Yangın Yeri [9. Bölüm Geldi!]

Users who are viewing this thread

JusdWeR

Banned
Yangın Yeri


Moğollar Asya,Türkistan ve İran'dan sonra Anadolu'ya geldiler. Köse Dağ savaşında Selçuklu'ları yenerek Anadolu'yu işgal ettiler. Anadoluyu yakıp yıktılar. Binlerce, on binlerce, yüz binlerce kişiyi katledip Selçuklu devletini yönetmeye başladılar. Moğollara Türkmenler sürekli isyan etti. Fakat hepsi küçük çaplı oldu ve bir etki yaratamadı.
Bu sırada biri Anadolu'da bir yiğit doğdu. Bu yiğit Moğol'a büyük darbeleri vuracak Anadolu'da Türklüğü diriltecek olan yiğitti. Ortak paydaları tekti; Türklük!

Karamanoğlu Mehmet Bey hikayenin konusudur. Fakat hikayenin sadece kurgu olan baş kahramanları da olacak.​

Hikaye

       
Bozkırın bitiminde çamlarla örtülü dağlar iyice yükseliyordu. Gelirken ufukta beliren Toroslar bir silüet olmatan çıkmış adamakıllı seçiliyordu. Zirvesi çıplak, etekleri ağaçlık bir tepenin altından gürül gürül akan derenin yanında hayvan ve insanların ayakları altında ezile ezile aşınmış toprak bir yol vardı. Yolun iki kenarında it üzümü ağaçları diziliydi. Bu yolun kuzeyi Konya'ya güneyi Karaman yurduna giderdi. Bu yolun Doğu'sunda da, Batı'sında da Türkmen oba ve oymakları bulunurdu.
       
          Yolun kuzeyinde, it üzümü ağaçlarının bittiği yerde atını çatlatırcasına süren biri göründü. Üstü başı perişandı. Yüzü topraktan kararmış, kuşağının düğümünün yarısı çözülüp sarkmış, başındaki büyük ve uzun tüylü Moğolvari börk öne eğilip kaşlarını kapatmıştı. Atlı, gemi bırakmış atın boynuna sarılmıştı. Ağzı köpükden görünmeyen atın sağrısını gayrete gelmesi için tepiyor bir de habira "Ha!" diye nara atıyordu. Kıpkırmızı olmuş suratında telaş belirtileri vardı. Mutlu değildi, telaşı bir kara haberden kaynaklı gibi duruyordu. Atlı Karaman eline gidiyordu.

        Atlı avula da dörtnala girdi. Ahali bir haber bekliyor olacaktı ki onu gören işini bırakıp peşine takıldı. Atlı bey otağının önüne gelinceye kadar durmadı. Otağın önüne gelince tek hamlede atından inse de indikten sonra sendelemesi ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Belinden ayağına kadar salınan yarısı çözülmüş kuşağına ve yarısı ayağından çıkmış çizmesine aldırmadan otağına doğru yürüdü. Otağın girişindeki orta boylu genç onu durdurmaya çalıştı.

-Hayrola Bozca ağam? Neler oldu?

-Sorma oğlum bir şey. Mehmet Bey içeride mi?

-İçeride.

      Destur istemeden içeri girdi. Karşısında Mehmet Bey ve kardeşlerinin oturur vaziyette buldu. Onu görünce ister istemez ayağa kalktılar. Ona bakıyorlardı. Bozca, Mehmet Beyi süzdü. Uzun ve yassı yüzlüydü. Bıyıkları yeni terliyordu. Gözleri içe doğru çökük, kaşları ince ve uzundu. Bozca'ya eliyle bir işmar vererek:

-Anlat! Dedi.

-Bozgun beyimin oğlu, bozgun. Yenildik, ordumuzu bozdular. Baban Kerimüddin Bey şehit düştü. Deyince otağın içindeki herkes, özellikle kardeşler yıkıldı. Biri gayri ihtiyari "Aman!" deyiverdi. Bozca devam etti.

-Hemen kaçıp, çekilelim. Beyimin buyruğudur.

-Ona beni de götür dediydim, dinlemedi. Aziz Babam, canım babam. Orada olsaydım kimse dokunamazdı sana.

-Ağıt yakma vakti değildir beyimin oğlu. Geliyorlar, çekilelim. Durma!

-Olmaz! Kavgadan kaçmayacağız. Hem kaçacak neresi var? Öç alacağız. 

-Ne ile alacaksın! Hangi ordu ile? Çekil, şimdilik çekil. Öc almak için doğru demi bekle. Öcümüzü elbet alırız. Tek sen almayacaksın, hepimiz alacağız. Tek senin mi baban canını verdi sanırsın beyimin oğlu? Yapma kıyma bu kadar insanın canına.

        Mehmet Bey terlemiş suratını yeniyle sildi. Biraz düşündü, belki on saniye belki biraz daha fazla. Ama o on saniyede neler düşündü, ne kadar çok şey düşündü kim bilir? Yanıt verdi:

-Kösler vurulsun! Ermenek'in o yandan dağlara sığınacağız. Ağırlık edecek ne varsa bırakılsın. Çobanlar bizi beklemesin, sürüleri tezden çıkarsınlar. Darsık Alp yiğitleriyle göze çıksın. Haydi, durman!

. . .
       

        Bir göç kervanı acele ile tepeyi tırmanıyordu. Göç ediyordu ama kaçarcasına. Ağırlıkları düşman ordusu geldiğinde yağmalayarak vakit harcasın diye geride bırakmışlardı. Kervanın çoğu kadındı. Erkeklerin ise neredeyse hepsi çocuk ve yaşlıydı. Savaşa gitmeyip burada kalan Alpler atının üstünde tepeyi tırmanan göç kervanını zorluyor, gayrete getiriyordu.

-Ney beklersiz? düşman gelip tepelesin de rahata erin he mi?

-Haydi, durmak yok!

      Herkesin yüzü asıktı. Kervanın üstünde bir kara bulut geziyordu. İnsanların yüreğine bir telaş, bir kara heyecan hakimdi. Ne yapacaklarını bilmez halde çekiliyorlardı. Yeni beylerine güveniyor, onu dinliyorlardı. O çekil dediyse çekileceklerdi. Orduları yenilmiş beyleri şehit olmuştu. Kiminin kocası, kiminin çocuğu şehit düşmüştü de kimse buna üzülecek vakit bulamamıştı. Çekiliyorlardı. Yeni beyleri Mehmet daha çok toydu. Ak atını sürüyor bir geriye bir ileriye gidip geliyordu. Göç kervanında ne aksilik görürse buyruk verip düzeltiyordu. Gençti, çok geçti ama yanlışa, eğriye tahammülü yoktu. Doğruydu o doğrucuydu. Babası onu en çok  bu yüzden severdi. "Keşke şimdi burada olsa" diye düşündü. Yoktu, o da toprağa düşmüştü de naaşını bile getiren olmamıştı.
        Herkes gibi o da ölenlere üzülme fırsatı bulamamıştı. Artık bulamayacaktı da. Beydi o, bey olmuştu. Onun üzülmeye bile vakti olmayacaktı. Buyruğundakiler için yaşayacaktı. Kardeşi Güneri yanına geldi. Gözleri yaşlıydı. Abisinin öğütlerine rağmen kendisini tutamamış başını öne eğip sessizce ağlamıştı. Duygulu çocuktu Güneri, ozan ruhluydu. Abisinin yüzüne özür dilercesine baktı. Mehmet Bey:

-Ağla Güneri, ağla. Yapacak başka bir iş mi kaldı? Dedi.

      Abisinden teselli uman Güneri bu sözle iyice ümitsizliğe düştü. Bir şey demeden ağlama izni almanın rahatlığıyla oradan ayrıldı. Bozca bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Olmuştu olmasına da Mehmet Bey'in böyle umutsuz konuşmasına canı sıkılmıştı. Bir bey böyle konuşmamalıydı. Umut vermeliydi. İnsan umutla yaşardı. Hele Türkmen umutsuz yapamazdı. Umut beslerdi onu, başına ne gelirse gelsin umudunu yitirmez Allah'tan hayırlısını dilerdi. Canı sıkıldı sıkılmasına ama bir şey söyleyemedi. Atının sağrısını hınçla tepti.

Mehmet Bey günlerdir otağından dışarı adım atmıyordu. Babası öldü öleli işleri eline almıştı ama bu ele alma otağın içinden buyruk yağdırmaktan ileri gitmiyordu. Kardeşleri aracılığıyla tüm avula verdiği buyruklar düzeni bir süreliğine sağlamasına sağlıyor, varlığını hissettiriyordu ama Karamanlı Türkmen'in gönlünü kırıyor, gözlerinde alçaltıyordu."Selçuk Sultanı" gibi yakıştırmalar yapılıyordu.

Mehmet Bey duydu, duymazlıktan, anladı anlamazlıktan geldi. O umursamıyordu şimdilik. Düşünüyordu, şu yangın yerinde ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Daha bir kaç hafta önce Anadolu'da çok büyük bir güçken, her beyliğe, oymağa söz geçirip Kilikya'daki Ermeni'ye kan kustururken şimdi aşiretler bile onlara diş biliyordu. Ne yapıp edip bu hengamede babasının emaneti beyliği diri tutmalıydı. Yine güçlenmeliydi. Acaba Selçuklu ne yapacaktı? Hutenoğlu Bedreddin İbrahim'i Larende'ye* onlara baş olsun diye göndermişti ama o dahasını da bekliyordu. Bunla yetinmezdi herhalde Selçuklu. Bilmiyordu muydu yoksa güçlendiği ilk anda o Hutenoğlu'nu Larende'den atacaklarını? "Ben olsam..." Demişti, "Ben olsam böyle ussuzluk etmezdim!"

Yenilgiden sonra dağlara çekilmişlerdi ama Selçuklu başlarına Hutenoğlu İbrahim'i göndermeyi yeterli gördüğü için Ermenek'e dönüp orada kalmayı tercih ettiler. Mehmet Bey Ermenek'te bekledi, günler, haftalar bekledi. Otağından dışarı bile çıkmadı. Babasının ölümü üzerinden geçen zaman kırkı aşmıştı ama o yası bırakmamıştı. Tek o değil neredeyse hiç kimse yas etkisinden çıkamamıştı. Oysa ki o bey olarak umut vermeli, beyliği toparlamalı idi. Bir kaç kişi onu uyarmıştı ama tesirini görememişti. Babasının ölümü, amcalarının tutsak edilip ipte sallandırılması yenilip bu başıbozuk, çerisiz beyliğin tüm sorumluluğunun ona yüklenmesi onu çok yıpratmıştı. Daha çok gençti,  babasının ölümünü yersiz, zamansız buluyordu.

Bozca bu içine kapanıklık durumuna en çok içerleyenlerden biriydi, belkide ilkiydi. Yine de gidip konuşmuyordu. Belki de bu umutsuzluğu ona yakıştıramadığındandı. Oysa yenilgi haberini ilk getirdiğinde nasıl da parlamış, öç ateşiyle dolmuştu. Demek ki bu parlama anlık öfkenin ve hırsın etkisiyle idi. Aslı yoktu.

-Böyle giderse Karamanlı kendi kendine çürüyecek, düşmana gerek kalmadan yitip gidecek. Diye söylendi.

Sırtını bir ağaca yaslamış karakıldan yapılma Türkmen çadırlarını, Ermenek'teki eski, Ermeni, Rum  yapımı evleri izliyor, ara sıra karşılarında görünen bir dağın eteklerinde göz gezdiriyordu. Hemen yanında ise can dostu, andası Günseli oturmuş kaval çalıyordu. Bir de hüzünlü, ağlamaklı çalıyordu ki Bozca'nın derdini, sitemini arttırdıkça arttırıyordu. Alpler pek kaval çalmaz, çoban işi der dokunmazlardı. Herkes kendi işine odaklanmalı diye düşünürlerdi. İmam Osman'ın "Kişi neyi biliyorsa onu yapmalı, ötesine mecbur değilse karışmamalı." Sözü ata deyişi gibi dillere pelesenk olmuştu.Günseli tekti, çocukluğundan beri bildiği kavalı kuşağında taşır ancak sadece ikisi yalnızken çalardı.

O kaval çala, Bozca uzakları izleyedursun yanlarına iki koca sokuluverdi. İkisi de ak sakallı, hürmet görecek kişilerdi. Biri İmam Osman öbürü Durmuş Koca idi. İmam Osman Karaman Bey'in yakın dostu dini konularda yardımcısı aynı zamanda Mehmet Bey ve kardeşlerinin de hocasıydı. Durmuş Koca da yaşlı bir bey, sözü dinlenen bir kocaydı. İmam Osman kendilerini fark etmeyen iki alpe seslendi:

-Hayrola, tefekküre mi daldınız?

Kendilerine seslenildiğini duyan Bozca ve Günseli hemen toparlanıp ayağa kalktılar. Günseli kavalı kuşağına soktu. İmam Osman ve Durmuş Koca ile karşı karşıya gelince niyazda durmaya başladılar. İmam Osman kırmızı takkenin üstüne sarık geçirmişti, avurtları çökmüş suratında yaşlılık emaresi çizgiler kol geziyordu. Küçük, kuş delmiş ağzı yayılmış, gülümsüyor, yanlarına gelene kadar yorulmuş olması inip kalkan göğsünden ve soluk alıp verişinden belli oluyordu. Bozca cevap verdi:

-Tefek... O dediğin ne ola ki hocam? -İmam Osman'ın gülümsemesi bir kat arttı-

-Güzel bakmak demek Ali'm...-Bozca'nın diğer adı Ali'ydi. Ama ona bir Karaman Bey bir de İmam Osman Ali diye seslenirdi. Günseli karşısındakini unutup istemeden sözünü kesti:

-Hocam bu gavur ne bilir güzel bakmayı? Bunun işi asiliktir. -Kıkırdıyordu-

-Höst Ulan! Ne asiliğimizi gördün? -Araya bir küfür sıkıştıracaktı ama bu kocaların yanında edemeyeceğini düşünerek vazgeçti.- Bırakta hocam konuşsun. Neydi bu güzel bakmak?

-Baktığını güzel görmek, yorumlamak demek Ali'm.

-Güzel şey kaldı mı ki görelim?

-Kalmaz mı balam, kalmaz mı? Tanrı'nın güzel yarattığını çirkinleştirmeye kimin gücü yeter?

-Dağlar güzeldi Moğol yaktı, kentler güzeldi haçlı yıktı. Ben daha neyi nasıl güzel göreyim hocam? Canlarımız en güzeliydi onu da alıyorlar.

-Moğol o dağı yaktı da dağ kayıp mı oldu ha sıracalı Ali? Haçlı kenti yıktı da kendi taşıyan toprak hala yerinde duruyor. Canı veren de alan da Kadir Tanrı'dır. Can onun değil mi, istediği gibi kullanır. Bak şu Günseli'nin gözlerine.- Bozca döndü, Günseli'nin gözünün içine baktı. Göz göze gelince ikisinin de gülesi geldi, kendilerinin zor dizginlediler. Bu ikilinin herkesi çileden çıkaran huyuydu bu. En ciddi anda gülmek, en olmadık şeyi alaya almak.-

-Evet hocam? Dedi.

-Bu gözün bir eşini koskoca acun da bulabilin mi oğlum Ali? -Bozca başıyla "yok" işareti yaptı.- Bulaman tabi. İşte bu gözleri Allah yarattı. Bu onun güzelliğidir, eşi de benzeri de yoktur. -Anlatmaktan yorulmuş gibiydi.- Anladın mı Ali? -Bozca İmam Osman'ı haklı bulmuştu. Aslında inat eder daha konuşurdu, haksız olduğunu kolay kolay kabul etmezdi. Ama bu hocam dediği adamla daha nasıl inatlaşacaktı? Hem onun suyuna gitmesi gerekiyordu. O sevdiği kızın babasıydı. İsteyecekti babasından. Şu başlarındaki belaları bir savsın, isteyecekti.-

Türkan Kız! Ne de güzeldi. Küçük yuvarlak gözleriyle ne de güzel bakardı. Çeşmeden su alıp gelirken yüzüne bir gülümseme takıp salına salına gelişi Bozca'nın aklını başından alırdı. Hemen yanına gidip ibriklere yapışır:

-Ver taşıyayım. Derdi. Ötesine pek dili yetmezdi. Bozca Ali bu; ne bilir güzel sözler edip gönül çelmeyi? Türkan Kız da diretir de diretirdi.

-Yok, ben taşırım.

-Ver de taşıyım işte, kız başına yorulma.

-Buncağız ibrikten mi yorulacağım? Sultan kızı mıyım ben?

Bu böyle sürür giderdi. Bozca inatla yardım etmek ister, Türkan ise diretirdi. Bir gün yine çeşmeden su getirirken ayağını burkmuştu. Halihazırda onu izleyen Bozca koşarak gelmiş, Türkan yardım etmesine ilk kez o zaman izin vermişti. İbrikleri verirken bir de güzel bakmıştı gözlerinin içine, unutturmamacasına.

Bozca bunları düşünmeye dalmıştı ki İmam Osman onu düşlerinden uyandırdı.

-Neye daldın balam? Biz başka bir iş konuşmaya geldi seninle. Şu Durmuş Kocayı dinle bakalım.

-Oğlum Bozca kısa keseceğim. Git de şu Mehmet Bey ilen bir konuş. Otağından çıkmaz kukumav kuşu gibi oturur. Ne bir iş gördüğü var ne dışarı çıktığı. Türkmen dedesini de babasını da çok severdi. Hatırı vardır, gitsin çeri istesin, elbet yardım gelir. Öç almaya hazırlansın.

-Olur derim de...

-Ee?

-Yersizce konuştuysam  bağışla, siz niye demezsiniz?

-Dinlemez ki. Çok gittik yanına, daha kara giyitlerini çıkarmamış. Az daha giyse al karısının eteği gibi üstüne yapışacak.  Seni öz ağası yerine koyar, sözünü dinler. Daha çok toy, bir ağa, kılavuz gerek ona. Bozca eski günleri hatırlamasıyla neşelenir gibi oldu. Anasını, babasını ve bacısını Moğollar öldürmüştü. Karaman Bey onu himayesine almış kendi yetiştirmesi yapmıştı. Öz oğullarından da bir kez olsun ayırt etmemişti. Mehmet Bey'den bir kaç yaş büyük olduğundan hem ona hem öbür kardeşlerine ağabeylik yapmıştı. Onu çok sever, sayarlardı.

-Tamam. Dedi. Hele bir sabah olsun gider konuşurum.​


Sabah olunca Bozca'nın ilk işi Mehmet Bey'in yanına gitmek oldu. Otağa girince onu kara giyimler içinde yine kara sukarlaç bir börk giymiş, gözleri uykusuzluktan içine göçmüş halde buldu. Mehmet Bey onu karşıladı, içi yün dolu işlemeli minderlerden birine oturttu.

-Açlığın var mı? Ekmek çıkartayım.

-Yok beyim sağ ol. Ama ayranını içerim. -Mehmet Bey'in işaretiyle birlikte bir halayık ayran getirmek için çıktı.

-Ee, nasılsın Bozca ağam? Eyice misin?

-Kötüyüm beyin. Sıkıntılıyım hemi de şikayetçiyim.

-Neyden, kimden şikayetçisin?

-Senden şikayetçiyim. -Mehmet Bey anlamıştı. Yine otağdan çık karaları çıkarıp yası bırak diyeceklerdi. Bıkkınlıkla ofladı.

-Neyden şikayetçisin? Aha bu kör olası otağdan çıkmıyorum diye mi? Çıksam neye yarayacak? Aha bu kör olası kara giyimleri çıkarsam, akları giyinip düğün etsem neye yarayacak? Ne oldu Bozca ağam, niye sustun kaldın? Bir şeyler söylesene.

-Çok şeye yarayacak. Tüm Türkmen ağzının içine bakıyor. Sen hala burada otur. Sonra da öç almaktan söz et.-Beye karşı çok ileri gittiğini fark etti. Aşırı açık sözlüydü Bozca, lafını esirgemezdi. Yine de sesini inceltti.- Otağından çık, Karamanlıyı topla, silkin. Sonra tüm Türkmen peşine gelir.

-Nere gideyim? Selçukluylan Tatar* her yeri tuttu, geçit vermez.

-Beyim avulun içinden çık demedim ki. Gitme bir yere, ben senin yerine giderim. Sen burada dur, gez göz yanlış gördüğünü düzelt. Korkarlar Karamanlı çöktü, yıkıldı deyü.

-Ne severlermiş benim yüzümü, gözümü meğerse(!) Sanırsın Baba İshak'ın yüzü, gözü. Mehmet Bey konuşmaktan iyice yılmıştı.

-Severler tabi. Senden yiğidini kim görmüş? Vallahi beyim ya çıkar başımıza buyruk olursun. Kaçan* sana canımı veririm. Yok ben burada oturacağım bir yere de gitmeyeceğim diyorsan ben yokum. Gider bulduğum düşmanı biçerim, artık leşimi de nereden bulursunuz bilmem! Bak beyim, beylik tanrı armağanıdır. Ama hemi de beladır bela. Bey yas tutamaz, çok sevinemez. Beyin boş vakıtı olmaz. Senin görevin karabuduna hizmet etmektir, beyliğin şanına kapılmayasın! Bey isen bey gibi davran. Yoksa bırak küçüklerinden biri bey olsun. 

Otağın içinde derin bir sessizlik oldu. Bozca son cümleleri sesini yükselterek söylemişti. Otağda herkes olacakları bekliyordu. Mehmet Bey öfkeden kıpkırmızı kesildi. Etraflarında ki halayıklar, hizmetçiler korktular. Bir tarafta Mehmet Bey bir tarafta Bozca Ali! Kolay yenilecek yutulacak cinsten adam değildi Bozca Ali. Onun üstüne kılıç kullanan bulunmazdı. Açık sözlülüğü herkes tarafından bilinirdi ama şimdi bildiğin beyi azarlıyordu. Bozca Ali de burnundan soluyordu. Küçük gözleri öfkeden büyümüştü. Sağ elinin baş parmağıyla şehadet parmağının tırnağını itip çekiyordu. Öfkelenince yapardı bunu, ona acı verirdi ama öfkesini de bir nebze alırdı. O hala Mehmet'i eski Mehmet sanıyordu, küçük Mehmet. O da onun ağabeyi ya dilediğinde azarlayabilirdi. Onun artık bey olduğunu unutmuştu. Öfkesi geçmemişti, geçmemişti ya onun bey olduğu hatırına gelmişti. Korkusundan değil de Mehmet Bey'in küçük düşmemesi için özür dileyecekti.

Mehmet Bey ise hem bu küçük düşürme karşısında bir ceza vermeli diye düşünüyor hem de onun haklı olduğunu yavaş yavaş kabul etmekle beraber açık sözlülüğü ile de tanınmış bu adamı af etmek istiyordu. Sonuçta ağabeyi sayılırdı. Daha demin istedikleri ayranları getiren halayık kızın elleri titriyor, korkudan ayranları uzatamıyordu. Bozca'nın ağzından neredeyse hiç duyulmayan bir söz çıkınca ortam yumuşadı, rahatladı. Bozca çok sık özür dilemez, dileyecek işler de yapmamaya çalışırdı.

-Kusura kalma beyim, öfkemden oldu, bağışla.-Mehmet Bey gülümsedi. Kollarını iki yana açtı-

-Estağfurullah, ağamsın. Olur öyle.

Yumuşak minderlere geri oturdular. Mehmet Bey ayran dolu tasları aldı. Birini Bozca'ya verdikten sonra tepesine dikip içti. Bozca da aynısını yaptı. Mehmet Bey içli bir "oh" çektikten sonra. Bozca'ya döndü.

-Haklısın ağam aslında. Böyle olmayacak, ben yarın bir iş Larende'ye gidip anamı göreyim.-Mehmet Bey'in annesi baskın veya savaş olursa yanlarında başına bir kötülük gelmesin diye Larende'de oturuyordu.- Halini hatırını sorup diyeceğini alayım. Ondan ağrı* her beye, oymağa gider çeri ister, destek isteriz.

-Hutenoğlu'na çaktırmamak gerek. Hinoğlu ne yapacağı belli olmaz. Bir kere gördüydüm gözüm hiç tutmadı onu, çıyan gibi bakıyor.

-Senin gözün kimi tuttu ki Bozca ağam? -Gülümsedi-

-Seni tuttu beyim, aha bir de bizim Günseli soyhasını beyim.-Kahkaha attılar-

-Neyse artık, yarın olsun konuşuruz yine.

-Beyim Hutenoğlu deyince aklıma geldi. Bu sana Larende'de bir iş etmesin? İyisi mi ben de geleyim seninle.

-Edecek olsa şimdiyece ederdi ya ağam. Elinde o güç vardı, etmedi. Ama bence de gel anamızı görürüz. -Anamızı sözcüğünü bastırarak söylemişti, eskileri hatırlamak, kardeşten farksız olduklarını yenilemek için. Sadece ikisinin anlayabileceği tatlı, yalın, katıksız bir gülücükle baktılar birbirlerine. Zaman Karamanlı'ya hayır mı şer mi getirecek bilinmez ama rahatlık getirmeyeceği kesindi.​





 
Yeni bölüm, uzun bir aradan sonra geldi. Bu arayı araştırma yapmakla geçirdim. İlk bölüm dahilinde tarihi hatalar yapmışım onları sonradan düzeltirim, eğer anlarsanız takılmayın. :smile:

Mehmet Bey günlerdir otağından dışarı adım atmıyordu. Babası öldü öleli işleri eline almıştı ama bu ele alma otağın içinden buyruk yağdırmaktan ileri gitmiyordu. Kardeşleri aracılığıyla tüm avula verdiği buyruklar düzeni bir süreliğine sağlamasına sağlıyor, varlığını hissettiriyordu ama Karamanlı Türkmen'in gönlünü kırıyor, gözlerinde alçaltıyordu."Selçuk Sultanı" gibi yakıştırmalar yapılıyordu.

Mehmet Bey duydu, duymazlıktan, anladı anlamazlıktan geldi. O umursamıyordu şimdilik. Düşünüyordu, şu yangın yerinde ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Daha bir kaç hafta önce Anadolu'da çok büyük bir güçken, her beyliğe, oymağa söz geçirip Kilikya'daki Ermeni'ye kan kustururken şimdi aşiretler bile onlara diş biliyordu. Ne yapıp edip bu hengamede babasının emaneti beyliği diri tutmalıydı. Yine güçlenmeliydi. Acaba Selçuklu ne yapacaktı? Hutenoğlu Bedreddin İbrahim'i Larende'ye* onlara baş olsun diye göndermişti ama o dahasını da bekliyordu. Bunla yetinmezdi herhalde Selçuklu. Bilmiyordu muydu yoksa güçlendiği ilk anda o Hutenoğlu'nu Larende'den atacaklarını? "Ben olsam..." Demişti, "Ben olsam böyle ussuzluk etmezdim!"

Yenilgiden sonra dağlara çekilmişlerdi ama Selçuklu başlarına Hutenoğlu İbrahim'i göndermeyi yeterli gördüğü için Ermenek'e dönüp orada kalmayı tercih ettiler. Mehmet Bey Ermenek'te bekledi, günler, haftalar bekledi. Otağından dışarı bile çıkmadı. Babasının ölümü üzerinden geçen zaman kırkı aşmıştı ama o yası bırakmamıştı. Tek o değil neredeyse hiç kimse yas etkisinden çıkamamıştı. Oysa ki o bey olarak umut vermeli, beyliği toparlamalı idi. Bir kaç kişi onu uyarmıştı ama tesirini görememişti. Babasının ölümü, amcalarının tutsak edilip ipte sallandırılması yenilip bu başıbozuk, çerisiz beyliğin tüm sorumluluğunun ona yüklenmesi onu çok yıpratmıştı. Daha çok gençti,  babasının ölümünü yersiz, zamansız buluyordu.

Bozca bu içine kapanıklık durumuna en çok içerleyenlerden biriydi, belkide ilkiydi. Yine de gidip konuşmuyordu. Belki de bu umutsuzluğu ona yakıştıramadığındandı. Oysa yenilgi haberini ilk getirdiğinde nasıl da parlamış, öç ateşiyle dolmuştu. Demek ki bu parlama anlık öfkenin ve hırsın etkisiyle idi. Aslı yoktu.

-Böyle giderse Karamanlı kendi kendine çürüyecek, düşmana gerek kalmadan yitip gidecek. Diye söylendi.

Sırtını bir ağaca yaslamış karakıldan yapılma Türkmen çadırlarını, Ermenek'teki eski, Ermeni, Rum  yapımı evleri izliyor, ara sıra karşılarında görünen bir dağın eteklerinde göz gezdiriyordu. Hemen yanında ise can dostu, andası Günseli oturmuş kaval çalıyordu. Bir de hüzünlü, ağlamaklı çalıyordu ki Bozca'nın derdini, sitemini arttırdıkça arttırıyordu. Alpler pek kaval çalmaz, çoban işi der dokunmazlardı. Herkes kendi işine odaklanmalı diye düşünürlerdi. İmam Osman'ın "Kişi neyi biliyorsa onu yapmalı, ötesine mecbur değilse karışmamalı." Sözü ata deyişi gibi dillere pelesenk olmuştu.Günseli tekti, çocukluğundan beri bildiği kavalı kuşağında taşır ancak sadece ikisi yalnızken çalardı.

O kaval çala, Bozca uzakları izleyedursun yanlarına iki koca sokuluverdi. İkisi de ak sakallı, hürmet görecek kişilerdi. Biri İmam Osman öbürü Durmuş Koca idi. İmam Osman Karaman Bey'in yakın dostu dini konularda yardımcısı aynı zamanda Mehmet Bey ve kardeşlerinin de hocasıydı. Durmuş Koca da yaşlı bir bey, sözü dinlenen bir kocaydı. İmam Osman kendilerini fark etmeyen iki alpe seslendi:

-Hayrola, tefekküre mi daldınız?

Kendilerine seslenildiğini duyan Bozca ve Günseli hemen toparlanıp ayağa kalktılar. Günseli kavalı kuşağına soktu. İmam Osman ve Durmuş Koca ile karşı karşıya gelince niyazda durmaya başladılar. İmam Osman kırmızı takkenin üstüne sarık geçirmişti, avurtları çökmüş suratında yaşlılık emaresi çizgiler kol geziyordu. Küçük, kuş delmiş ağzı yayılmış, gülümsüyor, yanlarına gelene kadar yorulmuş olması inip kalkan göğsünden ve soluk alıp verişinden belli oluyordu. Bozca cevap verdi:

-Tefek... O dediğin ne ola ki hocam? -İmam Osman'ın gülümsemesi bir kat arttı-

-Güzel bakmak demek Ali'm...-Bozca'nın diğer adı Ali'ydi. Ama ona bir Karaman Bey bir de İmam Osman Ali diye seslenirdi. Günseli karşısındakini unutup istemeden sözünü kesti:

-Hocam bu gavur ne bilir güzel bakmayı? Bunun işi asiliktir. -Kıkırdıyordu-

-Höst Ulan! Ne asiliğimizi gördün? -Araya bir küfür sıkıştıracaktı ama bu kocaların yanında edemeyeceğini düşünerek vazgeçti.- Bırakta hocam konuşsun. Neydi bu güzel bakmak?

-Baktığını güzel görmek, yorumlamak demek Ali'm.

-Güzel şey kaldı mı ki görelim?

-Kalmaz mı balam, kalmaz mı? Tanrı'nın güzel yarattığını çirkinleştirmeye kimin gücü yeter?

-Dağlar güzeldi Moğol yaktı, kentler güzeldi haçlı yıktı. Ben daha neyi nasıl güzel göreyim hocam? Canlarımız en güzeliydi onu da alıyorlar.

-Moğol o dağı yaktı da dağ kayıp mı oldu ha sıracalı Ali? Haçlı kenti yıktı da kendi taşıyan toprak hala yerinde duruyor. Canı veren de alan da Kadir Tanrı'dır. Can onun değil mi, istediği gibi kullanır. Bak şu Günseli'nin gözlerine.- Bozca döndü, Günseli'nin gözünün içine baktı. Göz göze gelince ikisinin de gülesi geldi, kendilerinin zor dizginlediler. Bu ikilinin herkesi çileden çıkaran huyuydu bu. En ciddi anda gülmek, en olmadık şeyi alaya almak.-

-Evet hocam? Dedi.

-Bu gözün bir eşini koskoca acun da bulabilin mi oğlum Ali? -Bozca başıyla "yok" işareti yaptı.- Bulaman tabi. İşte bu gözleri Allah yarattı. Bu onun güzelliğidir, eşi de benzeri de yoktur. -Anlatmaktan yorulmuş gibiydi.- Anladın mı Ali? -Bozca İmam Osman'ı haklı bulmuştu. Aslında inat eder daha konuşurdu, haksız olduğunu kolay kolay kabul etmezdi. Ama bu hocam dediği adamla daha nasıl inatlaşacaktı? Hem onun suyuna gitmesi gerekiyordu. O sevdiği kızın babasıydı. İsteyecekti babasından. Şu başlarındaki belaları bir savsın, isteyecekti.-

Türkan Kız! Ne de güzeldi. Küçük yuvarlak gözleriyle ne de güzel bakardı. Çeşmeden su alıp gelirken yüzüne bir gülümseme takıp salına salına gelişi Bozca'nın aklını başından alırdı. Hemen yanına gidip ibriklere yapışır:

-Ver taşıyayım. Derdi. Ötesine pek dili yetmezdi. Bozca Ali bu; ne bilir güzel sözler edip gönül çelmeyi? Türkan Kız da diretir de diretirdi.

-Yok, ben taşırım.

-Ver de taşıyım işte, kız başına yorulma.

-Buncağız ibrikten mi yorulacağım? Sultan kızı mıyım ben?

Bu böyle sürür giderdi. Bozca inatla yardım etmek ister, Türkan ise diretirdi. Bir gün yine çeşmeden su getirirken ayağını burkmuştu. Halihazırda onu izleyen Bozca koşarak gelmiş, Türkan yardım etmesine ilk kez o zaman izin vermişti. İbrikleri verirken bir de güzel bakmıştı gözlerinin içine, unutturmamacasına.

Bozca bunları düşünmeye dalmıştı ki İmam Osman onu düşlerinden uyandırdı.

-Neye daldın balam? Biz başka bir iş konuşmaya geldi seninle. Şu Durmuş Kocayı dinle bakalım.

-Oğlum Bozca kısa keseceğim. Git de şu Mehmet Bey ilen bir konuş. Otağından çıkmaz kukumav kuşu gibi oturur. Ne bir iş gördüğü var ne dışarı çıktığı. Türkmen dedesini de babasını da çok severdi. Hatırı vardır, gitsin çeri istesin, elbet yardım gelir. Öç almaya hazırlansın.

-Olur derim de...

-Ee?

-Yersizce konuştuysam  bağışla, siz niye demezsiniz?

-Dinlemez ki. Çok gittik yanına, daha kara giyitlerini çıkarmamış. Az daha giyse al karısının eteği gibi üstüne yapışacak.  Seni öz ağası yerine koyar, sözünü dinler. Daha çok toy, bir ağa, kılavuz gerek ona. Bozca eski günleri hatırlamasıyla neşelenir gibi oldu. Anasını, babasını ve bacısını Moğollar öldürmüştü. Karaman Bey onu himayesine almış kendi yetiştirmesi yapmıştı. Öz oğullarından da bir kez olsun ayırt etmemişti. Mehmet Bey'den bir kaç yaş büyük olduğundan hem ona hem öbür kardeşlerine ağabeylik yapmıştı. Onu çok sever, sayarlardı.

-Tamam. Dedi. Hele bir sabah olsun gider konuşurum.
 
Sabah olunca Bozca'nın ilk işi Mehmet Bey'in yanına gitmek oldu. Otağa girince onu kara giyimler içinde yine kara sukarlaç bir börk giymiş, gözleri uykusuzluktan içine göçmüş halde buldu. Mehmet Bey onu karşıladı, içi yün dolu işlemeli minderlerden birine oturttu.

-Açlığın var mı? Ekmek çıkartayım.

-Yok beyim sağ ol. Ama ayranını içerim. -Mehmet Bey'in işaretiyle birlikte bir halayık ayran getirmek için çıktı.

-Ee, nasılsın Bozca ağam? Eyice misin?

-Kötüyüm beyin. Sıkıntılıyım hemi de şikayetçiyim.

-Neyden, kimden şikayetçisin?

-Senden şikayetçiyim. -Mehmet Bey anlamıştı. Yine otağdan çık karaları çıkarıp yası bırak diyeceklerdi. Bıkkınlıkla ofladı.

-Neyden şikayetçisin? Aha bu kör olası otağdan çıkmıyorum diye mi? Çıksam neye yarayacak? Aha bu kör olası kara giyimleri çıkarsam, akları giyinip düğün etsem neye yarayacak? Ne oldu Bozca ağam, niye sustun kaldın? Bir şeyler söylesene.

-Çok şeye yarayacak. Tüm Türkmen ağzının içine bakıyor. Sen hala burada otur. Sonra da öç almaktan söz et.-Beye karşı çok ileri gittiğini fark etti. Aşırı açık sözlüydü Bozca, lafını esirgemezdi. Yine de sesini inceltti.- Otağından çık, Karamanlıyı topla, silkin. Sonra tüm Türkmen peşine gelir.

-Nere gideyim? Selçukluylan Tatar* her yeri tuttu, geçit vermez.

-Beyim avulun içinden çık demedim ki. Gitme bir yere, ben senin yerine giderim. Sen burada dur, gez göz yanlış gördüğünü düzelt. Korkarlar Karamanlı çöktü, yıkıldı deyü.

-Ne severlermiş benim yüzümü, gözümü meğerse(!) Sanırsın Baba İshak'ın yüzü, gözü. Mehmet Bey konuşmaktan iyice yılmıştı.

-Severler tabi. Senden yiğidini kim görmüş? Vallahi beyim ya çıkar başımıza buyruk olursun. Kaçan* sana canımı veririm. Yok ben burada oturacağım bir yere de gitmeyeceğim diyorsan ben yokum. Gider bulduğum düşmanı biçerim, artık leşimi de nereden bulursunuz bilmem! Bak beyim, beylik tanrı armağanıdır. Ama hemi de beladır bela. Bey yas tutamaz, çok sevinemez. Beyin boş vakıtı olmaz. Senin görevin karabuduna hizmet etmektir, beyliğin şanına kapılmayasın! Bey isen bey gibi davran. Yoksa bırak küçüklerinden biri bey olsun. 

Otağın içinde derin bir sessizlik oldu. Bozca son cümleleri sesini yükselterek söylemişti. Otağda herkes olacakları bekliyordu. Mehmet Bey öfkeden kıpkırmızı kesildi. Etraflarında ki halayıklar, hizmetçiler korktular. Bir tarafta Mehmet Bey bir tarafta Bozca Ali! Kolay yenilecek yutulacak cinsten adam değildi Bozca Ali. Onun üstüne kılıç kullanan bulunmazdı. Açık sözlülüğü herkes tarafından bilinirdi ama şimdi bildiğin beyi azarlıyordu. Bozca Ali de burnundan soluyordu. Küçük gözleri öfkeden büyümüştü. Sağ elinin baş parmağıyla şehadet parmağının tırnağını itip çekiyordu. Öfkelenince yapardı bunu, ona acı verirdi ama öfkesini de bir nebze alırdı. O hala Mehmet'i eski Mehmet sanıyordu, küçük Mehmet. O da onun ağabeyi ya dilediğinde azarlayabilirdi. Onun artık bey olduğunu unutmuştu. Öfkesi geçmemişti, geçmemişti ya onun bey olduğu hatırına gelmişti. Korkusundan değil de Mehmet Bey'in küçük düşmemesi için özür dileyecekti.

Mehmet Bey ise hem bu küçük düşürme karşısında bir ceza vermeli diye düşünüyor hem de onun haklı olduğunu yavaş yavaş kabul etmekle beraber açık sözlülüğü ile de tanınmış bu adamı af etmek istiyordu. Sonuçta ağabeyi sayılırdı. Daha demin istedikleri ayranları getiren halayık kızın elleri titriyor, korkudan ayranları uzatamıyordu. Bozca'nın ağzından neredeyse hiç duyulmayan bir söz çıkınca ortam yumuşadı, rahatladı. Bozca çok sık özür dilemez, dileyecek işler de yapmamaya çalışırdı.

-Kusura kalma beyim, öfkemden oldu, bağışla.-Mehmet Bey gülümsedi. Kollarını iki yana açtı-

-Estağfurullah, ağamsın. Olur öyle.

Yumuşak minderlere geri oturdular. Mehmet Bey ayran dolu tasları aldı. Birini Bozca'ya verdikten sonra tepesine dikip içti. Bozca da aynısını yaptı. Mehmet Bey içli bir "oh" çektikten sonra. Bozca'ya döndü.

-Haklısın ağam aslında. Böyle olmayacak, ben yarın bir iş Larende'ye gidip anamı göreyim.-Mehmet Bey'in annesi baskın veya savaş olursa yanlarında başına bir kötülük gelmesin diye Larende'de oturuyordu.- Halini hatırını sorup diyeceğini alayım. Ondan ağrı* her beye, oymağa gider çeri ister, destek isteriz.

-Hutenoğlu'na çaktırmamak gerek. Hinoğlu ne yapacağı belli olmaz. Bir kere gördüydüm gözüm hiç tutmadı onu, çıyan gibi bakıyor.

-Senin gözün kimi tuttu ki Bozca ağam? -Gülümsedi-

-Seni tuttu beyim, aha bir de bizim Günseli soyhasını beyim.-Kahkaha attılar-

-Neyse artık, yarın olsun konuşuruz yine.

-Beyim Hutenoğlu deyince aklıma geldi. Bu sana Larende'de bir iş etmesin? İyisi mi ben de geleyim seninle.

-Edecek olsa şimdiyece ederdi ya ağam. Elinde o güç vardı, etmedi. Ama bence de gel anamızı görürüz. -Anamızı sözcüğünü bastırarak söylemişti, eskileri hatırlamak, kardeşten farksız olduklarını yenilemek için. Sadece ikisinin anlayabileceği tatlı, yalın, katıksız bir gülücükle baktılar birbirlerine. Zaman Karamanlı'ya hayır mı şer mi getirecek bilinmez ama rahatlık getirmeyeceği kesin.


Tatar: O dönemde Türkler Moğollara Tatar diyorlardı.  En azından Anadolulu Türkler.

Kaçan: Ne zaman? Anlamına gelen Türkçe sözcük, bugün Karadeniz'de "haçan" olarak kullanılır.

Ağrı: "Sonra" anlamı katar. Şundan ağrı vb. Kullanım yerine göre "o yönde" anlamı da katabilir.
 
İlk bölümü okudum çok güzeldi resmen beni o tarihe profesyonelce götürdü ancak ilk bölümde olaylar çok hızlı gelişti.  :grin: zamanım olunca ikinci bölüme başlarım.  Kolay gelsin, takipteyim.  :smile:
 
Geri Dönmene Çok Sevindim, Umarım Önceki Hikayen Gibi Güzel Olur :smile: Başarılar,Takipteyim.
 
Hepinize çok teşekkürler arkadaşlar önceki hikayelerim kendimi geliştirme amaçlıydı. Bunun ise sonunu getirmeyi düşünüyorum.

Suqlat: Dostum aslında pek hızlı denilemez, haber geliyor ve hızla eylem gerçekleşiyor. O iki olay arasında pek bir zaman farkı yok. Saat farkı var. Çok teşekkür ederim yorumun için :smile:
 
Tan yerinin yavaş yavaş ağarmaya başlamasıyla İmam Osman kentin tepesindeki kiliseden bozma caminin kısa minaresinde gür sesiyle ezanı okumaya başladı. Ermenek'in sırtını yasladığı dağlardan esen serin rüzgar tepeden inmeye başlıyor, evleri geçip kent ve Göksu nehri arasındaki ormanın ağaçlarını yalayıp geçiyor, nehrin dibindeki kızıl renk işlemeli Türkmen çadırlarına ulaşıyordu. Aynı rüzgar minarenin tepesindeki İmam Osman'a herkesten çok işliyor, üşütüyordu. O ise üşüdükçe sesini gürleştiriyor hatta güzelleştiriyordu. Daha güneş ışıkları yeryüzüne iyi vuramaz, ışıtamazken sessizliğin içinden gelen rüzgar ve ezan sesi şüphesiz insanın gönlüne ürpertiyle karışık bir huzur veriyordu.

Bu sesle uyanmaya alışmış Türkmen, döşeklerinden kalkmaya başlamıştı. Uyudukları yerden kalkıyor usulca giysilerini giyiyorlardı. Büyük bir kısmı evlerinden çıkmış üşümemek için giysilerine sıkıca sarınarak camiye doğru gidiyordu.  Kimilerinin yanında çocukları elinden tutmuş onunla beraber camiye geliyordu. Saba makamı ile okunan sabah ezanının uzun sürdüğünü bilen insanlar acele etmiyordu. Adımları sakindi. Kentin en tepesindeki otağda da bir hareketlilik vardı. Mehmet Bey annesini görmek için Larende'ye gideceğinden azık hazırlatıyor, giyiniyordu. Kardeşi Güneri'yle sırayla birbirlerinin eline su döküp abdest aldıktan sonra Üstüne sade, mavi bir çapan altına kara bol bir tuman giydi. Tumanın paçalarını sahtiyandan çizmesinin içine sokmuştu. Atının hazırlanmasını istedi. Biraz sonra tavladan yağır bir Arap atı getirdiler. Kuyruğu dimdik havadaydı. Asil bir görüntüsü, iki tam sekisi vardı. At uşağı yedek at isteyip istemediğini sorunca.

-Yok, uzak yere gitmiyoruz. Diye cevap verdi. Atına güveniyordu, yedeğe gerek yoktu. Ezanın bitmesine az kalmıştı, "Yetişeyim, oradan Bozca ağamı da alır yola çıkarım." Diye düşündü. Ezan devam ediyordu.

-Hayye alel felah! Hayye alel felah!"

Kardeşleri nerede kalmıştı? İçeriye kafasını uzatarak seslendi:

-Güneri! Tanu! Neyi beklersiz daha? Eğleşmeyin.

Güneri ve Tanu daha ağabeylerinin sözü bitmeden otağdan fırladılar. İki kardeşleri daha vardı; Halil ve Zekeriya. Fakat daha yaşları çok küçük olduğu için erkenden uyandırmıyorlardı. Mehmet Bey ata binmeye gerek duymadan yularını alıp yürümeye başladı. Kardeşleri de peşinden geliyorlardı.

-Esselatü hayrun minen nevm!

Adımlarını hızlandırdılar. Mehmet Bey bir eliyle atın yularını tutarken solundaki Tanu'nun yanağını ve saçlarını okşadı. Kısa bir yarenlik edip birbirlerine hal hatır sordular. Camiye yaklaştıklarında imam tekbir getiriyordu.

-Allahu Ekber, Allahu Ekber!

Ezan tam bittiğinde camiye girmişlerdi. Kaç gündür otağından çıkmayan Mehmet Bey'i camide gören cemaat şaşırmış bir o kadar da mutlu olmuştu. İmanı tam olan beyi severdi Türkmen. Sütunlara ve duvara yaslanmış İmam'ın ezanı bitirmesini bekleyenler onu görünce ayağa kalktılar. Bozca Ali de onların arasındaydı. Mehmet Bey de buna şaşırmıştı işte! Bozca'nın sabah namazı kıldığını pek gören olmamıştı. Kılsa bile camiye gelmez evinde kılardı. Diğerlerinden biraz daha geç uyanırdı o, uykuyu severdi. Mehmet Bey kendisine sevecenlik ve saygı ile bakan cemaate elini göğsüne koyarak selam verdi. Cemaat hep bir ağızdan selamı aldı:

-Aleyküm selam!

Bu sırada İmam Osman'da gelmişti. Mehmet Bey'i görünce herkesten çok o sevinip mutlu olmuştu. Kaç haftadır kendilerini umutsuzluğa iten, akıllarına vesvese getirtilmesine neden olan Mehmet Bey karşılarındaydı işte! Dimdik, vakarlı. Sadece tek bir görünmesiyle gönüllere umut vermişti Mehmet Bey. İmam Osman Bozca Ali'nin onunla konuşmasının etkili olduğunu görünce ona baktı. Hayret, Bozca da kendisine bakıyordu. Kısa bir gülümsemeden sonra sessizce "Afferim." dedi.

İmam Osman sırtındaki cübbesini çıkartıp Mehmet Bey'e uzattı. Bey buradaysa namazı onun kıldırması gerekiyordu. Bey başta olmalıydı.

-Buyur beyim, sen kıldır namazı.

-Yok hocam, kıldır sen. Benden eyi bilirsin. Senin kıldırman daha doğru olur. Daha sonra inşallah.

-Peki beyim sen öyle diyorsan. İmam Osman fazla uzatmaya gerek duymamıştı. Geçti namazı kıldırdı.

                                                                            .  .  .


Mehmet Bey ve Bozca Ali atlarına binmiş nehrin kenarındaki ağaçlıklı, toprak yoldan Larende'ye doğru gidiyorlardı. Göksu'yu geride bırakmışlardı. Atları eşkin gidişliydi. Nehrin öte yakası onların yürüdüğü yola göre daha açıktaydı. Açık olan kısmın arkasında ise kayalıklar ve çıplak bir tepe duruyordu. Sağ taraflarında ise orman vardı. Hemen yanlarından Göksu nehri kıvrımlı biçimde akıyordu.

Bozca Ali mutluydu. Bir işin peşinde olmak, uğraşmak onu mutlu ediyordu. Umutluydu da. Mehmet Bey'le öclerini alacak, Türk yurdunu Moğol zulmünden kurtaracaklardı. Hele biraz vakit geçsindi, soyları soylansın, boyları boylansındı. Sonrasında önce Hutenoğlu'nu devireceklerdi. Mehmet Bey'in de keyfi yerindeydi. Anasını çok özlemişti onu görmek için sabırsızlanıyordu. Biraz sonra nehir kıvrılarak Batıya doğru devam etti. Karşılarında küçük taştan bir köprü vardı, köprüyü geçip nehiri geride bıraktılar. Vakit akşama yaklaşıyordu. Uzun zamandır yoldaydılar. Karınları bir hayli acıkmıştı. Mehmet Bey:

-Şurada duralım da hem ikindiyi kılarız hemi de bir şeyler yeriz.

-Olur beyim, benim de karnım acıkmıştı.

Atlarını durdurup yanlarındaki ağaca bağladılar. Kendileri de onun hemen yanındaki başka bir ağacın dibine azıklarını yığdılar. Bozca:

-Beyim, sıraylan kılsak daha yahşıdır. Ne olacağı belli olmaz. Bakarsın Kara Tatar gelir, bilmem ne gelir. Sen kıl sonra da ben kılarım.

Mehmet Bey kabul etti ve abdest almak için nehrin kenarına gitti. Bozca karnının açlığını bastırırken bir yandan da Mehmet Bey'in nehirden abdest alışını ve namaz kılışını izledi. Sağına soluna, etrafına iyice bakıyor, tetikte bekliyordu. Mehmet Bey namazını bitirdikten sonra Bozca namaza durdu. Sünneti bitirip farzın da son rekatına geldi. Kıyamda beklerken Mehmet Bey'in sessiz, yarı endişeli "Bozca ağam." diye seslenişini duydu. Ardından at nalının koşarken çıkardığı ses de gelince namazı bozdu. Sağ eli direk belindeki kılıcın kabzasına gitti. Dönüp baktı. Onlara doğru on atlı geliyordu. Mehmet Bey Bozca'ya namazı bozdurduğuna pişman olmuştu. Sonuçta gelenler zararsız olabilirdi. Gerçi şu tehlikeli yollarda böyle kalabalık biçimde dört nala kim gidebilirdi ki? Bu adamlar zararsız bile olsa ortada bir tehlikenin olduğu kesin gibiydi. 

Atlarına binip beklemeye başladılar. On atlı birden karşılarına dikildi. En önde liderleri olduğu belli olan garip bir sarık takmış uzun burunlu, çarpık ağızlı biri vardı. Orta boyluydu. Belinden uzun, düz bir kılıç sallanıyordu. Süslü bir giyinişe sahipti. Arkasındaki dokuz atlı da sinsi bakışlı, tilkiye benzeyen adamlardı. Mehmet Bey ve Bozca'ya aşağılayarak bakıyor, gözlerini üzerlerinden ayırmıyorlardı. Bozca bu bakışlardan oldukça rahatsız olmuştu karşısındakileri tepelemek için Mehmet Bey'in tek desturunu bekliyordu. Bozca'ydı bu en küçük şeyden nem kapar kimseyi kolay kolay sevmezdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Atlıların lideri gibi görünen adam yanındaki atlıya baktı bir de Mehmet Bey'i çenesiyle işaret etti. Bir şey sorar gibiydi. Adam cevap verdi.

-Hee bu işte.

-Emin misin?

-Kesinkes eminim, bu işte Mehmet.

Mehmet Bey öfkelenip söze atıldı.

-Bir şey soracaksan bana sor kardaş, dilim lal değil. Yiğit adam sözünü esirgemezmiş, yiğitsen sen de esirgeme.-Ortam iyice gerilmişti.-

-Sorayım. Sen Karaman'ın eniği Mehmet misin? -Bu söz Mehmet Bey ve Bozca'yı çileden çıkarmaya yetmişti.-

Bozca ve Mehmet Bey kılıçlarını çektiler. Karşılarındakiler de çekmişti. Konuşmayı uzatmadan düşmanlarının üstüne atıldılar. On kişiye karşı iki kişi amansız bir kılıç dövüşü başlamıştı.Daha dövüşün ilk başında Bozca bir kişiyi devirmişti. Karşılarındaki atlılar etraflarını sarmaya çalışıyordu. Arkalarını verecek bir duvar falan da yoktu. Anlaşmış gibi nehre yaklaşıp birbirlerine sırtlarını dönerek çevrilmeyi engelledilerse de karşılarındaki dokuz kişi onları yormaya başlamıştı. Bozca kılıcıyla rakibinin bir hamlesini çeldikten sonra bağırdı.

-Boynu altında kalasıca itler! Sizde hiç erlik yok mu?

Cevap gelmemişti. Bozca iyice öfkelendi karşısındakine öfkeyle kör bir hamle yaptı. Hamle yaparken büyük açık vermişti ama neyse ki bu hızlı hamlenin şaşkınlığında olan rakipleri açıktan faydalanamamış aralarından biri göğsü orta yerinden derince yarılmış şekilde atından düştü. Bozca bağırmaya devam etti:

-Ulan insan eti yemiş kancıklar! Tek tek gelsenize! Mehmet Bey kan ter içinde kalmış şekilde Bozca'ya cevap yetiştirdi:

-Bunlarda din, iman, erlik ne arar ağam. Vur sen, vur ha! Demesinin ardından karşısındakilerden birini devirdi. Artık yedi kişiyle vuruşuyor olmalarına rağmen iyice yorulmuşlardı. Atlıların lideri arkada adamlarına bağırıp çağırıyordu.

-Hadi ha! İki tane ana karnından yeni çıkma uşağı deviremediniz. Tuh size, tuh! -Dövüş bir süre daha devam ettikten sonra sabrı kalmamıştı.- Çekilin ulan, şu geveze iti bana bırakın da tepeleyeyim, siz şu Karaman'ın eniğini devirin.Sakın ola öldüreyim demeyin yoksa hepinizi kılıçtan geçiririm ha!

Bozca bunu beklemiyordu, eli rahatlamıştı ama gönlü büyük sıkıntıdaydı. Şimdi Mehmet Bey altı kişiyle tek başına dövüşmek zorundaydı. Hem de bu yorgun haliyle. Karşısındakini hemen devirip Mehmet Bey'e yardım etmek istedi ama işler umduğu gibi gitmedi. Karşısındakinin daha ilk hamlesinden yaman bir savaşçı olduğunu anlamıştı. Dövüşe başladılar. Kılıçlar şimşek gibi inip kalkıyordu. İkisi de çok hızlı hamleler yapıyor, hamleler çeliyordu ancak Bozca yorgundu. Elleri ağrıyordu. Yanından sırayla üç kişinin  feryadı duyuldu. Mehmet Bey üç kişiyi devirebilmişti. Şimdi bitap haldeydi ama en azından karşısında sadece üç kişi almıştı.

-Vur Mehmet Bey'im bileğine kuvvet!

-Sen de vur ha Bozca Ağam!

İkisi de birbirini güdülemeye çalışsa da yorgunluktan ölüyorlardı. Ayrıca Mehmet bey iki yerinden Bozca bir yerinden yara almıştı. Yaraları sızım sızım sızlıyordu. Dayanamayacaktı. Karşısındakilerden birinin hamlesini çeleyim derken başına bir kılıç tersi yedi. Attan düştü, bayıldı. Bunu gören Bozca

-Aman beyim! Ulan soysuzlar yaktım sizi! Dedi ve bir nara çekti: Savulun, Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Aliii!

Atlıların liderine omzuna kılıcını sapladı. Fakat sapladığı kılıcını geri çekemeden atına saplanan bir kılıç ile atıyla beraber yıkıldı. Düşerken başını taşa vurdu, gözleri kapanıyordu. Son duyduğu sözler şunlar oldu:

-Karaman'ın eniğini bağlayın, Bedreddin Bey'e götüreceğiz. Şu itin leşini de atın bir yere!
 
Teşekkürler.

Karanlıktı, kapkaranlık. Koskocaman bir kentin içindeydi. Büyük bir düzen içinde dizilmiş taş evlerin hiç birinden bir nebze ışık bile dışarıya vurmuyordu. Göğe baktı. Gökyüzü yıldız ile doluydu ama ne yazık ki parım parım parıldayan yıldızların ışığı da yeryüzüne adamakıllı vurmuyordu. Bozca gece olmasına rağmen terliyordu. Bu neyin sıcağıydı böyle? Bilmediği bir nedenden dolayı her yeri ağrıyordu.Gece gece dışarıda kimsenin olmaması olağandı ama neden bir bekçi yahut yasavul sokakta gezmiyor, asayişi sağlamıyordu?

Uzaktan, çok uzaktan ince bir ses duyuyordu sanki. Bu koskocaman kentte, yapayalnız olmaktan ürkmeye başlamıştı. Yalnızlık onu çok ürkütürdü. Sesin geldiği yönü hesaplamaya çalıştı. Bulunca o yöne doğru yürümeye başladı. Karanlıkta yürüdüğünden sürekli bir yerlere çarpıyor, tökezliyordu. Bir ışık arıyordu. İçinden bildiği duaları okuyarak korkusunu bastırmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyordu. Koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu.

Sonunda koşa koşa kentin uzun surlarının önüne geldi. Ses birazcık daha yakınlaşmış hatta sesin kaynağı çoğalmıştı. Farklı noktalardan aynı tiz, anlamsız sesi duyuyordu. "Albız işi" diye söylendi korkuyla. Surların tepesinde de bir meşale görmek istedi ama nafile, kentin içinden farksızdı. Nöbet tutan birini bulurum ümidi ile sur merdivenlerinin koşarak tırmandı. Karşısında eli yere dayalı olan mızrağını kavramış, ağır zırhlı, kıpırtısız bir asker buldu. Yanına gitti, gözleri kapalıydı. Dürtmeye başladı.

-Kardaş, kardaş. Hey!

Sesinin karanlık boşlukta yaptığı yankı tüylerini diken diken etti. Askerin bir anda gözlerini açıp kıpırdanmasıyla korkudan havaya zıpladı. Asker kötü bir kabustan uyanmış gibi garip şeyler çığırıp kendi etrafında dönmeye başladı. Sonra iki eliyle uzaktan gelen tiz sesi duymamak için kulaklarını kapadı. En sonunda çıldırmış gibi kendini surlardan aşağı attı.

Bozca delirmek üzereydi. Bu karanlık ve ıssız yerde bir başınaydı. Tiz ses daha doğrusu sesler artık kulaklarını tırmalar olmuştu. Sırtını burçlardan birine vererek başını ellerinin arasına aldı. Biraz bekledi, sesler sürekli yaklaşıyordu. Bir süre sonunda sesler surun önünden çok kuvvetli bir biçimde gelmeye başladı. Bozca tanıyordu bu sesleri; Moğolların savaş çığlığı!

-Hu, lu lu!

Bir anda her yer Moğolların meşaleleriyle aydınlandı. Bozca kafasını burçlardan dışarıya uzattı, aşağı baktı. Onbinlerce Moğol kentin önündeydi. O ise koca kentte tek başınaydı. Moğollardan biri onu gördü. Yayını gerdi, gerdi ve okunu saldı. Bozca kendine doğru son sürat gelen oktan kaçmak istedi ama hareket edemiyordu. Sanki bir şey onu buraya mıhlamış gibiydi. Ok döne döne ona doğru geliyordu. Yaklaştı, yaklaştı. Okun temreni ile göz göze geldiler...

Uyandı.

Bir çadırdaydı. Altında yumuşak bir döşek, alnında ıslak bir bez vardı. Çadırın zemininde altın değerinde, desenli Türkmen halıları seriliydi. Çadırın çergisi sağlam ve yeni dursa da bez kısmının rengi solmuştu. Ortada sönmeye yüz tutmuş bir ateş yalabuklanıyordu. Bütün bedeni ter içindeydi. Başının arka kısmınca kocaman bir şişlik ağrı yapıyor, omzunda kapanmaya yüz tutmuş olsa da dehşet verici bir yara yer alıyordu. Belinden üst kısmı çıplaktı. Döşeğin sağ tarafında başından hiç çıkarmadığı uzun tüylü Moğolvari börkü duruyordu. Onu kaybetmediğine sevindi. Değeri büyüktü, bir dövüşte çok yaman bir Moğol'u öldürmüş onu yenmenin nişanesi olarak da börkünü almıştı.

Atından düşene kadar olanları hatırlıyor ancak ondan sonrasını ne kadar uğraşsa da hatırlayamıyordu. Birtek bazen yarım uyanıp tekrar uyuduğunu hatırlıyordu, yarım yamalak. Dışarı bağırmak istedi fakat vazgeçti. Nerede ve kimlerin arasında olduğunu bilmiyordu. Gerçi bir Türkmen çadırında zarar göreceğine inanmıyordu. Hem ona zarar verecek olsalar çadırlarında konuk ederler miydi? Yine de temkinli olmaktan fayda vardı. Bekledi. Bu sırada dört nala gelen bir atın nal sesi duydu ardından bu sesin yerini bağırma sesi bastırdı.

-Kardaşım sizde ula, sizde ula! Beheyy, kılına zarar geldiyse sağ komam kimseyi bre! Komam!

Günseli'nin sesiydi bu.

-Ula bu kardaşımın mintanıdır. Benim anam öz elleriyle dikti bunu. Verin kardaşımı, verin yoğsa... Yoğsa yakarım hepinizi! Yakarım dediysem yakarım ha! Bozca sağ elinde ıslak, kan lekesi geçmemiş bir minta ile atının üzerinde altı çadırlık obanın içinde dönüp duruyor bağırıyordu.

-Nerede kardaşım derim size, hey! kıydınız mı ona yoğsa? Eğer kıydıysanız...

Sözü yarıda kesildi. Üç kişi karşısına dikilmişti. Kara yağış Türkmen delikanlılarıydı. Elleri kılıçlarındaydı. Ortalarındaki:

-Ne ünleyip durun ula? Başın gövdene ağır gelir herhal?

-Sen hele kardaşımın hesabını ver bana, bu onun mintanıdır derim. -Günseli, Bozca ve Mehmet Bey'den uzun süre haber alamayınca onları aramaya çıkmıştı. Nehirin yanından geçerken kadınların bu kanlı mintanı yıkadıklarını görmüştü. Mintanı derhal kapıp obanın içine dalmıştı.-

-Sen nasıl yiğitsiz ki arkadaşını konuk edenlere böyle söz ediyorsun?

-Konuk mu? Ne konuğu?

-Ula geç de içeri bakıver işte, bir iş etmiş miyiz kardaşına. Bak şu çadır-Eliyle ilerideki çadırı gösteriyordu.- Bir daha da anamızın, avradımızın olduğu yerde böyle yiğitlenme.

Günseli ne olduğunu yarım yamalak anlamanın sersemliğiyle, ancak "Eyi" diyebildi ve gencin parmağıyla gösterdiği çadıra koştu. Çadırın girişindeki örtüyü araladığında elinde kamasıyla bekleyen Bozca'yı gördü. Dağınık kumral saçları çıplak omzuna dökülmüştü. Suratı terlemekten daha doğrusu sıcaktan kıpkırmızıydı. Bir kaç günde iyice arıklamış, elmacık kemikleri iyice belirginleşmişti. Gelenin günseli olduğunu görünce rahatladı. Günseli koşup sarıldıktan sonra Bozca'yı şöyle bir süzdü.

-Vah, vah! Ne ettiler sana böyle? Aha bu kapıyın önündekiler mi etti? Mehmet Bey'im nerede?

Bozca olanı biteni anlattı. Sonunda ekledi:

-Mehmet Bey'imi kaçırdılar. Ben bayılmışım ne olup bitti anlamadım. Vay gele benim de bahadırlığıma on kişiyi deviremedim.

-Öyle deme kardaşım, sıkma tatlı canını. İznin bulur kurtarırık beyimi elber.

-Hee kolaydı öyle kaladan adam kaçırmak.

-Kolay iş olsa yapmayık zaten. Sen sıkma canını.

Biraz sonra içeri yaşlıca bir adam girdi. Kısa boyluydu, kıyafetleri eski ve yıpranmıştı. Belindeki kuşağını eğreti bir biçimde bağlamıştı.

-Bizim gençlerin kusuruna bakmayın yiğitler. Seni bağırır görünce öfkelenmişler. Dedi.

-Sen kusura kalma emmi, ben sandıydım ki arkadaşımın başına bir iş ettiniz. Amma sağ olun onu eyileştirmişsiniz. Canını bize bağışlamışsınız.

-Canı veren de alan da kadir tanrıdır. Hem arkadaşını biz bulmadık, bir gezgin ozan bulmuş. Sırtlayıp getirdi. Biz de elimizden geldiğince... Neyse, Allah'a şükür eyisin.

-Sahi kaç gündür buradayım?

-Beş gün oldu.

-Vay gele! Kıymışlardır beyime şimdiyece.

Günseli atıldı:

-Ağzından yel alsın deli soyha! Ettiğin lafa bak.

Yaşlı adam konuşmalarını böldü.

-Bey mi? Hangi bey bu dediğiniz?

Kısa bir tereddütten sonra söylemenin ziyanı olmayacağını düşünüp cevap verdiler:

-Karamanoğlu Mehmet beyimizidir. Larende'ye girdeken kancıklayıp kaçırdılar. Hutenoğlu'nun işi.

Yaşlı adam bir süre ak sakalını sıvazladı. Börkünü çıkarıp eline aldı. Düşünüyordu. Suratındaki yaşlılık ibaresi çizgiler daha bir belirginleşti. Bir şey demek veya dememek arasında ikinciklendiği belli oluyordu. Saçlarının arası terlemeye başladı. Sonunda derin bir soluk alarak konuştu:

-Yiğitler, bilirim sıkıntınız böyük ama... Yani ben derim ki... Oluru varsa...

-Söyle emmi, başımız gözümüz üstüne.

-Tatar'ın, Selçuklunun adamı sürekli vergi ister durur. Diretecek olsak korkutur. Bizim kuru canımızda bir şey yoğ da kızımız, balamız... Ben derim ki; beyiniz bize bir yurt verse? Sizinlen yaşasak? Tatar da Selçuklu da bu kadar zor edemezler.

Bozca az,biraz düşündü. ardından:

-Emmi gönlünü ferah tut. Siz toplanın Ermenek'in yamacına yerleşin.

-Öyle başımıza buyruk olur mu ki?

-Olur olur. Sen bir iş diyen olursa "Bizi Bozca Ali gönderdi." dersin. Ötesine kimse karışmaz.

-Sağ olasın yiğidim, hakkını nasıl öderim?

-Beni eyileştirdiniz ya. İşte helal edersen ben senin hakkını ödemiş oldum.

-Nasıl söz balam? Ettim tabiy.

-Emmi şu ozan nerede? Bizi sırtlamış ta buralara kadar getirmiş. Bir görelim onu.

-Aha şu ağaçlıkların o yannı gittiydi. Bulursunuz oralarda.

İhtiyarın elini öpüp duasını aldılar. Çadırdan çıkınca da diğer göçerlere teşekkür edip helalleştikten sonra çam ağaçlarının arasına dalıp gezgin ozanı aramaya koyuldular.
 
Teşekkürler.
Altı çadırlık göçer obasından ayrıldılar. Sol taraflarındaki çam ağaçlarının arasına dalıp ozanı aramaya başladılar. Etrafları çam ağaçları ile doluydu. Önlerinde ise onlara bakan dik yamacı çorak ancak arkası aynı çam ağaçları ile dolu bir tepecik vardı. Oraya doğru yürüyorlardı. Biraz ilerledikten sonra tiz, ahenkli biz saz sesi duymaya başladılar. Ozan orada olmalıydı. Sese doğru yol alırlarken ozanın bir deyişe başladığını işittiler.


Larende’nin ardında birkaç dağ var
Tas verin şu dağların suyun içem
Şu dağın eteğinde çergi kur yar
Konuğun olup ayranından içem

Şu dağların karları mı eridi
Yarim yerinde durmadı yekindi
Önünde nice sürüler derildi
Sürülerin sağ ayranından içem


Tepeciğin arkasını dolaşıp ozanı buldular. O ayaklarını önündeki küçük akarsuya sokmuş karşısındaki tepesinde bulunan karlar daha erimemiş yüce dağa ve çevresindeki çam ağaçlarına bakıyor, çalıp söylüyordu. Kavruk yüzlü, çıkık elmacık kemikli, yassı yüzlü kara saçları önüne dökülmüş orta yaşlı bir adam ile karşılaştılar. Kısa cura sazını çalıyordu. Onları fark etmemiş gibiydi.
Ozanlar kutsaldı, onlara saygısızlık etmek, deyişlerini yarıda kesmek büyük ayıptı. Hak aşığına saygısızlık demek tanrıdan bela bulmak demekti. Onlar da bunu bildiğinden sessizce deyişin bitmesini beklemeye koyuldular.


Şu dağları lale sümbül bürüsün
Sürülerin hiç durmasın yürüsün
Eşiğinde koyun kuzu melesin
Koyunların sağ ayranından içem

Ozan Sülemiş kaldı bir başına
Eller bakmadı gözünün yaşına
Kurban olam o güzelin kaşına
Konuğun olup ayranından içem​


Ozan nihayet deyişini bitirdikten sonra onlara baktı. Aşağı doğru eğik konur rengindeki dupduru badem gözleri bir derdi anlatmaya çalışır gibiydi. İçine kapanık, çekingen. Dünyanın tüm dertleri sırtına binmiş gibi bir hali vardı bu ozanın. Börkünü çıkarıp ta kenara koyunca tepeden dökülmekte olan saçları göründü. O ise sevecen bir biçimde gülümsüyordu. Bozca’ya bakıp:

-Geçmiş olsun, ayaklanmışsın. Dedi.

-Sayende ayaklandık çok şükür. Sağ olasın.

-Hangi katı kalpli böyle yaptı? Tatar’mı?

-Yok ozan, yok. Onlar da Türkmendi, Türk’tü. Canımı da bu yakar.Tatar’a kul olup da bize kılıç çekerler.

-Ne diye döğüştüydünüz?

-Saldırdılar bize, ondan.

-Kapalı konuşursun gibi gelir kardaş. Ne diye saldırdılar söylemezsin. Bir gizin varsa konuşturmayım seni daha fazla.

Bozca ayıp ettiğini anladı, hayatını kurtaran bir hak aşığından boş yere bir şey gizlemek erliğe yakışmazdı.

-Beyim için, ona ya kıyacaklar ya tutsak edeceler. Babası Tatar’a Selçuk soyuna başkaldırdıydı. Onunçün beyimi de yaktılar. Söyle bana ozan ne edeyim? Siz ozan takımı tanrıya yakın olursunuz. Bana bir salık ver.

-Beyin kim? Karamanoğlu mu?

-He ya, beyim Karamanoğlu Mehmet’tir.-Bunu derken omuzlarını dikleştirip vakar bir tavır takındı.-

-Yazık olmuş, çok yazık. Eee, n’olacaktı başka? Bahadır kişinin yüzü gülmezmiş şu dünyada.

-Yapma ozan, yüreğim pusludur, bunalmıştır. Bir de sen umudumu kırma kurbanın olam.

-Ben ondan demedim. Hem elbet bulunur bir çaresi.

-Bulunur ya, bulunur. Ben de bulacağım onları. Beyime bir iş ettilerse kıyım kıyım kıyacağım hepsine. Beyimin bir canı için yüz can, bin can hatta on kere bin can alacağım!

-Dur hele. Kiniylen işe kalkışan hem günah işler tanrı tealayı kızdırır hemi de zararlan oturur. Nereye götürdüler beyini?

-Larende’ye herhal. Hutenoğlu orada oturur. Amma ben beyime dediydim bu Hutenoğlu hinoğluhine benziyor diye. Dinlemedi ki.
Daha deminden beri bekleyen Günseli sabırsızlıkla atladı.

-Basalım o hal Larende’yi. Hutenoğlu’nun boynunu vuralım, beyimi de çıkaralım. Beklemeye gelmez.

-Öyle yapacağız. Başka hal çare yok, ama nasıl gireceğiz içeri? Çerimiz yok ki kenti başlarına yıkalım.

Onlar konuşurken ozan bir şeyler düşünüyor gibiydi. İnce bıyıklarını buruyor, kırçıl top sakalını sıvazlıyordu. Ayağa kalktı, elini çenesinden çekmemişti, hala sakalını sıvazlıyordu. Volta atmaya başladı, hala düşünüyordu. Bozca ve Günseli onu izlediler, ozanın hareketleri garip biçimde ne yaptığını, ne düşündüğü belli eder nitelikteydi. Sonunda başını yerden kaldırdı ve ciddi bir biçimde:

-Ben sizi sokarım içeriye. Nasıl dersen yakında Larende’de Hutenoğlu dediğiniz beyin oğlu evlenecek, düğün olacak. Ben de oraya çalmaya gideceğim. Sizi de yanımda götürürüm. Yalnız şu alp giyimlerinizi çıkarıp size başka giyimler bulalım. Bir de davul ve zurna bulmak gerek. Sonrası kolay.

-Usunla bin yaşa bre ozan! Bizi sana borçlandırır durursun. Bizi Larende’ye sok, dile benden ne dilersen.

-Sağlığını dilerim kardaş, ben yiğit olanın yanındayım.
 
Kaldıkları göçer obasında giysilerini değiştirip bir davul zurna bulduktan sonra akşama doğru yola çıktılar. Onları yıllardır tanıyan biri bile kolay kolay tanıyamazdı. Siyah şalvarın üstüne beyaz bir mintan giyip üstüne de siyah kolsun bir yelek giyinmiş bellerini kızıl bir kuşakla sarmışlardı. Süvari çizmelerini çıkarmış, sivri çarıklar giymişlerdi. Bozca çok sevdiği, hiç çıkarmadığı Moğolvari börkünü çıkarmak zorunda kalmış, börkünü heybesine koyduktan sonra onun yerine keçeden yapılma ince bir başlık giymişti. Larende’nin surları iyice seçilince Ozan Sülemiş onları durdurdu.

-Pusatlarınızı şu ağacın yanına saklayın, çalgıcı kişi pusat taşımaz. Dedi.

Bu söz onların üzerinde yıldırım etkisi yaratmaya yetti. Pusatlarını atmak… Ne demekti o? Er kişi pusatını ölmedikçe bırakır mıydı? Ozan onların ikinciklendiğini görüce bastırdı:

-Böyle içeri almazlar sizi. Hemi de kuşkulanırlar, anlarlar niyetinizi. Şuraya saklayın, dönerken alırsınız.

Bozca biraz düşündükten sonra başka çareleri olmadığını anlayarak kabul etti. Atlarından inip dar, toprak yoldan ayrıldılar. Yolun arkasında sırayla dizili duran ağaçların üçüncüsünün dibine kılıç ve yaylarını attıktan sonra üzerini çalı çırpı ve yaprakla örttüler. Atlarına bindiklerinde Ozan Sülemiş, Bozca’nın kamasını atmadığını gördü.

-Kamanı niye atmadın?

-Buncağızdan da bir şey olmaz ya. Soran olursa ağaç yontarız derim. Diye cevap verdikten sonra kamasını kuşağının içinde iyice saklayınca o da itiraz etmedi. Ancak bu sefer de ortaya farklı bir soru attı:

-Siz davul zurna çalabilir misiniz?

-Yok heeri, nereden bileceğiz?

-Eee, nasıl yapacağız o vakıt?

-Ozan sen de eyice şaşırdın ha. Orada başka davulcu, zurnacı olacak ya zaten.-Güldü- Sen bizi içeri sok yeter.

-Doğru dersin. Atları hızlı sürün de öbürleri bizden önce varmasın.

Atlarının sağrısını tepip hızlandılar. Üzerlerinde gittikleri toprak yol bir anda genişlemiş taş döşeli bir meydan halini almıştı. Larende’nin köhne surlarının alt kısmı alacakaranlıkta iyi seçilmemesine rağmen üst kısmı burçlara takılı meşaleler sayesinde aydınlıktı. Kentin girişi kalabalıktı, giren çıkan çoktu. Mal satmaya gelen köylüler, göçerler avullarına geri dönüyor, kağnılar ağır ağır kentten çıkıyordu. Aslında buraya kadar sorun yoktu. Buraya başka günler, en azından haftada bir kez göçerler ve köylüler gelir alışveriş yapar ardından giderlerdi. Ancak bu sefer öyle olmadı. Dışarıdan düğüne gelenler, kapıda bütün girişi tıkamış kağnılarla karşılaştılar. Konuklardan birkaçı sabırsızlık gösterip girişi zorlayınca arkadakiler de onları takip etti ve ortalık savaş alanına döndü. Askerler kalabalığa engel olmakta zorlanıyordu. Hatta olamıyordu.
Bu hengame en çok yakalanmaktan kaygılanan Bozca, Günseli ve Sülemiş’in işine yaradı. İçeri de Mehmet Bey’i ararken rahat olacaklar, çok zorlanmayacaklardı. Hemen gidip askerin biriyle konuştular ve kendilerini asker eşliğinde içeri aldırdılar. Girdiklerinde bir sürü asker kentin her tarafından kapıya doğru gidiyordu. Burada onlara büyük uğraş çıkacaktı. Burada hengame sürerken kentte heyecanlı bir hava vardı. Kent halkı düğün için yavaş yavaş kentin iç kısımlarındaki bey konağının önüne toplanıyordu. Günseli:

-Şimdi ne yapıyoruz? Diye Bozca’ya sordu.

Bozca güldü, kahkaha atmaya başladı. Zorla cevap verdi:

-Bilmem.

Bu sefer Günseli de gülmeye başladı. Bu ikili Sülemiş’in şaşkın bakışları altında elleriyle karınlarını tutarak avazları çıktığı kadar kahkaha atıyorlardı. Hiçbir şey düşünmüyor sadece gülüyorlardı. Birbirlerinin bu sorumsuzluğu kendilerine gülünç geliyordu. Günseli kahkaha arasında:

-“Bilmem” diyor bir de.  Dedi ve ardından yerdeki taş blokların üstüne yatarak gülmeye devam etti. Bozca bir elini duvara dayamış kendini susturmaya çalışıyordu.

-Ulan ne bileyim ben. Onu da sen düşünsene!

Deli gibi gülüyorlardı. Biri onların bu halini görse akıllarını kaçırdıklarına yemin ederdi. Ozan ise şaşkın şaşkın onları izliyor birilerinin onları bu halde görmesinden endişe ediyordu. Onları durdurmaya çalıştı.

-Delirdiniz mi bre? Ne gülüşüp durursunuz, biri görecek. Kişi hiç buna güler mi, ağlar!

-Sen bizi anlaman ozan. Sen git düğüne sazını çal, biz başımızın hal çaresine bakarız.

-Hee bakarsınız. Şimdi biri görürse kötü olacak. Susun, susun bre!

Bozca’nın gülmesi yavaş yavaş kesilmişti. Sadece hıçkırığı andıran bir şekilde gülüp geri susuyordu. Ancak Günseli öyle değildi gülmesi hız kesmeden devam ediyordu. Kimse dokunmasa bir yarım saat böyle aralıksız gülerdi. Her seferinde olduğu gibi onu susturma görevi Bozca’ya kalmıştı.

-Tamam, yeter Günseli. Bak gülme, benim de gülesim geliyor.-İstemeden kıkırdadı- Sus dedim ulan! Dedikten sonra Günseli’yi dürttü. Bir de tokat attı. Günseli ancak o zaman sustu. Hızlıca ne yapacaklarını düşündü ve konuştu:

-Neyse, birini bulalım da beyim nere de öğrenelim. Ozan Sülemiş, haydi sen düğüne git. Her şey için sağ olasın. Hakkını helal et,

-Helal olsun yiğitler, Allah izin vere de bir daha görüşelim. Hadi uğurlar ola.

İki kişi kalmışlardı. Derhal sokaklarda dolanmaya başladılar. Yerdeki taş bloklara basınca çıkan “tak” sesini engellemek için daha yavaş adımlarla yürümeye çalışıyorlardı. Sokakta kimsecikler yoktu, herkes düğüne gitmişti. Ancak baya gerilerinde kalan kentin girişindeki curcuna hala devam ediyordu. Başta bu sakinlik hoşlarına gitse de sonradan karşılarına bir kişi bile çıkmayışı canlarını sıkmıştı. Artık sokak sokak rahatça dolaşıyor kimseyle karşılaşmıyorlardı.

Larende’yi iyi biliyorlardı, burası onların eski yurtlarıydı. Beyleri burada, bey konağında oturur kendileri de evlerde yahut kentin dışındaki çadırlarda yaşarlardı. Ta ki Selçuklu ordusu onları yenene dek. Yenilgiden sonra Ermenek’e çekilmiş orada oturmuşlardı. Şimdi de eski yaşadıkları yere gelen ikili aradan çok uzun bir süre geçmemesine rağmen anılarını tazelemiş, hüzünlenmişti.

Uzun bir sokağa saptılar. Sokağın solunda evler sağında ise kentin surları yer alıyordu. Burası bir yokuştu. Kendileri ise bu yokuşun alt kısmında bulunuyorlardı. Yürümeye başladılar. Surun bu kısmında asker yoktu, arkası dağlara baktığı için bir tehlike arz etmeyen bir yerdi. Hal bu ki buraları iyi bilen birisi buradan surlara kolay tırmanılıp, sakatlanmadan atlanılabileceğini iyi bilirdi. Bozca bunu biliyordu ve eğer Mehmet Bey’i kaçırabilirlerse buradan atlamayı kaçma planı olarak hafızasına kaydetmişti. Sokağın solundaki evler ise derme çatma evlerdi. Burada genellikle durumu kötü insanlar otururdu. Tabii Karamanoğlu yönetiminde pek böyle bir durum söz konusu değildi. Çünkü Türkmenler birbirlerini iyi tanıyıp, komşuluk ve akrabalık ilişkileri iyi olduğundan ya hepsi birden iyi durumda olur ya da hepsi birden fakir olurdu. Maddiyat olarak aralarında asla bir uçurum olmazdı.

Yokuşu çıkarken soluk, soluğa kalmışlardı.  Sokağın sonundaki çeşmenin yanına gelip biraz çömeldiler ve soluklanmaya başladılar. Günseli çeşmeden biraz su içti. Burası sokağın sonuydu. Buradan sonra yol sola, başka bir sokağa sapardı. Çeşme ise tam bu sapağın ortasına yapılmıştı. Tek fark bu sokağın sonundakiler, yandaki sokaktan gelenleri görebilmelerine rağmen aynı şey oradan buraya gelenler için geçerli değildi.

Onlar çömelmiş soluklanırken yan sokaktan gelen, metal ve ayak sesi duydular. Bozca çaktırmadan kafasını kaldırdı, çeşmeyi kendine siper ederek o tarafa doğru baktı. Gelen bir askerdi. Giydiği kalın pullu örme zırh her adım atışında salladığı için pullar birbirine çarpıyor ve ses çıkarıyordu. Asker rahat gibiydi. Düğünün tam aksi tarafa gidiyordu. Orta yaşlı biriydi, er olmadığı, bir orunu olduğu giyinişinden belliydi. Bozca, Günseli’yi işmar yoluyla uyardıktan sonra kamasını kuşağından usulca çıkardı. Bu sırada Günseli de geleni fark etmişti. Asker yürüdü, yürüdü sapağı dönüp Bozca ve Günseli’ye arkasını döndüğü an Bozca adamın üstüne atıldı. Bir eliyle ağzını kapatıp bir eliyle kamasını boğazına dayadı. Asker çırpınmaya başladı. Bozca bunu önlemek amacıyla:

-Çırpınma, deşerim!

Askere canı tatlı geldiğinden çırpınmayı bıraktı.

-Heh, şöyle. Şimdi ağzını açacağım, bağırıp ünlersen yaktım seni.

Başıyla “tamam” anlamında bir işaret yapınca Bozca elini yavaşça askerin ağzından çekti. Asker önce yere tükürdükten sonra konuştu:

-Ne istersiniz?

-Beyimizi isteriz. Yerini söyle, yalan söylersen anlarım.

-Beyin kim bre! Usluca konuş.

-Bak hele soyhaya! Bir de buyruk veriyor. Beyim Karamanoğlu Mehmet’tir. Şu kancıklayıp tutsak ettiğiniz!
Asker bir süre sustu kaldı. Etrafına bakınıyor, çevreden gelecek bir medet umuyor gibiydi. Bozca’nın sabırsızca onu dürtmesiyle konuşmak zorunda olduğunu hatırladı. Zor bir durumdaydı, yapacak hiçbir şeyi yoktu. Bu adamlara bir cevap vermek zorundaydı. Canını vermek istemiyordu, daha çok erkendi.

-Zındanda tutarız. Şu sokaktan aşağı…

-Kes! Biliriz orasını. –Elinde urgan tutan Günseli’ye işmar vererek bağlamasını istedi.-

Askeri bağlayıp silahlarını aldılar ve bir samanlığın içine sakladılar. Düğün bu gecelik bitene kadar zamanları vardı. Birileri evine dönmeden, işlerini bitirmeleri gerekiyordu. Zindan yanında durdukları surun aşağılarında, giriş tarafından başlayıp yukarı çıkarken döndüğü köşedeki kulenin hemen dibinde pek te büyük olmayan bir yerdi.

Temkinli bir biçimde koşmaya başladılar sokakları geçiyorlar, bazen çevrede gezen askerlere görünmemeye çalışıyor, saklanıyorlardı. Kentin girişindeki birbirine bakan evlerin olduğu bir mahalleyi geride bıraktıktan sonra surlara bakan taş evlerin boşluksuz dizildiği bir sokaktan geçerek zindanın önüne geldiler. Ancak zindanın bulunduğu yerin tepesindeki burçta nöbetçi bir asker, zindanın başında da boydan boya ağır zincir zırhla bürünmüş insan azmanı bir gulam bulunuyordu. Gulam neredeyse iki insan boyundaydı. Belinde ise yarım insan boyunda dikenli bir gürz vardı. Değil kullanmak her insanın kaldırabileceği bir gürz bile değildi bu.

Ne yapıp edip bu gulamı geçmek gerekiyordu. Okla vurabilirlerdi ancak bu sefer de surun üstündeki asker bunu görüp kente alarm verip, başka askerleri çağırabilirdi. Askeri vururlarsa da surun öte tarafındaki diğer askerler ne kadar uzak olurlarsa olsunlar bunu fark edeceklerdi. Bozca ve Günseli saklanmış vaziyette bunu düşünürken bir anda surun giriş tarafından başka bir asker koşarak nöbetçi askere doğru geliyordu. Kendilerinin varlığından haberdar olma ihtimallerini düşünerek ürktüler. Ancak durum farklıydı. Koşan asker diğerinin yanına vardığında,

-Mustafa Çavuş çağırıyor. Dedi. Nöbetçi asker yürümeye başladıktan sonra:

-N’oldu? Diye sordu.

-Kapıdaki göçerler kavgaya tutuştu.

Bozca konuşmaları yarım yamalak duymuştu. Sevecen bir biçimde kıkırdayıp ellerini ovuşturduktan sonra “Aslanım göçerler.” Deyip şükretti. Yayını gerdi, bunu gören Günseli de aynısını yaptı. Oklarını yerleştirdiler. İkisi de bu işi yapmaktan utanıyordu. Çünkü er kişi düşmanını böyle habersizken kahpe bir biçimde öldürmez karşısına çıkıp kozlarını paylaşırlardı. Bu kavgaya da töreye göre başka bir kimse karışamazdı. Ancak şimdi durumlar farklıydı. Onlar bu gulamı hemen devirip başkalarına duyurmadan zindana girmek zorundaydı. Yaylarını iyice gerdiler. Bozca:

-İyi gezle, başından vur. Dedi.

Günseli başıyla onay verdikten sonra Bozca’nın okunu salmasını bekledi. Bozca ise onun fazla beklemesine fırsat vermeden okunu saldı. Günseli de Bozca yayın ipini bıraktığı an okunu saldı. Yayından fırlayan iki ok döne döne gitti ve biri gulamın kulağının üstüne öbürü boynuna saplandı. O Tepegöz gibi duran koskocaman adam bir anda canhıraş bir feryat attı ve anında can vererek yere yığıldı. İkisi de koşa koşa yanına gidip gulamı bacaklarından tutarak zindanın arkasına sürüklemeye başladılar. Çok zorlanıyorlardı. Kendilerini zorlamaktan suratları kızarmış, ıkınıyorlardı. İkisi de birbirini güdülemeye çalışıyordu.

-Haydi, bitti, az kaldı.

-Çek şunu haydi.

Uzun uğraşların sonunda cesedi zindanın arkasına taşıdılar ancak bitmişlerdi, soluk soluğa kalmışlar bütün bedenleri terlemişti. Biraz soluk aldıktan sonra Bozca “Haydi!” diyerek zindanın kapısının önüne yönlenince Günseli de onu da takip etti. Zindanın içine girdiler. Burası rutubetli uzun bir koridordu. Koridorun tavanından tabanına kadar kesme taşlarla kaplıydı. Elli şer adımlık mesafeyle duvara takılan meşaleler koridoru loş hale getiriyorlardı. Bozca bir elinde kaması bir elinde davul tokmağı ile önde yürüyor, Günseli arkada, elinde bağladıkları askerin kılıcı olduğu halde geriden geliyordu. Koridor bittikten sonra önlerine aşağıya inen uzun bir merdiven çıktı. Ancak en aşağıda bir ışık görünüyor merdiven iniş boyunca karanlık kalıyordu. Duvardaki meşalelerden birini ellerine alıp inmeye başladılar. Aşağıda hücreler başlıyordu. Gardiyan oradaydı.

Parmak uçlarında yürümeye çalışıyor, ses çıkarmamaya özen gösteriyorlardı. Aşağıda en az üç kişi olmalıydı. Biri önde oturuyor ötekiler geri de tedbir amaçlı beklerlerdi. Ancak hesaba katmadıkları bir durum vardı onlar ellerinde meşale ile aşağı inerlerken gardiyan önündeki karanlığın yavaşça ışımakta olduğunu görüyordu. Birinin ya da birilerinin ona doğru geldiğini anlamıştı. Nöbetçi değişiminde söylenmesi kararlaştırılan parolayı dillendirdi:

-Allah haktır!

Karşıdan gelen kişinin “Batıla karşıdır.” Deyip parolayı tamamlaması gerekiyordu. Ancak gardiyan böyle bir yanıt alamayınca telaşlandı. Burada gardiyanlık yapmaya başladığından beri hiçbir zaman ters bir durum olmamıştı. Bu yüzden telaşa kapılmış ne yapması gerektiğini ancak merdivenin sonunda karşısında iki adam gördüğünde akıl etti ve kılıcını çekti. Soru sormaya fırsat vermediler.

-Ya sesini çıkarma bekle, ya da kılıcın çek er gibi vuruşalım.

Gardiyan karşısında elinde davul tokmaklı bir çalgıcı görünce küçümsedi. Kılık değiştirdiklerine akıl edememişti.

-Savulun bre!

Bozca’nın üstüne atıldı. Bozca’nın bir elinde tokmak bir elinde kama vardı. Gardiyanın hamlesinden yana kaçarak kurtulduktan sonra tokmağını aşağıdan yukarıya doğru savurarak gardiyanın suratına vurdu. Acıyla geriye atılan gardiyan düşmanının küçümsenecek biri olmadığını anladı. Kılıcını daha ustaca savurarak birkaç hamle yaptı ancak Bozca bu dar alanda ondan sıyrıldı. Tokmağıyla önce karnına sonra da kafasına vurdu. Gardiyan bu darbelerin sersemlerinden kurtulamadan kamasıyla boğazını kesti. Artık Mehmet Bey ile aralarında ancak karşılarındaki tahta kapı kalmıştı. Arkasında hücreler vardı. Mehmet Bey onlardan birinin içinde olmalıydı. Ancak kapının ardında iki tane daha asker olmalıydı.

Bozca gardiyanın belinde asılı duran anahtarları aldı ve kapının kilidini açtı. Kapıyı ileri doğru itip açtıktan sonra hemen yana çekildi. Kapının açılmasıyla iki tane ok salınarak arkalarındaki kesme taş duvara çarpıp kırıldı. Askerler hazırlıklıydılar. Bir tane daha oku yaylarına takıp germeye fırsat kalmadan Bozca ve Günseli, askerlerin üzerine atıldılar. Bir kılıç dövüşü başladı. Yanlarındaki hücrelerde bulunan mahkumlar şaşırmış olanları izliyordu. Topu topu sekiz mahkum barındıran zindanda bazı mahkumlar şaşkınlıklarını atmış gelenlerin, kendilerine bir umut ışığı olması için dua ediyorlardı.

Kılıç dövüşü erkenden bitti. Rakiplerini devirmişlerdi. Hücrelerin arasında Mehmet Bey’i aradılar. Yoktu! Sekiz mahkumun hiç biri Mehmet Bey değildi. Belli ki asker onlara oyun oynamıştı. Bozca dişlerinin arasından tıslayarak:

-Oyuna geldik, vay gelsin başımıza! Dedi. Koş çıkalım buradan!
 
-Dur biraz.

Bu yaşlanmaya yüz tutmuş kırçıl, saçı sakalı karışmış bir mahkumdu. Üstündeki giysilerinin her karışında bir yırtık vardı. Kambur gövdesi hayattan bezmişliğinin bir simgesiydi. Yıllardır burada olmalıydı. Hastaydı, bedeni çökmüştü. Sürekli öksürüyordu. Devam etti:

-Siz kimi arıyorsunuz?

-Şu beş gün içinde tutsak edilmiş biri. Çok genç, bıyıkları daha yeni terlemiş, benim boylarımda. Yakışıklı biri.

-Karamanlı mı?

Bu soru Bozca ve Günseli’yi heyecanlandırmıştı.Mahkum ekledi:

-Karaman’ın eniği diyorlar bir adam getirdiler. Çok güçlü bir şeydi askerler hücreye zor soktu.

Bir umut ışığı doğmuştu. Bozca heyecanla sordu:

-Evet, ne oldu ona? Kıydılar mı yoğsa?

-Yok yok! Kıymadılar. Ama nerede olduğunu tek şartla söylerim.

-Ne şartı?

Bu sırada zindanın ilk girişinden bağırtılar gelmeye başladı. Tuzağa düştüklerini iyice anladı. Buraya doğru geliyorlardı. İvedilikle tekrarladı:

-Ne şartı?

-Beni de çıkarın buradan.

-Çıkarsak ta fayda etmez ki kapıyı tuttular.

-Olsun!-İç çekti- En azından bu uğurda ölürüm. Bu elime geçen son umut! Rüzgarı hissetmek, güneşi görmek istiyorum, son gecem de olsa gökyüzünü seyredip yıldızları görmeden ölmek istemiyorum. Ne olur! Sayrı düştüm, ömrümden kaldıysa bir iki gün kaldı. Beni burada koman yiğitler!

Bozca biraz düşündü. İşin ucunda beylerinin nerede olduğunu öğrenmek olsa da öyle kolay kolay bu adamın isteğini yapmayacaklardı.

-Suçun ne? Diye sordu.

-Tatar’a baş kaldırmak! Bu acımasızlar sırf düşman askerini öldürdüm diye beni zindana koydular.

Bozca daha fazla düşünmedi. Elindeki anahtarları sırayla hücrenin kilidinde denemeye başladı. Bu sırada:

-Günseli, kapıyı tut! -Mahkuma döndü- Seni de beyimin yerini söylesen de söylemesen de çıkaracağım, biz de Tatar’a düşmanız kaygılanma.

Bu sırada doğru kilidi bulmuştu. Yaşlı mahkumu çıkardıktan sonra öteki hücrelerden bir ses geldi:

-Bizi de çıkar, ne olur!

Bu ses genç bir mahkumdan geliyordu. Kısa boyluydu. Köse olduğundan sadece bıyığı çıkmış, çenesinde birkaç tel sakal ancak vardı. Atılgan birine benziyordu. Devam etti:

-Heç birimiz suç işlemedik, Tatar’a düşmanlığımızdan zindana attılar. Yalansa yalan de Ömer Baba!-Ömer Baba daha demin çıkardıkları yaşlı mahkumun adıydı. Başıyla tasdik etti.- Bizi de çıkar, gelen askerlere karşı biz de vuruşuruz! Burada çürütmen bizi bahadırlar!

Hepsi birden çıkarmaları için yalvarmaya başladılar. Bozca’nın işmarıyla Günseli hücreleri tek tek açmaya başladı. Mahkumlardan birinin gür sesi diğerlerinin sesini bastırdı:

-Ben hariç! Ben Tatar’a düşmanlıktan değil mal davasına adam öldürmekten zindandayım, benimçün yalancı olmayın. Çıkın gidin.

Bu mahkum orta yaşlı, saçlarının tepesi dökülmüş gözlerinin altında torbalar oluşmuş, suratında düzensiz bir sakalı olan, sol kaşının üstünde büyük bir yara taşıyan uzun boylu bir adamdı. Askerlerin ayak sesleri iyice yaklaşmışlardı. Merdivenin başında olmalıydılar. Bozca heyecan ve öfkeyle karışık bir şekilde Günseli’ye kızdı:

-Hadisene ne yavaş açarsın kapıları!

-Ne bileyim ula? Daha önce kilit mi kullandım ben? Bu adamı da çıkarayım mı?

-Bilmiyorum, ne yaparsan yap!

Günseli sıra o adamın hücresine gelince. Adamın gözlerinin içine baktı. Adam dışarıya çıkmayı her şeyden çok istiyor ama hakkı olmadığını düşünerek çıkmak istemediğini söylüyordu. Gururuna yediremiyordu haksızlık yapılmayı. Zaten suçu da bir alışverişte kendisine yapılan haksızlığa tahammül edemeyip adam öldürmesiydi. Günseli her ne olursa olsun buradan çıkmak için onlara yardım edeceğini düşünüp hücresinden çıkardı. Toplam on kişilerdi. Bozca’nın tuttuğu kapının arkasında ise kaç tane asker var bilmiyorlardı. Kiminin elinde kılıç, kimininkinde yay ve ok, kimininkinde ise bıçak vardı. Yerdeki askerlerden almışlardı. Bazılarının eli boştu, uzun zamandır hareket ettirmedikleri bedenlerini birazdan girecekleri dövüşe hazırlamaya çalışıyorlardı.

Bozca mahkumlardan birini kapıyı tutmakla görevlendirdi. Günseli ve Kendisi de kapının görüş hizasına geçip yaylarını gerdiler. Kapı açıldığı an oklarını salacaklardı. Diğer mahkumlar kapının önüne çekilmiş kenarda hazır bekliyorlardı. İçeriye derin bir sessizlik hakim oldu, umutsuz bir dövüş başlayacaktı. Sonunun ölümle bitmesi en büyük ihtimaldi. Ancak kimse bu son umudunu kaçırmak istemiyor, son gayretiyle dövüşmeye hazırlanıyordu. Kapıyı tutan mahkum Bozca’nın gözlerine bakıyor ondan bir işaret bekliyordu. Beklediler, kapıdaki askerlerin bağrış ve kapıyı zorlama sesleri olmasa nefes alıp verişlerini duyacaklardı.

Bozca’nın başıyla işaret vermesiyle kapı aniden açıldı. Kapıya yüklenen askerlerden en önde olanları yüz üstü yere kapaklandı. Arkadakilerden ikisi de Günseli ve Bozca’nın okuyla vurularak düştü. Gerideki askerlerin hepsi birden içeriye hücum etmeye başladılar. Mahkumlar bekledikleri yerden bir anda askerlerin üzerine atlamışlardı. Bozca ve Günseli yayları atıp kılıçlarını çekmişler göğüs göğüse bir dövüşe girmişlerdi. Askerler dar koridorda merdivenin ilk basamağına kadar sıralanıyordu. En az otuz kişi vardı. Ona karşı otuz! Rakamlar belki acımasızdı ama bu özgürlüğe susamış insanlar şu anda oranlardan daha acımasız olabilirlerdi. Askerlere göre çok daha büyük bir can havliyle dövüşüyorlardı.

Mahkumlar ölen askerlerin silahlarını alıyor öyle dövüşüyorlardı. Şimdi daha çok bastırabiliyorlardı. Nihayet, Bozca ve Günseli’nin öncülüğünde askerleri geriletmeyi başardılar. Askerler yavaş yavaş geriliyor, bu dar alanda etrafını saramadıkları düşmanlarının baskısı sonucunda çekilerek dövüşmek zorunda kalıyorlardı. Aralarından biri karnı asker kılıcı tarafından deşilerek yere yuvarlandı. Dokuz kişi kaldılar.
Bozca bildiği bütün kılıç oyunlarını yapıyor, askerleri şaşırtıyordu. Günseli deli gibi naralar atıyor, kılıcını çıldırmış gibi savuruyordu. Arada sırada mahkumları gaza getirecek naraları işitiliyordu.

-Haydin kurtlarım! Bu işin sonunda tutsaklıktan kurtulma var!

-Vurun ha, vurun ha!

Aralarından biri daha devrildi. Dar alanda dövüşmek için ölenlerin üzerine basmak gerekiyordu. Bu yüzden cesetlere bastıkça bir ürperme, iğrenme duygusu hissediyorlardı. Sekiz kişi tüm güçleriyle saldırarak merdivenin önüne kadar geldiler. Askerler gerileye gerileye merdivenin üstüne kadar gerilemişlerdi. Ancak şimdi onlara karşı bir üstünlükleri olmuştu, basamakların üstüne bastıklarından düşmanlarından daha yüksekteydiler. Fakat geriye itildikçe koridor daralıyor ancak önde iki kişinin dövüşmesine izin veriyor, onlar devrilmeden başkalarının dövüşe katılmasına olanak vermiyordu.
Mahkumlar sevinmeye başlamışken askerlere bir on kişilik kuvvet daha gelince karamsarlığa düştüler. Bunu gören Bozca onları cesaretlendirmek için bağırdı:

-Bunlar kim ki? Tek vuruşta biçilirler. Vurun, koman!

Günseli destekledi:

-Çoğunu biçtik, az kaldı az!

Adamakıllı yorulmuşlardı. Karşılarında yirmi belki daha fazla asker vardı. Onlar ise artık yedi kişiydi. Ayrıca zaman onların aleyhine işliyordu! Vakit geçtikçe daha fazla asker üstlerine gelebilirdi, kentteki tüm askerler buraya üşüşmeden karşılarındakileri etkisiz hale getirip kaçmaları gerekti ancak vur vur bitmiyordu! Yeni gelen on kişilik dinç destekle iyice zorlanmaya başlamışlardı.

-Allah!

Aralarından biri daha boynuna yediği bir kılıç darbesiyle devrildi. Mahkumlar sayılarının azaldığını gördükçe kaygılanmaya başlıyor, karamsarlığa düşüyorlardı. Bozca’nın hali de pek farklı değildi. En önde dövüştüğü için iyice bunalıyor, yoruluyordu. Bir nara savurarak önündeki bir askeri daha biçtikten sonra kendini biraz geriye attı ve yerini mahkumlardan birinin doldurmasını izledi. Mahkum onun bıraktığı boşluğu bırakmış dövüşüyordu. Daha dinç olmasıyla beraber Bozca kadar iyi de dövüşemiyordu. Bozca biraz dinlenip yerini geri alacaktı. Bir dakikadan daha az bir süre dinlenip eski yerine tekrar geçti ve dövüşün en ateşli noktasında vuruşmaya devam etti.

-Yandım!

Aralarından birinin daha devrilmesiyle mahkumlar ölümün yaklaştığını, her şeyin bittiğini düşünüyordu ki merdivenin en yukarısından bir haykırış duydular:

-Dayanın bre! Ben Ozan Sülemiş, yana kay!

Bir anlığına dövüş durmuş, herkes yukarıdan gelen sese odaklanmıştı. Bozca ve Günseli umutla gülümsedi. Şevke geldiler. Karşılarında yukarıdan gelen sesi dinlemeye dalmış olan düşmanlarını devirince her şey eski haline döndü ve dövüş devam etti. Ta ki merdivenin yukarlarından taşların çarpışma sesi ve iki acı feryat duyulana kadar.

-Yana kay dedimdi Bozca!..

Bozca ve Günseli yukarıdan gelen bu söze uyarak sağa ve sola kayarak ortayı boş bıraktılar. Mahkumlar da onların yaptığını yaptı. Biraz sonra askerlerden gelen feryatlar yükseldi. Askerlerin en az yarısı yere kapaklandı. Ozan Sülemiş yukarıdan koskocaman bir kayayı insanüstü bir güçle yuvarlamıştı. Kaya merdivendeki askerleri birer birer ezerek aşağıya kadar ulaştı.

Geriye kalan askerler kurtulayım derken birbirlerini ezip itiyor, karışıklığa neden oluyordu. Bozca, Günseli ve mahkumlar “Bundan iyi fırsat olmaz.” Deyip var güçleriyle saldırdılar. Ne yapacağını şaşırmış olan düşmanlarını birer ikişer devirerek merdivenin tepesine çıktılar. Ozan Sülemiş orada onları bekliyordu. Elinde kanlı bir kılıç vardı. Heyecanlıydı, korkuyordu da. Korkusunu ve heyecanını gülümseyerek kapatmaya çalışıyordu.

Düğün alanında otururken bir askerin gelip yanındaki çavuşa bir şeyler söylemesinde kuşkulanmıştı. Gizlice onları takip etmiş ondan sonra aralarındaki konuşmalara tanık olmuş, olayları öğrenmişti. Meğerse Bozca ve Günseli’nin bağlayıp sakladıkları asker onları kandırmış ve onlar gittikten sonra bir şekilde kurtulup Subaşı’na haber vermişti. Subaşı ise olayın Hutenoğlu Bedreddin’in kulağına gitmesini ve düğünün yarıda kesilmesini istemediğinden sessizce halletmeye çalışmıştı. Ozan Sülemiş de dostlarının yardıma ihtiyacı olduğunu düşünerek bir kez daha onlara yardım etmişti. Bozca’ya bakıp güldü, şakayla:

-Ulan bir ölmediniz gitti! Dedi.

Bozca ve Günseli’de bu söze güldüler. Ancak vakitleri dardı kaçmaları gerekiyordu. Bozca hızla düşünerek:

-Giriş? Kentin kapısından çıkılır mı?

-Yok, çok sıkı tutuyorlar, ivedi düşün geliyorlar!

Mahkumlar zindanın dış kapısından adımını attığı an cennete kavuşmuş gibi sevinmişlerdi. Ancak sevinçleri kısa sürdü. Bir sürü asker kimi sokak arasından kimi de surun kent girişi tarafından geliyordu. Bozca bunu görünce:

-Sura tırmanın bir yol biliyorum! Dedi.

Herkesi peşine taktı. Surun merdivenlerini koşarak tırmandılar. Günseli elindeki yayla hızla ok gezliyor, gelen askerleri vuruyordu. Günseli çok iyi okçuydu onun üstüne okçu zor bulunurdu, yayını göz açıp kapayıncaya kadar gerer asla hedefini şaşırmazdı. Elinde yay olan iki mahkum da aynısını yaptı. Fakat biri bu sırada göğsüne yediği bir okla düştü, öldü. Ozan Sülemiş’le beraber 5 kişiydiler. Yay germeyi bırakıp koşmaya devam ettiler. Arkalarından onlarca ok yağıyor fakat isabet etmiyordu. Koşarken kolay hedef olmamak için yanlarından geçtikleri meşaleleri tekmeliyor, suru karanlık hale getiriyorlardı. Karşılarına çıkan birkaç askeri öldürdüler. Koşmaktan yorulmuşlardı. Hele ki Ömer Baba denilen yaşlı mahkum onlara yetişemiyordu bile, ancak genç, köse mahkum onun kolunun altına giriyor öyle koşuyordu.
Surdan atlayacakları yere yüz adım kalmıştı ki surun o kısmında askerlerin kaynadığını gördüler. Bozca:

-Böyle işin… Diye söylendi, sövdü.

Onları gören askerler onlarca, yüzlerce asker koşmaya başladı. Arkalarını döndüler o taraftan da askerler geliyordu. Kapana kısılmışlardı, yapacak hiçbir şey yok gibi görünüyordu. Günseli gülerek:

-Çok söğüyon Bozca, çook! Dedi. Öbür tarafa böyle mi gideceksin?

Bozca etrafına bakıyor kurtulma yolu arıyordu. Askerlerin az olduğu bir yer aradı ancak bulamadı. Askerlerin kıskacını aşamazlardı. Surdan şehre atlasalar ya ölüm ya da sakatlık kesin gibi duruyordu. Surun öbür tarafına, dışarı bakan kısmına baktı. Yıldızların ve ayın ışıttığı Gödet Çayı’nı gördü. Çay, ucu bucağı görünmeyen düzlükte gece mavisi renginde şırıl şırıl akıyordu. Eskiden geceleri gelip şırıltısını dinler, hayallere dalardı. Ancak şimdi hayal kurmaya vakti yoktu. Gülümsedi, tek çareleri atlamaktı. Bu kadar yüksekten de olsa atlayacaklar eğer su hızlarını yumuşatır da ölmezlerse çayın akıntısıyla boğuşacaklardı. Sonunda sağ kalma oranı az da olsa tek çare buydu. Gözünü çaydan ayırmadan Günseli’ye cevap verdi:

-Çıkmadık candan ümit kesilmezmiş! -Günseli de çayı görünce Bozca’nın ne demek istediğini anladı.- Aşağı, çaya atlayacağız! Suya girdiğinizde herkes birbirine tutunmaya çalışsın, birbirimiz kaybetmeyelim. Tek çare bu, hakkınızı helal edin! Hele ki sen Ozan Sülemiş, bizim yüzümüzden belki de canından olacaksın!

-Ecelimiz geldiyse zaten ölürüz kardaş, varsa hakkım helal olsun, sen de et.

-Helal ol…

-Yandım Allah!

Yaşlı mahkum okla vurulmuştu. Yere devrildi. Öbür, genç, köse mahkum diz çöküp feryat etti.

-Ömer Baba! Bak atlayacağız, kurtulacağız. Dayan, kalk ayağa!

Yaşlı mahkum yüzünde huzurlu bir gülümseme olduğu halde diğerini sakinleştirmeye çalıştı.

-Sakin ol balam, ben zaten bu halimle buradan atlayamam, atlasam da sağ kalamam. Ben şu güzel havayı içime çektim, yüzüme vuran rüzgarı hissettim ya o yeter! Beklemen daha fazla, kaçın! Bu yiğitleri de asla bırakma hep yanlarında ol, ne derlerse yap.

Bozca atıldı:

-Ömer Baba, beyimi nerede tutuyorlar? Onu söyleyecektin, unuttun herhal?

-Kusura kalma oğlum, beyinizi Gavale kalası mı nedir, oraya götürdüler. Askerden öyle duydum. Hakkınızı helal edin.

Diğerleri onun canını teslim etmesini beklemedi. Sırayla atlamaya başladılar. Onları uzaktan gören askerler intihar ettiklerini sanıp şaşırmıştı. Bozca önce Günseli’ni sonra genç mahkumu ondan sonra Ozan Sülemiş’i gönderdikten sonra burçların tepesine çıktı. Kendisine doğru koşan askerlerin arasında o gün dövüştüğü adamı gördü. Kendisini bayıltıp, Mehmet Bey’i tutsak eden… Onunla yarım kalan bir dövüşü vardı, bitirmeliydi. Ancak şimdi olmazdı. Aşağıya atlayan arkadaşlarının suya çarparken çıkardığı sesleri bir bir duyduktan sonra o adama bağırdı:
-Seninle sonra görüşeceğiz, o canını kızıl cehenneme ben göndereceğim it soylu!

Kendini burçlardan aşağı bıraktı. Rüzgar, yüzüne yakarcasına çarpıyordu. Yerdeki Gödet Çayı’na iyice yaklaşıyordu. Bir ara gözünü kapatacak olsa da ürktü ve geri açtı. Yaklaştı, yaklaştı ve en sonunda suya düştü. Suya düştüğü an kolları yandı. Ayak tabanları suyun altındaki taşlara değdi ve geri yükseldi. Burnundan, genzine bir sürü su kaçmıştı. Bolca tükürdü. Genzi yanıyordu. Başını sudan çıkarınca dalgalarla boğuşup karaya çıkmaya çalışan arkadaşlarını gördü. Akıntı çok kuvvetliydi, değil karaya doğru yürümek yerinde sabit bir şekilde bile durulmuyordu. Kendinden biraz ilerideydiler. Üçü de birbirlerine kenetlenmişti. Yanlarına gidip o da onlara katıldı. Karaya çıkmak için zor ettiler, uğraştılar. Akıntı onları sürüklüyordu. Yorgun düşmüşlerdi. Kendilerini suya bıraktılar, yine de birbirlerine kenetlenmiş ellerini gevşetmediler.

-Hayret! Dedi. Gödet’te hiç bu kadar akıntı olmazdı!
 
Ulan kimse okumuyor mu hikayeyi, eski hikayelerimden neyi eksik?  :razz:

Sürüklendiler, sürüklendiler. Çaydan çıkmak için uğraşmadılar. Hem çıksalar yaya kalacaklardı, Larende’den çıkıp onları arayan atlılar, onlara yetişecekti. Bunun yerine kendilerini akıntıya bırakıp boğulmamak için çaba gösterdiler. Uzun bir dövüş ve heyecanlı bir koşuşturmadan sonra yorgun düşmüşler, üstüne bir de deli gibi akan çayda boğulmamak için insanüstü bir çaba sarf ediyorlardı. Ara sıra birisi batıyor, diğerlerinin çekmesiyle geri su yüzüne çıkıyordu.

Böylece günün ilk ışıkları yeryüzüne vurana dek sürüklendiler. Bir anda bile rahatlamaya çalışıp, ellerini gevşetseler daha kurtulamazlardı. Peşlerinden onları kovalamaya çıkmışlarsa bile ya boğulup öldüklerini sanıp takibi bırakmış ya da yetişememiş olmalıydılar. Yine de öfkeden kuduran Hutenoğlu Bedreddin onların cesetlerini bulmadan rahat etmeyecekti. Bozca nehirde sürüklenmenin tehlikeli olsa da bu şekilde daha hızlı olmanın işlerine yarayacağını düşünüyordu. Ancak şimdi yorgunluktan ölecek hale gelmişlerdi, hemen karaya çıkmaları gerekiyordu. Yoksa bayılacaklar ve akıntıya kapılıp ya boğulacaklar ya da bir kayaya çarpacaklardı.

Bozca, tek eliyle belindeki kuşağı çözdü, diğerlerine aynısını yapmalarını söyledi. Herkes kuşaklarını sırayla kuşaklarını çıkarmaya başladı. Bozca kuşakları ikişer ikişer Günseli’ye verdi ve sıkıca uç uca bağlayıp düğüm atmasını istedi. Günseli dediğini hemen uygulamaya koyuldu. Bu sırada kuşakları çıkarıp bağlamakla uğraştıklarından boğulma tehlikesi geçiriyorlardı. Batıp çıkmalar artmıştı. Günseli bütün kuşaklarını birbirine sıkıca bağladıktan sonra Bozca’ya “Şimdi ne yapayım?” dercesine baktı. Bozca karaya en yakın olanları Günseli olduğundan;

-Yanından geçtiğimiz bir kayaya sar ve sıkıca tut! Dedi. Siz de kuşağı sıkıca tutun, asla bırakmayın!

Herkes Bozca’nın dediğini yaptı. Şimdi dört kişi bu kuşaktan yapılma ipi tutuyor, akıntıda sürüklenmeye devam ediyorlardı. Suyun yakınında bulunan bir kaya veya ağaç beklemeye başladılar. Nihayet ilerde, suyun hemen yakınında bulunan bir kavak ağacı gördüler. Yakın da olsa yine de kuşağın ucunu sağlam ve hesaplayarak atmak gerekiyor, geri dönen ucunu da hızlıca yakalamak gerekiyordu.

Akıntının kendilerini ağacın bulunduğu yere kadar sürüklemesini beklediler. Ağaca iyice yaklaştıkları sırada Günseli halatın atacağı kısmını iyice uzattı ve hazırlandı. Tam ağacın hizasına gelmeye birkaç adım kalmıştı ki Bozca bağırdı:

-Şimdi!

Günseli başının ucunda döndürdüğü kuşağı savurdu. Kuşak ağacın gövdesini dolanmış ucu tekrar geriye dönmüştü. Ancak Günseli’nin kolay kolay yetişebileceği bir yerdeydi. İnsanüstü bir çaba ile kendini ileri attı ve sonunda kuşağın ucunu yakaladı. Şimdi kuşağın yakaladığı ucunu çekiyor, karaya doğru adım atmaya çalışıyordu. Diğerleri de ellerinde kuşağı ve birbirlerini sıkıca tutuyorlar onun yaptığı gibi karaya doğru yürümeye canla başla uğraşıyorlardı. Günseli çok zorlanıyordu, yükün neredeyse hepsi ona binmişti. Sıkıca tuttuğu kuşağı çekerken o kadar çok zorlanıyordu ki pazıları yırtılacak gibi hissediyordu. Bozca bunu bildiğinde ona dayanma gücü vermeye çalışıyordu.

-Hadi! Az kaldı! Çek, bırakma!

Günseli gücünün bittiğini hissettiği sırada çayın akıntısından kurtulup karaya adımın attığını hissetti. O sevinçle az daha diğerlerinin karaya çıkmasını beklemeyip kuşağın ucunu bırakacak kendini yere atacaktı. Neyse ki son anda aklına gelmiş nehrin akıntısından kurtulduğu için daha rahat bir şekilde arkadaşlarını yanına çekebilmişti.

Artık karadaydılar! Herkes kendisini toprağın üstüne attı. Sudan çıktıkları için seher vaktinin esintisi onların kanını donduruyordu. Dişleri birbirine çarpıyor, tir tir titriyorlardı. Yine de uyumak istiyorlardı şu toprağa başlarını koyup saatlerce uyumak. Ancak Bozca’nın buyurucu sesi onlara uyuma vaktinin henüz gelmediğini hatırlatıyordu.

-Kalkın, yatman! Bir yere saklanmamız gerek. Hadi, hadi!

Bozca zor zoruna olsa hepsini kolundan tutup ayağa dikmişti. Etrafına bakındı. Büyük biz düzlüğün ortasındaydılar. Etraflarında kavak ağaçları seyrek biçimde diziliydi. Düzlüğün güneyinde ve doğusunda dağlar yer alıyordu. Dağlara doğru koştular. Orada saklanacaklardı. Bu sırada kuzeyden, çay hizasında bir toz bulutu yaklaşıyordu. Onları aramaya gelen atlılar olmalıydı. Var güçleriyle koşmaya başladılar, koşarken kavak ağaçlarının arkasına saklanmaya çalışıyorlardı. Toz bulutu giderek yaklaşıyordu. Daha fazla yaklaşırlarsa onları göreceklerdi.

Koşmaya devam ettiler, atlılar ile aralarındaki fark git gide kapanıyordu. Atlıların görüş alanına girmelerine az kalmıştı ki bir tepenin eteğindeki bir kayanın arkasına saklandılar. Saklana, saklana tepeyi tırmandılar. Tepe bir dağa bitişikti. Tepenin bu kısmından sonra orman başlıyordu. Bir sürü ağaç dağı süslüyor üstündekilerin dışarıdan görünmesini engelliyordu. Burada beklediler, sabah olmuş güneş yüzünü iyice göstermişti ancak havanın serinliği kaybolmamıştı. Tir tir titredikleri için birbirlerine sarılarak uyudular. Uykuya dalmalarından biraz sonra güneş iyice ısıtmaya başlamış, havanın serinliği kaybolmuştu.
 
Jusdwer said:
Ulan kimse okumuyor mu hikayeyi, eski hikayelerimden neyi eksik?  :razz:

Ben Burdayım :smile: Ellerine Sağlık Kısa Olmuş Ama Yinede Güzel.
 
Back
Top Bottom