Issız Krallık Final Bölümü Eklendi 05.09.2011

Users who are viewing this thread

CummunderThetable ^^ said:
Bence kanka höt naber lan tarzı yapma.Senin şuan kullandığın şekilde aralarında bir dostluğun olduğunu fakat pek samimi olmadığını gösteriyor ki şöyle bir düşününce ikisinin birbirine katlandığını hayal edebiliriz,ileriki bölümler için potansiyel kaynak.Belki de Alec Roger'ın tüm taktiklerini öğrenecek,sonra düşmanlarına yardım edecek vs. bırak paranoyak olalım,resmi iyi bence. :smile:
Ya aslında öyle sadist ötesi benzeri bir durum düşünüyorum ama ihanet pek düşündüğüm şey değil :grin:
 
evet ve sonrası için acayip sadist düşünüyorum :grin:
edit: 3. bölüm tatlı niyetine :smile:
“Dinlere savaş ilan etmek ne demektir biliyor musun Alec?” diye bağırdı Roger.

“Lanet olsun biliyorum. Tamam mı? Ama Papa bize bir görev verdi ve bunu kime istersen söyle kimse onları umursamayacaktır. Hem Papa–“

“Alec kapa çeneni!  Burada anlamadığın şey;  Eğer dinsizler dinlere karşı savaş ilan ettiyse diğer ülkelerde cinayetler başlayacaktır. Bu yüzden kralları uyarmalıyız.”

“Senin anlamak istemediğin şey bu Roger! Kimse bu durumu umursamayacak ki. Hiçbir kral. Hepsi sözde zafer kutlamaları için halkı umursamayacak. Söylesen bile kimsenin umurunda olmayacak. Kendini boşuna zorlayıp bu lanet Avrupa düzeninde bir yenilgi daha almış olacaksın o kadar.”

“Sanırım haklısın. Halk kendi uyanmalı. Peki, büyük Papa hazretleri(!) şimdi nereyi sömürmemizi istiyormuş?”

“Kudüs Müslümanlar tarafından kuşatılmış. Oraya gidecekmişiz.”

“Yani yeni bir ıstırap.”

“Evet.”

“Şafak sökerken yola çıkalım.”

Roger salondan ayrıldı, büyük odaya girdi, zırhını çıkardı ve uyumaya çalıştı. Oysa ne kadar garip bir şeydi bu uyumak eylemi. İnsan ne kadar kötü bir gün geçirmiş olsa bile uyuyup uyandıktan sonra sanki yeniden doğmuş gibi davranıyordu. Ne garip bir şey idi bu uyumak eylemi. Köylülerin dedikodularından birine göre komutanlar uyurken bile yanlarında yarım kılıç büyüklüğünde bir bıçak taşırmış her ihtimale karşı. Oysa o öyle bir komutana rastlamamış idi. O bunları düşünürken göz kapakları ağırlaştı ve kapandı.

Güneş sanki biri onu kovalıyormuş da kovalamayı bırakıp gitmiş gibi çok küçük parçalar halinde dağların arkasından yükseliyordu. Hava güzeldi. Roger uyanmaya çalışırken askerler komutanın emri ile kalenin dışında hazırlanmaya başladılar. Roger yataktan doğrulmuştu. Kahvaltısı için Büyük Salon’a yürüdü. Aslında dışarıdan halsiz gibi görünse de çok enerjik bir haldeydi Roger. Sadece enerjisini yeniden toplamak için 15 dakikaya ihtiyacı vardı.

“Yolculuk kaç gün sürecek Alec?”

“Bilemiyorum. Rüzgâr bizim rotamızda eserse 3 güne esmezse 5 güne orada olabiliriz. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Ayrıca kral bu kaleyi sahiplenmesi için bir birlik yollayacaktı geldiler mi?”

“Evet geldiler. Sonra da bizi kovdular.”

“Tamam. Hadi beyler gemilere akın edin! Hermann ben yokken komuta sende.”

Hermann von Salza. Silverfield ordusundaki tek Alman. Roger ona çok güvenirdi. Ama o kimsenin bilmediği bazı sırlar saklıyordu. Atalarıyla ilgili sırlar. Bunları hatırlayınca Hermann’ın hep yüreğinde bir yer acırdı. Karşıdan bir atlı gördü. Telaşlı biri. Elindeki mektubu direk Mareşal Roger’a iletti. Birden mareşalin yüzündeki ifade değişti. Kızgınlıkla hüzün karışımı bir ifade, hoşnutsuzluk belirtisi gibi görünen bir ifade ile birleşti. Büyük ihtimalle önemli bir konu diye düşündü. Roger’ın yanına yaklaştıkça Roger’ın görünenden daha huzursuz olduğu belli oldu.

“Kahretsin! Bir bu eksikti.”

“Ne oldu ki?”

“Prens Stewart öldürülmüş. Katili idam edilmeden önce “Tüm Avrupa bu savaşın ateşiyle yanacak!” diye bağırmış.”

“Yani senin dediğin tuttu.”

“Evet. Hermann’a söyle de bunu askerlere söylesin. Zira bunu ben yapamayabilirim.”

Roger gemideki silah deposuna indi. Onun için bir dinlenme alanı gibiydi silah deposu. Palalar, oklar, kargılar, kalkanlar, zırhlar. Birden yerde bir şey gördü. Siyah bir tozumsu madde. Bu ne olabilirdi ki? Ayrıca silah deposuna kimse öyle sıradan bir kömürü ufalayıp atmazdı. Ayrıca pek kömüre de benzemiyordu. Parça parça, çok hafif grimsi bir siyah toz benzeri bir şey idi. Birazını kesesine attı. Kesesini asla parasını koymak için kullanmazdı. Yollarda gördüğü garip şeyleri kesesine koyar, ne olduğunu araştırırdı. Dışarıya baktı. Anladığı kadarıyla haber yayılmıştı. Her askerin yüzünde hüzün rahatça görülebiliyordu.

“Efendim! Lefkoşa’yı geçtik. Kudüs’e varmamıza sadece bir ya da yarım gün kaldı.”

“Tamam asker. Yerine git.”

“Emredersiniz efendim! Ayrıca, Prens’in ölüm haberine hepimiz çok üzüldük.”

Ölüm. Tabii ki ölüm. Askerlere Prens’iniz öldürüldü denmezdi ki. Askerlerin direncini ve cesaretini kırmamak için huzur içinde öldü dersiniz tabii ki. Hem Papa’nın emirlerinden nefret ediyordu. Papa sefere gidin demeseydi şimdi o Prens’i koruyor olacaktı ve belki de Prens ölmemiş olacaktı. O bunları düşünürken içeriye bir asker girdi.

“Efendim! Kudüs görüş alanımızda.”
İnşallah 4.Bölüm daha güzel olacak.
 
Kudüs, tahmininden daha güzel görünümlü bir şehir. Karşı tarafta Müslüman ordularını görebiliyordu. Komutanlığı iyi bilmeyen biri için kolayca yenilebilecek bir ordu gibi gözüküyordu. Zaten sayıları da az idi. Ama tahminler yanlıştı. Müslüman komutanlar, askeri dehaları mükemmel kişilerdi. Askerleri ise korkusuzca ölümü bekleyenlerdendi. Papa ise sadece lanet olasıca emirler verebilirdi. Başka bir şeyden anlamazdı. Diğer haçlı ordularının komutanları da toplantı yapıyorlardı. İngiltere, Fransa, İspanya, Polonya, Roma – Cermen, Macaristan ve daha birçoğu. Tüm bu orduları şimdi Roger yönetecekti. On binlerce kişi. Ama Roger’ın fark ettiği şey ise sanki çoğu savaşmayacak, onun yerine diğerlerini izleyecekti. Diğer ülkelerden kimsenin içinde savaş ateşi yok, onun yerine yağmalama isteği var idi. İşte bu yüzden Müslümanların kazanması muhtemel idi. Toplantı sırasında içeri bir ulak girdi. Yabancı bir ulak. Haçlılardan değil de sanki Müslümanlardan bir ulak.

“Komutanınızla konuşmak isterim. Konuşma acildir.”

“Ne içindir bu konuşma isteğin?”

“Komutan siz misiniz?”

“Evet. Ben komutan Roger Fiennes.”

“Burası konuşmak için müsait değil lütfen dışarı geliniz.” Roger adamı takip etti. Çadırın dışında adam ona bir süre baktı.

“Biz Müslümanlar olarak bir şeyden emin olmak istiyoruz. Biz ibadet ederken kimse bize saldırmamalı. Zira ordularınız ve arkadaşlarınız korkak olarak anılmak istemez. Bizi rahatsız etmeyeceğinizden emin olabilir miyiz?”

“Diğerlerini bilmem ama ben düşmanlarıma bile saygılıyımdır. Ve bunu sizi rahatsız etmeyeceğimiz sözünü vererek kanıtlamak isterim.”

Ulak atına binip giderken ibadetleri için hazır bekleyen binlerce Müslüman’ı gördü. Belki şimdi iyi bir taktik için iyi bir zaman idi fakat Roger bu kadar onursuz değil idi. İşte ibadetlerine başlamışlardı. Olabildiğince az şey düşünerek savaşın dengesini bozmasını engelliyordu. Zira ibadet eden biri ibadetten başka bir şey düşünmemeliydi ve Roger da onlar taktik yapmazken taktik yapmak istemiyordu. Bunu bir kural gibi görüyordu. Eşitlik kuralı. Savaşın başlamak üzere olduğunu haber veren Savaş boruları sessizliği bozdu. Müslümanların ibadeti birkaç dakika içinde bitmişti ve savaşa hazırlardı.

“Toplanın. Ne olursa olsun ayrılmayın.  Tüm komutanlar ölse bile taktiğimize devam edeceğiz.”

Komutanlar önde olmak üzere iki ordu yavaş yavaş savaşın sıcaklığını hissetmeye başlamıştı. Çoğu asker terlemiş idi. Bazıları korkuyordu. Bazıları ise korkularını kullanarak düşmanı korkutmaya çalışıyordu. İkinci boru sesiyle Müslümanlar harekete geçti. Süvarilerin saldırısıyla çoğu asker huzursuzlanmaya başladı.

“Sakin olun!"  "Bekleyin!”  Süvariler gittikçe yaklaşıyordu. “Bekleyin!” Süvariler çok kısa bir sürede ordularının birkaç hattını dağıtabilir şekildeydiler. “Bekleyin!” Tahmin ettiği şey oldu. Süvariler ayrıldı. Mesafeleri fazla açılmamalıydı. “Ateş!” Oklar cesur Türk – İslam Süvarilerini öldürüyor, yaralıyor veya sıyırıyordu. “Piyadeler çember pozisyonu!” Ağır ve hafif piyadeler diğerlerinin etrafına kalkan gibi dizildiler. Merkezdeki okçular atışlarını sürdürüyordu. “Hazırlanın!” Çemberde bazı açıklıklar oluştu. “Şimdi!” Binlerce süvari açıklıkların arasından saldırdılar. Türk – İslam süvarileri şaşırmıştı ama bunu belli etmiyorlardı. Bu sefer onlar açıldılar. Birkaçı çemberin içine girip 5–10 kişiyi öldürüp çıkıyorlardı. Açıktan faydalanıyorlardı.

Çok geçmeden çember kapandı ve süvariler çemberin içine girdi. Şimdi onlar da piyadeleri ve okçuları yolluyorlardı. “Saldırın!” dedi Roger ve haçlı ordusu saldırmaya başladı.

Tam bir kıyım. Cesetler üst üste yığılmış, zırhlar parçalanmış, kılıçlar kırılmış, bayraklar kana bulanmıştı.

Müslümanlar haçlı ordusunu çevrelemeye başladılar. Sanki onları bir tür kıskaç içine almışlardı. Çok yavaş bir şekilde haçlı ordularının etrafı sarılıyordu.

“Kahretsin! Taktiklerini uyguluyorlar. Ne yapacağız?”

“Sakin ol Alec. Bugün yenilmeyeceğiz!”

“Lanet olsun Roger! Adamlar bizi yok edecek baksana! Ben böyle ölmek istemiyorum.”

“Eğer susarsan bu bütün ordu için yararlı olacak.”

“Sen nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun ki?”

Haçlıların etrafı sarılmıştı. Mağlubiyet kesin gözüküyordu. Tüm askerler korkuyu bedenlerinde, ruhlarında hissediyorlardı. Sanki ölüm meleği karşılarında onları bekliyor gibiydi. Fakat birden manzara değişti. Silverfield ordusu ağaçların arasından Haçlıları saran süvarileri sarıyordu. Sanki başından beri çembere alınanlar Müslümanlardı.

“Lanet olsun Roger! Bana söyleyebilirdin.”

“Sürprizi mahvetmek istemedim.”

Askerler sanki yeniden canlanmış gibi saldırıya geçtiler. Arada kalan Müslüman ordusunun yenilgisi kesinleşmişti. Dikkat çeken şey ise Müslüman komutanın binlerce haçlı askerinin arasından kaçabilecek durumdayken kaçmamış olması idi. Gücünün yettiği kadar dövüşüyordu. Roger komutanın karşısına geçti. Kılıcını çekti. Kılıçlar çarpışmaya başladı. Sağdan, yukarıdan, her yerden gelen darbeler, savuşturmalar, rakibin toparlanmasına izin vermeyen karşı saldırılar… Roger komutanın kalkanına her fırsatta vuruyor, kalkan gittikçe zayıflıyordu. Yarısına kadar çatlamış olan kalkana bir tekme savurarak komutanın sendelemesine neden olurken kılıcın keskin olmayan tarafını boğazına dayayıp komutanı yere serdi. “Askerler! Gidin ve ganimetinizi alın!” ve tüm askerler savaş alanını didik didik etmeye başladılar.

“Kimsin sen komutan?”

“Adım Emre Han. Kudüs Krallığını yıkıp onun yerine Müslüman Kudüs Hanlığını kuracağım!”

“Bugün değil komutan!”

“Evet. Belki bugün değil ama bir gün mutlaka bu olacak. Ve sen. Ben bugün ölmeyeceğim ama sen beni bırakırsan sana yardımcı olabilirim. Geleceğinin üzerinde kara bulutlar seziyorum, o bulutları ya tek başına ya da benim gibi birinin yardımıyla dağıtacaksın. İhanet kapında bekliyor mareşal!”

“Git komutan. Bugün senle bir daha karşılaşmayalım.”

Komutan atına atlarken Roger uzaklara, ufuklara bakıyor, hayatını darmadağın edecek olayın olmasını bekliyordu. Sanki komutanın söylediklerini o daha önceden biliyormuş gibi. Kafasını kurcalayan, fikirlerini kemiren bir huzursuzluk var idi. Askerlere baktığında sevinç çığlıklarıyla hazinelerini topluyorlardı. Kudüs’e baktı. İşte. Kudüs krallığı hala duruyordu. Komutan Kudüs’ü ve krallığın topraklarını alıp Hanlık kuracağını söylemişti. Bir an garipsedi. Sanki komutan hala yanında duruyormuş gibi hissetti. Başını yana çevirdiğinde Alec’i ve Hermann’ı gördü.

“Nasıl hissediyorsun?”

“İyiyim. Sadece düşünüyordum.”

“Düşünmeyi bırak. Seni rahatsız ediyor. Bak! Koca bir zafer kazandık.”

“Ne uğruna? Kaç bin insan ne uğruna öldü?”

“Bunu yargılamak senin görevin değil.”

“Haklısın. Hadi zafer şehrine gidelim.”
Olaylar başlıyor yavaş yavaş :smile:
 
Tatar_Han said:
İnsöpşun yeni bölüm ne zaman gelecek?
Hey Allahım :grin:
Çıktı :smile:
edit:
Ağaçların arasından yürüdü. Birden bir yılan gördü. Yılan ayaklarının biraz önünden süzülüp giderken o yürümeye devam etti. Anlayamadığı bir his onu sarmıştı. Ölüm korkusu mu? Hayır. Endişe? Hayır. Ah, evet. Bu duyguyu hatırladı. Tedirginlikle kendini savunma duygusu bir aradaydı. Ama kendini neyden koruyacaktı ki?

Kulaklarında metalik sesler duyuyordu. Sanki biri kılıcını bir metale sürtüyordu. Sonra pek bilmediği ama tanıdığı kilise melodilerini duydu. İleride bir ordu gördü.

Babasına koştu. Ağlıyordu! Yılların sarsılmaz komutanı ağlıyordu! Roger ağlıyordu! Sonra babasına uzandı ama görüntü kayboldu.

Karşısındaki kaleye girdi. Geniş bir kaleydi burası. Surlardan aşağıya indi. Sokakta kimse yoktu. Gece de değildi. Sonra kalabalığın sesini duydu. O yöne doğru yürümeye başladı.

Lanet olsun! Alec! Yerde kanlar içindeydi. Ölmüştü. Daha sonra katili yukarıda gördü. Eline okunu aldı. Gerdi, fırlattı. Ok adamın tam kafasını delmesi gerekirken içinden geçip gitmişti. Sonra istemsizce arkasına baktı. Kendini gördü. Ölüsünü. Üzerinde daha önce hiç görmediği bir desen zırhına işlenmişti.

Tekrar ormandaydı. İlerledi. Babasını tekrar gördü. Ama bu sefer farklı idi. Papa’nın adamları onu bağlamışlardı. Papa ona bir şeyler söylüyordu. Daha sonra tüm adamlar oklarını gerdi ve fırlattılar. Zavallı adam hemen ölmüştü.

Sonra babası ona baktı. Acıma duygusuyla. Birden etrafı alevlerle çevrilmişti.

Birden Alec Roger’a yaklaşan papa ve adamlarının üstüne sıçradı, havadayken kılıcı saplamak üzere iken her şey karardı.

Gözlerini açtığında kalede değildi. Yakınında bir adam bıçağını hazırlıyordu. Adamın kalp hizasındaki bir desen dikkatini çekti. Bir şeytana tapan simgesi. Bir çeşit yıldız. Bu adam onu kesin öldürecekti.

“Ah. Sonunda büyük komutan uyandı.”

“Nerdeyim ben?”

“Kesinlikle güvensiz bir yerde.” Diyen adam hafif bir şekilde güldü.

“Sen ve senin gibiler bütün dünyadaki insanlar arasında kendinizi mi zeki sanıyorsunuz? Halk bir kez uyanırsa dünya sizi yutar.”

“Hah! Kimsenin bizi yutacağı falan yok. Biz kendimizi ele veririz ama başkasını ele vermeyiz.”

“Yani kullanılıyorsunuz. Ne kadar komik değil mi? Sen önemli kişileri öldür sonra bir şey yapmamış olan biri için öl.”

“Bu kadar konuşma yeter!” Bıçağı elinde sıkıca kavradı, Roger’a git gide yaklaştı, tam bıçağı saplayacağı anda arkasındaki biri onu öldürdü. Beyaz cübbeli, ipek kafalık takmış biriydi.

“Sen de kimsin?”

“Adım Ebu Tahir. Avrupalılar bana Altair der.”

“Pekâlâ Altair. Beni neden kurtardın?”

“Yolda anlatırım. İstersen şimdi senin ipini çözeyim.”

Sonunda açık hava. Gökyüzünü bu kadar ferah görmek onun için iyi bir şey idi. Birden Altair’in onu kaleye götürmediğini fark etti.

“Hey! Niye kaleye gitmiyoruz?”

“Kaleye gidemezsin. Avrupa’ya gidemezsin.”

“Niye?”

“Papa seni dinine ihanetten suçluyor ve senin yakalanmanı istiyor.”

“Ne! Saçmalama! Bu ne böyle sürpriz bir şaka mı?”

“Ben şaka yapmayı hiç sevmem.”

“Lanet olsun! Papa benim peşimde, suikastten kurtuldum, Müslümanlarla savaştım. Bu ne böyle? Herkes beni yok etmeye mi çalışıyor?”

“Herkes değil.”

“Nasıl Herkes değil?”

“Çok soru soruyorsun.”

“O zaman beni niye kurtardığını anlat.”

“Pekâlâ. Baban Hogan Fiennes Papa’nın başlı başına bir hata olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Papa onu uzak tutmak için sürüyle sefere yolladı onu. O ise bu seferler sırasında bizlerle tanıştı. Bizlere Papa’nın hatalarını anlattı. Bu olaylar Papa’nın kulağına gidince Papa onu oklara dizdi.”

“Aşağılık adam!”

“Evet, ayrıca şimdi seni de öldürerek Fiennes soyunu yok etmeyi planlıyor. Böylece onu sorgulayacak kimse kalmayacak. Ayrıca Silverfield yeni mareşalini seçti bile. Komutanlıktan bir şey anlamayan sümüklü biri. Papa’nın kuzeninin oğlu Howard Kannon.”

“O beş para etmez adam mı? Hem de emir çıkar çıkmaz ha? Tüm bu lanet dünyadan intikamımı almalıyım.”

“Önce bunun için hazır olmalısın. Sen hazır olana kadar bizim yanımızda kalacaksın.”

“İtiraz etme şansım var mı ki?”

“Yok.”

“O zaman senin dediğin olacak.”

Atlarla Kudüs’ü çoktan terk etmişlerdi. Aklında birçok soru vardı. Acaba Hermann ne yapmıştı? Ya Alec? Onlar Roger’ın bir hain olmadığını biliyorlar mıydı? Şu anda dostlarının desteğine çok ihtiyacı vardı. Onların yanında olmayı, Alec’le çocuksu bir kavgaya girmeyi şimdiden özlemişti.

“İşte geldik.”

Başını o yöne çevirince karşısında bekleyen bir düzine suikastçiyi gördü.
 
5.Bölüm vatana millete hayırlı olsun :smile:
edit: Anket ekledim Savaşların sonuçları kesin değildir sadece en uzun olması gereken savaşı sordum.
 
Kardeşim 4. bölümle 5. bölümü daha yeni okuyabildim.Güzel olmuş, işler karışacağa benziyor.Devamını merak ettim.Umarım çabuk çıkarırsın yeni bölümü.  :grin:
 
Gecikmeli Yeni Bölüm
Tünellerden geçip giderken aklını kurcalayan soruların bazılarını kendine tekrar tekrar soruyordu. Neden kaçıyorum? Ben hain falan değilim. Ben sadece doğru olanı yaptım. Birden rüyasında babasının söylediği sözlerden birini hatırladı. “Ben sadece doğru olanı yaptım.” Neydi bu doğru olan?

“Hey! Toplam 26 kişi olmamız gerekiyordu. William nerede?” dedi Altair.

Birden ağaçlardan biri alev almaya başladı. William ise kaçıyordu. Lanet William bir hain idi. Şimdi yüzlerce kişi onlara saldıracaktı. Papa’nın şövalyeleri.

“Altair onların istediği kişi benim. Siz gidin.”

“Biz seni koruma sözü verdik.”

“Onlar buraya bir orduyla gelmeyi planlıyor ama siz hala sözlerden bahsediyorsunuz. Saçmalık bu.”

“Hayır. Asıl saçmalık senin bizi iki kez kılıç çarpıştırdıktan sonra kaçan birkaç acemi zannetmen.”

Bu konuşmayı uzaktan yaklaşık 300 kişinin sertçe yere basarak çıkardığı ayak sesleri bozdu. İşte Roger’ı yakalamaya geliyorlardı. Önden yayları gergin bir şekilde giden 100 kadar okçu, onları takip eden 200 kadar süvari.

“Altair. Kaçmamız lazım.”

“Görüyorum.”

“Nasıl kaçacağız?”

“Bilemiyorum.”

“Aklıma bir fikir geldi. Siz kaçın. Ben size yetişmeye çalışacağım.”

“Sana güveniyorum. Peşimizden gelemezsen seni en yakın zamanda kurtaracağız.”

Suikastçiler kaçarken Roger tüm okçuların arasına daldı, saldırmaya başladı. Etrafından gelen darbeler fazla sert değildi çünkü planı tutmuştu. Papa onu canlı istiyordu. En az 23 kişi öldürdükten sonra şövalyeler Roger’ı yere serdi.

“Sonunda haini yakaladık.”

“Ben hain değilim. Asıl hain sizin çok önem verdiğiniz aptal Papa’dır.”

“Yeter!” Asker Roger’ın suratına çok sert bir yumruk vurdu. Normalde canı acıyınca hafif bir inilti sesi çıkartırdı ama bu sefer öyle yapmadı. Bu korkaklar karşısında küçük düşmek istemiyordu.

Gözlerini ok fırlatır gibi açtı. Yine o korkunç rüyayı görmüştü. Papa’ya yaklaştıkça korkunç rüyalar görüyordu. Babası, Alec, Papa ve kendisiyle ilgili kabuslar, rüyalar…

“Roma’ya gittikçe yaklaşıyoruz.”

Belki de ilk kez kendini bu kadar dinç hissediyordu. Roma’ya giderken halktan korku kaplı yüzleri görecek, onlara özgürlüklerini istemelerini öğretecekti.

“Yanmaya hazır mısın? Çünkü son nefesini ve son sözlerini yalvarmak için kullanacaksın.”

“Kesinlikle size veya Papa’ya yalvarmayacağımdan emin olabilirsin. Ben sadece Tanrı’ya yalvarırım.”

“Nefesini boşuna tüketme, ona ihtiyacın olacak.”

Yavaş yavaş, sokakları yavaşça geçerek Roger ölüme yaklaşıyordu. Sonunda. Yakılacağı yere gelmişti.

“Bağlayın onu!”

Etrafına odun yığınları seren adamları sıkıntılı bir şekilde izliyordu. Birden Papa’yı gördü. Yanında Kral Ivan, yeni Mareşal Howard Kannon ve birkaç soylu vardı. Büyük ihtimalle onun hakkında konuşma yapacaklardı.

“Seni baban gibi onurlu sanırdım.” diye başladı Kral Ivan. “Ama sen babanın mirasına hakaret ettin. Düşmanla işbirliği yaptın. Baban burada olsaydı utancından insan içine çıkamazdı!”

“Yalancı! Babamı da sevmezdin. Ondan da kurtulmak istiyordun. İstediğin sonunda oldu. Şimdi mutlu musun?” içinden Kral’ın söylediğini dileyerek söylediği şeylerdi bunlar. Babasının onunla gurur duymasını her şeyden çok isterdi.

“Herhalde şimdi yakılacağım.” diye düşündü Roger. Etrafına serilmiş odunlara baktı, karşıdan elinde meşaleyle gelen adama baktı. Adam adımlarını yavaşça atıyordu. Roger o sırada kalabalığa baktı. Halkın yüzünde endişe, korku, nefret, üzüntü ve diğer tüm kötü duygular. Kalabalık huzursuzdu. Karşısındaki adam bir adım daha yaklaştı. Kalabalık neredeyse hiç ses çıkarmıyordu. Sonra etrafına baktı. Koşuşturanlar, ticaret yapanlar, kalabalıktan faydalanıp haşhaş ve benzeri maddeler alanlar…  Adam bir adım daha yaklaştı. Şimdi bedeni ısınmaya başlamıştı, terliyordu. Korkudan değil, meşalenin sıcaklığından terliyordu.

Son bir adım daha. Ölümüne son bir adım daha kalmıştı. Hayatında yaptığı tek şey doğru bildikleri için savaşmaktı. Ama şimdi doğru bildikleri onu ölümün eşiğine getirmişti. Ne uğruna? Kendine bunu birçok sefer sormuştu. Hayatının tüm önemli anlarında.

Adam son adımını da atmıştı. Şimdi meşaleyi odunlara dokundurmasıyla Roger kül olacaktı. Kudğste savaştığı Emre Han da bunu kastetmişti herhalde. Şu anda adamın ona söyledikleri deli saçması gibi gelmişti çünkü ona bu bulutları dağıtmak zorunda kalacaksın demişti ama bulutlar bir şimşek ile Roger’ı çoktan yıldırmıştı.

“Hayat sen beklemediğin anlarda sürpriz yapar.” demişti babası. Bir yandan öleceği için tedirgin olan Roger diğer yandan babasıyla buluşmak üzere olduğunu hatırlayarak seviniyordu. Hatta sevinci öyle bir boyutta anlaşılıyordu ki Papa Roger’ın onlarla dalga geçtiğini sanıyordu.

Koşarak gidiyordu. Çok geç olmak üzereydi. “Hayır! Daha hızlı koşmalıyım.” Koşmaya devam ederken bedenindeki son enerjinin onu terk etmek üzere olduğunu hissetti. “Hadi son birkaç adım!” koştu, koştu, koştu…
 
İnşıcığım susturma aldığım için sana yazamıyordum,beni yaffet. :sad:
Ancak hikayen çok güzel ilerliyor,sakın bırakayım deme.7.bölümü de yarın yayınlıyormuşsun zaten. :smile:
 
CummunderThetable ^^ said:
İnşıcığım susturma aldığım için sana yazamıyordum,beni yaffet. :sad:
Ancak hikayen çok güzel ilerliyor,sakın bırakayım deme.7.bölümü de yarın yayınlıyormuşsun zaten. :smile:
Hey ben öyle bir şey demedim :grin: Çıkarmaya çalışırım

Anketin galibi İstanbul Savaşı(İyi daha o savaşa çoook var  :mrgreen:)
 
Back
Top Bottom