu ben yan tarafa çekildim, hâlâ olayın şokunu atlatamamıştım. Kılıcımı adamın yüzüne vurdum, artık yüzünde iki yara vardı. Bundan sinirlenmiş olacaktı ki kılcını be sefer omuz hizama kadar getirip başımı kesmek istercesine kafama doğru savurdu. Eğilip bu hamleden de kaçmayı başarmıştım. Adama bir yumruk atıp Arslan'ın yanına gittim, elimi ona doğru uzattım lakin bana bağırdı "Arkandaa!.." ancak çok geç olmuştu adam sert bir tekme darbesiyle beni yere çalmıştı.

Karnımın üstüne oturdu, yüzümü yumruklamaya başladı. Kaç yumruk yediğimi hatırlamıyorum. Sonra o kötü suratı ve korkutucu sesiyle "Bugün öleceksin pis Kergitli." pelerinin arkasına sakladığı küçük hançerini çıkardı. Bende o sırada artık öldüğümü kabullenmiş şekilde dualar ediyordum. İki eliyle hançerin kırmızı kabzasından tuttu. Kaşlarımın arasına gelecek şekilde ayarladıktan sonra ölümün kokusunu çok daha yakından hissediyordum. Vee...

Üstüme kanlar sıçramıştı ve sıçrama devam ediyordu. Kanlardan dolayı gözlerimi açamıyordum, birkaç saniye sonra kanlar bitmişti bu sırada üstüme bir yük bindiğini hissediyordum. Sonunda gözlerimi açabilme kabiliyetine yeniden sahiptim. Arslan ile beraber birbirimizle hiç konuşmadan kendimizi dışarı attık ve koşmaya başladık. Ne yapmıştık biz? Az önce bir adamı öldürmüştük sadece bin beş yüz dinar için.
Sessizliği bozup:
"Şimdi ne yapacağız,"dedikten sonra "bir adam öldürdük sabaha bizi her yerde aramaya başlarlar, eğer yakalanırsak başımız kesilir ve halkın ibret alması için şehir meydanına sergilerler." diyerek cümlemi tamamladım.
"Bu kafaya hâlâ ihtiyacım var dostum." dedi Arslan.
Bu durumda da bile böyle konuşabiliyordu. Benimle hiç uymayan bir özeliği idi. Sonra yürümeye devam ettik ancak ne yapacağımızı ne ben ne de Arslan biliyordu. Ben ne yapacağımızı düşünürken kafamdan bir darbe aldım ve oracıkta derin bir uykuya daldım...

**************


Kafam ağrıyordu sanırım ağrısı daha yeni etkisini gösteriyordu. Lakin daha kötü bir durum vardı. Ensemde keskin ve buz gibi soğuk bir kılıcın ucunu hissediyordum. Arkama yavaşça döndüm ama dönmem ile birlikte kılıcın ucu ensemde küçük bir yara açtı.Karşımdaki kişi bir Şehir Muhafızıydı ve bana şu sözleri söyledi:
"Siz, bir Kergit Noyan'ının ve iki kişinin ölümünün sorumlususunuz, bu yüzden sizi tutukluyorum..."
 
Askerin dedikleri karşısında şok olmuştum. Ben kimseyi öldürmemiştim; ne o yaşlı şövalyeyi, ne Kergit Beyini, ne kim olduğu hakkında herhangi bir bilgim olmadığı şu üçüncü şahsı. Dahası can dostum dediğim Arslan da ortalıkta yoktu. Ayrıca kim benim başıma vurup kaçmış ve üstüme bu iftiraları atmıştı?

Ben bunları düşünedururken şehir muhafızı kolumdan tutmaya çalıştı, ben kolunu elimle itip son hızla ayağa kalktım. Üstüme atılan bu itiraftan dolayı ölmeyecekdim, bu konuda son derece kararlıydım. Şehir muhafızı hafif sırıtarak bana baktı:

“Siz katiller hep kaçmaya meraklısınız zaten.” Dedi. Ben bu ise klişe bir laf söyleyerek karşılık verdim.

“Ama ben hiç kimseyi öldürmedim, masumum.”

“Kesin öyledir, zaten hiç kimse hiçbir zaman suçlu olmaz.” Dedi.

Aslında söylediği çokta yanlış bir söz değildi. Ancak şuan ki durumda tüm suçlar bana kalmışa benziyordu. Etrafımı kolaçan ettim birkaç adım ötede yerde ve hâlen yerde bekleyen kılıcımı fark etmem fazla uzun sürmedi. Muhafız bana doğru emin ve sert adımlarla gelmeye başladı. Ben ise kıvrak davranarak hemen kılıcıma uzandım. Kılıcı kabzasından tutarak, yavaşça havaya kaldırdım:

“Bana yaklaşmaya kalkarsan, cezasını çekersin.” dedim sert ve kaba bir dille.
“Hayır, küçük oğlan, sakın beni öldürme, sakın hayır…” dedi alaycı bir üslupla sonra bana tekrar bakıp bir kahkaha attı.
“Daha önce hiç birebir bir dövüşe girdin seni ahmak herif!” dedi, bu seferki ses tonu öncekilere göre çok daha ciddi ve sinirli idi. Artık birebir bir çarpışma olacaktı, bir kurtuluş kalmamıştı. Muhafız kılıcıyla üstüme geliyordu.

İlk hamleyi o yaptı, kılıcını üstüme doğru savurdu lakin bende boş değildim. Babam Timuçinden aldığım eğitim ve tecrübelerle karşılık verdim. İki kılıç benim göğüs kafesimin birkaç santim ilerinde çarpıştı. Tiz bir ses kulaklarımı pek memnun etmemişe benziyordu. Kulaklarımın çınlayışı bir süre beni zor bir duruma soktu lakin kendimi kısa sürede toplamayı başarmıştım. Uzun süren ittirmeden sonra ben geri çekilmek zorunda kaldım. Bu sefer hamleyi ben yaptım kılıcımı çapraz bir şekilde ona doğru savurdum ki, o eğilerek kaçtı, bu muhafızın kolay lokma olmadığını gösteriyordu.

Her geçen saniye hatta salise beni daha da tedirgin ediyordu.  Uzun süren kılıçların düellosunda iki tarafta çok yorulmuştu. Sanırım çarpışmanın son kulvarına girmiştik. Ya ben ya o kazanacaktı. Artık tek bir yanlış, ölüme eşdeğerdi.
İşte beklediğim olmuştu. Bana bir hamle yaptı, bu hamleden kolayca sıyrılıp Muhafızın karnını deştim. Evet , artık gerçekten de birisini öldürmüştüm. Sadece bundan dolayı bile ceza alabilirdim. Bunu bildiğimden ötürü şehirden sıradan bir vatandaş gibi geçemezdim. O an aklıma basit ama dahiyane bir fikir geldi. Muhafızın zırhını kuşanıp şehirden ayrılabilirdim.
Bu fikri hemen icraata geçirdim. Zırhı kısa bir sürede kuşanıp, oradan şehrin çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım. Şehir çok büyük bir yerdi, birden fazla çıkış kapısı vardı ve ben hepsine eşit uzaklıktaydım.

Şehrin en korunaklı kalesi ki şatoya en yakın kapı Doğu kapısıydı. Buradan dışarı çıkmak çok zor olurdu. Diğer bir kapı ticaret kervanlarının geçtiği etrafın han ve küçük dükkanların olduğu batı kapısıydı. Orada fazla asker bulunmazdı. Oradaki asıl sıkıntı zaten fazla asker bulunmamasıydı. Bu çok dikkat çekerdi ancak elde bir o seçenek kalmıştı.

Hemen yola koyuldum, şuan dilediğim tek şey önüme bir tanık simanın çıkmamasıydı. Çok dikkatli bir şekilde ilerliyordum. Şehir diken üstünde olmalıydı. Çünkü sıradan kişiler ölmemiş bir Kergit Beyi de ölmüştü. Askerler sokaklarda her evin kapısını çalıyorlardı. Beni de kendilerinden sanmış olacaklar ki yüzüme bile bakmadan yanımdan geçip gittiler. Şehrin varoş kısmına geldim. Burası diğer bölgelere göre daha tehlikeli bir yerdi. Kimse sivil halde buraya girmeye pek cesaret edemezdi ,gerçi muhafızlar bile bu lanet olası sokaklardan korkarlardı, benim yaşadığım mahallede de yoksulluk ve suç diz boyuydu lakin hiçbir yer bu cehennem kadar kötü olamazdı. Buraya gece girmeniz halinde ister asker ister sivil olun, sizi birileri kuytu bir köşede sıkıştırıp, defalarca bıçakladıktan sonra cebinizdeki tüm parayı alıp kaçabilirdi. Bu seferki durum biraz daha farklıydı sebebi çok açıktı, seri cinayetler olmuştu ve sokaklarda bir değil onlarca muhafız dolaşıyordu. Genelde bir cinayet vakasında ilk uğradıkları nokta bura olurdu.

Etrafta ne kanalizasyon sistemine benzer bir şey ne de bir çöplük vardı. İnsanlar dışkılarını direk sokaklara atardı. Bu sebepten sokak ölü bir hayvan leşinin kokusuna sahipti. Etraftaki evlerin çoğu birbirine bitişik ayrıca tek pencereliydi acaba içerisi nasıl kokuyordu. Biraz ilerimde kalabalık toplanmıştı ve daha da büyüyordu. Merak edip oraya doğru gittim. Bu sırada ayaklarım büyük bir dışkı tabakasına saplandı. Hayatımda bu kadar iğrendiğimi hiç hatırlamıyorum.
Kalabalığın arasına girmeye çalıştım çok meşakkatli bir uğraş olmuştu doğrusu.  En sonunda neden bu kadar insanın toplandığını anladım. Şehir muhafızların lideri gibi görünen orta yaşlı, kavruk tenli, küçük ve hafif çekik gözlü, gür sakallı ve orta boylu birisi birkaç adamı diz üstü çöktürmüş ve onları sorguluyordu:

“Beyler basit, siz mi cinayetleri işlediniz.” dedi kaba ama yumuşak bir ses tonuyla,
“Hayır efendim, dün sokağa bile çıkmadım ben…” dedi en başta olan adam. Adam beyaz tenli ve yeşil gözlüydü. Aslında daha dikkatli bakınca hepsi de öyleydi. Ancak bir sorun daha vardı, adamların hepsi bana benziyordu! Bende beyaz tenli, yeşil gözlü, orta boylu ve sıska biriydim.
Muhafızların lideri tekrar sordu:
“Siz mi yaptınız, ha?” dedi gürleyerek sanki bir aslan kükremişti. Aynı ormanlar kralı aslanın gürleyerek diğer canlıları korkutup himayesine aldığı gibi. Bu sırada birkaç ay önce okuduğum bir kitaptan şu dizeler aklıma geldi.

“Aslan otoritesini sağlamlaştırmak istiyorsa bunu kükreyerek yapar, bu doğanın kanunudur. Eğer bir aslan kükremiyorsa ortalığa fırsatçı ve kurnaz çakallar çıkar, çakallar aslan için bir engeldir. Çünkü sadece kendini düşünen ferdiyetçi hayvanlardır. Ne vakit aslan kükrerse o zaman çakallar inlerine geri döner ve aslanın korkusundan saklandıkları delikten çıkamazlar.”

Muhafız lideri çok şiddetli bir sesle tekrar bağırdı:

“Siz mi yaptınız!..” dedi.

Yine ses çıkmadı yandaki askerine elini uzattı askeri büyük bir metre boyunda olan kabzası geyik boynuzundan yapılmış, demir kısmı üstüne “Ölüm getiren”  yazılmış baltasını aldı. O bile bu koca aleti kaldırmakta zorluk çekiyordu.
Baltayı çapraz şekilde yana doğru kaldırdı ve az önce konuşan adamın omzundan karnıyla kalçasının bitiştiği noktaya kadar kesti. Adam ikiye ayrılmıştı. Kadınlar oradan kaçmaya başladı, erkekler ise gözlerini kapatmaya , küçük çocuklar dehşetli halde ağlamaya başladılar. Herkes şok olmuştu, bu anda baltalı adam askerlerine bakıp emri verdi:

“Hepsini öldürün.”

Bunu söylerken yüzünde ne bir tereddüt ne de bir pişmanlık vardı. Sadece sıradan bir günde, sıradan bir iş yapan erkeklerin yüzünün yansımasıydı. Oradan uzaklaşmam gerekiyordu hem de bunu koşarak yapmalıydım. Üzerimdeki son gücü de kullanarak koşmaya başladım. Daha önce bu kadar hızlı koştuğumu anımsamıyorum. Hiçbir şey görmüyor, duymuyordum aklımdaki tek düşünce bu belalı şehirden uzaklaşmaktı.

Bir müddet sonra bir ahırın önüne geldim. Ahırın kapısına bağlı beyaz ve asil bir duruyordu. Gerçi ben bunu daha sonra fark etmiştim. Atı çözmekle vakit kaybetmek istemiyordum bunun için kılıcımla atın ipini kopardım. Kılıcı gören at benden biraz ürkmüştü lakin yapacak bir şey yoktu. Atın üstüne bindim, hızlıca atı sürmeye başladım.
Sanki ata duygularımı ve ruh halimi yansıtmıştım; korkum, heyecanım, tedirginliğim… Tüm bu duyguları şuan at da yaşıyordu. Atı sürüyordum lakin nasıl sürdüğüm hakkında en ufak bir fikrim yoktu. At koştukça sanki rahatlıyordum. Sonunda kale duvarları seçilebiliyordu. Ufukta Kergit Hanlığını mor zemin üzerine sarı renkte at üstünde ok atan adamın bayrağı. Bir zamanlar diğer krallıkların askerleri bu sancağı korkup kaçarlarmış.

Anlatılana göre zamanında Kergit Hanlığının ulu bir Noyanı ufak bir askeri grup ile Svadya’ya akın düzenleyecekmiş. Bu sıralarda Svadya Krallığı da Rodoklar ile harp içinde olduklarından askerlerini Suno taraflarında toplayacaklarmış. Bir askeri grup ki bu akın düzenleyecek olan Kergitlerden kat be kat büyükmüş. Kergitler bi tepenin üstüne çıkmışlar. Kergitleri gören Svadya askeri ise sancakları gördükten sonra korkuya kapılıp kaçmaya başlamışlar. Tabiî o zamanlar Kergitler altın çağlarını yaşıyormuş. Dhrimden,  Ahmerrada; Jamicheden Reyvadine uzanan topraklar… Şimdi ise bozkırlarda sıkışıp kalmış bir millet haline geldik. Daha kötüsü bunları bile kaybetmek üzereyiz.
Ben bu sırada tam da çıkış kapısına geldim. Düşündüğüm şey oldu, bir asker beni durdurdu, önce şüpheli gözlerle baktı ardından şu soruyu sordu:

“Sen nereye gidiyorsun asker.” Dedi. Tereddütle,

“Bir görev için dışarı çıkmam gerek.” Dedim. Lakin sesim şüpheli ve titrer bir vaziyette ağızımdan çıkmıştı.

“Bugün tüm çıkışlar iptal edildi, bilmiyor musun seni ahmak,” şeklindeki fırçalı cümlesinin ardından devam etti:

“Sadece içeri giriş yapılabilir.” Dedi.
Etrafıma baktım, dediği doğruydu içeri sadece birkaç ticaret kervanını girmişti ve daha niceleri girmeye devam ediyordu. Ortaya attığım bu yalan pek işe yaramamışa benziyordu ama şimdi şehirden hemen ayrılmam gerekiyor idi; ya öyle, ya da başka bir yolla. Kapı şehrin sokaklarına göre bir hayli genişti. Bunu fark etmek pek de uzun sürmedi, daha dikkatli bakınca kapının genişliğinden daha küçük olan bir at arabası içeri girmek üzereydi. At arabasının üstünde fazla mal yok gibiydi sadece birkaç; tahıl, bal, tereyağı, baharat getirilmişe benziyordu. At sanki güçsüz düşmüştü, bu mallar Svadyadan geliyor olacak ki at uzun süredir pek bir şeyler yememişti.
Bu fırsatı değerlendirmeliydim. Atım çok yorulmuştu ancak yapacak başka bir şey kalmamıştı. Atın ve kendimin son gücünü kullanarak kapıya doğru dörtnala sürdüm. Arkamda bulunan asker bana yüksek bir sesle bağırdı:

“Kaçma!..” dedi sesi diğer askerleri de harekete geçirmiş olacak ki bir anda herkes ayaklandı ve silahlarına sarıldılar. Atımın hızı sayesinde, yanından geçtiğim bazı muhafızlar dengelerinin toparlayamayarak yere düştüler.  Artık şehrin dışındaydım, son olarak arkama baktığımda birkaç okçu kulelere çıkmış yaylarını hazırlıyordu.  Hala onların menzilindeydim. Lakin attıkları oklar atımın arkasına düşüyordu. Birkaç başarısız deneme sonrası, menzillerinden ayrılmıştım. Atımı sürmeye devam ediyordum.


****************************************************



Bu 2.gündü, şehirden kaçışımın ikinci günü. Dinlenmek için  küçük bir ağacın altına yattım, şimdi ne yapacaktım. Yıllardır yaşadığım şehirden kaçmak zorunda kalmıştım ayrıca hiç bilmediğim topraklarda artık yalnızdım. Aklıma sorular geliyordu. Arslan nereye kayboldu, neden beni Kergit Noyan’ının ölümü ile suçluyorlar, ölen 3.isim kim, son olarak benim yaptığımı kim onlara söyledi? Kafayı yiyecektim, daha önemlisi nereye gidecektim. Hızlı olmalıydım çünkü Kergit askerleri her yerde beni arıyor olmalıydılar. Yanımdaki küçük bir ağacın ufak bir dalını kopardım yere minik bir harita çizdim. En kuzeyde Sungetche Kalesi, en batıda Tulbuk kalesi, merkezde İchamur ve biraz ilerisinde Drigih Aban köyü olan bir harita.

Ne yapacağımı düşünmeme gerekiyordu.  Drigh Abana veya Tulbuk köyüne gidersem çok kolay şekilde yakalanırım. Daha kuzeye Bhulabana doğru gidebilirdim. Orası diğer kale ve köylerden daha bağımsız hareket eden özerk bir bölgeydi. Orada bir süre kalabilirim. Sonra yoluma bakabilirdim. Kaderin beni götüreceği yere.

Gideceğim yeri belirlemiştim lakin bu seferde başka bir sorun ortaya çıktı. Nasıl gidecektim. Eğer ticaret kervanlarının gittiği yol üzerinden gidersem kolay bir lokma olurum ve benim son isteğim şuan bu. O zaman tek bir yol kalıyor. O da “Karlı Dağlar”. Uzun bir yolculuk olacaktı ve benim dinlenmeye ihtiyacım vardı.

*************************************************

Burası neresiydi? Etrafta kaçan ve önümde koşan bulanık kareler, kadın feryatları ve kan... Bu da neydi, şimdi etrafımı daha net görebiliyordum. Bir şehir vardı ve yanıyordu. Bu basit bir yangın değildi, etrafta kanlı kılıçlarıyla ölmüş askerler yatıyordu. Bazıları karnına aldığı kılıç veyahut balta darbesi ile ölmüştü, kimisi ise vücudunun her tarafını etkisi altına alan keskin ok darbeleriyle.

Herkes ve her şey ortadan kaybolmuştu. Etraf kül olmuştu. Az önce feryatlar atan kadınlar yoktu. Sadece ben ve ölen cesetler vardı. Etrafıma bir kez daha baktım, evlerin bazıları talan edilmiş ve yağmalanmış gibiydi. Peki yağmalayanlar kimdi?

Biraz ileride ateşlerin içinde koşan bir adam vardı. Bana yaklaştıkça onun kim olduğu hakkında tahminlerim daha netleşiyordu. Bu bir asker olmalıydı. Üstü başı kan içinde kalan bir asker. Asker yanıma ulaştı. Bana döndü, yüzünde tedirginlik vardı. Dudakları aşağı doğru büzüşmüştü, kaşları dudaklarının yaptığı hareketi tekrarlıyordu. Gözünde ise ağlamaklı bir telaş vardı. Şeytanı görmüştü. Adam beni bir süre süzdü, ağzını açtı:

"Sen burada hâlâ burad..." dedi lakin devamını duymamıştım. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Tabiî ben bunun bir rüya olduğunu anlamıştım.

************************************


Yavaş yavaş sabah oluyordu. Kuşların sesi kulaklarıma geliyordu. Lakin beni uyandıran ne güneşin huzur verici ışıkları, ne de kuş sesleriydi. Beni uyandıran garip bir adamın sesiydi. Sanki kendi kendine konuşuyordu. Bu durum beni bir hayli rahatsız etmişti. Yavaşça kılıcıma uzandım. Yavaşça kılıcımı kabzasından tutarak çektim. Aniden ayağa kalıp:

“Sen, ne yapıyorsun burada böyle?” dedim cesur bir sesle, adam yalnız görünüyordu, sıska ve esmer tenli, kestane rengi saçları, kahverengi gözleri, kısa boyu ve ince bilekleriyle kolay bir rakibe benziyordu.

“Seni minik ceylan yalnız başına burada ne yaparsın böyle?” dedi.

“Bunu hiç öğrenemeyeceksin.” dedim yine aynı ses tonuyla.

“Beyler, burada bir av var.” diye çalıların arkasına dönerek seslendi. Oradan tam dört adam çıktı. Hepsi birbirinden çirkin ve çelimsizdi. Teke tek dövüşte hepsini yenebilme kapasitem vardı. Ancak onlar şimdi beş kişiydi. Beşini yenemezdim. Ancak yapacak bir şey yoktu. Ok yayından çıkmıştı artık.

İçlerinden biri üstüme atıldı, elindeki küçük nacağı kafama vurmaya çalıştı, bu çok basit bir hamleydi. Küçük bir çocuk bile bu hamleyi yapabilirdi. Kılıcımla basit bir şekilde savurdum. Ardından adamın karnına yaptığım hamleyle adamı rezil hayatından kurtardım. Öldürmemin sebebi ise belliydi, ben olacağıma onlar ölsünler.

Arkadaşlarının üstünde bir şok etkisi yaratmış olacaktım ki bir tanesi oradan var gücüyle kaçıştı. Adamlar üç kişi kalmıştı. Bu hâlâ bir sorundu. Bu sefer üstüme üç kişi birden gelmeye başladı. Etrafımda bir hilal oluşmuş gibiydi. Ortadaki adam ilk hamleyi yaptı, kılıcını çapraza şekilde savurdu. Kılıcımla bu hamleyi etkisiz hale getirdim. Ben ortadaki ve onun yanındaki adamla uğraşırken içlerinden bir arkama geçip elimi kolumu bağladı. İçlerinden ilk gördüğüm adam bunun üzerine:

“Bir arkadaşımızı öldürdün, bu pahalıya mal olacak.” Dedi. Sesinde kin duygusu vardı.
Adam arkasındaki hançeri çıkardı. Ağızını açarak gülümsedi sarı ve birkaçı çürümüş olan çirkin dişleri sanırım hayatımda göreceğim son şey olacaktı. Adam hançeri tek eliyle hançeri tuttu arkasına doğru götürdü. O sırada çalıların arasında bir ses geldi. Bunu duyan tek ben değildim, elinde hançer olan adamda bunu duydu. Sesin geldiği tarafa doğru baktı.

Çalıların arasında beyaz yavru bir kurt çıktı. Kurt adamın üstüne atladı ve yüzünü parçalamaya başladı. Adamın yakarış sesleri kulaklarımı tırmaladı. Ben de bu fırsatı değerlendirip beni tutan adama bir dirsek darbesi yaptım. Adam hafiften sendeledi, buna bir kafa darbesi ile destek verdim. Adam beni bıraktı hemen yerdeki kılıcıma uzandım. Kılıcımla biraz ilerimdeki adamın üstüne koştum. Adam eliyle kendine bir gard yaptı. Lakin kılıcım onun elini kopardı. Düşen eli onun acı içinde kıvrınmasına neden oldu. Adamın bu acısına son vermek için kafasını da kılıcımla kestim. Diğer adam benden kaçmaya başladı.

Olaylar bittikten sonra etrafıma baktım. Her yer kan olmuştu. Beyaz kurt yanıma sakin bir şekilde geldi. Daha yavru olmalıydı, beyaz renkli tüyleri ve buz mavisi gözleriyle beni büyülemişti. Dürüst olmak gerekirse ondan son derece korkmuştum. Ancak onun için bu pek de söylenemezdi. Sanki ben onun sahibiydim. Az önce yaptıklarını kim görse böyle düşünürdü. Elimi yavaşça başına koydum ve okşamaya başladım.

Değişik bir durum vardı. Daha önce kendimi hiç böyle rahat hissetmemiştim. Köpek sevindiğini dilini çıkarıp elbisemi yalamasıyla gösteriyordu. Ben onla yüz yüze gelmek için eğildim. Bu sefer de yüzümü yalamaya başladı.

Dostum Arslan’ı kaybetmiştim, sanırım kendime daha sadık bir dost bulmuştum. Gözlerinin buz mavisi olmasından dolayı kendisine “Buz” adını verdim. Daha önce de köpeklerim olmuştu ama bu seferki biraz daha farklıydı. Beni tam zamanında kurtarması, gözlerimizin birbirine benzemesi vb. Kendimle onun arasında bir bağ hissediyorum. Sanki onun düşünceleriyle kendi düşüncelerim birbiriyle örtüşüyordu. Ben ve o, ruh ve beden gibiydik. Bunu ona dokunduğumda anlamıştım

Etrafımız çalılıklarla doluydu biz de bundan istifade ederek sessiz ve gizli bir şekilde Kergit topraklarının kuzeyine gidecektik. Bu kadar kolay bulunabileceğimi tahmin etmemiştim. Eğer kıçı kırık birkaç haydut bile bizi bulduysa, eğitimli savaşçı muhafızların bulması çok uzak bir ihtimal değildi.
Hazırlanırken tekrardan kulağıma çalılardan ve ağaçların arasından sesler geldi. Lakin bunlar; ne haydutlar, ne de muhafızlarıydı…
 
Kurguyu çok beğendim, gayet akıcı bir yazım olmuş. Doğu epikliği ile batı fantastik kurgusunun karışımı olmuş. Ama ilk iki bölümü keşke hikaye içinde öğrenmek daha etkileyici olurdu diye düşünüyorum. Diğer bölümü sabırsızlıkla bekliyorum :smile:
 
Enes Sancak said:
Kurguyu çok beğendim, gayet akıcı bir yazım olmuş. Doğu epikliği ile batı fantastik kurgusunun karışımı olmuş. Ama ilk iki bölümü keşke hikaye içinde öğrenmek daha etkileyici olurdu diye düşünüyorum. Diğer bölümü sabırsızlıkla bekliyorum :smile:

Çok teşekkür ederim. Sizin sayenizde içimde yeni bölümleri yazma şevki geldi.

Şöyle bir spoiler vereyim ki, gelecek bölümlere fantastik ögelerde eklenecek.
 
Sayın okurlar,
Birkaç günlüğüne evimde uzaklarda olacağım. Tıpkı hikâyemizdeki İlteriş gibi, tabiî onun durumu biraz daha farklı. Bunu öğrenmek istiyorsanız öncelikle hikâyeyi okumalısınız  :twisted: :smile:. Her neyse döndüğümde son hızla hikaye devam edecek. İyi günler esen kalın...
 
Bu bölüm biraz kısa oldu çünkü birkaç gündür baya yoğundum. Ancak yeni bölüm bu kadar uzamayacak ve daha kısa bir sürede gelecek. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar :razz: :cool:



Hemen kılıcıma davrandım, gerçi son günlerde yaptığım en sık eylem buydu, kendimi ağaca doğru yasladım. Ellerimle kılıcımı sıkı sıkıya kavradım. Bu sırada kurdum Buz çalılara doğru hırlamaya başladı. Çalıların arasında tanıdık olmayan yetişkin erkek sesi gelemeye başladı,"Paramı alınca ilk iş büyük bir kahvaltı yapmak olacak, dostlarım."dedi içlerinden biri. Biraz sonra, farklı bir ses diyaloğa dahil oldu, "O kadar parayı bitirmek senin için bile zor, Orhun".

Bu sesten sonra kısa süre bir sessizlik oldu. Ne insan sesi ne de çalıların sesi geliyordu kulağıma. Sadece usluca kışın gelişini belirten bir rüzgâr vardı. Bu düşüncem beni yanıltmış olacak ki birkaç adam karşıma çıktı. Tam dört kişilerdi. Adamlar tecrübeli askerlere benziyordu, hepsinin yüz hatları yaşlarının yirmi beşten büyük olduğunu belirtiyordu. İçlerinde pek bir rütbe farkı yok gibiydi. Hepsini zırhları birbirine benziyordu. İlk olarak ortada duran adamla göz göze geldim. Bana doğru bakıp, "O kanlı kılıcınla hangi tavşanı öldürdün, bakalım seni yavrukurt." Ortandaki adamın yanında duran asker ise kurdu fark etmiş olacak ki "Gözlerin görmüyor mu senin, Orhun? Asıl yavru kurt orada, bu bir ceylan olmalı" dedi. Ardından dördü de kahkaha atmaya başladı. Bu gülüşmeler canımı sıkmıştı ama onlara karşı koyacak kuvvetim kalmamıştı.

Çalıların arasından başka ayak sesleri de duyulmaya başladı. Sesler bize doğru yaklaşıyordu. Sonunda çalıların arasından çok kaliteli dövülmüş zırh ve kılıcıyla bir adam çıktı. Adam diğerlerinden daha rütbeli ve tecrübeli birine benziyordu. Kısa ve siyah saçları, hafif esmer teni ve ahenkli siyah gözlerini benim üzerime dikti. Az önce benle alay eden askerler şimdi nizamî sıraya girmişlerdi.  Adamın yanında; sıska, orta boylu, beyaz tenli, ela gözlü ve kıvırcık saçlı bir oğlan duruyordu. Kendisi pek bir savaşçıya benzemiyordu. Üstünde diğerlerine nazaran daha hafif bir kılıç ve zırh vardı. Adamın kahyası gibi duruyordu. Adam gözlerini önce bana sonra kanlı kılıcıma ve son olarak Buz'a baktı. Gözlerinde pek memnun olmamış bir hâl vardı. Şüpheli gözlerle bize baktıktan sonra, "Bu kadar ıssız bir yerde tek başına ne yapıyorsun bakalım?" dedi. Soruyu sorarken gözlerime bakıyordu. Bu beni çok ürkmüştü ve ürkme sesime de yansımıştı. Kekeleyerek, " Be..be..n sadece bir yolcuyum." dedim korkar bir sesle. Sıraya girmiş adı Orhun olan asker hafifçe sırıtarak "Kanlı kılıcı, etrafında cesetleri ve bir de yavru kurdu olan bir yolcu." Bu sözü herkesin cesetlere yönelmesini sağladı. İçlerinden tecrübeli olan komutan askerlerine bakarak "Şu cesetleri bir incele istersen, Ögeday," dedi ilk olarak "Sizde şu garip yolcumuzu bir alın." diye devam etti.

Yolcu, olarak bahsettikleri kişi bendim. Önce elimle kılıcımı sıkıca kavradım ardından kalçamı arkaya doğru götürerek bir savunma pozisyonu aldım. Orhun yine alaycı bir sesle, "Sen savaşabilir miydin, yavru ceylan haa?.." Bu söz ağrıma gitmişti. Orhun bana ilk hamleyi sağdan yapmıştı, bunu kolayca savurmayı başardım. Sonra diğerleri de bana saldırmaya başladılar. Onlarla yaptığım birkaç kılıç çarpışmasında ben üstüm gelmiştim ancak sayıların fazla oluşu beni zor duruma sokmuştu. Ve nihayetinde arkamdan gelen biri, ellerimden beni tutmuştu. Komutan benim az önce yaptıklarımdan memnun şekilde bana baktı ve alkışlamaya başladı. Başta buna bir anlamadım, tek anlamayan ben değildim, çarpıştığım askerlerde şaşırmıştı. Komutan yanıma geldi bir süre bana baktı, yüzünde olan şaşkınlık ifadesi ile "Bir yolcuya göre iyi bir savaşçısın, sana bir sorum olacak buradaki insanları neden öldürdün?" Benim öldürdüğümü hemen anlamıştı, zaten anlaşılamayacak bir şey de değildi. Bir süre yere baktıktan sonra komutana döndüm, "Evet, ben öldürdüm ama bir sebebim var. Onlar haydut, önümü kesip beni öldürmeye çalıştılar, bende karşılık verdim." dedim. Bu cevap pek komutanı memnun etmişe benzemiyordu. Yerde olan kılıcıma bakıp "Bir kanıtın var mı?" dedi.

Bu sırada arkada cesetleri inceleyen Ögeday komutana seslendi, "Efendim sanırım aradığınız kanıt burada." dedi. Ögeday'ın elinde kolye benzeri bir obje vardı. Objenin üstüne bir hançer motifi işlenmişti. Başı kırık bir hançer. Komutanın gözleri açıldı. Az önceki ciddi yüzü şimdi şaşkın bir ifade bürüdü. Hemen Ögeday'ın yanına hızlı adımlarla gitti. Ben bu sırada etrafıma baktım. Buz hiçbir yerde gözükmüyordu. O kurt kaçmıştı sanırım. Ancak Buzla kendi aramda sıcak bir duygu hissetmiştim.

komutan yüzündeki korku ve endişeyle bana "Sen, bizimle geliyorsun!"



********************************


Dünden beri dağları aşmaya çalışıyorduk. Bu konuda en çok zorlanan bendim çünkü iki elim birbirine kalın iplerle bağlanmıştı, ellerimi en çok yarım metreye kadar açabiliyordum. Dağlara çıkarken bir çok defa ölümle yüz yüze gelmiştim. Bir gün önce uçurumdan düşecekken elimi tutan Ögeday sayesinde kurtulmuştum. Komutan, dört asker, komutanın kahyasına benzeyen Ural ve ben. Toplam yedi kişiydik, yemek ve su çektiğimiz en büyük sıkıntıydı. Yemek ihtiyacımızı dağ keçilerini avlayarak karşılamıştık ancak suyu bulduğumuz karları bir şekilde eriterek sağlıyorduk.

Konuşmalarına kulak verdiğim kadarıyla gruptaki dört askerin adları şöyleydi;Ögeday,Orhun,Aybek ve Batur'du. Komutanın adı Baybars ve kahyanın adı Ural idi. Ural pek dövüşçü birisine benzemiyordu. Daha çok kitap okuyan ve kütüphaneden sorumlu olması gereken bir tipe benziyordu. Konuşması diğerlerine göre çok daha anlaşılır ve iyiydi. Bu onun en sempatik ve beni ona çeken özelliğiydi.

Günün öğlen saatleri olmalıydı. Genelde bu vakitlerde tüm kafile ava çıkar, sadece bir kişi benim başımda durması için beklerdi. Bu gün benim başımda bekleyecek kişi Batur'du. Batur esmer tenli, ela gözlü, kısa boylu biriydi. Kendisi kafilede en az konuşan kişiydi. Bu kendisi gizemli bir hava yaratıyordu.

Herkese sorduğum soruyu ona da sordum, "Neden beni esir tutuyorsunuz?" dedim ilk önce, fakat cevap gelmeyince devam ettim, "Benim bir suçum yok, sadece orada kendimi savundum."dedim. Yine beni dinlememiş gibi yaptı. Etrafını kolaçan ediyordu. Sanki birisinin onu görmesini istemiyordu. Ardından komutan yanımıza yaklaştı, "Misafirimize iyi bak, bir yerlere kaçmasına izin verme." dedi. Batur kafasıyla onaylarcasına salladı. Yine etrafına bir bakındıktan sonra bana baktı. Birkaç saniye göz göze geldik. Başta buna bir anlam veremedim daha sonra ise beni ürkütmeye başladı.

Elini kılıcına doğru yavaşça götürdü. Kılcını kabzasından tutarak, kınından çıkardı. Ban doğru yavaş ve dikkatli adımlarla yaklaşmaya başladı, "Sen benim kardeşlerimi öldürdün, şimdi ben de seni öldüreceğim."dedi. Söylerken gözleri büyüdü, ağzından salyalar akmaya başladı. Ben sürünerek uzaklaşmaya çalıştım. Ayağa kalktım ve koşmaya başladım. Batur da aynı hızla koşmayan başladı. Çadırların bulunduğu yere gitmeye çalıştım, tam da çadırların yanına gelmişken ayağım bir dala takıldı ve yere düştüm. Yere düşerken çadırın bir ipini de koparmayı başarmıştım ve çadırda bozulmuştu. Kendimi düzeltmeye çalıştım, sırtüstü yatacak şekle geldim. Batur başıma geldi, kısa kılıcını bana sokacak hâle getirdi. Kılıcını aşağı indirecek iken eline bir tekme attım, kılcı yere düştü. Fırsattan istifade sürünerek ilerlemeye çalıştım lakin beni ayaklarımdan tutarak geri çekti. Yüzüme bir yumruk attı. Beline sakladığı hançeri hızlı bir hareketle çıkardı. Hançerin kabzasını iki eliyle tutarak göğsüme saplamaya çalıştı. Bende iki elimle buna engel olmaya çalıştım. Gücü beni yenmek üzereydi, gittikçe hançer göğsüme doğru yaklaşıyordu. Bu sefer ölümün geldiğini sanmaya başladım.

Kulağıma bir ses gelmedi. Karlar basan küçük ama hızlı ayak sesleri. Yana baktığımda bir şey göremedim. Hemen ardından kulağıma Batur'un çığlık sesi geldi. Ona baktığımda bir elinden kanlar fışkırıyordu. Bir eliyle kanların fışkırmasını engellemeye çalışırken, kalan gücünü de çığlık atarak harcıyordu. Çığlık sesi tüm ormanda yankılanıyordu. Komutan Baybars ve askerleri büyük ihtimalle bu sesleri duymuştu. Kimin bu eli kopardığına baktığımda ise Buz'u gördüm. Beyaz tüyleri ve korkutucu ama bana huzur verici gözleriyle, dikilmiş bana bakıyordu. Tekrar Batur'a baktım, ellerinden fışkıran kanlar yerdeki az miktarda olan karı eritmişti bile. Yere düşmüş ölü bekler gibi biri duruma düşmüştü.

Birkaç dakika boyunca yere uzanıp, bekledim. Kendimi toparlamaya çalıştım, son günlerde yaşadığım tüm olaylar gözümün önünde geçti. Arkamdan hızlıca koşarcasına gelen ayak sesleri duydum. Yavaşça doğrulmaya çalıştım, seslerin geldiği noktaya baktığımda koşarak gelen komutan Baybars ve yanındaki diğer beş kişiyi gördüm. Baybars'ın yüzünde endişe ve kızgınlık vardı. Önce yerde yatan Orhun'a baktı, ellerinin kanamasından dolayı ölmüş olmalıydı. Baybars gözlerini büzüştürüp cesede baktı. Ardından bana doğru gelmeye başladı. Gelmeye başlamasıyla ürkmeye başlayıp kendimi geriye doğru attım, kurdum Buz da Baybars'a hırlayıp duruyordu. Komutan bana sinirli badem gözleriyle baktıktan sonra, "Askerimi sen mi öldürdün, İlteriş" dedi. Ben önce yutkundum sonra "Önce o, bana saldır..." diyecekken, Ural komutanına seslendi sonra "Efendim, sanırım İlteriş doğru söylüyor." diyerek devam etti. Bu sözleri söyledikten sonra ellerini havaya kaldırdı. Elinde kolye benzeri bir şey vardı, bu şey daha önce öldürdüğüm haydutların üstünde olan kolyeye bir hayli benziyordu. Komutan Baybars bu kolyeyi gördükten sonra Ural'ın yanına doğru koşarak gitti. Kolyeyi eline aldı, uzun bir süre inledikten sonra gözlerini kapatarak gökyüzüne doğru baktı, "Bize bunu nasıl yaptın." dedi kısık ama duyacağım bir tonla. Bir süre bekledikten sonra kolyeyi var gücüyle yere attı ve gökyüzüne doğru tekrar bakarak "Haiiiin!" diyerek bağırdı. Bu bağırma o kadar güçlüydü ki kurdum Buz dahil çevredeki herkes ürkmüş, hatta etrafta bulunan ona yakın kadar karga uçarak kaçmıştı.
 
"Kesik hançer" çok ince işlenmiş bir simge. Gerçekten özgün buldum

Dediğim gibi farklı bir tarz yakalamayı basarmışsın. Çizgiyi bozmadan devam etmen iyi. Ancak kahraman bakış açısına rağmen çok fazla karakterin duygu durumunu veremiyorsun gibi. O taraflardan da fazla sıkmadan bir şeyler okumak iyi olurdu. Bir sonraki bölümü merakla bekliyorum  :smile:
 
Enes Sancak said:
"Kesik hançer" çok ince işlenmiş bir simge. Gerçekten özgün buldum

Dediğim gibi farklı bir tarz yakalamayı basarmışsın. Çizgiyi bozmadan devam etmen iyi. Ancak kahraman bakış açısına rağmen çok fazla karakterin duygu durumunu veremiyorsun gibi. O taraflardan da fazla sıkmadan bir şeyler okumak iyi olurdu. Bir sonraki bölümü merakla bekliyorum  :smile:

Önerilerinin dikkate alacağım dostum, desteğin ve elestirin için teşekkürler.
 
Back
Top Bottom