Beşinci Bölüm, ilk kısmı geldi!
Fayfelet, Ilmar ve Cemar’dan sonra Trit’in en büyük şehriydi. Ülkenin batı kesimlerine doğru evler büyüyor ve halk zenginleşiyordu. Bunun sebebi de şehrin gelirinin büyük bir kısmını oluşturan balıkçılıktı. Şehrin bazı dönemlerinde, Trit’in balıkçılık geliri Talo ile yarışır olmuştu. Balıkçılık ülke ekonomisini öyle etkilemişti ki şehrin görkemini yansıtan dev duvarlar, doğuda daha güçsüz ve dayanıksızken batıya gidildikçe daha güçlü ve yıkılmazdı.
İmparatorluk şehirlerinin duvarları savunma amaçlı kullanılmıyordu. Kimisi, zamanında oluşan savaş tehditlerine karşı inşa edildiyse de artık tüm duvarlar gösteriş amaçlı kullanılıyordu. İmparatorluk, 7. Ranke’den beri Ranke tehdidi almamıştı. Ki o zamanlar da güçlü bir Ranke değildi onlara musallat olan, çölden kaçmış yorgun bir Ranke’ydi. Bu sebeple de uzun süredir savunmaya ihtiyaç duymamışlardı.
Fayfelet’in duvarları, türlü deniz canlısının resmiyle süslenmişti. Ülkenin denizlerinde en çok rastlanan balıklar, Alfar’lı Trot’lar, Denizyılanları, Dev Ahtapotlar ve daha niceleri... Fayfelet’in duvarındaki resimlerden en dikkat çekeni ise tüm bu deniz canlıları içinden en büyük resmedilen bir denizyılanıydı. İnanışa göre bu denizyılanı yediklerini kusmuştu ve onun mucizevî ağzından Fayfelet Şehri de çıkmıştı. Aklı başında hiçbir insan bu masala inanmazdı çünkü Denizyılanlarının güneyde dolaşmadıklarını bilirlerdi.
Dışarıdan gelen yolcuların getirdiğinden başka hikâyeleri olmayan Fayfelet halkı, kendi hikâyelerini uydurma ihtiyacı hissetmişti. Fayfelet oldukça eski bir şehirdi fakat asla kendi kültürünü oluşturamamış, hep diğer bölgelerin etkisinde kalmıştı. Bunda, bir ticaret kenti olmasının payı büyüktü.
Fayfelet’in çalışkan halkı yeni bir güne uyanıyor, güneş ufuktaki çizgiden yavaş yavaş yükseliyordu. Fayfelet’in batıda fakat zenginlik açısından doğuyu daha çok andıran kısımlarında, ara sokaklardan birinde bir han vardı. Handa iki tane hancı vardı fakat bunlardan bir tanesi hem hancı hem de müşteriydi. İsmi Tavor olan bu adamın normalde takındığı beyefendi tavırları sönmüş, konuşması ise öfkeli bir homurtuya dönüşmüştü. Normalde aksi bir adam değildi, fakat kendi geldiği fakir mahalledeki hanıyla kaldığı bu sefil hanı karşılaştırıyor, kendisiyle hem gurur duyuyor hem de şikâyetçi olmadan duramıyordu. Bu ne biçim bir handı böyle? Tavor’un zenginlerden ayrılan mahallesinde verdiği hizmet bile bunun on katıydı.
Belki kendisinin böyle büyük odaları yoktu ama o solgun ve bıkkın yüzüne rağmen hali hazırda sarhoş olan müşterilerine gösterdiği gülümseyen bir suratı vardı. Ona sözde hizmette bulunan bu adam ise asık bir suratla her şeye sıkıcı cevaplar veriyordu. Sanki ağzından en küçük bir espri çıksa Tavor sevinçten havalara uçacaktı. Tavor ücreti öğrenip ve ödeyip bu sıkıcı handan kurtulduğu zaman içine biraz rahatlama, biraz da neşe girmişti.
Şehrin pis ara sokaklarından çıkarak meydanlardan birine vardı. Meydanın ortasında bir kale ve kaleyi çevreleyen alçak surlar vardı. Kalenin kapılarının yanlarına, surların arkasından görülebilecek büyüklükte ve konumda iki tane bayrak yerleştirilmişti. Bayrakların kırmızısının üstüne siyah renkle İmparatorluk Lisanının “p” harfi yerleştirilmişti.* Kalenin dışarıdan bakıldığında dört katı gözüküyordu. En üst kat ile tepesi arasında daralıyor ve küçük bir kat daha meydana getiriyordu. Bu katta soylulardan birinin odası bulunuyordu.
Şehrin doğusuna doğru uzaklara baktığınızda, surlarla çevrilmiş bir bina yığını değil de ağaçların arasında kaybolup giden tek tük binalar görünüyordu. Surların da ötesinde birkaç küçük orman ve uçsuz bucaksız düzlükler başlıyordu. Tüm bu yollardan geçmişti, geldiği bu yollar ne kadar da kısa gelmişti ona. Hâlbuki Trit’in çeyreğinden fazlasını kat etmişti. Trit yolları ne kadar da sıkıcıydı, “Dışarısının daha heyecanlı olacağını düşünmüştüm.” diye söylendi hâlâ hancıya olan kızgınlığının da etkisiyle.
Daha öğlen olmadan gözleri yakacak kadar kızgınlaşan güneşe bir süre baktı. Neden tanımadığı bir yabancı için böyle bir yolculuğa çıkmıştı ki? Doğru ya, yabancı sadece bir bahaneydi. O, hayatının bir döngü olmasından, her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmıştı. Tekdüzelikten bıkmıştı. Belki de Fayfelet hancısından bu yüzden hoşlanmamıştı, ona Ilmar’daki hayatını hatırlattığı için. Bir süre boyunca yabancıyı düşündü; kendi teniyle karşılaştırdığında oldukça koyu olan tenini, koyu sarı gözlerini, burnunun üstündeki kırmızı çizgiyi. “O kırmızı çizgi, şimdiye beyaz bir ize dönüşmüştür.” diye düşündü.
Uzun bir süre düşüncüleri arasında kayboldu, ta ki uzaktan ona doğru koşan adamın sesi ona ulaşana kadar.
“Bayım, bayım, çantanızı unuttunuz!”
Ses üzerine arkasına döndü ve kendisine doğru gelmekte olan hancının oğlunu gördü. Sarı sarı bukleleri ve Tavor’un baktığı uzak mesafeden bile kolayca fark ettiği yemyeşil gözleri vardı. Tavor, sırtında bir eksiklik olduğunu hissetmişti fakat çantasını unuttuğunu fark edemeyecek kadar dağılmıştı. Yabancının suratı sürekli düşlerine karışıyor, en sıradan hayallerinin bile içine sızmayı başarıyordu.
Gülümseyerek hancının oğluna doğru birkaç adım attı ve sonunda birbirleriyle buluştular. Hancının oğlu nefese nefese, “Buyurun bayım çantanız.” dedi.
Tavor da hali hazırda suratına yerleştirdiği gülümsemeyi daha da büyüterek neredeyse kahkaha sayılabilecek bir hale getirdi ve “Teşekkürler…” “…babanıza selam söyleyin” dedi.
Buna karşılık babasına göre daha sıcakkanlı olan çocuk da gülümsedi ve oradan ayrıldı.
O gün Tavor için çok hareketli geçmemişti fakat asık suratlı babasından en küçük bir tebessüm bile alamadığı bu oğlanın küçük tebessümü, ileride başına heyecan verici şeylerin geleceği konusunda onu şevklendirmeye yetti. Nitekim öyle de olacaktı.
******************************************************************************************
Adamın pembe ve bakımlı tırnakları yansıyan ışığın etkisiyle parlıyordu. Sapsarı bir yüzü ve açık yeşil gözleri vardı. Bıyıkları uzun, kıvrımlı ve kahverengiydi. Saçları ise… Saçları yoktu ama kel olduğu belli olmasın diye kafasına bıyıklarıyla uyum içinde kahverengi bir şapka geçirmişti. Boyu uzundu ve incecik bir adamdı. Sağ gözünün altında kısa fakat oldukça derin bir yaranın izi vardı. Karşısında bağlı halde sarışın bir adamı oturtmuştu. Sarışın adam sandalyeye zar zor sığmıştı, tek bir kolu bile sandalyenin yarısı kalınlığındaydı.
Oturuşundan bile ayağa kalktığında ne kadar uzun bir adam olacağı anlaşılıyordu. Teni koyuydu ve karşısında onu azarlar biçimde ayakta duran sarı suratlı adamın yanında normalde olduğundan da koyu duruyordu. Bulundukları oda küçücüktü ve kapısında da başları tavana değecekmiş duran iki tane azman Zalt duruyordu. Pembe tırnaklı adam dişlerini sıkarak sarışın adamın oturtulduğu sandalyeye eğildi ve hırçın bir ses tonuyla “Son bir kez soruyorum, aklını çalıştır. Bu adamın ardında bıraktığı en küçük bir ipucu bile yok mu?” dedi.
“Hayır efendim, uğramış olabileceği tüm hanlara…” öksürdü ve “…saklanabileceği en küçük deliklere bile baktık.”
Pembe tırnaklı adam zorla güldü, “Seni aptal, bir yer ismi söylesen elimden kısa süreliğine olsa da kurtulabilirdin. Ama şimdi beceriksizliğinin cezasını çekeceksin.”
Pembe tırnaklı adam bunu dedikten sonra kapıda duran Zalt’lara bir hareket çaktı ve Zalt’lardan biri de elinde bir demir çubukla pembe tırnaklı adamın yanına geldi. Pembe tırnaklı adam sarışın adama kötücül bir bakış fırlatıp Zalt’ın elindeki çubuğu ani bir hareketle sarışın adamın karnına sapladı. Acı içinde çığlık atan adamın ağzından kanlar fışkırdı.
Pembe tırnaklı adam kapıya döndü ve “Sıradaki…” dedi. Ardından, odaya neredeyse sarışın adam kadar cüsseli ve simsiyah saçlı bir adam girdi. Fakat suratında en küçük bir endişe kırıntısı yoktu ve hatta gülümsüyordu. Sanki az sonra beceriksizliği yüzünden işkence görmeyecek gibiydi. Onun bu neşeli halini gören pembe tırnaklı adam, “Niye sırıtıyorsun sen?” dedi.
O ise kibirli bir tavırla, “Efendimiz Hrmekro’ya güzel haberleri ileteceğim de o yüzden sırıtıyorum.” dedi.
Pembe tırnaklı ve adı Hrmekro olan bu adam da gülümseyerek karşılık verdi ve “Neymiş o güzel haberlerin?” dedi
Adam kendini tutamadı ve kahkahayı bastı, bir süre güldükten sonra; “Şu sarışın aptalın bakmadığı bir yer var, Ilmar’da bir han. Zaten Remon da orada yakalanmış.”
Hrmekro merakla sordu: “Peki bunu senden başka bilen var mı?”
Adam da böbürlenerek, “Tabi ki, ekibin büyük bir kısmı hanın nerede olduğunu…”
“Yani senden başka bilenler var.” diye sözünü kesti Hrmekro. Siyah saçlı adam da başını “evet” anlamında salladı. Hrmekro, hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi ve siyah saçlı adamın “Teşekkür yok mu?” demesiyle arkasını döndü. Dişlerini sıktı ve öfkelendiğinin bir belirtisi olan kırmızı renge sahip gözlerini adama doğru dikerek “Zalt’larım, bu adamı temiz dövün, sonra da ne yaparsanız yapın. Yeter ki gözüm görmesin.” dedi.
Sarışın adam arkasından “Durun, ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. Hrmekro güldü ve, “Hanın yerini bana anlatacak başka adamlarım da varmış, sen hiç zahmet etme, onlar anlatır.” dedi. Hrmekro içinden “Komutanıma sarışın aptal diyen bana neler demiştir?” diye geçiriyordu.
O gün, adamın çığlıkları tüm binayı doldurdu. Kısa bir süre devam ettikten sonra da kesildi ve gecenin karanlığına karıştı…
*Alfabedeki harflerin bir kısmının görüntüsünü tamamladım faka bunları sadece fotoğraf olarak paylaşabileceğim için sizden gözünüzde canlandırmanızı rica ediyorum. Belki ileride ayrı bir iletiyle paylaşırım.
İmparatorluk şehirlerinin duvarları savunma amaçlı kullanılmıyordu. Kimisi, zamanında oluşan savaş tehditlerine karşı inşa edildiyse de artık tüm duvarlar gösteriş amaçlı kullanılıyordu. İmparatorluk, 7. Ranke’den beri Ranke tehdidi almamıştı. Ki o zamanlar da güçlü bir Ranke değildi onlara musallat olan, çölden kaçmış yorgun bir Ranke’ydi. Bu sebeple de uzun süredir savunmaya ihtiyaç duymamışlardı.
Fayfelet’in duvarları, türlü deniz canlısının resmiyle süslenmişti. Ülkenin denizlerinde en çok rastlanan balıklar, Alfar’lı Trot’lar, Denizyılanları, Dev Ahtapotlar ve daha niceleri... Fayfelet’in duvarındaki resimlerden en dikkat çekeni ise tüm bu deniz canlıları içinden en büyük resmedilen bir denizyılanıydı. İnanışa göre bu denizyılanı yediklerini kusmuştu ve onun mucizevî ağzından Fayfelet Şehri de çıkmıştı. Aklı başında hiçbir insan bu masala inanmazdı çünkü Denizyılanlarının güneyde dolaşmadıklarını bilirlerdi.
Dışarıdan gelen yolcuların getirdiğinden başka hikâyeleri olmayan Fayfelet halkı, kendi hikâyelerini uydurma ihtiyacı hissetmişti. Fayfelet oldukça eski bir şehirdi fakat asla kendi kültürünü oluşturamamış, hep diğer bölgelerin etkisinde kalmıştı. Bunda, bir ticaret kenti olmasının payı büyüktü.
Fayfelet’in çalışkan halkı yeni bir güne uyanıyor, güneş ufuktaki çizgiden yavaş yavaş yükseliyordu. Fayfelet’in batıda fakat zenginlik açısından doğuyu daha çok andıran kısımlarında, ara sokaklardan birinde bir han vardı. Handa iki tane hancı vardı fakat bunlardan bir tanesi hem hancı hem de müşteriydi. İsmi Tavor olan bu adamın normalde takındığı beyefendi tavırları sönmüş, konuşması ise öfkeli bir homurtuya dönüşmüştü. Normalde aksi bir adam değildi, fakat kendi geldiği fakir mahalledeki hanıyla kaldığı bu sefil hanı karşılaştırıyor, kendisiyle hem gurur duyuyor hem de şikâyetçi olmadan duramıyordu. Bu ne biçim bir handı böyle? Tavor’un zenginlerden ayrılan mahallesinde verdiği hizmet bile bunun on katıydı.
Belki kendisinin böyle büyük odaları yoktu ama o solgun ve bıkkın yüzüne rağmen hali hazırda sarhoş olan müşterilerine gösterdiği gülümseyen bir suratı vardı. Ona sözde hizmette bulunan bu adam ise asık bir suratla her şeye sıkıcı cevaplar veriyordu. Sanki ağzından en küçük bir espri çıksa Tavor sevinçten havalara uçacaktı. Tavor ücreti öğrenip ve ödeyip bu sıkıcı handan kurtulduğu zaman içine biraz rahatlama, biraz da neşe girmişti.
Şehrin pis ara sokaklarından çıkarak meydanlardan birine vardı. Meydanın ortasında bir kale ve kaleyi çevreleyen alçak surlar vardı. Kalenin kapılarının yanlarına, surların arkasından görülebilecek büyüklükte ve konumda iki tane bayrak yerleştirilmişti. Bayrakların kırmızısının üstüne siyah renkle İmparatorluk Lisanının “p” harfi yerleştirilmişti.* Kalenin dışarıdan bakıldığında dört katı gözüküyordu. En üst kat ile tepesi arasında daralıyor ve küçük bir kat daha meydana getiriyordu. Bu katta soylulardan birinin odası bulunuyordu.
Şehrin doğusuna doğru uzaklara baktığınızda, surlarla çevrilmiş bir bina yığını değil de ağaçların arasında kaybolup giden tek tük binalar görünüyordu. Surların da ötesinde birkaç küçük orman ve uçsuz bucaksız düzlükler başlıyordu. Tüm bu yollardan geçmişti, geldiği bu yollar ne kadar da kısa gelmişti ona. Hâlbuki Trit’in çeyreğinden fazlasını kat etmişti. Trit yolları ne kadar da sıkıcıydı, “Dışarısının daha heyecanlı olacağını düşünmüştüm.” diye söylendi hâlâ hancıya olan kızgınlığının da etkisiyle.
Daha öğlen olmadan gözleri yakacak kadar kızgınlaşan güneşe bir süre baktı. Neden tanımadığı bir yabancı için böyle bir yolculuğa çıkmıştı ki? Doğru ya, yabancı sadece bir bahaneydi. O, hayatının bir döngü olmasından, her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmıştı. Tekdüzelikten bıkmıştı. Belki de Fayfelet hancısından bu yüzden hoşlanmamıştı, ona Ilmar’daki hayatını hatırlattığı için. Bir süre boyunca yabancıyı düşündü; kendi teniyle karşılaştırdığında oldukça koyu olan tenini, koyu sarı gözlerini, burnunun üstündeki kırmızı çizgiyi. “O kırmızı çizgi, şimdiye beyaz bir ize dönüşmüştür.” diye düşündü.
Uzun bir süre düşüncüleri arasında kayboldu, ta ki uzaktan ona doğru koşan adamın sesi ona ulaşana kadar.
“Bayım, bayım, çantanızı unuttunuz!”
Ses üzerine arkasına döndü ve kendisine doğru gelmekte olan hancının oğlunu gördü. Sarı sarı bukleleri ve Tavor’un baktığı uzak mesafeden bile kolayca fark ettiği yemyeşil gözleri vardı. Tavor, sırtında bir eksiklik olduğunu hissetmişti fakat çantasını unuttuğunu fark edemeyecek kadar dağılmıştı. Yabancının suratı sürekli düşlerine karışıyor, en sıradan hayallerinin bile içine sızmayı başarıyordu.
Gülümseyerek hancının oğluna doğru birkaç adım attı ve sonunda birbirleriyle buluştular. Hancının oğlu nefese nefese, “Buyurun bayım çantanız.” dedi.
Tavor da hali hazırda suratına yerleştirdiği gülümsemeyi daha da büyüterek neredeyse kahkaha sayılabilecek bir hale getirdi ve “Teşekkürler…” “…babanıza selam söyleyin” dedi.
Buna karşılık babasına göre daha sıcakkanlı olan çocuk da gülümsedi ve oradan ayrıldı.
O gün Tavor için çok hareketli geçmemişti fakat asık suratlı babasından en küçük bir tebessüm bile alamadığı bu oğlanın küçük tebessümü, ileride başına heyecan verici şeylerin geleceği konusunda onu şevklendirmeye yetti. Nitekim öyle de olacaktı.
******************************************************************************************
Adamın pembe ve bakımlı tırnakları yansıyan ışığın etkisiyle parlıyordu. Sapsarı bir yüzü ve açık yeşil gözleri vardı. Bıyıkları uzun, kıvrımlı ve kahverengiydi. Saçları ise… Saçları yoktu ama kel olduğu belli olmasın diye kafasına bıyıklarıyla uyum içinde kahverengi bir şapka geçirmişti. Boyu uzundu ve incecik bir adamdı. Sağ gözünün altında kısa fakat oldukça derin bir yaranın izi vardı. Karşısında bağlı halde sarışın bir adamı oturtmuştu. Sarışın adam sandalyeye zar zor sığmıştı, tek bir kolu bile sandalyenin yarısı kalınlığındaydı.
Oturuşundan bile ayağa kalktığında ne kadar uzun bir adam olacağı anlaşılıyordu. Teni koyuydu ve karşısında onu azarlar biçimde ayakta duran sarı suratlı adamın yanında normalde olduğundan da koyu duruyordu. Bulundukları oda küçücüktü ve kapısında da başları tavana değecekmiş duran iki tane azman Zalt duruyordu. Pembe tırnaklı adam dişlerini sıkarak sarışın adamın oturtulduğu sandalyeye eğildi ve hırçın bir ses tonuyla “Son bir kez soruyorum, aklını çalıştır. Bu adamın ardında bıraktığı en küçük bir ipucu bile yok mu?” dedi.
“Hayır efendim, uğramış olabileceği tüm hanlara…” öksürdü ve “…saklanabileceği en küçük deliklere bile baktık.”
Pembe tırnaklı adam zorla güldü, “Seni aptal, bir yer ismi söylesen elimden kısa süreliğine olsa da kurtulabilirdin. Ama şimdi beceriksizliğinin cezasını çekeceksin.”
Pembe tırnaklı adam bunu dedikten sonra kapıda duran Zalt’lara bir hareket çaktı ve Zalt’lardan biri de elinde bir demir çubukla pembe tırnaklı adamın yanına geldi. Pembe tırnaklı adam sarışın adama kötücül bir bakış fırlatıp Zalt’ın elindeki çubuğu ani bir hareketle sarışın adamın karnına sapladı. Acı içinde çığlık atan adamın ağzından kanlar fışkırdı.
Pembe tırnaklı adam kapıya döndü ve “Sıradaki…” dedi. Ardından, odaya neredeyse sarışın adam kadar cüsseli ve simsiyah saçlı bir adam girdi. Fakat suratında en küçük bir endişe kırıntısı yoktu ve hatta gülümsüyordu. Sanki az sonra beceriksizliği yüzünden işkence görmeyecek gibiydi. Onun bu neşeli halini gören pembe tırnaklı adam, “Niye sırıtıyorsun sen?” dedi.
O ise kibirli bir tavırla, “Efendimiz Hrmekro’ya güzel haberleri ileteceğim de o yüzden sırıtıyorum.” dedi.
Pembe tırnaklı ve adı Hrmekro olan bu adam da gülümseyerek karşılık verdi ve “Neymiş o güzel haberlerin?” dedi
Adam kendini tutamadı ve kahkahayı bastı, bir süre güldükten sonra; “Şu sarışın aptalın bakmadığı bir yer var, Ilmar’da bir han. Zaten Remon da orada yakalanmış.”
Hrmekro merakla sordu: “Peki bunu senden başka bilen var mı?”
Adam da böbürlenerek, “Tabi ki, ekibin büyük bir kısmı hanın nerede olduğunu…”
“Yani senden başka bilenler var.” diye sözünü kesti Hrmekro. Siyah saçlı adam da başını “evet” anlamında salladı. Hrmekro, hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi ve siyah saçlı adamın “Teşekkür yok mu?” demesiyle arkasını döndü. Dişlerini sıktı ve öfkelendiğinin bir belirtisi olan kırmızı renge sahip gözlerini adama doğru dikerek “Zalt’larım, bu adamı temiz dövün, sonra da ne yaparsanız yapın. Yeter ki gözüm görmesin.” dedi.
Sarışın adam arkasından “Durun, ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. Hrmekro güldü ve, “Hanın yerini bana anlatacak başka adamlarım da varmış, sen hiç zahmet etme, onlar anlatır.” dedi. Hrmekro içinden “Komutanıma sarışın aptal diyen bana neler demiştir?” diye geçiriyordu.
O gün, adamın çığlıkları tüm binayı doldurdu. Kısa bir süre devam ettikten sonra da kesildi ve gecenin karanlığına karıştı…
*Alfabedeki harflerin bir kısmının görüntüsünü tamamladım faka bunları sadece fotoğraf olarak paylaşabileceğim için sizden gözünüzde canlandırmanızı rica ediyorum. Belki ileride ayrı bir iletiyle paylaşırım.