Hanlar Savaşıyor (BİTTİ)

Users who are viewing this thread

Henüz okumadım fakat bölümlerin linklerini ana sayfaya koymanı öneririm. Bu hikaye ilerde mesela 17 sayfa oldu hikayeyi o zaman okumaya başlayınca bide sonraki bölümü sayfa sayfa aramayak
 
"Şu ulu göğün göğsünü delen yağmurlar,
neden, neden susarsınız?
Görün şu masum hâlimi, acılarıma feryat olun.
Derdime derman olun..."
Evet, karşılaştığım bu hadise içimdeki inancımı köreltmişti. Zihnim bulanmış, gözlerime perde inmiş, o kutlu davanın artık sonu gelmişti. Ben ise kendimi çoktan şiire vermiş, başlamadan bitecek olan hayallerimin hâkimiyetine ket vurmaya devam ediyordum.
"Güven... Sen ne elim bir şeymişsin!
Varlığın ile gönlümü şenlendirmişsin,
Yokluğun ile inancımı kaybettirmişsin..."

Bizi tutsak eden yoldaşımız değildi, güvenimizdi. İşte o güvendiğimiz herif gözlerimizin içine bakarak kahkaha attı ve konuşmaya başladı:
-"Ahmak Gaddar. Babanın oğlu değilmişsin. Onun kadar zeki değilmişsin. Bir avuç askerle tahtı nasıl almayı düşündün ha? Düşünmeni geçtim, buna nasıl inandın ha?"
Bu mağrur konuşmaların sahibi Komutan Atalan idi. Bizden önce Tulga'ya varmış, bizi çok iyi aldatmış, kendi menfaati için bizi hedef seçmişti. Yanında da üç tane köpeği vardı. İhanetin tokadının bu kadar ağır olduğunu bilmiyordum. Yediğim bu tokat toparlanmama fırsat vermeyecek kadar kuvvetliydi. Biraz sonra olacaklara bir kez daha şaşıracaktık.
Hanın içinde bir kapı vardı. O kapı bu konuşmanın hemen ardından açıldı. İçeriden kır saçlı ihtiyar bir adam ve bir miktar asker çıkmıştı. Sanırım bu kapı hanın içinde bulunan bir mahzene açılıyordu. Kurtbaş atıldı:
-"Hain it. Sen ki Hırçın Noyan'a hizmet ettin. Onun ekmeğini yedin. Şimdi de yediğin kaba ediyorsun."
Atalan yine kahkaha atarak şöyle dedi:
-"Hancıbey, görüyorsun değil mi? Bunlar koskoca Sancar Han'ı devireceklermiş."
Hancıbey dediği kişi kır saçlı ihtiyar olandı muhtemelen. Atalan devam etti:
-"Sizin gibi aptalların sayesinde Sancar Han'ın nazarında kaybettiğim itibarımı geri kazanacağım. Ardından tekrar Kergit Hanlığı'nın komutanlarından olacağım."
Demek ki Atalan'ın bize söyledikleri de yalanmış. İki yıl evvel ülkeden ayrıldığını, Sancar'ın zulümlerine karşılık bizim yanımızda olduğunu söylemişti. Meğer bütün bunlar Atalan'ın oyunuymuş. Bu sefer gafil avlanmıştık.

Hancıbey denilen adam sessizliğini bozarak Atalan'a şöyle dedi:
-"Seni Sancar Han'ın huzuruna almazlar. Bunların hain olduğunu da ispat edemezsin."
-"Sen ne güne duruyorsun Hancıbey? Sancar Han'ın sana olan güveni tamdır. Bana şahitlik edersin. Ben de böylece kaybettiğim itibarımı geri kazanırım. Devleti büyük bir tehlikeden kurtarmış olurum."
Hancıbey herhangi bir tepki vermedi. Hâl ve hareketlerinde tuhaflık var gibiydi. Bize dönerek şöyle dedi:
-"Demek siz Hırçın Noyan'ın neferlerisiniz. Bir zamanlar kendisinin namı çoktu bu ülkede. Şimdilerde onu tanıyanların sayısı iki elin parmağını geçmez. Sizin amacınız nedir, ne istersiniz Sancar Han'dan?"
Kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Her şey açıkça ortaya dökülmüştü. Ben de bu sebepten ötürü açtım ağzımı yumdum gözümü.
-"Sancar, töreye ihanet etti. Kergit Han'ın soyundan gelenler dururken tahta ortak olup kutlu töremizi çiğnedi. Kergit Han'ın soyundan gelen babamı haksız yere infaz edip, Dustum'un tahta geçmesine mâni oldu. Kendisi de devleti kibriyle yönetip halkına hizmet etmekten geri duruyor. Sen söyle Hancıbey, töreye baş kaldıranın başı ne olur?"
Sözlerim Atalan'ı çıldırtmıştı. Atalan'ın yanındaki daha önce bana biat etmiş nökerler de galeyana gelmiş gibiydi. Atalan haykırdı:
-"Ne duruyoruz Hancıbey, bu haini Sancar Han'ın huzuruna götürelim."
Atalan'ın yanında üç asker varken, Hancıbey ile mahzenden çıkan on yedi asker vardı. Bütün bu nökerler Atalan'ın emrinde sanıyordum ta ki o muazzam olay vuku bulana kadar.

Atalan'ın daha önce söylediğine göre Hancıbey eskiden orduda rütbeli nökerlik yapmıştı, askerlerin kendisine olan güveni ve sadakati barizdi. Derken, Hancıbey kılıcını çekti ve verdiği emirle şaşkınlığımızı ayyuka çıkardı.
-"Nökerlerim, Atalan hainini yakalayın!"
Bir müddet yoldaşlarım ve ben kendimize gelemedik. Hâliyle Atalan ve yanındaki üç iti de şaşkınlıktan donakalmıştı. Geriye kalan diğer nökerler Hancıbey'in emrine uyup Atalan'ı zapt etmiş, yanındaki askerlerin ikisini ise kısa süren arbedede öldürmeyi başarmışlardı.
İşin içinde iş vardı. Biz de bu esnada doğrulup hanın bir köşesinden olanları takip ediyorduk. Aklımda ardı ardına meydana gelen o kesif soruların yanıtını bulmaya çalışıyordum. Bu nökerler kime itaat ediyordu? Atalan'ın amacı tam olarak neydi? Hancıbey kimdi ve ne yapmak istiyordu?
Bu denli fazlaca sorunun beni delirtmesine müsaade etmemeliydim. Biraz sonra Hancıbey konuştu:
-"Ahmak olan onlar değil Atalan. Ahmak olan sensin."
-"Anlayamıyorum Hancıbey. Beni neden esir ettin?"
-"Belli ki bu yiğitler sana itimat etmiş. Gerekçe olarak da törenin çiğnendiğini ileri sürmüşler. Sen ise töreye ihanet edenlere göz yumup, makam mevki arzusuna bürünmüşsün."
Atalan, Hancıbey'e itaat eden nökerlere dönerek şöyle dedi:
-"Hain köpekler. Bana nasıl ihanet ettiniz?"
Kargılı nökerlerden evvel Atalan'a cevabını vermişti:
-"Eden bulur Atalan, eden bulur!"
Nökerlerden biri Atalan'ın elini sıkı sıkıya bağlayıp, hanın bir köşesine savurmuştu. Atalan'a biat etmiş askerlerden ikisi çoktan ölmüş, diğeri ise kolundan yaralanmıştı. Şimdi aklımda tek bir soru vardı. Hancıbey neden böyle bir şey yapmıştı?
Bunun nedenini hepimiz öğrenecektik. Hancıbey bizi az önce çıktığı mahzene davet etti. Nökerlerine de tedbirli olmalarını, gürültü patırtıdan dolayı şehir muhafızlarının her an hana gelebileceğini ve herhangi bir müşterinin hana sokulmaması gerektiğini söylemişti.

Yoldaşlarım ve ben Hancıbey'in ardından giderek mahzene girdik. Duvarlarda yanan meşaleler etrafı aydınlatmaya yetiyordu. Hancıbey bize oturmamız gereken yeri gösterip bir de soğuk ayran ikram etmişti. Sohbete başladık.
Şöyle dedim:
-"Yardımınız için müteşekkiriz Hancıbey. Fakat neden böyle bir şey yaptığınızı öğrenmek isterim."
-"Sebebi gayet açık değil mi yiğidim? Töre dedin, haksızlık dedin, zulüm dedin. Bunlar yetmez mi?"
-"Bunun ardında daha farklı şeyler olmalı. Atalan'ın size güvenmesi ve sonra da sizin onu esir almanız... Daha önceden planlamamış mıydınız?"
-"Bu aptal zevkine düşkündür. Sancar Han Atalan'ı birkaç sene evvel ordudan atmıştı. Sebebi ise fırsatını bulduğunda şehirdeki hatunlara sarkıntılık yapmasıydı. Aslında bunun cezası ölümdür. Ama Atalan'ın ağabeyi Sancar'a yalvarmış, o da ağabeyini kırmayıp ordudan atmakla yetinmiş."
Bunun üzerine Kurtbaş şöyle dedi:
-"Atalan'ın ağabeyini yakından tanırım. Rindyar muharebesinde hayatımı kurtarmıştı. Hırçın Noyan öldükten sonra kendisinden haber alamamıştım. Zaten ülkeyi terk etmiştik hep beraber. Atalan'ı da yakından tanıdığımızı sanardık. Ama bu ihaneti bizi derinden yaraladı."
Hancıbey tebessüm etti ve devam etti:
-"Atalan ağabeyine bile minnet eylemedi. Tulga'da tek güvendiği kişi bendim. Ülkeyi terk ettikten sonra ağabeyi yanıma geldi. O sıralar Sancar Han nadir seferlerinden birine çıkıyordu. Ağabeyi de bu sefere katılmadan evvel beni tembihledi. Hiç unutamam şöyle demişti:
'Hancıbey, ola ki ben bu seferden dönemezsem ve kardeşim olacak o sümsük enik geri dönerse onu öldür. O nanköre sakın güveneyim deme. Beni kandırıp kaçtığı gibi seni de kandırır, mahcup olursun.'
Ben de o gün bugündür bu herife güvenmem."
Atalan'ın ağabeyinin akıbetini merak ettiğimde Hancıbey bize onun seferden dönemediğini söylemişti.
Hancıbey sözlerine kaldığı yerden devam etti:
-"Atalan bir askeri aracılığıyla bana mektupla haber yolladı. Mektubunda sizden bahsederek hazırlıklı olmamı tembihledi. Sizin Sarranid'den ayrıldığınızı bir dostundan öğrendiğini ve bu dostunun kendisinden destek istediğini yazmıştı."
Bu sözlerin üzerine yoldaşlarımla birbirimize baktık. Ardından hiddetli bir şekilde konuşmaya başladım:
-"Bu ne demek oluyor beyler? Benim Bariyye'den ayrıldığımı sizden başka birileri de biliyor muydu?"
Kurtbaş'ın kaşları çatık, Kargılı düşünceli, Orhun'un yüzü kızarıktı. Bu haltı kimin yediğini az çok tahmin etmiştim. Bunu daha önce neden düşünmemiştim? Atalan bizi kimden haber alıp da Shariz'de karşılamıştı. Hiddetim bir kişinin yakasını ele veriyordu.
Hancıbey'den Atalan'ın kendisine gönderdiği mektubu istedim. Hancıbey isteğimi kırmayarak mektubu getirdi. Dedikleri doğruydu. Atalan bir dostundan bahsediyordu. Yoldaşlarım buna cevap veremediğinde bunu öğrenmek için geriye tek bir seçenek kalacaktı. Atalan'ın ağzını, burnunu kırıp dilinden laf alacaktım.
Biraz sonra şüphelendiğim kişi yumurtlamaya başlamıştı. Orhun...
Utana sıkıla konuşmaya başladı:
-"Gaddar Noyan, kötü bir niyetim yoktu. Atalan benim yakın dostumdu. Ben onun hain olduğunu bilmiyordum. Niyetim, onun ve yanındaki nökerlerin desteğini alarak gücümüze güç katmaktı."
Bu sözlerin üzerine Kurtbaş elinin tersiyle Orhun'a bir tane yapıştırmak ister gibiydi. Göz işaretiyle onay verdim ve Kurtbaş Orhun'u tek hamleyle yere yığdı. Bu edepsizlik canımı fazlasıyla sıkmıştı. Orhun'a hitaben bunun bir bedeli olacağını ima eden sözler sarf etmiştim. Bütün bu saçmalıklardan evvel yarım kalan bir hesabımız vardı. İlk önce o hesabı kapatmamız gerekiyordu. Ondan sonra herkese hak ettiği muameleyi gösterecektim.

Hancıbey bundan sonra yapmamız gerekenleri söyleyerek bize olan desteğini şu sözlerle ifade etmişti:
-"Sancar Han'a muhalif olma sebebim tebaasına karşı adaletsiz olmasıdır. Bizim çektiğimiz sıkıntıları Kalradya'da hiç bir ahali çekmemiştir. Birkaç günde bir askerlerini tıkınmaları için buraya gönderir ve askerlerine bir kuruş para ödetmez. Hakkımı bana vermez. Geçim sıkıntısı çektiğimi görmezden gelir. Ülkedeki diğer insanların da yaşadıklarını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Hele ki son yaptığı..."
Hancıbey konuşurken duraklamıştı. Sancar'ın son yaptığı daha da kötü olmuş olacaktı ki Hancıbey bu şekilde konuşurken zorlanabilsin. Merak edip tok bir sesle sormuştum:
-"Son yaptığı nedir?"
Hancıbey'in gözleri dolmuş, konuşmaya başladıktan sonra da gözyaşlarına engel olamamıştı. Ağlamaya bahane arayan Orhun da, yediği şamarın etkisiyle ve Hancıbey'in ağlamasından cesaret alarak ağlamaya başlamıştı.
-"Sancar, kızımı elimden aldı. Ülkedeki hoşuna giden genç kızları sarayına alır, gönül eğlendirir alçak herif. Ben de sesimi çıkaramadım. Yalvarmakla yetindim. Yine de Sancar bana çok güvendiğini, devletime hizmet ettiğim için kızımın han köşelerinde çalışmasını istemediğini, sarayında kızımın refah içinde olacağını söyledi. İntikam hırsım bundandır. Kızımı da kaybolan şerefimi de kurtaracak yiğitler sizlersiniz."
Bundan sonra ne yapmamız gerektiğini istişare ettik. Hancıbey bize yol gösterdi ve şöyle dedi:
-"Atalan'ın kurduğu planı aynen uygulayacağız. Bu enik sözde Sancar'dan intikam almak için sizin yanınıza gelip sizden yardım istemiş olsun. Gaddar Noyan'ın Kergit atamızın soyundan gelmesi bu işi inandırıcı kılacaktır."
Bu fikir aklıma yatmıştı. Yol boyunca Sancar'ın karşısına nasıl çıkacağımı düşünen ben, ayağıma böyle bir fırsatın geleceğini tahmin bile edemezdim. Bütün bu olanların ardından fark ettiğim en önemli şey, kaderimin yolumu açmasıydı. Atalan kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. Ben de fırsattan istifade ederek devleti büyük bir tehlikeden kurtaracak, Sancar'a biat ederek onun gönlünde yer edinecektim.
Şimdi yola koyulup Sancar'ın huzuruna çıkma vaktiydi. Derken şiddetli bir gürültü bizi mahzenden dışarı sevk etmişti. Gördüğümüz manzara bizi, olanları izah etmeye zorlayacaktı.
 
Birkaç hafta sonra gelir muhtemelen. Bir de senden başka ilgili olan yok gibi. Eski Dörtyol Hanı kalmamış. Heves kırıyor açıkçası.
 
Dörtyol hanını herkesin okuması için değil de kendini geliştirmek için bir yer olarak görmek lazım. Benim gibi iletisi olmayan ama okuyan kişiler vardır.
 
Evet, çok haklısın. Bana göre de Dörtyol Hanı forumdaki en faydalı bölümlerden biri. Fakat 1 yıl öncesine göre bitmiş bir vaziyette. Hikâye devam edecek bu arada birkaç meselem var onları halledeyim yazarım yine.
 
Mahzenden dışarı çıktığımızda bir elinde kılıç öbüründe kalkan olan dört askerin hanın kapısını kırarak içeri girmiş olduğunu gördük. Hanın içinde Hancıbey'e sadık on yedi asker zaten vardı. Kapının önündekiler ise Hancıbey'in daha önce de dillendirdiği şehir muhafızları olmalıydı. Askerlerden üçü sağ dizlerinin üzerine çökmüş sol elleriyle kalkanlarını yüzlerinin hizasında tutuyorlardı. Bu karşıdan gelecek bir okun isabet etmesini önlemek için alınan bir tedbir gibiydi. Diğer asker ise kendinden emin bir şekilde diğer üçünün arasında ve ayakta durarak olanları seyrediyordu.
Derken ayaktaki kızgın surat kılıcını hepimizin üzerine doğrultarak ve kılıcını sağdan sola gezdirerek konuşmaya başladı:
-"Neler oluyor burada? Bu gürültü de nedir böyle?"
Hancıbey sakince cevapladı:
-"Herhangi bir sorun yok, kılıçlarınızı kınına sokun aslanlar."
-"Hancıbey derhal izahat isterim."
-"Devletimiz için çok mühim bir olay oldu. Bunu Sancar Han'ın huzurunda açıklamak ülkemizin kaderi için daha iyi olur. Sen bizi ona götür aslan parçası."
Muhafız başı kıl birine benziyordu. Bir müddet olanları anlatmamız için diretti. Ama Hancıbey'in ağırbaşlılığı sayesinde muhafız başı Sancar Han'ın huzuruna çıkmamıza onay verdi.

Bir yandan Hancıbey ve nökerler Atalan'ı yerinden kaldırıyor diğer yandan ben düşünüyordum. Nasıl bir cenderenin içine düştük? Nasıl buralara geldik? Yoksa biz delirmiş miydik? Gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerin peşinden mi gidiyorduk?
Öte yandan ihanetin tokadını yolun başında yemiş olan ben, Hancıbey'in hain olmadığını nasıl anlayacaktım? Orhun'un işgüzarlığına nasıl karşılık verecektim?
Bunları düşünmenin sırası olmadığını fark edince hemen kendime geldim. Sancar Han'ın sarayı hana çok uzak değildi. Dışarı çıktığımızda büyük bir kalabalık bizi karşılamıştı. Halk gürültüden dolayı merak içinde hanın etrafını kuşatmış olanları seyrediyordu. Atalan elleri bağlı bir şekilde iki nöker tarafından saraya götürülüyordu. Biz ise Hancıbey'in ve muhafız başının peşine takılıp ölüme yürüyorduk. Ölüm diyorum çünkü sarayda neler olacağı belli değildi. Belki de bütün bunlar Hancıbey ve Atalan'ın oyunuydu. Bizi idam sehpasına götürüp kendileri itibar kazanacaklardı. Artık her şeyden şüphe etmeliydim. Yoldaşlarımdan bile...
Bu sırada Orhun dikkatimi çekti. Ellerini göbek hizasında bağlamış, mahzun bir şekilde yürüyordu. Ona olan öfkem o kadar büyüktü ki saraydan sağ salim çıkmayı başardığımızda kendisini öldürecektim. Kararım kesindi, af yoktu.
Nihayet sarayın önüne geldik. Kapıda bizi bir nöker karşıladı. Muhafız başına hitaben şöyle dedi:
-"Bakıyorum da yine yolun saraya düştü Turhan. Şehir seni bunaltmış besbelli."
-"Sorma Nasugi, çoluk çocukla uğraşıyoruz."

Biraz sonra sarayın o görklü kapıları açılmaya başladı. Kapının ihtişamı o kadar büyüktü ki Kargılı istemsizce tepki verdi:
-"Breh breh..."
Kurtbaş şaşırdı:
-"Kargılı, gören bilen de hayatında hiç saray kapısı görmedin sanacak."
-"Kale kapısı görmüştüm de saray kapısı görmemiştim. Daha önce Tulga'ya gelmemiştim."
Bu diyalog beni çileden çıkarmıştı. Yolun başında böyle yiğit ve keskin zekalı yoldaşlarım olduğu için şükrediyordum. Şimdi ise koskoca nökerlerin bir saray kapısı üzerinde bu kadar düşünmeleri ve konuşmaları ahmaklıklarını ortaya koyuyordu. Daha fazla dayanamadım:
-"Kesin sesinizi!"
İçeri girdik ve sarayın koridorlarında yürümeye başladık. Muhafız başı Atalan'ı ve yanındaki itini kısa süreliğine sarayın odalarından birine aldı ve kapıyı kilitledi. Yoldaşlarımla birlikte Hancıbey ve beni ise bekleme odasına aldı. Muhtemelen Sancar Han'a haber gönderecekti. Müsait olduğunda da huzura çıkacaktık.
Fırsattan istifade ederek odayı incelemeye başladım. Duvarda asılı olan kurt başlık dikkatimi çekmişti. Ellerimi arkaya bağlayarak bu başlığı incelemek için duvara yaklaştım. Başlığın sağında ve solunda meşale yanıyordu. Bu hanlığımızı temsil eden bir sembol olmalıydı. Nedense çok hoşuma gitmişti. Gülümseyip arkamı döndüm ve içeriden gelecek haberi beklemeye koyuldum.
Biraz sonra muhafız başı odaya girdi tok bir sesle şöyle söyledi:
-"Sancar Han sizi bekliyor, buyrun gidelim."
İlk defa bu kadar heyecanlanmıştım. Daha önce bir hükümdarın huzuruna çıkmamıştım. Sadece Bariyye'de yaşadığım zamanlarda Sultan Hakim Sancar Han'ın ordularını Weyyah'ta mağlup etmenin şerefine şehri ziyarete gelmiş ve fakirlere savaş ganimetinden pay vermişti. Onu şehir meydanında halkı selamlarken görmüştüm. İçimden bir güzel de küfür etmiştim Kergit askerlerini öldürdüğü için.
Kendi kendime "Hele şu tahta bir oturayım da onun da hesabı görülür." diyerek Sancar Han'ın huzuruna doğru yürümeye devam ettik.

Sonunda kapıya geldik. Kapı açıldı ve önümüzde yukarıya doğru kıvrılarak uzanan dar bir merdiven vardı. Saray muhafızının arkasından yürüyerek merdivenleri çıktık.
İşte o an geldi. Bir gün taht için er meydanında karşılaşmak istediğim şahıs karşımdaydı. Arkası dönüktü. Hancıbey, Kurtbaş, Kargılı, Orhun ve ben yan yana dizilmiş bir vaziyette beyefendinin keyfini bekliyorduk. Sancar'ın hâl ve hareketlerini dikkatlice takip etmeye başladım. Önce başını hafifçe yukarı kaldırdı. Sonra ellerini arkaya bağladı. Ardından mırıldanmaya başladı:
-"Hmm... hmm... hmm..."
Bu sırada ben de hiç istifimi bozmadan sert bir şekilde burnumu çektim. Bu hareket onu hiddetlendirmiş olacaktı ki iğrenç sesiyle konuşmaya başladı.
-"Etrafımda gezinen çilekeş ruhlar beni yalnız bırakmayın.
Gün bile doğamaz çelikten pusatlar kutlu savaşıma ortak olun..."
Tam bu esnada bu sözleri tamamlayarak Sancar Han'ın dikkatini çekmeyi amaçladım:
-"Kuş bile uçamaz göklerde kan gövdeyi götürse de,
bir yiğit çıkagelir elbet düşman düşman üstüne!"
Sancar Han iyice hiddetlenmişti. Bir anda arkasını dönerek o pis sıfatını bize sonunda göstermişti. Hemen sonra karşılık verdi:
-"Edep... edep... Her kişiye yakışmaz edep, er kişiye yakışır edep. Öyle değil mi Hancıbey?"
Hancıbey başını eğerek Sancar'ı doğruladı. Ben ise bu sözleriyle Sancar'ın bana edepsiz dediğini idrak ettim.
Sancar devam etti:
-"Derdinizin mühim olduğunu işittim. Ahvaliniz de pek çetin görünür. Hanlığımın kaderi sizin dilinizdeymiş. Seneler sonra ülkeme gelip ölmeyi göze almışsanız söyleyecek sözünüz var demektir. Aksi takdirde dilinizi keserim."
Seneler sonra ülkeye gelen ben ve yoldaşlarım vardık. Sanırım yoldaşlarımı tanımıştı ve bir izah bekliyordu. Benim kim olduğumu da biraz sonra öğrenecekti.
Sancar Han'a kendimi tanıtarak şöyle dedim:
-"Yüce Han'ım, ben Hırçın Noyan oğlu Gaddar. Seneler önce takdiriniz üzere annemle birlikte Kergit topraklarını terk etmiştik. Ben ve yoldaşlarım devletin bekasını tehlikede gördüğümüz için geri döndük ve huzurunuza çıktık."
Sancar anlattıklarımı şaşkınlıkla dinledikten sonra cevap verdi:
-"Demek Hırçın'ın oğlusun ha! Bizden biri olduğunu şiirimi tamamlamandan anlamıştım. Çok değişmişsin. Senin küçüklüğünü bilirim genç adam. Anlat bakalım derdinizi."
Sancar'ın bu sıcakkanlı yanıtı beni biraz olsun rahatlatmıştı. Devlet idaresinde yumuşak başlılığa yer yoktur. Sancar ise oldukça sert mizaçlı bir hükümdardı. Fakat bu sertliğini diğer devletlere karşı görememek beni fazlasıyla üzüyordu. Sözlerime devam ettim:
-"Sancar Han'ım. Seneler önce işlediği bir cürüm yüzünden ordudan attığınız komutanlarınızdan biri Sarranid'de beni buldu. Bana sizden intikam almak istediğini söyledi ve benim de soyumun Kergit Han'a dayanmasından ötürü benden yardım istedi. Ben ise yoldaşlarımla beraber durumu istişare ederek devletime ve size ihanet etmememiz gerektiği konusunda karara vardım. Fakat komutanınıza bu durumu hissettirmedik. Tulga'ya geldiğimizde de cezasını kestik."
Sancar Han çılgına döndü. Hancıbey'e dönerek şöyle dedi:
-"Bu anlatılanlar doğru mu Hancıbey?"
İşte şimdi başımdan kaynar sular dökülmeye başlamıştı. Hancıbey'in vereceği cevap Atalan ile bir oyun içinde olup olmadıklarını ortaya koyacaktı. Nihayet Hancıbey itimadımı kazanacak sözleri sarf etmeye başladı:
-"Doğrudur Han'ımız. Bu hadsiz benden de yardım istedi. Ben de bu haini zapt edip huzurunuza çıkarmak için teklifini kabul ettim. Daha sonra Gaddar ve arkadaşları handa Atalan ile buluşmaya geldi. Ben Gaddar'ın da hain olduğunu düşünerek teyakkuzda kaldım. Derken Gaddar Atalan'ı handa esir etti. Yanındaki nökerleri de ben ve adamlarım etkisiz hâle getirdik. Şimdi de huzurunuzdayız, takdir sizindir."
Bu tertibin daha da inandırıcı olması için kendimce tılsımlı olan kelimeleri Sancar'a söylemeye başladım:
-"Han'ım bu kadar basit olmamalı. Affınıza sığınarak söylemeliyim ki, ordunuzun içinde sızma olması yüksek bir ihtimal. Yoksa bu hain sadece benden ve Hancıbey'den güç alarak böyle bir işe kalkışamaz. En doğrusunu siz bilirsiniz."
Bu sözlerle maksadım olayın inandırıcılığını artırmakla birlikte Sancar'ın ordu içindeki itibarını ve otoritesini sarsmaktı. Sancar orduda hainlerin olduğunu düşünüp haksız yere askerler ve komutanlar üzerinde tahkikat yapacaktı. Bu durum askeri rahatsız ederdi. Siyaseten zeki olmadığı dillerde dolaşan Sancar bu yemi de yutmuş gibiydi. Koskoca Kergit Hanlığı sadece öfkeli sözlerle karşısındakini aşağılayan bu herif tarafından yönetilemezdi.

Bütün bu olanlar Sancar Han'ın dengesini bozmuştu. Öfkeli bir şekilde şöyle dedi:
-"Kimdir bu hain?"
-"Irz düşmanı Atalan'dır."
Bunun üzerine Sancar nökerlerine emretti ve bir müddet sonra Atalan da Sancar'ın huzuruna çıkarıldı. Atalan Sancar Han'ın huzuruna çıkar çıkmaz ağlayıp yalvarmaya başladı:
-"Yüce Han'ım ben masumum hain olan bunlardır. Teklifimi kabul ettile... hıh..."
Hepimiz iyice şaşırmıştık. Ahmak Atalan öyle bir kelâm etmişti ki adeta kendini ele vermişti. Heyecandan ve korkudan olsa gerek "teklifimi kabul ettiler." gibi bir söz söylemişti. Tabi böyle aptal bir adamdan işimizi bu denli kolaylaştıran bir hareket beklemek doğaldı. İçten içe gülmeye başladım ve olacakları büyük bir keyifle seyrettim.
-"Yüce Han'ım yani... yani... öyle demek istemedim, yani... yani..."
-"Atalan iti! Senin hain olduğun belliydi. Zamanında seni öldürmeliydim. Ama ağabeyine dua et sana acıdım. Sen kimsin? Kalradya'nın yüce hakanına ne hakla ihanet edersin? Şimdi senin o pis kelleni gövdenden ayırmanın vakti geldi. Evvela ordunun içindeki hainlerin kim olduğunu söyleyeceksin. Nereden güç aldığını söyleyeceksin. Nökerler! alın bunu zindana kapatın ikinci bir emrime kadar orada kalacak."
Şimdi bütün dikkatler Sancar'ın üstündeydi. Sancar derin bir nefes aldıktan sonra konuştu:
-"Her şeyden evvel böyle bir ihaneti sonuna kadar araştıracağım. Noyanlarımla da bu meseleyi istişare etmem gerekir. Sana gelince Gaddar. Artık ülkemde dilediğin kadar kalabilirsin. Bu iyiliğinin karşılığını da muhakkak alırsın. Babanla aramızdaki husumet devletin bekası içindi. Sen de devletinin bekasını düşünerek babanın intikamını almak yerine böyle erdemli bir davranışta bulundun. Şimdi arkadaşlarınla birlikte gidebilirsin. Benden haber bekleyesiniz."

Sancar'a hürmetlerimizi bildirerek saraydan ayrılmak üzere hareket ettik. Üzerimizdeki yük büyük ölçüde kalkmıştı. Üstelik Sancar'ın itimadını da kazanmıştık. Bundan sonra ne olacağına yine Sancar karar verecekti. Yüzümüzdeki ince tebessüm ve zihnimizdeki sevimli hayaller eşliğinde saraydan dışarı çıkmak üzereyken saray koridorlarında tok bir ses yankılandı:
-"Gaddar!"
Bu ses kulağıma tanıdık gelmişti ki arkamı döndüğümde sesin sahibini görmemle yanındaki kişiyi görüp olduğum yerde dona kalmam bir oldu.
 
"...Bozkırın tozunu savuran rüzgar,
Oynatır kulenin perdesini.
Evimin yolunu aydınlatan ay,
İzler uyurken seni. 
O rüzgara haykırsaydım,
Taşır mıydı mesajımı?
Mehtaba dönüp ağlasaydım, 
Görür müydü ki acımı?.."

Bu şiiri babamdan duyardım sürekli. Babam annemi o kadar çok severdi ki bu şiir ile ona olan sevgisini gerilmiş bir yay misali ifade ederdi. Çocuk aklımla kelimelerin anlamlarını kavrayamaz, dilime pelesenk olmuş bu dizeleri kendi kendime mırıldanırdım. Seneler sonra bana bu mısraları hatırlatan şey neydi? Daha önce yaşamadığım bu hissi bana yaşatan esrarengiz olay neydi?
Gözlerimi hafifçe kısmıştım. Ellerimin titrediğini ve kalbimin şiddetli bir biçimde göğsümü inlettiğini fark ettim. Birazdan bütün bu olanlara sebep olanı tanımaya fırsat bulacaktım.
Arkamdan seslenen kişi Sancar Han'ın oğlu Altar imiş meğer. Yüzümü ona döndüğümde Altar'dan ziyade yanındakiyle tanışmak için can atıyordum. Nihayet Altar konuşmaya başladı:
-"Seni burada gördüğüme şaşırdım Gaddar. Önemli bir mesele var sanırım."
-"Evet, mesele büyük ve mühimdi. Sancar Han sağ olsun halletti."
-"Burada olmanızın mahiyetini sormayacağım. Bu arada seni kız kardeşimle tanıştırayım, Selenge..."
İşte benim yüreğimi kavuran kişinin adını öğrenmiştim. Elimi uzattım ve şöyle dedim:
-"Memnun oldum Selenge Hatun. Ben Gaddar."
-"Ben de memnun oldum Gaddar Bey."
Bu kısa konuşmanın ardından saraydan ayrıldık.

Saraydan ayrılırken kendi kendimi sorgulamaya başlamıştım. Ben katı bir adamdım. Böyle narinliklere gelemezdim. Aşk mı, o da neydi? Bana yakışmaz bir gönül aldatmacasıydı. Kendimi toparlayıp burada bulunma maksadıma odaklanmam gerektiğini hatırladım.
Bu sırada Orhun denen züppe yaptığı hatayı unutup sessizliğini de bir kenara bırakarak bülbül gibi şakımaya başladı.
-"Vay vay vay! Noyanımızın başında yeller esiyor..."
Bu saygısızlığı ve edepsizliği affetmem mümkün değildi. Zaten onu öldürmeye karar vermiştim. Başımızı koyacağımız bir yer bulduğumuzda ilk işim Orhun'un kellesini kazığa dikmek olacaktı. Şimdilik sessiz kalmayı tercih ettim.
Hancıbey bizi hana davet edip mevcut durumu istişare etmemiz gerektiğini söyledi. Ben de ona olur verdim ve yönümüzü Hancıbey'in hanına çevirdik. Şimdi bize düşen Sancar'dan gelecek haberi beklemek ve şehirde nam salmaktı. Bunun için neler yapacağımızı düşünecektik.
Bir müddet sonra hana ulaştık. Hancıbey ilk olarak hanı müşterilere yeniden açtı ve bizi içeri buyur etti. Kargılı ve Kurtbaş her şeye rağmen temkinliydi. Orhun ise yaptıklarını çabuk unutmuş olacak ki, handaki genç kızları süzüyordu. Bu olay Orhun'un verdiği üçüncü açıktı. Kurtbaş yanıma yanaştı ve şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan Orhun hakkındaki kararın nedir?"
-"Vakti geldiğinde öğrenirsin."
Handaki misafirler bir yandan yiyor, içiyor ve eğleniyor diğer yandan da dinlenip vakit geçiriyorlardı. İçkinin dozunu kaçıran haydut kılıklı herifler de yok değildi. Oturduğumuz yerin tam karşısında üç tane tipi bozuk, gözleri kayık zirzop oturuyordu. Gerçi bizim Orhun'un da son zamanlarda onlardan geri kalır bir yanı yoktu. Bu sırada düşünmeye başladım. Bu hödükler yanlış bir hareket yapsa da fırsattan istifade onlarla birlikte Orhun'un da gırtlağını kessem.
Derken heriflerden biri hakikaten çığırından çıkıp genç kızlardan birine sarkmaya başladı. Yanındaki diğer öküzler de onun bu aymazlığına eşlik etti. Han bir anda karıştı. İnsanlar çığlık atmaya başladı. Erkeklerden biri bu itin boğazına sarıldı. Fakat bu kişi okkalı bir tokat yiyerek bayıldı. Olanları sükûnet içerisinde oturduğum yerden takip ediyordum. Daha doğrusu gözlerim yere bakıyordu ve ellerim bağdaş kurmuş dizlerimin üzerindeydi. Bu sırada Kargılı'ya bağırmasını ve herkesi susturmasını söyledim. Kargılı bağırdı:
-"Hey! Susun!"
Bunun üzerine herkes susmuştu ve bütün dikkatler benim üzerimdeydi. Gözlerimi kapadım ve başımı öne eğdim. Handa eğlencemize eğlence katan bir davulcu vardı. Kurtbaş ona işaret etti ve davulun o hoş sesi kulağımda yankılanmaya başladı.
"Dum dum... Dum! Dum dum... Dum!"
İşte kendimi bulmuştum. Vakti gelmişti. Kılıcımı kınından çekip tacizci itlerin üzerine atıldım. Bir, iki derken üçüncüsü de kılıcımın sivri ucundan nasibini almıştı. Bir anda handaki insanlar korkudan sağa sola kaçışmaya başladı. Kılıcımı kınına soğukkanlı bir şekilde sokarak şunları söyledim:
-"Ben Gaddar Bey! Bundan sonra Tulga'da haddini bilmeyenlere haddini bildireceğim. Herkes 'Gaddar' isimli kabadayıdan korkmayı öğrenecek!"

Bütün bu olanlar şehirdeki namımı artırmıştı. Dışarıda yürürken dahi herkes adımı sayıklayarak beni işaret ediyordu. Yaşadığımız bu olay Hancıbey ile istişare yapmamızı engellemişti. Belki başka bir zaman yapacaklarımızı enine boyuna konuşmalıydık. Şimdi handan ayrıldığımıza göre yapacağımız ilk iş şehre yerleşmek ve şehirlileri tanımaktı. Tulga'nın sokaklarında ağır adımlarla ilerlerken Kargılı bana hitaben şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan cinayet işledin. Şehir muhafızları bizi gördükleri yerde zapt ederler."
Kurtbaş karşılık verdi:
-"Hancıbey işi halletmiştir. Bizler az çok soylu sayılırız. Geçmişte bu hanlığa çok hizmet ettik. Gaddar Noyan da ülkenin bir soylusu. Herhangi bir mesele çıkacağını zannetmem."
Kargılı ve Kurtbaş konuşurken ben de etrafa bakınarak satılık veya kiralık bir hane arıyordum. Hancıbey handan ayrılmadan önce bize nerede ev bulabileceğimizi söylemişti. Biz de onun tarif ettiği sokağa gelmiştik. Derken çıkmaz sokağın birinde kendimizi bulduk. Sokağın sonunda koca bir duvar vardı ve duvarın köşesinde bir küçük ev vardı. Evin önünde kır saçlı bir adam oturuyordu. Yanına gittik ve selam verdik. Ardından başladık derdimizi anlatmaya:
-"Bizler kiralık veya satılık ev ararız. Böyle bir ev bilir misin babalık?"
-"Bilmez olur muyum be evlat? Sizi gökte ararken yerde buldum gelin bakalım."
Adam yerinden kalktı ve önünde oturduğu evin kendisinin olduğunu, evi kiraya verip köyüne gideceğini söyledi. Biz de adamla anlaştık ve evi tuttuk. Bir miktar para verip köyüne selametle gitmesi için arkasından dua ettik. Ev eskiydi. Çatısından su damlıyordu. Kapısı ve penceresi de yer yer kırıktı. Kargılı bunun üzerine şöyle dedi:
-"Herif bizi ayak üstü kazıkladı usta."
Verdiğimiz para evin değerinden katbekat fazlaydı. Fakat bu mühim değildi. Neticede burada yatmak için kalacaktık. Bundan sonraki uğrak mekanımız Hancıbey'in hanı olacaktı. Geceyi burada geçirip sonrasına bakacaktık.

Gece olmuştu. Dördümüz evin salonunda oturup sohbet ediyorduk. Vakit gelmişti. Orhun hakkındaki kararı orada tam bu sırada söyleyecektim. Konuşmaya başladım:
-"Evet Orhun Efendi. Hakkında bir karara vardım. Cezanı burada keseceğim."
Sözlerimin ardından derin bir sessizlik oluştu. Orhun titremeye başladı ve beni dinlemeye koyuldu.
-"Başından beri yaptığın edepsizlikler, başına buyruk hareketler beni ziyadesiyle rahatsız etti. Bardağı taşıran son damla saraydan çıkarken ettiğin söz oldu. Bre dalkavuk! Ne ettiğin iş işe benzer ne de kelamın kelama benzer. Seni öldürmeye karar verdim. Yanımda böyle asalak ve sümsük ruhlu herifler istemem!"
Kurtbaş yalvardı:
-"Etme Gaddar Noyan. Bir cahillik etmiştir affet Orhun'u. Ben onun halis niyetine kefilim."
Kargılı'nın da buna benzer sözleri biraz olsun beni yumuşatmıştı ve kararımdan caydırmıştı ta ki Orhun konuşana kadar.
-"Bırakın be şunu. Adam sandık eşeği alnımıza değdi taş..."
-"Ne saçmalıyorsun Orhun? Sus hele."
-"Ne susacağım be ha? Biz bunu pohpohlamadık mı? Şimdi tepemize çıktı bize noyanlık taslıyor."
Bu sözler üzerine sakince kaldığım yerden devam ettim:
-"Seni affetmiştim Orhun. Ama bu sözlerin kararımı kesinleştirdi."
-"Eğer sende biraz yürek varsa karşıma çıkarsın Gaddar. Görelim bakalım Kergit'in aslanına karşı Sarranid'in çömezi ne yaparmış. Öyle handa üç beş sarhoş kesmeyle adam olunmuyor. Şimdi karşıma gel bakalım."
Bu meydan okuma hoşuma gitmişti. Aslında Orhun'un saygısızlığı beni öfkelendirmişti ama Kergit Hanlığı'nın nökerlerinin kanında meydan okuma olması beni hedefime kolaylıkla ulaştıracaktı.

Evin arka bahçesine çıktık. Orhun kendini bir halt sanarak kılıcını çekmişti. Bana karşı bağlılık yeminini bozması artık bu yoldan geri dönüşün olmadığını gösteriyordu. Geri dönmek isteyen kimdi? Bu edepsizi kendi ellerimle öldürecektim. Orhun salyalarını akıtarak şöyle dedi:
-"Hırçın Noyan'ın oğlu Gaddar. Çek kılıcını bakalım, sen Bariyye'de çürümüşsün. Handa ayyaşları keserken ağır hareket etmen senin ne kadar dövüşmekten uzak olduğunu gösterdi. Şimdi kılıcımı yalatacağım sana."
-"Hele hele, soysuza bak. Kanın bozuk çıkmış senin. Benimle aynı kaptan yemek yiyene kılıcımı çekmem. Seni ellerime esir edeceğim."
Kurtbaş ve Kargılı ellerindeki meşaleyle bahçeyi aydınlatıyordu. Her ne kadar bu işe son vermek için dil dökseler de netice alamadılar. Er meydanından kaçmak yoktu töremizde.
-"Baban için yetmiş cephede savaştım. Ama sen onun evladı olmaya layık değilmişsin."
Kurtbaş:
-"Töreye karşı gelme Orhun."
-"Başlarım törenizden her şeye karşıyım bugünden sonra."
-"Töreye karşı gelenin akıbeti feci olur Orhun. Gaddar Noyan senin ifadeni alacaktır kuşkusuz."
Orhun elindeki kılıcı bana doğrulttu. Ardından üstüme davrandı. Ben ise kılıcım olmadan ona karşı koyabileceğimi düşünüyordum.
Orhun'un kıvraklığı hoşuma gitmişti. Böyle yiğitçe dövüşen birini öldürecek olmam gururuma dokunuyordu. Ama geri dönmek yoktu. Töreye itaatsizliğin bedeli ölümdü.
Orhun her hamlesinde boşa çıkıyordu. Bu onu iyice delirtmişti. O an anladım ki, Orhun hırsına yenik düşüp avuçlarıma düşecekti. Nitekim öyle de oldu. Orhun'un son hamlesi de boşa çıkınca fırsatı iyi değerlendirerek kolundan tuttum. Bu sırada söylediğim sözler Orhun'u hüzünlendirmişti.
-"Yazık! O çok hayal ettiğim Kalradya hükümranlığını göremeden öleceksin..."
Orhun'un bana doğrulttuğu kılıcı daha fazla konuşmadan kalbine saplamıştım. O gün bu içine düştüğüm çile dolu hükümdarlık kalesinin temelleri kan üzerine kurulmuştu.
Üstelik bu kan "yoldaşım" dediğim insanı öldürerek zuhur etmişti...
 
"Başlarım törenizden her şeye karşıyım bugünden sonra." Yeni hayat felsefem  :smile:
Keyifli bir bölümdü, eline sağlık. Ama keşke dövüş kısmı daha uzun olsaydı. O kısım daha heyecanlı olabilirdi.
 
Çıktığımız bu yolda en güvendiğim dostlarımdan birinin kanına girmek bana çok ağır gelmişti. Hatta Orhun'u öldürdükten sonra çölün kesif sıcağında kurduğum, bozkırlarda aşına tuz kattığım o güzelim hükümdarlık hayallerimi bitirmeyi bile düşünmüştüm. Evet düşündüm... İyiliği, güzelliği düşündüm. Belki Tulga'dan ayrıldıktan sonra Narra'ya veya Halmar'a taşınıp yeni bir hayat kurmak, şehir içinde demircilik yaparak ömrümün geri kalanını sürdürmek bana daha cazip gelmeye başlamıştı. Kendime göre birini bulup köylerden birine yerleşmek, çiftçilik yapıp hayvan beslemek, kısacası huzurlu olmak gönlüme sevecen gelmişti. Ama o insanın içini bunaltan hırs var ya, işte o kahrolası ömür törpüsü; makam, mevki, şan, şöhret için insanı kılıktan kılığa sokmaya hatta zalim etmeye muvaffak oluyor. Benim düşündüklerim de bu yöndeydi. Ben fikir adamı değildim. Bilakis ben harp adamıydım, siyaset adamıydım, kitleleri peşimden sürükleyecek kabiliyete sahiptim. Yoldaşım dediğim adamı öldürdükten sonra, çıktığım bu yolda ne kadar kararlı olmam gerektiğini bir kez daha idrak ederek bundan sonra olacakları düşünmeye koyuldum.

Orhun aldığı kılıç darbesinden sonra bir müddet can çekişti. Sonra da hayatını kaybetti. Etraf sessiz ve sakindi. Kurtbaş ve Kargılı bana dikkat kesilmişlerdi. Soğukkanlılığımı koruyarak şöyle söyledim:
-"Bu herifi bahçeye gömelim. Sonra da uyuruz. Ertesi gün Hancıbey'i ziyaret ederiz."
Kurtbaş:
-"Peki Gaddar Noyan. Biz hâllederiz o işi."
Kurtbaş ve Kargılı yıllardır aynı tastan su içtikleri arkadaşlarını elleriyle gömmeye başladı. Suratlarında kızgınlık ve hüzün aynı anda beliriyordu. Hüzünlüydüler çünkü en yakın dostları ölmüştü. Kızgındılar çünkü Orhun'un yaptıkları onların da canına tak etmişti. Ya da bana kızgındılar bilemiyordum. Bu vakitten sonra her şeye hazırlıklıydım. Zira iyi dediğimiz yaşayamaz olmuştu. Önce Atalan, sonra da Orhun. Peki sırada kim vardı?
Sıradaki kişi kim olursa olsundu. Artık gemilerimi yakmıştım. Karşıma babam dahi gelse dinlemeyecektim. Hedefime ulaşmak için bugün selam verdiğimi yarın yoktan yere öldürebilirdim. Yumuşak başlılık benim tahammül edebileceğim bir şey değildi.
Artık Orhun'u kara toprağa vermiştik. Bu kutlu yola çıkarken birbirimizin kılına zarar verenin başını kesmeye ant içmiştik. Orhun'un cansız bedeninin intikamını kimden alacaktık? Bunun için aklıma çok güzel bir fikir gelmişti. Bu fikri yarın Hancıbey'in hanında herkesle paylaşacaktım. Aksi takdirde Sancar Han Orhun'a ne olduğunu merak edecekti. Bunca yıldır Kergit Hanlığı'nın ordusunda görev yapmış Orhun'un akıbeti koskoca hükümdarı yakından ilgilendirirdi.

Ertesi gün erkenden uyandık. İçimizdeki çürüğü temizledikten sonra üç kafadar kalmıştık. Bu durum birbirimize daha çok kenetlenmemizi gerektiriyordu. Ya da birbirimize itimadımız kalmayacaktı. Bütün bunları kendi kendime düşünürken Hancıbey'in yanına gitmek için çoktan yola koyulmuştuk. Hava kasvetliydi. Gökyüzünde hızlıca hareket eden bulutlar gelecek olan yağmurun habercisi gibiydi. Şehir merkezine geldiğimizde gördüğüm manzara beni ziyadesiyle üzmüştü.
Duvar kenarında diz üstü çökmüş avuçlarına bırakılacak dinarları bekleyen dilenciler, üstü başı yırtık hâlde olan minicik çocuklar, kucağında bebeğiyle o dükkan senin bu dükkan benim dolaşarak iş arayan genç kadınlar...
Bütün bunlar devlet adamlarının işgüzarlığının neticesinden başka bir şey değildi. Tulga halkı perişandı. Buna göz yuman duygusuz Sancar sarayda eskiden olduğu gibi keyif çatmaktaydı. Babam Hırçın Noyan batıda Svadyalılarla göğüs göğüse çarpışırken, Sancar'ın kıçında sinekler uçuşuyordu. Bunların hesabı bir gün görülürdü elbet. Tüm bunları kendime dert edinirken bir yandan o kadar da gaddar olmadığımın farkına varmıştım. Belki de Orhun'u öldürmenin verdiği üzüntüyü bu düşüncelerimle sineye çekiyordum...
Nihayet Hancıbey'in hanına gelmiştik. İçeri girdiğimizde şehrin zenginleri ve şehir dışından gelen misafirler eğlencelerine eğlence katıyorlardı. Olan dışarıda gariban halka oluyordu. Derken Hancıbey bizi kapıda karşıladı. Müşterilere hizmeti yarıda kesmemek için de yanında çalıştırdığı gençlerden birine şöyle seslendi:
-"Biz içerideyiz evladım. Sen buralara göz kulak ol!"

Hancıbey bizi hanın mahzenine götürmüştü. Geçen sefer geldiğimizde de onunla burada konuşmuştuk. Artık bizim için gizli planların yapıldığı mekân burasıydı. Hancıbey bize bir şeyler ikram etti ve şöyle dedi:
-"Görüşmeyeli nasılsınız bakalım yiğitler? Hani Orhun nerede, hayır mı?"
Cevapladım:
-"Hayır, hayır Hancıbey. Orhun'u gömdük herhangi bir sorun yok."
-"Ne gömmesi?"
Kargılı saçmaladı:
-"Dışarıdan gelir kuşun sesi... Ee... kafiye yapayım dedim. Neşelenelim biraz."
Hancıbey'e durumu anlattım. Kargılı'nın söylediği söz de ruhsal sağlığının bozuk olduğunun göstergesiydi. Bu yüzden onu göz ardı ettim. Hancıbey olanlara çok üzüldüğünü ifade etti. Bundan sonraki planımın ne olduğunu bana sordu.
-"Hancıbey ben derim ki, Orhun'un katillerini Sancar'a söyleyelim. O bundan sebep bize istediğimiz vazifeyi verecektir."
-"İstediğimiz vazife nedir? Orhun'un katilleri kimdir? Siz öldürmediniz mi?"
-"Orhun'u ben öldürdüm. Ama şehrin civarındaki haydutlar tarafından öldürüldüğünü Sancar Han'a kabul ettirebilirsek, bu haydutları temizlemek için ondan görev alabiliriz. Zaten Tulga'da elle tutulur bir komutan olmadığını işittim. Bu bozkır haydutlarıyla mücadele etmek bize yakışır. Böylece Sancar'ın gözündeki itibarımızı da yükseltmiş oluruz."
-"Aslında elle tutulur yiğit bir komutan var. Ama o da ordu komutanıdır. Sancar Han kendisine çok güvenir. Şehir civarındaki haydutlardan da muzdarip olan yalnız Kergitliler değil. Diğer şehirlerden gelen kervanlar da oldukça dertli bu kansızlardan."

Bir yandan biz hanın mahzeninde istişare ederken diğer yandan mahzenin kapısı çaldı. Hancıbey kapıyı açıp bir süreliğine dışarı çıktı. Geri geldiğinde şöyle söyledi:
-"Yiğitler, Sancar Han'dan haber var. Atalan şehir meydanında idam edilecekmiş. Bizi de hususi olarak çağırtmış."
İşte tam da aradığım kaos ortamı ayağımıza gelmişti. Fırsattan istifade ederek Sancar'a taleplerimi iletecektim. Atalan ahmağı şehrin göbeğinde "vatan haini" sloganlarıyla infaz edilirken Sancar da bize Noyanlarıyla yaptığı görüşmeden çıkan kararı bildirecekti. Vakit gelmişti. Hemen yola koyulup şehir meydanına doğru ilerledik. Gördüklerim beni memnun etmişti.
Atalan kurbanlık koyun gibi direğe bağlanmış bir vaziyetteydi. Suratından da öfke ve kan akıyordu. Zindandayken güzel bir benzetmiş olacaklardı ki ağzı yüzü kan içindeydi. Gözüm Sancar'ı aradı. Biraz etrafa bakındıktan sonra kendisini sarayın balkonunda görmüştüm. Ellerini arkaya bağlamış olanları seyrediyordu. Atalan'ın kellesini alacak olan cellat elindeki baltayla gövde gösterisi yapmaya başlamıştı. İri yarı vücudu olan bu azmanın güvercin tüyü kadar saçı bile yoktu. Zaten bunun gibi ayı cellatlar genelde kel oluyordu. Herhalde Kalradya'nın eski geleneklerindendi cellatların böyle olması. Bütün bu düşünceleri bir kenara bırakıp olacakları izlemeye koyuldum. Biraz sonra ayı oğlu ayı Atalan'ın kellesini uçurmuştu. Hancıbey ise sanki Atalan devletine ihanet etmiş gibi arkasından şöyle söyledi:
"Her ihanetin bir bedeli vardır!"

Saray muhafızlarından birisi yanımıza yaklaştı ve bana hitaben şöyle dedi:
-"Sancar Han'ımız sizleri huzurunda görmek istiyor Gaddar Bey."
İşte beklediğimiz an gelmişti. Sancar ya bizi ödüllendirecekti ya da bir kaç kelâm edip teşekkürlerini sunacaktı. Sonrası malum, sap gibi ortada kalacaktık. Merakla saray muhafızını takip ederek saraya gittik. Saraya girerken Sancar'ın bulunduğu balkona son bir bakış attım. Sancar'ın yanında gergin suratlı, saç kuyruğu olan ama saçı olmayan birisi vardı. Az önce böyle biri yoktu. Demek ki sonradan Sancar'ın yanına gelmişti. İçeri girdiğimizde kalbim şiddetli bir şekilde atmaya başladı. Nedeni belliydi. Selenge Hatun...
Acaba bir kez daha onu görebilecek miydim? Onu gördüğüm vakit nasıl bir tepki verecektim? Bu ve buna benzer sorular zihnimi kurcalıyordu. Derken Sancar'ın huzuruna çıkmak için saray muhafızının alacağı izni beklemeye koyulduk. Bir müddet sonra muhafız iznin alındığını ve Sancar'ın bizi huzuruna beklediğini söyledi.
Ağır adımlarla yürüyerek Sancar'ın huzuruna çıkmıştık. Haşmetli hükümdarımız tahtında oturuyordu. Sol tarafında biraz önce balkonda gördüğüm kişi de vardı. Fakat o ayakta bekliyordu. Bu kişi kimdi? Kendimce bir fikir yürüttüm. Sanırım bu Altar'ın ağabeyiydi. Ama yüz hatları kardeşine ve babasına benzemiyordu, belki de değildi. Yakından görünce Sancar'dan daha asil ve sert mizaçlı biri olduğuna kanaat getirdim.

Sözlerime Sancar'ı överek başladım.
-"Yüce Hanımız. Bizi huzurunuzda görmek istemişsiniz. Emredin efendim!"
-"Sana senin hakkında aldığım kararı bildirmek istedim Gaddar. Yaptığın bu iyilik hiçbir zaman unutulmayacak. Arkadaşlarının da geçmişte bu hanlığa nasıl hizmet ettiğini gayet iyi biliyorum. Gerek Kurtbaş olsun, gerek Kargılı olsun, gerekse Orhu..."
Sancar'ın sözleri yarıda kalmıştı. Orhun'un yanımızda olmadığını fark etmiş olacak ki ortamda derin bir sessizlik oluşmuştu. Sancar beklediğim soruyu sormuştu:
-"Orhun nerededir?"
Bu sorunun ardından Orhun'a ne olduğunu teferruatıyla anlatmaya başladım. Orhun'u şehrin civarında haydutlarla girdiğimiz çatışmada kaybettiğimizi söyledim. Orhun'un intikamını almak için de Sancar'dan vazife istedim.
Sancar bütün bu anlattıklarımdan sonra ayağa kalktı. Üzerimize doğru yürüdü. Ardından şöyle dedi:
-"Açıkça söylemeliyim ki Orhun için üzüldüm. Devletine hizmet etmiş yiğitleri böyle kaybetmek beni oldukça üzmüştür. Orhun da benim için diğer yiğitlerden farksızdı. Senin arzuna gelince, istediğin vazifeyi sana vereceğim. Buraya sizi çağırmamın sebebi, size karşı duyduğum minnete karşılık bir miktar para vermek ve şehrimde dilediğiniz gibi yaşamanıza müsaade etmekti. Ama şartlar değişti."
Sancar'ın söylediği bu sözlerin ardından bir kez daha kaderimin beni şefkatli kollarına aldığını hissetmiştim. Orhun'un ölümünü haydutların üzerine yıkma planı işe yaramıştı. Böyle bir fikir aklıma gelmemiş olsaydı Sancar bizi amele sümüğü gibi Tulga'nın ortasında bırakacaktı. Demek ki kaderim tahta uzanan bu dik merdivenlerden usanmadan çıkmamı istiyordu.
O gün Sancar Han bana şehrin civarındaki bozkır haydutlarıyla mücadele etmemiz için komutanlık mührünü verdi. Saraya bağlı olup Kergit Hanlığı'nın rütbeli bir komutanı olacaktım artık. Bu hayallerime giden en büyük somut adımdı. Devamı mutlaka gelecekti...
 
Back
Top Bottom