Soylu Haydut Üçlemesi 1. Kitap Final [14 Temmuz 2012]

Users who are viewing this thread

Status
Not open for further replies.
Foruma üye olmadan önce yazmaya başladığım bir hikaye ile karşınızdayım. Yorumlarınızı esirgemeyin. :grin:

Soylu Haydut I : Kral İstinar


Bölüm 1 Hemen alttadır


[3 Temmuz 2011] 
O zamanlar altı yaşındaydım…  bir ağabeyim vardı, beni hayata o hazırladı. Ne yapmam gerektiğini, ne yapmamam gerektiğini, her şeyi bana öğretirdi. Babam Konrad, paralı askerlikten iyi maaş kazanıyordu bu yüzden ağabeyimle iyi bir eğitim alma şansı buldum. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, birbirimizi daima kollardık… En iyi arkadaşım Marnid. Ona hep kardeşim diye hitap ederdim ve o da bunu çok severdi.

                Veluca’da her sabah kuş sesleriyle uyanmak gibisi yoktur! Limon kokusunu ciğerlerine doldurmak hele… Aaah ah! Orayı çok ama çok özlüyorum. Yüzümü yıkadıktan sonra, bazen Marnid’le bazen de ağabeyimle dolaşmayı çok severim ve asla tek başıma dolaşmam çünkü yaşlı Andreas’ın köpeği beni hep korkutmuştur… Yürüyüşten geri geldiğimizde bazen olmuş limonları ağaçtan koparıp anneme verirdim. Limonun kokusunu çok severdi.  Ama her zaman merak ettiğim bir yer vardır. Şehrin dışarısı… Annem ve Babam bana oralarda çok tehlikeli haydutların olduklarını söylerdi. Her ne kadar haklı olsalar bile o merakımı bir türlü yok edemiyordum…

                Sekiz yaşıma geldiğimde bir provokasyon yüzünden Svadya Krallığı ile Rodok Krallığı sorunlar yaşamış ve 2 ülkenin halklarının tepkisi sonucunda savaş çıkmıştı… O günden sonra babamı daha az görebilmeye başladım, sonuçta ülkenin ona ihtiyacı vardı ve her sefere katılmak zorundaydı. Şehirde her şey normalken bile korkuyordum. Sekiz yaşında olmama rağmen ölümün ne demek olduğunu biliyordum. Savaşta babamın ölüm riski beni ve ailemi çok kaygılandırıyordu… Seferin bittiğini öğrendiğimizde çok sevindik. Babam gelebilecekti… Ama bir sorun vardı… Aylar geçmesine rağmen babam gelmedi. Sonra bir gün, bir Rodok çavuşu evimize geldi. Korktuğum başıma gelmişti. Artık babam yoktu… Tüm şehir babamı sevdiği için yastaydı… Bazı arkadaşlarımın da babası önceden ölmüştü. Nasıl bir duygu… Artık anlıyorum.

              Aradan üç sene geçti. Artık on bir yaşındaydım. Ağabeyim ise on dokuz yaşına girmişti. Ona imreniyordum. Büyümek güzel bir şey olmalıydı. Marnid’le de eskisinden daha iyi arkadaştık. Babamın ölümden sonra annem iyice çökmüştü. Her akşam onu odasında ağlarken yakalardım. İşe yaramasa bile ona sarılıp teselli etmeye çalışırdım… Hiç olmazsa acısına ortak olmayı denerdim. Ama nafile, İkimizin de acısı paylaşılamayacak kadar derindi. Neyse ki Marnid’in babası bana babam gibi davranıyor, biraz teselli etmeye çalışıyordu. Yoksa asla dayanamazdım. Babamın kazandığı maaşlar olmadığı için evimizi satıp daha küçük bir ev almak zorunda kaldık. Hala fakirdik. Vergiler, yiyecek derken para yine bitti. Sokakta yatamazdık. Annem mecburen kısa süreli bir işte çalıştı. Taverna’da çalışıp ekmeğimizi kazanıyordu. Ağabeyim ise bazen okul çıkışında arenada dövüşlere katılıyordu. Annem buna çok kızardı çünkü, ona göre, böyle yapmak ancak savaşçılığı getirirdi. Bizim sonumuzun da babam gibi olmasını hiç istemezdi. Ama ağabeyim buna mecburdu, annem tavernadan aylık en fazla iki yüz dinar kazanıyordu ve ayyaşların anneme asılmasından nefret ederdi ki gerçekten iyi bir şey değildi… Ama annem de mecburdu. Ağabeyim arada “Eğitim almasak da olur. Eğitim zaten çok pahalı” dese bile annem her zaman cahilliğin fakirlikten beter olduğunu söylerdi. Bu günkü tüm bilgilerimi okula borçluyum zaten, etrafımdaki cahillerden farklıyım.



        İki yıl içerisinde, Svadyalılar Veluca’ya kadar tüm kaleleri aldı, elbette ona bağlı olan köyleri de yağmaladılar. Veluca’yı büyük bir endişe kaplamıştı ama kimse memleketini bırakmak istemiyordu. Lord Matheas her zaman diğer şehirlere ulaklar gönderip yardım isterdi. 3 kont gelmişti yalnızca. Lord Talbar, Lord Gutlans ve Lord Laruqen. Böylece şehir garnizonu 840 kişiyi bulmuştu. Ama şehirdeki askerlerin çoğu acemiydi. Svadya ise alınan haberlere göre tüm ordusu ile gelecekti. Bu yaklaşık 1200 kişi eder ve savaş öncesi hepsi eğitilir. Bu yüzden Veluca’nın her yerinde milis kampları açılmıştı. Kendimizi savunma amacıyla ben, ağabeyim, annem ve Marnid milis kampına katıldık. Elimize bir kılıç tutuşturup karşımıza samandan adamlar koydular. Annem dışında hepimiz çok iyi ilerleme kaydettik. Hatta ben o kadar gelişmiştim ki Rodok askerleriyle bile düello yaptım. Önce küçük olduğum için bana karşı tüm güçlerini kullanmadılar. Ama ne de olsa damarlarımda Konrad’ın kanı vardı ve yaşıma göre iyi dövüşüyordum. 5-6 vuruşta adamı yere serdim. Bu sefer bir Rodok çavuşu beni test etti. Bu sefer karşımdaki asker, beni ciddiye alarak dövüşmüştü.
Sağlam 1 darbe aldım ve yere düştüm. Hala pes etmemiştim. Rodok çavuşu:

-Çok iyi bir dövüşçüsün. Bir savaşçının oğlu musun? Diye sorduğunda çok sevindim. Adamın yalan söyler gibi bir hali yoktu.

-Evet… Babamın adı Konrad idi…

          Beni arkamdan ağabeyim ve Marnid takip etti. İkisi de çok iyiydi. Ağabeyim şimdi de yanımda ve çok iyi arbalet kullanır. Zaten ağabeyimin yakın dövüşü çok iyi olmadığı için kundaklı yayı denedi. Başarılıydı. Kontlar şehri arada terk edip geri geliyorlardı. Ülkenin dört bir yanından başka kontlar getirmeye çalışıyorlardı ve erzak alımı için dışarıdaki ufak tefek svadya birliklerini kovarlardı. Matheas ile birlikte Kont Grunwalder de gelmişti. Grunwalder kalesi düşünce yapacak başka işi kalmamıştı. Ama Veluca halkı şanslıydı. Grunwalder Rodok Krallığı’nın en kıdemli ve en güçlü kontuydu. Kont Grunwalder’den başka Kral Graveth de gelmişti. Artık şehir 1410 kişiydi. Şehirdeki  askerlerin bazıları acemiydi şimdi o acemilerin hepsi mızrakçı oldu. Uzun mızrakları surlara adam çıkarmazdı.



Grunwalder Kalesi’ne gerginlik hâkimdi. Svadyalı Kontların yeni hedefi Veluca idi. Kont Stamar konuşmaya girdi:

-Mareşalim! Ne yapmamızı önerirsiniz?

-Daha kuşatma araçları yapılmadığı için saldıramayacağız.

Biri konuştu. Konuşan mimar Artimenner’di:

-Kuşatma araçları eğer hızlı çalışılırsa bu geceye doğru biter, Kont Klargus.

-Güzel. Kimse bu kaleden ayrılmayacak. Şu anda hepimizin askerleri ancak 1400 kişi eder. Onlar ise ulaktan öğrendiğime göre 1400 kişiden fazlalar.
Şehir garnizonuna Kral Graveth ve Mareşal Grunwalder ‘in ordusu katılmış.

-Ulak ne zaman geldi yani, ne kadar güncel konuşuyorsunuz, mareşalim?

Bunu soran Kont Clais’ti

-Haberi daha bu sabah aldım Clais!

-Anlıyorum.

Bu arada salona biri daha gelmişti, herkesin ona bakıp eğilmesi bir oldu. Gelen Kral Harlaus’tu.

-Grunwalder Kalesi’ne ilk defa düşman gibi gelmiyorum. Umarım yanımdaki 250 asker boşuna gelmemiştir.

-Hoşgeldiniz efendim! Buyrun oturun, bizde tam plan yapıyorduk.

-Ne planıydı Klargus?

-Elbette ki Veluca Şehri Kuşatması için, kralım.

-Onu biliyorum, elde ne var?

Mimar Artimenner söze girdi:

-Mancınıklarımız hazır. Koçbaşlarının bitmesine az kaldı. Ve Kuşatma kuleleri geceye hazır.

-Kuşatma kulelerinin sürecini hızlandır Artimenner! Gece orada olmamız lazım… Neyse, onlar dışında… Stratejimiz var mı?

-Onu da siz gelmeden konuştuk efendim. Etrosq Kalesi ve Jelkala Şehri’nden gelebilecek olan diğer birlikleri askeri birliklerimiz tutacak, bu olaya derebeylerini karıştırmak istemedim çünkü şehir 1400 kişi. Siz gelince bizim toplam sayımız ancak 1600 kişi oldu. Bu arada acil durum birliklerini de arka kapıdan, yani Büyük Matheas Kapısı’ndan gelebilecek şekilde mevzilendirdik. Rodokların kuşatmalarda ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Eğer bir derebeyini bile yollarsak, Veluca’yı almak bizim için imkânsız olur.

-Doğru bir düşünce mareşalim, kutlarım! Artimenner! Koçbaşlarının ve kuşatma kulesinin ama öncelikle kuşatma kulesinin sürecini hızlandır!

-Emredersiniz kralım! Dedikten sonra Artimenner salondan çıktı.



Veluca’da nedense tundra soğukları vardı. Gece kimse uyumadı. Savaş başlamıştı. Mancınıklardaki taşlar yakılarak Veluca Surlarına gönderiliyordu.

Mareşal Grunwalder:

-ATEŞ ALAN SURLARDAN İNİN! Diye bağırdı. Bağırması heyecan ve telaş dışında gürültüden kaynaklanıyordu.

Diğer Kontlar, Tüm askerleriyle öndeydi. Ama Kont Laruqen, Kral Graveth ile birlikte arka tarafı tutuyordu. Tüm kapılar koruma altındaydı. Arka tarafın 5 dakikalık boşluğundan yararlanıp bir ulak yollandı Yalen’e. Oradaki 2 konta haber vermek için. Ne yazık ki, ulak Büyük Matheas Kapısı’ndan gelmeye hazır olan birlikler tarafından öldürüldü.



        Koçbaşları biri önde biri de arkada olmak üzere kapılara vurmaya başladı. Ama arka tarafın boş olduğunu zannediyorlardı. Ta ki arkadaki surlara çıkılana kadar… Graveth’în askerleri surlara çıkıp Kont Clais ve Kont Rafarch’ın bazı askerlerini karşıladı. Bu arada mancınıklar içeriyi hedef almaya başladı. Yanan ve yıkılan evler arasında bizim de evimiz vardı. Çığlık çığlığa dışarı çıktık ama silahları unutmuştuk. Savunmasızdık. Silah tüccarındaki silahlar bitmişti çünkü hepsini milisler almıştı. Ölen bir arbaletçinin kılıcını alarak kendimi korumak zorunda kaldım ama kılıcımı kullanacak fırsatım olmadı. Babamın savaşta ölmesine rağmen içimde yoğun bir savaş arzusu vardı. Bu arada ağabeyim Bunduk adamın arbaletini aldı.



Arka taraftaki koçbaşı kapıyı kırmıştı ama birden Laruqen’in askerlerinin hücumuyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Ölen Svadyalı askerlerin gerisinde Svadyalı keskin nişancılar vardı. Laruqen ve askerleri nişancıları görmesi ile kaçmaları bir oldu. Elbette kaçarken birçok adamlarını kaybettiler. Laruqen ise sırtından vurulmuştu, hareket edemiyordu… Graveth merdiveni yere ittirip hemen aşağıya indi ve Laruqen’i bir hekime gösterdi. Okun önemli bir yere saplandığı belliydi. Eğer ok dikkatli çıkarılamazsa Laruqen felç olabilirdi. Bu arada arbaletçiler, Laruqen’in ve Graveth’in kalan askerleriyle olan mücadeleyi çok kayıp verseler de kazandılar. 30-35 arbaletçi şehrin arkasından geliyordu. Geldiklerinde ilk okları Rodok askerlerinin şanslarına isabetli olmadı. Arbaletleri tekrar doldururken askerler geliyordu. Kalkanlarını tutsalar bile çelik oklar kalkanların bazılarını parçaladı. Arbaletçilerin 3. atış için şansları yoktu ve mecburen kılıçlarını çektiler. Elbette rodok çavuşlarını yenemediler ama onları oyaladılar. Bu arada öndeki arbaletçilerin okları bitmişti, ama neredeyse hiç boşa ok atmadıkları için bir sürü adam öldürdüler. Bu arada Koçbaşı kapıyı kırmıştı. Hemen arkasındaki arbaletçiler atışa anında başladı. Ne olduğunu anlamayan askerlerin çoğu öldü. Bir ok ise Kont Grunwalder’in boğazına saplanmıştı. Herkesin şaşkın bakışları arasında boğazını tutarak yere yığıldı… Kral Graveth bu manzarayı görmüştü. Grunvalder Graveth’in kardeşi gibiydi. Kral Graveth ağlayarak Grunwalder’in yanına geldi. Elbette ki bir kralın ağlaması alışıldık değildi.

-Grunwalder! Kardeşim! Bu nasıl…

Daha fazla konuşamadı. Grunwalder ölmüştü. Graveth ağlayarak Grunwalder’e, hiç sahip olmadığı kardeşine sarıldı. Öfkeliydi.

-İntikamını alacağım kardeşim! Dedi ve savaş çığlığı atarak düşmanlarına koştu. Kalradya’da atılan en öfkeli ve en çok tüyler ürperten savaş çığlığını atmıştı. Yani ben öyle düşünüyorum.
 
Bu öfke Graveth’e bir şey kazandırmadı. Eğer acil durum ekipleri şehrin arkasından gelmeseydi Graveth’in öfkesi bir işe yarardı. Çünkü bu savaş çığlığı Rodok askerlerine cesaret vermişti. Ama geldiler. Svadyalı şövalyelerin arkadan saldırsında annem atların altında kalmıştı. Ne olduğunu anlamadım, sadece kaçtım. Annem atların altında kalarak ölmüştü. Babamdan sonra annemin de ölmesi… Anlayamıyorum. Gökler neden bana şanssız bir hayat sundu ki? Ağlayarak yalnızca bir kelime söyleyebildim, “Anne!”.  Bu arada arkada Marnid ve ağabeyim Bunduk kalmıştı. Onları bulmam lazımdı. Onları buldum. Tam yanlarına gelecektim ki, Bir hücum atı bana tüm gücüyle çarptı ve sonrası… Karanlık.

Bölüm 2 [12 Temmuz 2011]
Bölüm 3 [24  Temmuz 2011]
Bölüm 4 [5 Ağustos 2011]
Bölüm 5 [10 Ağustos 2011]
Bölüm 6 [14 Ağustos 2011]
Bölüm 7 [17 Ağustos 2011]
Bölüm 8 [21 Ağustos 2011]
Bölüm 9 [24 Ağustos 2011]
Bölüm 10 [9 Eylül 2011]
Özel Bölüm [9 Eylül 2011]
[size=10pt]Bölüm 11 [20 Eylül 2011]
Bölüm 12 [28 Eylül 2011]
Bölüm 13 [4 Ekim 2011]
Bölüm 14 [20 Ekim 2011]
Bölüm 15 [1 Kasım 2011]
Bölüm 16 [21 Kasım 2011]
Bölüm 17 [11 Aralık 2011]
Kırmızı Savaşçılar [11 Aralık 2011]
Bölüm 18 [21 Şubat 2012]
Bölüm 19 [1 Mart 2012] (ve Veluca'nın izi)
Bölüm 20 [7 Mart 2012]
Bölüm 21 [5 Nisan 2012]
Bölüm 22 [8 Nisan 2012]
Bölüm 23 [24 Nisan 2012]
Bölüm 24 [17 Mayıs 2012]


Mini-Hikaye: Hegen

Giriş [29 Aralık 2011]
Bölüm 1: Kanlı Kolye [11 Ocak 2012]
Bölüm 2: Gereksiz Bir Görev [15 Ocak 2012]
Bölüm 3: İhanet [23 Ocak 2012]
Bölüm 4: Yeni Rodok Krallığı ve Raghnall [2 Şubat 2012]
Bölüm 5: Ortama alışma [21 Mart 2012]
Bölüm 6 [Final]: Thermicas ile Tanışma [5 Nisan 2012]

 
Çok bekletmem demiştim ama ne yazık ki tahminimden uzun sürdü... 2. bölüm ile karşınızdayım.

Uyandığımda zindandayım. Ağabeyim ve Marnid de buradaydı. Yan hücreye Kral Graveth, Kont Matheas ve Kont Talbar atıldı. Veluca düşmüştü. Şansıma mı desem bilemiyorum, esir alınanlar arasındaydım. Çoğu gibi öldürülmedim. Doğduğum yer böyle kanlı bir savaşa tanıklık edip yıkılmıştı. Kont Matheas’ın ve Kral Graveth’in bayrağı teker teker yakıldı. Böyle onur kırıcı bir şey olabilir miydi?

2 yıl geçti. Hapishane’de sadece biz yoktuk; bir sürü kasabalı ve asker zindanda çürümeyi bekliyordu. Kıdemli ve sadık askerler idam edildi. Bu arada kontlar ve Kral Graveth fidyeyle serbest bırakılmıştı Biz ise 3 yıl sonrasında Praven’e götürüldük. Praven’e giden 20 kişi arasındaydık. Şansımıza üçümüz beraberdik. Ünlü bir köle taciri Praven’e gelmişti. Adı neydi? Hah! Ramun, köle taciri Ramun. Geldiğimizde adam bize kötü kötü baktı:

-Demek yeni işçilerimiz bunlar hım? Ben böyle değersiz ancak 10 dinar veririm!

Bir asker öfkeli bir şekilde mırıldandı:

-Seni sahtekâr ihtiyar!

-Bir şey mi dedin?

-Yok bir şey. Al şunları da hemen git! Şansını zorlama.

-Vay canına! Çok korktum.

Asker adamın cimriliğine ve rahatsız edici davranışlarına daha fazla dayanamadı ve kılıcını çekti:

-Bak ihtiyar! Buraya kişi başı 50 dinar almaya geldik! Senin gibi uyuşuk sahtekârlara hiç tahammülüm yok! Şimdi buruşuk elini cebine at ve her kelle için 50 dinar ver seni domuz!

Ramun korkmuş bir şekilde:

- T…Ta… Tamam efendim. Kişi başı 50 dinar.

Ben gülerek Marnid’e fısıldadım:

-Bu Ramun kılıcı boğazında hissedince bırak elli dinarı bin dinar bile verir!

Belli ki biraz yüksek sesle fısıldamışım ki Ramun bana sert adımlarla yürüdü ve yanıma geldi:

-Ne dedin seni küçük fare? Daha yüksek sesle söyle ki…

Öfkeli bir şekilde bağırdım:

-Sen kılıcı boğazında hissettiğinde bırak elli dinarı bin dinar bile verirsin dedim!

Öfkeli bir şekilde bana bir tokat attı. Bunduk ve Marnid Ramun’a yöneldiler ama Ramun’un bir-iki adım geri çekilmesi ile ikisi de yerlerine geri döndüler.

-Bu 3 domuzcuğa en sert patronu ayarlayacağım. Belki terbiyeli olmayı öğrenirler.

Asker:

-Biz gidiyoruz. Köleler çalışacakları yere sağlam gitmeliler, unutma!

-Tamam efendim...

Asker gidince lafına devam etti.

-...Domuz!

Gülerek:

-Onun yüzüne neden söyleyemiyorsun?

Adam dediğimi duymazdan gelerek:

-Benimle gelin, köleler!

Dedi ve bizi hizaya sokmak için hepimizin bağlı olduğu ipi sertçe çekmeye başladı.

-Halmar’a gidiyoruz!

Halmar kadar uzak bir yere ellerimiz, ayaklarımız bağlı gideceğiz ha? Umarım arada kamp kurarız...

... [Uhhun Tepesi’ne yakınken]

-Durun! Burada kamp kuruyoruz!

Ramun’un bu sözü beni baya rahatlatmıştı. Çok yorgundum... Kamp kervan muhafızları tarafından kurulurken Ramun bize bağırmaya başladı:

-Hey! Sizi uyuşuk mahlûklar! Siz de kampın kuruluşunda yardım edeceksiniz!

Bunu derken Ramun rahat rahat oturuyordu. Bu sinirimi bozuyordu. Ramun’un rahatı çok cabuk bozuldu. Birden üstümüze ok yağmaya başladı. O anın paniğiyle kendimi bir çadırın içine attım. Ve kafamı dışarı çıkarıp bağırmaya başladım:

-Bunduk?! Marnid?!
Bağırmaya devam ettim. Kafamı umutsuzca geri çektim. İyi ki de çekmişim. Tam kafamı çektiğimde bir ok gözümün önünden geçti. Bu arada çadırın içine biri girdi. Marnid! Kan ter içinde kalmıştı. Bir de bacağından vurulmuştu.

-Marnid? Vurulmuşsun.

Bacağını tutarak:

-Ah, önemli bir şey değil.

-Burada kal, Bunduk’a bakacağım.

Tam “Hayır!” diyecekti ki, çoktan dışarı çıkmıştım. Sağıma baktığımda Ramun’un cesedini gördüm. Bunduk’u da ölen bir atın arkasına saklanmış bir şekilde buldum. Aslında tam olarak saklanmış sayılmazdı. Ayağı atın altına sıkışmıştı. Eliyle atı ittirmeye çalışıyordu. Ben de yardım etmeye başladım. Tam atı ittirip Bunduk’u kaldırmıştım ki boğazıma bir kılıç dayandı. Kılıcı dayayan adam başkalarını çağırdı:

-Götürün bunları! Diğer esirlerin arasına koyun!

-Tamam patron!

Öfkeli bir şekilde sordum:

-Kimsin sen? Ve bizden ne istiyorsun?

Hemen karşılık verdi:

-Ben bozkır haydutları elebaşı Baheshtur. Senden de bir şey istediğim yok. Ben bir haydut olarak görevimi yaparım, siz alelade esirler ancak esir hayatı yaşarsınız!

Dedi ve kahkaha atarak oradan uzaklaştı. Adama tüm gücümle bağırdım:

-Pis haydut!

Ama Baheshtur bana bakmadı bile. Onun yerine bir haydut bana öfkeyle baktı ve aniden bozdoğanıyla bana tüm gücüyle vurdu. Yere uçtum. Gözlerim yarı açıkken Bunduk yerden aldığı bir taşı bana vuran haydudun kafasına fırlattı. Attan düşen haydut kafası kan içinde yere yığıldı. Öldü mü bayıldı mı anlayamadım. Bir haydut ise Bunduk’un bu hareketine yumrukla karşılık verdi. Bunduk da aynen benim gibi yere düştü. Sonrası... Hatırlayamıyorum...

Uyandığımda ellerim bağlıydı. Yanımda sadece ağabeyim vardı. Daha kendime gelememiştim. Etrafıma baktım. Baheshtur yanındaki bir haydut ile konuşuyordu. Dikkatlerini çekmek için bağırmaya başladım:

-Hey! Çıkarın bizi buradan!

Baheshtur’un yanındaki haydut buraya yöneldi. Kılıcını çekip kapıyı açtı. Baheshtur öfkeyle bağırdı:

-Nizar! Ne yaptığını zannediyorsun?

Nizar umutsuzca kılıcını kınına koyduktan sonra bizi kolumuzdan tutup Baheshtur’un yanına sürükleyerek getirdi. Bizi Baheshtur’un yanına ittirdikten sonra oradan çıktı. Baheshtur homurdandıktan sonra bize yöneldi ve:

-Siz iyi misiniz?

Sorusunu duymazdan gelerek:

-Marnid nerde?

-Marnid mi? O da kim?

-Bacağından vurulan esiriniz!

-O mu? Hmm, onu köle tacirine sattık.

-Köle tüccarına mı? Olamaz! Yaralı biri köle tüccarına satılamaz!

-Ama bak! Satıldı.

Derken içeriye Nizar girdi:

-Patron, bu bacağından vurulmuş esiri ne yapacağız?

Baheshtur Nizar’a “İyi halt ettin!” der gibi bakıyordu.

- Onu zaten satacaktık. Bacağındaki oku çıkarıp satarsınız.

Ben araya girdim:

-Bir dakika! Kimse arkadaşımı köle tüccarına satamaz!

Alaycı bir tavırla Nizar:

-Hadi ya?

Gülerek devam etti:

-Duydun mu patron? Kimse arkadaşını köle tüccarına satamazmış!

Baheshtur biraz güldükten sonra beni ve ağabeyimi kaldırdı. Bana bakıp:

-Birini köle tüccarına satmak için senden izin almama gerek olduğunu bilmiyordum, köle!

Bu arada ağabeyim yavaş yavaş ayılıyordu.

-Neden? Neden bizi satmadın?

Diye sordum. Baheshtur:

-Siz cesursunuz. Normalde hiç bir esir bize böylesine karşı çıkamazdı.

-Demek ki daha önce hiç cesur adamları savunmasızken yakalamamışsınız.

-Belki.

Diye cevapladı.

-Ya da kılıcımızdan korkmuşlardır. Ne dersin?

Dediğini duymazdan gelerek:

-Biz cesuruz, tamam. Ne yapacaksın bize?

-Silah eğitiminiz var mı?

-Yok. Bir tek Veluca’daki milis kampında eğitim aldık. O zaman da küçüktük.

Bunduk yarı baygın bir şekilde:

-Nasıl bir yumruk attı adam bana? Neye uğradığımı şaşırdım be!

-Arkadaşında mı...

-Ağabeyim! Ve onun da eğitimi milis kampından ibaret.

-Anlıyorum.

-Eğitimimizi neden sordun?

-Eğer isterseniz, size bir kurtuluş fırsatı sunabilirim.

...[7 AY SONRA]

7 ay boyunca ağabeyim ve ben sıkı bir çalışmayla başarılı birer atlı okçu olduk. Artık 19 yaşındaydım. Genç olmama rağmen diğer bazı haydutlardan daha başarılıydım. Üzerimizde bozkır haydudu zırhı, kafamızda ise deri göçebe başlığı vardı. Bize verdikleri bozkır atları ile çok rahat atlı okçuluk yapıyorduk. Atıma Kalradya dışındaki uzak bir ülkede “Ay” anlamına gelen “Luna” ismini verdim.  Bu arada Nizar bana hala alışamamıştı. Her seferinde bana “Yerini bil!” “Geride kal!” “Lafımı dinle!” diyerek emir veriyordu. Ama Baheshtur’un gözünde iyi bir hayduttum. Bu durum da Baheshtur’un yardımcısı Nizar’ı hep huzursuz ediyordu. Bir gece çadırıma girip beni dürterek uyandırdı ve konuşmaya başladı:

-Ben Baheshtur’un en güvendiği adamım. Sakın yerimi kapmaya çalışma, yoksa seni öldürürüm!

Sükûnetimi bozmadan:

-Bitti mi?

Dedim. Öfkeyle çadırımdan çıktı.
...

Çadırıma çarpan yağmur damlalarının sesine uyandım. Zırhımı ve kaskımı giyip dışarı çıktım. Yan çadırdaki ağabeyim Bunduk’un yanına gittim. Çadırdan içeri girdiğimde kaskını giyiyordu.

-Günaydın, ağabey!

-Günaydın Thermicias.

Derken dışarıdan Nizar’ın sesi duyuldu:

-Herkes buraya gelsin!

Anlamsız bir ifadeyle Bunduk’la birbirimize baktıktan sonra çadırdan çıktık. Nizar lafına devam etti:

-Liderimiz Baheshtur’un bahsetmek istediği önemli bir durum var.

Dedikten sonra geriye çekildi ve yerini Baheshtur’a bıraktı. Ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

-Yıllarca “Noyan” lakabı arkasındaki haydutlar ve onların haydutları ile çatıştık. Çok kayıp verdik ve birbirinden güçlü askerlerimizi kaybettik!

Baheshtur kendilerine haydut denmesinden pek hazzetmezdi.

-Kayıplarımızın intikamını alamadık!

Aralardan “Evet!” diyerek yumruklarını havaya kaldıranlar oldu. Baheshtur öfkeyle konuşmasına devam etti:

-Ama şimdi, intikamımızı bir Noyandan alacağız!

Herkes “Evet!” diye bağırmaya başladı.

-Kergit Hanlığı’nı kalbinden vuracağız! Onların sinsice sığınaklarımıza saldırmalarına karşın, onların kalbini sinsice deşeceğiz!

Herkes nefes almadan Baheshtur’u dinliyordu. Ben de öyle.

-Bu görev için aranızdan birini görevlendireceğim.

Nizar “Kesin beni seçecek, başkası olamaz!” der gibi bakıyordu.

-Bu göreve en layık kişi, Nizar’dır!

Nizar, “Biliyordum.” der gibi bir ifadeyle gülümsedi.

-Nizar! Görevin Brula Noyan’ı Öldürmek. Öldürdüğünü kanıtlamak için onun oklarından birini getir. Çünkü her Noyan’ın oku farklıdır!

-Patron, sen hiç merak etme. Nefesini bir çırpıda keseceğim. Sesini kimse duyamayacak.

Herkesten onaylayan ve memnuniyet belirten sesler yükseldi. Baheshtur ise, bu kez bana bakıyordu.

-Ve sen, Thermicias... Girişteki muhafızlardan biriyle yer değiştireceksin. Diğerinin yerine de Tahhun geçecek. Nizar’a kapıyı siz açacaksınız. Gece
saldıracağız.

Aslında buna hazır olduğumu sanmıyordum. Ama, neticede bu ilk görevimdi. Ve ilk görevden kaytarmayacaktım.
...

Gece çok soğuk bir hava vardı. Silahlarımı alıp ata bindim.
-Nizar! Unutma, şehrin kapısındaki 2 muhafız bizden. Kendini tanıtmak için adamlardan birine “Mavi sadak mı kırmızı mı?” diye sor. Adamlarımız sana “Yeşil sadak yok mu?” diye soracak. Orada bir sorun olmaz. Ama diğer muhafızlar tehlikeli. Onlarla konuşma. Saraya girerken, gardiyanları öldürmen lazım.

-Tamam, patron!

Diyip yola çıktım. Distar Kalesi’ne gitmem lazımdı. Ama kamp zaten Ichamur Şehri yakınlarındaydı. Ben buraları hiç bilmiyordum. Ama Baheshtur’un söylediğine göre, mesafe çok azdı. Gece karanlığında iş bitmiş olurdu.
...

Distar Kalesi’ne geldik.  Nizar, “Mavi sadak mı kırmızı mı?” diye sordu. Tahhun kapıyı aralayıp “Yeşil sadak yok mu?” diye sordu ve devam etti:

-Dikkatli git dostum, Brula Noyan şu an uyuyor olmalı. Sarayın arka bahçesindeki kapı onun odasına açılıyor. Oradan gir ve Brula Noyan’ın işini bitir!

-Ne yapacağımı biliyorum!

Dedikten sonra etrafına bakarak ilerledi.
Ancak birkaç dakika sonra, şehirde bir hareketlenme oldu. Onlarca asker, lordun salonuna akın etti. Hareketlilik bir süre devam etti. Biz, şehrin kapılarını bekleyen muhafızlardık ve yerimizi bırakamadık. Hâlbuki olan biteni görmeyi çok istiyorduk. Başarıp başaramadığını çok merak ediyorduk. Zamanla bu merakımız katlanarak arttı: Nizar hala dönmemişti. Birden dışarıya birkaç asker çıktı. Nizar’ı yakalamışlardı. Askerler geçtikten sonra Tahhun’a:

-Çabuk, Baheshtur’a haber vermeye git.

Dedikten sonra Tahhun kaleden uzaklaştı. Kapıyı arkasından kapattım. Geri kalan askerler de geçtikten sonra saraya doğru ilerledim. Yatak odasına girdiğimde Brula Noyan’ın kalbine bir hançer saplanmıştı. Yüzündeki kan çekilmişti. Hemen oradan ayrıldım ve nöbet yerime geri döndüm. En azından merakımı gidermiştim. Kale kapısını aralık bıraktıktan sonra Nizar ve askerlerin arkasından gittim. Onlara göre biraz daha hızlı gidiyordum. Birazcık daha yaklaştığımda bir asker arkasına baktı. Son anda bir yere saklandım. Biraz ilerledikten sonra sola döndüler. Arkalarından gittim. İki-üç asker Nizar’ı zindana götürdü. Diğerleri de dışarıda kaldı. Sessizce çift elli kılıcımı çektim ve saklandım. Askerler önümden geçtiler. Sonuncu asker de geçtiğinde zindana yöneldim. Kapıdan içeri girdim. Zindan bir labirenti andırıyordu. Sağ taraftan ayak sesleri duydum. Oraya ilerledim. Kafamı uzattım etraf boştu. İlerledim. Sağ tarafa ve sol tarafa yol vardı. Sol taraftan bir kapının kapanma sesini duydum. Oraya ilerledim. Bir merdiven vardı. Heyecanımdan dolayı kılıcı çok sıkı tutuyordum. Merdivenden aşağıya dikkatlice iniyordum. Merdivenden indiğimde ya düz ya da sola gidecektim. Kapı soldaydı ama orada da 2 asker vardı. Hemen ileriye gittim. 2 asker merdivene doğru yöneldiklerinde kılıcımı kaldırdım. Beklerken arkamdan ayak sesleri duydum. Kılıcımı daha sıkı tuttum. Diğer 2 asker yukarı çıktıktan sonra hücreye yöneldim. Nizar’ın kaldığı hücreyi gördüm. Oraya yöneldiğimde asker bana yaklaşmıştı. Hemen arkaya döndüm ve kılıcımı indirdim. Askerin miğferi ve kafası ortadan 2’ye bölünmüştü. Kanlar içinde yere yığıldı. Ceplerine baktım. Anahtar onda değildi. Kılıcımı kınına geri yerleştirdim. Nizar’a seslenince bana baktı:

-Thermicias!

Bu heyecanlı tavrına anlam verememiştim. Nede olsa beni düşmanı olarak görüyordu.

-Arkanda!

Dediğine çok geçti. Kafama sert bir şey çarptı ve yere yığıldım.
 
Yeni bölüm çıktı arkadaşlar. Umarım beğenirsiniz... :smile: Hikayemi takip eden herkese teşekkür ederim. Bundan sonra daha sık yazmaya çalışacağım ancak 1 haftalık bir tatile giriyorum. Tatilden sonra bölümleri daha sık çıkaracağım.
Bu Arada,
fatihper said:
bölümleri ilk yoruma(başlık giriş artık her ne ise) spoiler olarak koyarsan daha iyi olur bence.
Tavsiye için teşekkürler.

-Uyan, uyan pislik!

Bu sözlerle ve yüzüme boşalan bir kova dolusu su ile uyandım. Üzerinde güzel bir zırh olan bir adam geldi ve:

-Çekilebilirsin asker.

-Emredersiniz!

Asker kapıdan çıkıp kapıyı kapatana kadar gözleriyle onu takip eden adam bana ciddi bir şekilde baktı ve:

-Demek Brula Noyan’ın ölümüne yardım ettin asker, hım?

-Görev gereği…

-Hımm... Görev derken?

-Söyleyemem…

-Başka şansın mı var, asker?

Diyerek kılıcının çok az bir kısmını kınından çıkardı.

-Söyleyemem...

Diye direttiğimde kılıcını tamamen çıkardı ve sonra kılıcıyla elimdeki ipleri çözdü.

-Bak senin haydut olduğunu biliyorum. Ben de sizdenim.

Haydut olduğumu tahmin edebileceğini düşünmüştüm. Ama bizden olduğu aklımın ucundan geçmezdi. Ben de onun bir Noyan olduğunu anlamıştım.

-Bizden mi? Saçmalama! Kimse bir Noyanken haydutlara katılmaz.

-Babası gördüğü haksızlık nedeniyle idam ettirilse bile mi?

Diye sorduktan sonra beş-altı saniye sessizlik oldu. Adam devam etti:

-Ben Sonjun Noyan’ın oğlu Charuka Noyan.

-Sonjun Noyan’ı duymuştum. Ama hakkında hiçbir bilgim yok…

-Sonjun Noyan… Namı değer Büyük Sonjun. Kergit Hanlığı’nın altın döneme girmesinin tek nedeni…

-Lütfen biraz daha anlatın. Hiçbir şeye anlam veremiyorum.

-Elbette anlam veremezsin. Ben bile veremiyorum... O zamanlar Yüce İttifak* ile savaştaydık. Babamın başarıları sayesinde Svadya’lılar Suno Şehri’ne kadar çekilmişti. Geri kalan her yer bizimdi. Vaegir Krallığı sınırı ise Khudan ve Curaw Şehriydi. Reyvadin ve Dhirim Şehri babamındı. Emirin Köyü ise Hugu Noyan’a verilmişti. O bunun haksızlık olduğunu düşünüyordu ama bence o bile ona fazlaydı... Bir gün Babam Tulga’ya gitti. Sonra bir haber aldım; babam idam ettirilmişti! Hem de vatana ihanetten! Tabii ki külliyen yalandı. Bu olaydan bir tek Hugu Noyan memnundu. Sancar Han’ı onun kışkırttığı belliydi. Ben de hayatımı onları içten yok etmeye adadım.

Derken kapı hızlıca açıldı. Kapıyı açan Baheshtur’du. Charuka Noyan:

-Hoş geldin Baheshtur Amca!

Amca mı? Baheshtur Charuka Noyan’ın amcası, aynı zamanda Sonjun Noyan’ın kardeşi miydi?

-Hoş bulduk Charuka! Güvendiğin bazı adamlarının bize kalenin kapılarını açması büyük incelikti. Bundan sonra daha sessiz konuşun. Muhafız zindandan ayrılırken onu öldürdük.

Derken araya girdim:

-Charuka’yı bir esirmiş gibi götürmemiz gerekmez mi? Sonuçta dışarıda bir sürü Kergit muhafızı var.

Nizar alaycı bir tavırla karşılık verdi:

-İlk defa doğru bir şey söyledin çaylak!

-Sen nasıl kurtuldun?

-Benden önce seni kurtaracak halleri yok!

Derken Baheshtur Nizar’ı susturdu ve lafa girdi:

- Haklısın, Thermicias. Dostlarım, Charuka’nın ağzını ve ellerini bağlayın.

-Tamam patron.

Dedikten sonra kısa sürede Charuka’yı bağladılar. Baheshtur:

-Gidiyoruz! Thermicias, Tahhun, Bunduk önden gidin!

-Tamam patron!

Diyip silahlarımı aldım. İlerledik. Çıkışa kadar herkes arkamızdan geldi. Hapishane temizdi. Dışarı çıkmamızla beraber ok yağmuruna tutulduk. Aniden içeri girdik. Baheshtur:

-Ne oluyor Tahhun?

-Tuzağa düştük patron!

Baheshtur cevabı aldıktan sonra kalkanlı haydutlara:

-Kalkanlarınızla okçuları koruyun!

-Tamam patron!

Dedikten sonra kalkanlarıyla dışarı çıktılar. Biz de hemen arkalarından tabi. Baheshtur da Charuka ile dışarı çıktı:

-Bir ok atarsanız Charuka Noyan ölür!

Dedikten sonra herkes birden ateşi kesti. Baheshtur devam etti:

-Buradan çıkmamıza izin vereceksiniz ve takip etmeyeceksiniz, anlaşıldı mı?

Dedikten sonra Nizar sessizce mırıldandı:

-30-35 okçuları var. Bizde ise nerdeyse 40 tane. Aniden atışa başlarsak bize hiç bir şey yapamazlar.

Hafifçe fısıldadım:

-Ne?

-Gizlice atışa başlarsak birer birer ölürler.

Baheshtur sessizce bizi durdurdu ve birilerine gizlice işaret etti. İşaret ettiği adamlar surlara giderken:

-O adamlar bize kapıyı açan adamlardı. Kısa sürede onların dikkatlerini dağıtacaklar.

Adamlar surlara çıkıp adamların dikkatlerini dağıttıklarında hemen atışlara başladık. Ne olduğunu anlamayan Kergit okçular birer birer öldüler. Başarılı saldırıdan sonra kapıya yürümeye devam ettik. Birden,  arkamızdan ve önümüzden bir sürü kergit askeri geldi.

-Teslim olun!

Baheshtur hemen elindeki “esiri” kullandı ve:

-Buradan gitmemize izin vereceksiniz, yoksa Charuka Noyan ölür!

Mecburen herkes bize yol verdi. Kapıdan geçmeden önce bizden olan Kergit Askerleri diğerlerini oyaladı ve bizim oradan kaçmamızı kolaylaştırdı. Ne de olsa Kergitlere güven olmazdı… Akşam sığınağa geldiğimizde Charuka’ya çok rahat bir çadır hazırlandı.

Ertesi sabah Baheshtur, Charuka Noyan’ın kardeşini, yani yeğeni Leydi Atjahan’ı buraya getirme görevini bana verdi. Baheshtur tek varlığı olan yeğenlerini oradan kurtarmak istiyordu. Aynı zamanda, Bunduk ve Tahhun, Dustum Han denilen taht talibini bulmaya gittiler. Ben de atımla Uhhun Kalesi’nde olduğu söylenilen Leydi Atjahan’ı kaçırmaya gittim.



Gece saatlerine kadar bekledim. Sur muhafızlarının nöbet değişiminde surların dibine geldim. Birden bir ordu uzaktan belirdi. Hemen uzun çalılıkların arasına saklandım. Aralarındaki konuşmayı duyabildim. Aralarından üzerinde kergit zırhı olan yaşlıca bir adam:

-Kapıyı açın!

-Kimsiniz?

-Ben Hugu Noyan.

-Hemen kapıyı açıyoruz efendim.

Hugu Noyan mı? Hani şu Büyük Sonjun’u kıskanan ve onun ölümüne neden olan adam mı..?  Kapıyı açtıklarında ilerleyen ordu ile beraber gitmeyi düşündüm ama o da olmazdı… Aklıma bir şey geldi. Hugu Noyan ve askerleri geçtikten sonra atıma binip kapıya yöneldim.

-Kapıyı açın! Leydi Atjahan’a bir mektup getirdim.

Kapıyı açtıktan sonra adam bana şüpheli bir şekilde bana baktı ve:

-Mektubu görmemiz lazım. Mektubu verin.

Bunu beklemiyordum. Soğukkanlılığımı koruyarak:

-Mektup ha? Alın mektubu!

“Alın mektubu!” derken kılıcımı çekmiştim. İki muhafızı da birer darbede öldürdükten sonra gizlice ilerlemeye devam ettim. Kaleye yöneldim. Kaleye girerken silahlarımı bırakmak zorunda kalmıştım. Neyse ki kaleye girdiğimde Hugu Noyan yoktu. Onun yerine Leydi Atjahan önümdeki masanın yanında duruyordu.

-Sen de kimsin?

-Leydim…

Diyerek önünde eğildim.

-…Size bir mektup getirdim.

-Kimden peki?

Diyince yanına yaklaşıp sessizce:

-Amcanız Baheshtur’dan.

Dediğimde heyecanla ve yüksek sesle “Baheshtur’dan mı?” diye sorunca muhafızların dikkatini çekti. Mektubum olmadığı için:

-İsterseniz mektubu dışarıda okuyun. Amcanız ağır hasta…

Diyince bir an durdu. Neredeyse ağlayacaktı. Hemen beni dışarıya götürdü. Dışarıya çıktığında ağlamaya başladı. Hemen gözyaşlarını silip gerçeği açıkladım:

-Amcan ağır hasta değil! Bu yalnızca bir yalandı. Charuka Noyan da esir değil!

-O zaman neden böyle yalan söyledin?

Diye bana anlamsız bir şekilde baktı:

-Neden amcamın ağır hasta olduğunu söyledin?

-Baheshtur seni ve Charuka Noyan’ı --yani tek varlığı olan ailesini-- yanına almak istiyor.

-Haydut hayatı mı yaşayayım?

Çelişkide kalmışa benziyordu. Bir yanda rahat soylu hayatı, diğer yanda ailesinin yanında göçebe haydut hayatı.

-Eğer aileni önemsiyorsan gelmelisin.

Dediğimde kafasını olumlu şekilde salladı ve benimle geldi. Arkadaki muhafızlar ona “Nereye gidiyorsunuz, leydim?” diye sorduğunda “Yalnızca gezmek istiyorum.” diye karşılık verdi. Ata binip Uhhun’dan uzaklaştık… Sığınağa yaklaşırken:

-Bu arada… Baheshtur’un sana beni getirme görevini verdiği ne malum? Belki de beni öldüreceksin?

Dedi. Bunu öylesine sorduğu her halinden belliydi. Alaycı bir tavırla karşılık verdim:

-Öldürmem mi gerek, hanımefendi?

Dediğimde daha fazla konuşmadı. Bu hazırcevaplığıma hayran kalmış gibi görünüyordu…



Leydi Atjahan, Baheshtur ve Charuka Noyan’ı görünce onların yanına büyük bir mutlulukla koştu ve onlara büyük bir özlem ile sarıldı. Böyle mutlu bir aile tablosu görmek beni duygulandırdı. Aklıma annem ve babam geldi. Ona bağlı olarak da Svadya Krallığı… Baheshtur’un bana seslenişi beni kendime getirdi.

-Teşekkür ederim Thermicias. Bunu nasıl ödeyebilirim bilmiyorum.

-Hiçbir şey ödemene gerek yok patron.

-Hımmm… Aslında...

Diyip Nizar’ı yanına çağırdı.

-…Tüm bu bozkır haydutlarına liderlik edecek 2. bir grup planlıyordum.

Dediğinde Nizar ile birbirimize anlamsız bir şekilde bakıyorduk.

-Artık Nizar kendi grubunu yönetebilecek biri.

Dediğinde arkasından ne geleceği belliydi. İkimiz için de önemli bir şeydi. Sadece Nizar bana yardımcılığı layık görmediği her halinden belliydi.

-Bundan böyle Nizar, 2. grubun lideri, sen ise, benim yardımcım olacaksın, Thermicias.

Nizar lafa girdi:

-Patron… 2. birliğin lideri olmak konusunda bir sorunum yok. Ama Thermicias… Yardımcılık için kıdemsiz değil mi?

-Kıdem her şey değildir, dostum.

Bana güvenle bakarak:

-Ben Thermicias’ın çok iyi bir yardımcı olacağına inanıyorum.

Nizar her ne kadar yardımcılığımdan rahatsız olsa da yeni görevini düşünüp rahatladı. Ertesi sabah ben ve Nizar kendi çapımızda bir törenle yeni görevlerimize atandık. “Tören”den sonra Bunduk yanıma geldi ve beni tebrik etti:

-Tebrikler kardeşim! Seninle gurur duyuyorum.

-Teşekkürler ağabey.

Dediğimde aklıma Marnid geldi.

-Keşke Marnid de olsaydı. Kim bilir şimdi nerede?

Uzun süreden sonra ilk defa onu anıyordum; Marnid.
 
Ben üçüncü bölüme neden yorum yapmamışım ya. 3. bölümü okumuştum, yorum da yaptım diye hatırlıyordum ama  :roll:
Canissarius'un yorumuna bakarken dikkatimi çekti. :oops:
Doktora gitme zamanım gelmiş benim, yaşlılık işte :lol:  :lol:

Madem şimdi yapayım yorumumu.Çok güzel bir bölümdü eline sağlık.Umarım devamını çabuk yazarsın. :wink:
 
Canissarius said:
  Tebrik ederim, çok güzel yazıyorsun. Başarılarının ve hikayenin devamını dilerim. :smile:
Teşekkür ederim Canissarius. Yorumların benim için önemli. Bu hikayeye senin hikayeni örnek alarak başlamıştım. :smile:

-By.Doctor-Who- said:
Ben üçüncü bölüme neden yorum yapmamışım ya. 3. bölümü okumuştum, yorum da yaptım diye hatırlıyordum ama  :roll:
Canissarius'un yorumuna bakarken dikkatimi çekti. :oops:
Doktora gitme zamanım gelmiş benim, yaşlılık işte :lol:  :lol:

Madem şimdi yapayım yorumumu.Çok güzel bir bölümdü eline sağlık.Umarım devamını çabuk yazarsın. :wink:
Tabi canım, yaş kemale ermiş artık. :grin: Çok teşekkür ederim. Beğenmene çok sevindim.
 
Thermicias said:
-By.Doctor-Who- said:
Ben üçüncü bölüme neden yorum yapmamışım ya. 3. bölümü okumuştum, yorum da yaptım diye hatırlıyordum ama  :roll:
Canissarius'un yorumuna bakarken dikkatimi çekti. :oops:
Doktora gitme zamanım gelmiş benim, yaşlılık işte :lol:  :lol:

Madem şimdi yapayım yorumumu.Çok güzel bir bölümdü eline sağlık.Umarım devamını çabuk yazarsın. :wink:
Tabi canım, yaş kemale ermiş artık. :grin: Çok teşekkür ederim. Beğenmene çok sevindim.

:mrgreen: :mrgreen: Öyle oldu canım, çok yaşlandık  :lol: :lol:
 
Status
Not open for further replies.
Back
Top Bottom