Yabancının Borcu BÖLÜM6: Denizden Dışarıya

Users who are viewing this thread

Beşinci Bölüm, ilk kısmı geldi!

    Fayfelet, Ilmar ve Cemar’dan sonra Trit’in en büyük şehriydi. Ülkenin batı kesimlerine doğru evler büyüyor ve halk zenginleşiyordu. Bunun sebebi de şehrin gelirinin büyük bir kısmını oluşturan balıkçılıktı. Şehrin bazı dönemlerinde, Trit’in balıkçılık geliri Talo ile yarışır olmuştu. Balıkçılık ülke ekonomisini öyle etkilemişti ki şehrin görkemini yansıtan dev duvarlar, doğuda daha güçsüz ve dayanıksızken batıya gidildikçe daha güçlü ve yıkılmazdı.

    İmparatorluk şehirlerinin duvarları savunma amaçlı kullanılmıyordu. Kimisi, zamanında oluşan savaş tehditlerine karşı inşa edildiyse de artık tüm duvarlar gösteriş amaçlı kullanılıyordu. İmparatorluk, 7. Ranke’den beri Ranke tehdidi almamıştı. Ki o zamanlar da güçlü bir Ranke değildi onlara musallat olan, çölden kaçmış yorgun bir Ranke’ydi. Bu sebeple de uzun süredir savunmaya ihtiyaç duymamışlardı.

    Fayfelet’in duvarları, türlü deniz canlısının resmiyle süslenmişti. Ülkenin denizlerinde en çok rastlanan balıklar, Alfar’lı Trot’lar, Denizyılanları, Dev Ahtapotlar ve daha niceleri... Fayfelet’in duvarındaki resimlerden en dikkat çekeni ise tüm bu deniz canlıları içinden en büyük resmedilen bir denizyılanıydı. İnanışa göre bu denizyılanı yediklerini kusmuştu ve onun mucizevî ağzından Fayfelet Şehri de çıkmıştı. Aklı başında hiçbir insan bu masala inanmazdı çünkü Denizyılanlarının güneyde dolaşmadıklarını bilirlerdi.

    Dışarıdan gelen yolcuların getirdiğinden başka hikâyeleri olmayan Fayfelet halkı, kendi hikâyelerini uydurma ihtiyacı hissetmişti. Fayfelet oldukça eski bir şehirdi fakat asla kendi kültürünü oluşturamamış, hep diğer bölgelerin etkisinde kalmıştı. Bunda, bir ticaret kenti olmasının payı büyüktü.

    Fayfelet’in çalışkan halkı yeni bir güne uyanıyor, güneş ufuktaki çizgiden yavaş yavaş yükseliyordu. Fayfelet’in batıda fakat zenginlik açısından doğuyu daha çok andıran kısımlarında, ara sokaklardan birinde bir han vardı. Handa iki tane hancı vardı fakat bunlardan bir tanesi hem hancı hem de müşteriydi. İsmi Tavor olan bu adamın normalde takındığı beyefendi tavırları sönmüş, konuşması ise öfkeli bir homurtuya dönüşmüştü. Normalde aksi bir adam değildi, fakat kendi geldiği fakir mahalledeki hanıyla kaldığı bu sefil hanı karşılaştırıyor, kendisiyle hem gurur duyuyor hem de şikâyetçi olmadan duramıyordu. Bu ne biçim bir handı böyle? Tavor’un zenginlerden ayrılan mahallesinde verdiği hizmet bile bunun on katıydı.

    Belki kendisinin böyle büyük odaları yoktu ama o solgun ve bıkkın yüzüne rağmen hali hazırda sarhoş olan müşterilerine gösterdiği gülümseyen bir suratı vardı. Ona sözde hizmette bulunan bu adam ise asık bir suratla her şeye sıkıcı cevaplar veriyordu. Sanki ağzından en küçük bir espri çıksa Tavor sevinçten havalara uçacaktı. Tavor ücreti öğrenip ve ödeyip bu sıkıcı handan kurtulduğu zaman içine biraz rahatlama, biraz da neşe girmişti.

    Şehrin pis ara sokaklarından çıkarak meydanlardan birine vardı. Meydanın ortasında bir kale ve kaleyi çevreleyen alçak surlar vardı. Kalenin kapılarının yanlarına, surların arkasından görülebilecek büyüklükte ve konumda iki tane bayrak yerleştirilmişti. Bayrakların kırmızısının üstüne siyah renkle İmparatorluk Lisanının “p” harfi yerleştirilmişti.* Kalenin dışarıdan bakıldığında dört katı gözüküyordu. En üst kat ile tepesi arasında daralıyor ve küçük bir kat daha meydana getiriyordu. Bu katta soylulardan birinin odası bulunuyordu.

    Şehrin doğusuna doğru uzaklara baktığınızda, surlarla çevrilmiş bir bina yığını değil de ağaçların arasında kaybolup giden tek tük binalar görünüyordu. Surların da ötesinde birkaç küçük orman ve uçsuz bucaksız düzlükler başlıyordu. Tüm bu yollardan geçmişti, geldiği bu yollar ne kadar da kısa gelmişti ona. Hâlbuki Trit’in çeyreğinden fazlasını kat etmişti. Trit yolları ne kadar da sıkıcıydı, “Dışarısının daha heyecanlı olacağını düşünmüştüm.” diye söylendi hâlâ hancıya olan kızgınlığının da etkisiyle.

    Daha öğlen olmadan gözleri yakacak kadar kızgınlaşan güneşe bir süre baktı. Neden tanımadığı bir yabancı için böyle bir yolculuğa çıkmıştı ki? Doğru ya, yabancı sadece bir bahaneydi. O, hayatının bir döngü olmasından, her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmıştı. Tekdüzelikten bıkmıştı. Belki de Fayfelet hancısından bu yüzden hoşlanmamıştı, ona Ilmar’daki hayatını hatırlattığı için. Bir süre boyunca yabancıyı düşündü; kendi teniyle karşılaştırdığında oldukça koyu olan tenini, koyu sarı gözlerini,  burnunun üstündeki kırmızı çizgiyi. “O kırmızı çizgi, şimdiye beyaz bir ize dönüşmüştür.” diye düşündü.

    Uzun bir süre düşüncüleri arasında kayboldu, ta ki uzaktan ona doğru koşan adamın sesi ona ulaşana kadar.

“Bayım, bayım, çantanızı unuttunuz!”

    Ses üzerine arkasına döndü ve kendisine doğru gelmekte olan hancının oğlunu gördü. Sarı sarı bukleleri ve Tavor’un baktığı uzak mesafeden bile kolayca fark ettiği yemyeşil gözleri vardı. Tavor, sırtında bir eksiklik olduğunu hissetmişti fakat çantasını unuttuğunu fark edemeyecek kadar dağılmıştı. Yabancının suratı sürekli düşlerine karışıyor, en sıradan hayallerinin bile içine sızmayı başarıyordu.

    Gülümseyerek hancının oğluna doğru birkaç adım attı ve sonunda birbirleriyle buluştular. Hancının oğlu nefese nefese, “Buyurun bayım çantanız.” dedi.

    Tavor da hali hazırda suratına yerleştirdiği gülümsemeyi daha da büyüterek neredeyse kahkaha sayılabilecek bir hale getirdi ve “Teşekkürler…” “…babanıza selam söyleyin” dedi.

    Buna karşılık babasına göre daha sıcakkanlı olan çocuk da gülümsedi ve oradan ayrıldı.

    O gün Tavor için çok hareketli geçmemişti fakat asık suratlı babasından en küçük bir tebessüm bile alamadığı bu oğlanın küçük tebessümü, ileride başına heyecan verici şeylerin geleceği konusunda onu şevklendirmeye yetti. Nitekim öyle de olacaktı.

******************************************************************************************

    Adamın pembe ve bakımlı tırnakları yansıyan ışığın etkisiyle parlıyordu. Sapsarı bir yüzü ve açık yeşil gözleri vardı. Bıyıkları uzun, kıvrımlı ve kahverengiydi. Saçları ise… Saçları yoktu ama kel olduğu belli olmasın diye kafasına bıyıklarıyla uyum içinde kahverengi bir şapka geçirmişti. Boyu uzundu ve incecik bir adamdı. Sağ gözünün altında kısa fakat oldukça derin bir yaranın izi vardı. Karşısında bağlı halde sarışın bir adamı oturtmuştu. Sarışın adam sandalyeye zar zor sığmıştı, tek bir kolu bile sandalyenin yarısı kalınlığındaydı.

    Oturuşundan bile ayağa kalktığında ne kadar uzun bir adam olacağı anlaşılıyordu. Teni koyuydu ve karşısında onu azarlar biçimde ayakta duran sarı suratlı adamın yanında normalde olduğundan da koyu duruyordu. Bulundukları oda küçücüktü ve kapısında da başları tavana değecekmiş duran iki tane azman Zalt duruyordu. Pembe tırnaklı adam dişlerini sıkarak sarışın adamın oturtulduğu sandalyeye eğildi ve hırçın bir ses tonuyla “Son bir kez soruyorum, aklını çalıştır. Bu adamın ardında bıraktığı en küçük bir ipucu bile yok mu?” dedi.

“Hayır efendim, uğramış olabileceği tüm hanlara…” öksürdü ve “…saklanabileceği en küçük deliklere bile baktık.”

Pembe tırnaklı adam zorla güldü, “Seni aptal, bir yer ismi söylesen elimden kısa süreliğine olsa da kurtulabilirdin. Ama şimdi beceriksizliğinin cezasını çekeceksin.”

    Pembe tırnaklı adam bunu dedikten sonra kapıda duran Zalt’lara bir hareket çaktı ve Zalt’lardan biri de elinde bir demir çubukla pembe tırnaklı adamın yanına geldi. Pembe tırnaklı adam sarışın adama kötücül bir bakış fırlatıp Zalt’ın elindeki çubuğu ani bir hareketle sarışın adamın karnına sapladı. Acı içinde çığlık atan adamın ağzından kanlar fışkırdı.

    Pembe tırnaklı adam kapıya döndü ve “Sıradaki…” dedi. Ardından, odaya neredeyse sarışın adam kadar cüsseli ve simsiyah saçlı bir adam girdi. Fakat suratında en küçük bir endişe kırıntısı yoktu ve hatta gülümsüyordu. Sanki az sonra beceriksizliği yüzünden işkence görmeyecek gibiydi. Onun bu neşeli halini gören pembe tırnaklı adam, “Niye sırıtıyorsun sen?” dedi.

    O ise kibirli bir tavırla, “Efendimiz Hrmekro’ya güzel haberleri ileteceğim de o yüzden sırıtıyorum.” dedi.
   
    Pembe tırnaklı ve adı Hrmekro olan bu adam da gülümseyerek karşılık verdi ve “Neymiş o güzel haberlerin?” dedi

    Adam kendini tutamadı ve kahkahayı bastı, bir süre güldükten sonra; “Şu sarışın aptalın bakmadığı bir yer var, Ilmar’da bir han. Zaten Remon da orada yakalanmış.”

    Hrmekro merakla sordu: “Peki bunu senden başka bilen var mı?”

    Adam da böbürlenerek, “Tabi ki, ekibin büyük bir kısmı hanın nerede olduğunu…” 

    “Yani senden başka bilenler var.” diye sözünü kesti Hrmekro. Siyah saçlı adam da başını “evet” anlamında salladı. Hrmekro, hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi ve siyah saçlı adamın “Teşekkür yok mu?” demesiyle arkasını döndü. Dişlerini sıktı ve öfkelendiğinin bir belirtisi olan kırmızı renge sahip gözlerini adama doğru dikerek “Zalt’larım, bu adamı temiz dövün, sonra da ne yaparsanız yapın. Yeter ki gözüm görmesin.” dedi.

    Sarışın adam arkasından “Durun, ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. Hrmekro güldü ve, “Hanın yerini bana anlatacak başka adamlarım da varmış, sen hiç zahmet etme, onlar anlatır.” dedi. Hrmekro içinden “Komutanıma sarışın aptal diyen bana neler demiştir?” diye geçiriyordu.

    O gün, adamın çığlıkları tüm binayı doldurdu. Kısa bir süre devam ettikten sonra da kesildi ve gecenin karanlığına karıştı…

*Alfabedeki harflerin bir kısmının görüntüsünü tamamladım faka bunları sadece fotoğraf olarak paylaşabileceğim için sizden gözünüzde canlandırmanızı rica ediyorum. Belki ileride ayrı bir iletiyle paylaşırım.
 
Akıcı bir bölüm, eline sağlık. Yalnız hikâyenin konusunu anlamakta zorluk çekiyorum çünkü olay örgüsü kopuk ve yavaş ilerliyor. Bu bir tercih olabilir tabii.
 
Haklısınız maalesef öyle oldu. Tavor'un da Remon'un da gözünden anlatmaya çalışıyorum. Büyük ihtimalle uzun süre boyunca Tavor'dan bahsetmem. Öneriniz ve eleştirileriniz için çok teşekkür ederim :grin:
 
Teşekkür ederim. Bu arada kaç gündür bölüm gelmiyor biliyorum, hafta sonu yeni bölümü yazıp kesinlikle atacağım. Okulu bahane ederek yazmadım fakat kaldığım yerden devam ediyorum.
 
Yeni bölüm geldi ve biliyorum uzun zaman geçtikten sonra böyle kısa bir bölüm yazmam doğru olmadı ama bu hafta yazmaya bir türlü hazır olamadım.
"Hancının başına neler gelecek, Hrmekro neler yapacak, Vatikes neden bu kadar önemli ve Kralın derdi neydi?"
gibi bir sürü soru birikti. Hepsinin kurguları kafamda hazır ve biliyorum bölümlerden bir şey anlaşılmıyor ancak bu 3-4 bölüm daha böyle sürdükten sonra her şeyin netlik kazanacağını söylemek isterim. Vakit ayırıp buraya kadar okuyan herkese çok teşekkür ederim.

Uşağın peşinden kalenin uçsuz bucaksız merdivenlerini tırmandılar. Aslında kralın hizmetçileri tarafından çekilen bir asansör vardı fakat kraldan başkası kullanamıyordu. Zaten merdivenleri ağır ağır, sindire sindire çıkmışlardı; bu yüzden asansöre ihtiyaç duymamışlardı. Merdivenlerin uzayıp gittiğini gören Remon ilk başta biraz korkmuştu ama yeni dinlenmiş vücudunun gücü onu cesaretlendirdi. Delhyis ise sanki bu merdivenleri daha önce görmüş gibi hiç tepki vermeden ve hatta uşağın rehberliğine ihtiyaç duymadan basamakları birer birer çıkmaya başlamıştı.

    Merdivenlerin eşsiz yapısı Sulmu’daki hiçbir yerde görülmemişti. Yukarı doğru ilerliyorlar ve sonra başka bir bölümden gelen merdivenlerle birbirlerine karışıyorlardı. Uzaktan bakıldığında hangi merdivenin nereden geldiğinin anlaşılmadığı bir düzenleri vardı. Bu yüzden Remon; dikkatini uşaktan hiç ayırmadı, yoksa kaybolabilirdi. Remon’u en çok şaşırtan şey ise dışarıdan gördüğü sarayın düşündüğünden katlarca büyük olmasıydı. Dışarıdan bakıldığında da görkemli bir saraydı belki, ama içerisi çok daha derindi.

    Aklına kendi yöresine ait bir masal geldi; köylerinin bulunduğu yerde eskiden o kadar büyük bir saray varmış ki köyünü işgale gelen Zalt’lar içinde kaybolmuşlar ve savaşı da bu sayede kendi köyü kazanmış. Hâlâ orada kaybolan Zalt’ların haykırışları duyulmaktaymış fakat yerin altından geliyormuş çünkü Saray çöle gömülmüş. Şimdi düşününce oldukça garip geliyordu, kim neden bir köyün yanına bir saray diksindi ki? İllaki öyle olmasına da gerek yoktu, belki de köy sarayın yanına kurulmuştu. Uşağın ona “Geldik beyim.” demesiyle birlikte, düşüncelerinden sıyrıldı.

    Şaşkınlıkla, ardında bıraktığı uzun koridora baktı. Düşlerinde öyle derinlerde yüzmüştü ki, merdivenleri çoktan tırmandığının farkına bile varamamıştı. Önünde, mavi mücevherler ve incilerle süslenmiş devasa bir kapı bulunmaktaydı. Kapının üstüne sapsarı bir çan asılmıştı ve okyanusun en derin karanlığında bile parlayabilecekmiş hissi veriyordu. “Bir Fuzulkal Devi bile geçer buradan.” dedi sesli bir şekilde. Onun bu tepkisini duyan uşak da gülümsedi ve gururla kapının önündeki dev çana ilerledi.

    Kollarını şişirdi ve büyük bir gayretle çana asıldı. Uşağın kalın kolları fakat çana tüm gücüyle asılan bu adam görüntüsüyle daha da büyük görünüyorlardı. Kolları kızarmaya başlayan ve her bir damarı seçebilen uşak sonunda çanı indirmeyi başardığında, yüzündeki rahatlama hissi kendini gösterdi ve dev kapı da dişlilerden gelen gürültüyle yavaş yavaş açıldı. Kapının gittikçe genişleyen ışık da suratlarına vurdu ve hepsinin suratı bembeyaz parladı.

    Işığın yakıcı etkisine zar zor da olsa alışmayı başaran gözleriyle parıltılı altın dağını seçebildiler. Sonra bu altın dağı görüntüsü, yerini altından bir tahta bıraktı. Sarı ve mavinin Alfar içinde en uyumlu görüldüğü yer burasıydı. Tahtın ihtişamı öyle bir boyuttaydı ki, tahtın yanına Cennet Kapıları’nın en güzel heykelini koysan bile sönük kalırdı. Buna rağmen tahtın üzerinde oturan ve en az taht kadar ihtişamlı kralı fark edebildiler. Belki de getirilme amaçlarını bilen gözlerinin merakı yüzünden görünmüştü kral, orası kralın değil de başka bir deniz canlısının olsaydı belki de kralı fark edemezlerdi.

    Yine de kendisini gösterecek ününün avantajına ek olarak azımsanmayacak ölçüdeki ihtişamı da göz ardı edilemezdi bu tahtın yanında fark edilebilmesinin nedenleri arasında. Deniz suyuna rağmen eski bir büyüyle mühürlenmiş kumral saçları, rengini korumayı başarıyordu.

  Ağzını tüm dişlerini gösterecek şekilde açtı ve tam da cüssesinden beklenecek gürlükteki sesiyle “Hoş geldiniz ey değerli ziyaretçilerim!” dedi. Sesinin coşkusunu da beraberinde götüren gücüyle birlikte tüm salon inledi.

    Bakışları çakmak çakmaktı ve kendinden emin duruyordu. Sert biri izlenimi veriyor fakat sevimli beyaz sakalları bu görüntüyle bir çelişki yaratıyordu. Derken bakışları gördüğü görüntü karşısında yumuşamaya başladı ve sevimli beyaz sakalları onun imajını belirleyen savaşı kısa süreliğine de olsa kazanmış oldu. Bakışları Delhyis’in üzerinde geziniyordu.

    Titremeye başlayan sesiyle “Kızım, denizkızlarına özgü kuyruğun da nerede? O mavi yeşil parıldayan…” Delhyis, babası olan ve az önce ihtişamıyla altın tahtın görüntüsüne bile meydan okuyan bu adama acıyan gözlerle baktı. Kral devam etti; “Seni görmenin Vatikes’i görmekten bile uzun olacağını sanmıştım, oysa yıllar birikemeden geri döndün.” Daha sonra, suyun içinde görünmeden kaybolup giden gözyaşlarına rağmen ağladığı anlaşılan suratıyla tahtından indi ve Delhyis’e yürüdü.

    Kafasındaki kaskı işaret ederek “Bir zamanlar bu olmadan da nefes alabiliyordun.” dedi.
    “Zaten o olmadan da nefes alabiliyorum, sadece karanlığa gömülen denizde değil… Aydınlık ve parıldayan dünyada, güzelim canlıların ortasında ve hayatla iç içeyken alıyorum.”

    Bunun üzerine Kral Alfe de hışımla Remon’a döndü: “Bunları başlatan sensin senin peşinden gitmeseydi benim biricik kızım olurdu ve o uğursuz Çöl insanlarından sayılmazdı.”. Delhyis de babasının da üstünde bir öfkeyle “Benim annem de bir Çöl insanıydı, diğer dört kadının aksine!”

    “Sen de benim tek kızımdın, ölen diğerlerinin aksine…”

    Birbirlerine bağırdılar da çağırdılar, ta ki Remon tuhaf hareketler yaparak “Vatikes” diye bağırmaya başlayana kadar. “Vatikes…” ve daha yüksek bir çığlık, “Vatikes...” daha da yükseği, “Vatikes…”

    İkisi de Remon’u dikkatle süzüyordu. Kral Alfe merakla “Vatikes de nereden çıktı?”

-Sen dedin ya.

Kral şaşırmış yüz ifadesinden kurtularak “Nerden çıktı Vatikes?”

-Bir yerden çıkmadı, ama ben sizin için çıkarabilirim.

    Kralın yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti ve “Seni seviyorum oğlum.” diyerek Remon’un başını okşadı.
   
 
Dörtyol hanında fantastik kurgu yazarlarının olması sevindirici. Betimlemelerin bir fantastik kurgu için çok ideal bence. İlk bölümü okudum. Evrenle ve olaylar hakkında daha pek bir fikir sahibi olamadım ama ilerleyen bölümlerin güzel ve sürükleyici olacağı kesin. Sonunu getirirsin umarım. Ayrıca yazım tarzına bakıyorum ve foruma ilk kayıt olduğunda yazdığın bir hikaye vardı ve o zamandan beri oldukça geliştiğini fark ettim.
 
SAUCE said:
Dörtyol hanında fantastik kurgu yazarlarının olması sevindirici. Betimlemelerin bir fantastik kurgu için çok ideal bence. İlk bölümü okudum. Evrenle ve olaylar hakkında daha pek bir fikir sahibi olamadım ama ilerleyen bölümlerin güzel ve sürükleyici olacağı kesin. Sonunu getirirsin umarım. Ayrıca yazım tarzına bakıyorum ve foruma ilk kayıt olduğunda yazdığın bir hikaye vardı ve o zamandan beri oldukça geliştiğini fark ettim.

Eleştirin için çok teşekkür ederim. Evet, foruma ilk kayıt olduğum hikayenin üzerine epey çalıştım ve sonuçlarını başka birinin ağzından duymak çok güzel. Hikayenin sonunu getirmeye gelince; uzun süredir yeni bölüm gelmiyor fakat bunun teme sebebi okul. Yeni bölümü en kısa sürede atmaya çalışıyorum, umarım hikayeyi ertelemek zorunda kalmam. Size de hikayelerinizde başarılar :grin:
 
Herkese Merhabalar, geçen günlerde bilgisayarımdaki dosyaları temizlerken bu hikayenin 6. bölümüne ait olan dosyayı buldum. Okudum ve "Aslında kötü sayılmaz, bunu neden paylaşmamışım ki?" dedim. Umarım beğenirsiniz, eğer isterseniz bu hikayeye kaldığım yerden devam edebilirim, tabi eski heyecanımı yakalamam bir iki bölüm sürer ama karantina günlerinde bana da meşgale olur.
Kral Alfe’nin farklı ırklardan dört farklı çocuğu olmuştu. Adından artık bahsedilmeyen büyük oğlu ve ortanca oğlu Oluyrum’u kendisi gibi bir Trot olan Alfar Kraliçesindendi. Büyük oğlunun adını pek bilen yoktu çünkü daha konuşmayı bile bilmediği erken yaşlarında, yediği bir yemekten zehirlenerek ölmüştü. Ortanca oğlu Oluyrum ise genç yaşlarında başarıyla tamamladığı onlarca seferle ünlenmiş ve “Denizlerin Koruyucusu” lakabına layık görülmüştü. Kuzey Denizlere yaptığı bir sefer sırasında, su almakta olan gemisinin en tepesine çıkıp hışımla kılıç salladığı dev Denizyılanı Shalonir tarafından yutulmasaydı, şu an kralın yanında onurlu bir edinmiş bir kahraman ve varis olarak oturuyor olurdu ve “Kralın mutsuzluğu” diye bir kavram türemezdi. Ortanca oğlu öldüğünde Kral Alfe daha ellili yaşlarındaydı, genç ve toydu. Trot’lar on yaşlarından itibaren gelişimlerini tamamlarlar ve yetişkin olurlar fakat yüz küsur yaşlarına kadar gençtirler ve olgunlaşmamışlardır.

Alfe’nin üçüncü çocuğu da bir oğlandı fakat krallığı terk eden Alfar Kraliçesinden değildi, Sulmu üzerinde nadiren rastlanan kadın büyücülerden biri olan Kusul’dandı. Kusul ile evlilikleri ilk yıllarında oldukça iyi gitmişti fakat Kusul’un Ranke’lere hizmet eden kötü kalpli bir cadı olduğunu öğrendiğinde onu yakalatıp PIRSE hapishanesine yollamıştı. Çocuk ise annesinden kalan kötü ruhu taşıdığını daha küçük yaşlarda belli ederek türlü suçlara karışmış ve böylece Kral Alfe’nin veda etmek zorunda kaldığı çocukları arasında yerini almıştı.

Delhyis onun son kızıydı. Denizde boğulmak üzereyken kurtardığı bir insandandı. Ki kurtardığı bu insan da Trot’ların uzun yaşamlarıyla yarışamamış ve evliliklerinin onuncu yılında hayata veda etmişti. Yine de Delhyis vardı, kendisinden başka onun kanını taşıyan tek varlık. Delhyis’e o zamana kadar çocuklarına yaptığı şeylerin de daha iyisini sunmaya çalıştı; sanki ondan başka çocuğu olmamıştı, sanki ilk ve son çocuğu Delhyis’ti. Nitekim ilk olmasa da son çocuğu Delhyis olacak gibi görünüyordu, Kral Alfe’nin yeni bir yaşama şekil verecek bir ruhu kalmamıştı. Delhyis hep onunla kalmalıydı, Alfar’ı asla terk etmeyecek yüce varisi. Kral Alfe böyle istiyordu fakat Delhyis’in bir yarısı da insandı, karaya muhtaçtı…

Delhyis’in balıklara özgü pullu yeşil bir kuyruğu, daha hiç kullanmadığı akciğerlerinin görevini yapan solungaçları olabilirdi, ama neticede diğer yarısının da bir insan olması onu denizden uzaklaşmaya itiyordu. Annesi bir çöl insanıydı ve çöl insanları belirli istisnalar dışında denizden hoşlanmazlar. Kral Alfe de bunun korkusuyla yaşayıp durdu. Delhyis’e kara denen yeri unutturmaya çalıştı fakat kara her yerdeydi. Delhyis’in ilgisini çeken ilk şey; dalgaların ve akıntının yönü olmadı, çölün denizdeki varlığını temsil ederek denizin tabanında duran ve değdiği zaman havaya kalkan kum taneleri oldu. Delhyis’in kumları sorgulayan bakışlarını fark eden endişeli kral, onu kulelere taşıdı, kulelere taşınan Delhyis de taşları inceledi. Kral Alfe’nin içi yine rahat etmedi, sonuçta taşlar denizden çok toprağa aitti. Kral Alfe ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gün geldiğinde Delhyis de Remon’la birlikte kumları görmeye giderek denizdeki devasa krallığını terk etti.

Kral Alfe Remon’a büyük bir kin beslemişti, fakat güneşin denizin en ücra köşelerine bile inanılmaz bir güçle ilerlemeye çalıştığı o sıcak günün akşamında duydukları onu yatıştırmıştı: “Bir yerden çıkmadı, ama ben sizin için çıkarabilirim.”

Remon’un yiğitliği kendisini affettirmiş ve Kral Alfe’nin kalbine bir parça da sevgi kondurmuştu. Trot’lar yalan söyleyenleri gözünden tanırdı ve bir Trot olan Alfe de Remon’un samimiyetine güvenmişti. Kral Alfe’yi ömrü boyunca duymamış bir Frek’li belki bu basit cümlenin nasıl olur da kralın büyük öfkesini yatıştırdığına şaşabilir, fakat deniz hakkında bilgisi bulunanlar Denizlerin Kılıcı Vatikes’in Alfar’da yaşayan herkesin toplamından daha değerli olduğunu bilir. Öyle değerli bir kılıçtır ki kralın kendisi bile bu kılıcın denizdeki en üstün varlık olduğunu kabul eder ve tahtının üstünde durması için özel bir bölme yapılmıştır. Artık boş olan bu bölmeyi dolduracağına söz veren Remon artık kralın gözünde bir kahramandan farksızdır. Kılıcı gidip Lafay'dan alırsa da kraldan bile değerli biri olacaktır.*

Remon’un bu yiğit tavrına sevinen kral, Remon’la Delhyis yola çıkmadan önceki akşam türlü eğlenceler düzenlendi. Sarayın maskaraları o zamana kadarki en iyi gösterilerini ortaya koydular, masalar deniz suyunda dağılmayan sihirli deniz içkileriyle dolduruldu, saraydan şehir merkezine kadar uzanan dev bir masa kuruldu. Sihirli deniz içkilerinin yanında; en dolgun etli balıklar, özel deniz otları, bir denizyılanını doyurmaya yetecek büyüklükte Oskma yumurtaları ve daha birçok leziz ve iştah açıcı yemekler donatıldı. İnsanların yeme zevkini arttırsın diye masanın etrafına belirli aralıklarla müzisyenler yerleştirilmişti. Bu dev ziyafet ve eğlenceye tüm Alfar halkı davet edildi. Her şey bedavaydı, pahalı deniz lokumları bile.

Bu etkinlerin düzenlenme sebebi, bir anlık cesaretle söylediği söz olan Remon ise yüzünde hafif bir tebessümle yürüyordu. Deniz suyunda derisi buruşmasın diye üstüne giydiği kıyafetin rengi, deniz tuzunun verdiği etkiyle parıldamaya başlamıştı. Çevresindeki neşeyi heyecanla takip ediyor, Alfar halkının eğlenmek için neler yaptığını gözlemliyordu. Yürüyüşü sırasında; koyu kahverengi ve iki bacak enindeki bir masaya karışlıklı oturmuş, ellerindeki içkileri hızla kafaya diken geç bir Palkuma ile orta yaşlarında fakat karşısındaki kadar dinç bir Oktol gözüne çarptı. Çevrelerini heyecanla tezahüratlar yapan çeşitli ırklardan seyirciler kaplamıştı. Oktol da Palkuma da içkilerini hızla ve hırsla yudumluyordu; hatta orta yaşından bir olgunluk belirtisi yerine çocuksu bir hırçınlık fışkıran Oktol, Palkuma’dan bile hırslı bakışlara sahipti. Bir süre sonra genç Palkuma’nın hareketlerinde yavaşlamalar gözlemlemeye başladı, kısa bir süre sonra da yüzünü masaya çarparak bayıldı. Remon bu durum karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı. Sesli düşündüğünü fark edemeyerek “Genç bir Palku’nun bu kadar çabuk düşeceğini tahmin etmezdim.” dedi. (Ki hem yapıca hem de vücut dayanıklılığı olarak oldukça üstün olan Palkuma’ların genç bir üyesinin orta yaşta bir Oktol’a kaybetmesi gerçekten şaşırtıcıydı.)

Onun bu tepkisini fark eden bir seyirci ise bakışlarını Remon’a dikerek “Sen de aramıza katılsana!” dedi. Remon’un ilk tepkisi şaşırmak oldu fakat ardından gülümsedi ve “Memnuniyetle.” diyerek yanlarına geldi. Seyirciler, Remon rahatça geçebilsin diye kenarlara çekildiler ve Remon da masaya oturdu. Bir süre karşısındaki adamın kalkmasını bekledi fakat karşısındaki adamın kalkmak yerine, masaya getirilen içkiyi açıp bardaklara dökmeye başladığını görünce şaşırarak “Siz mi yarışacaksınız?” dedi.

Oktol gülümsedi ve elindeki içkiyi dökmeyi bıraktı. “Neden, korktun mu?”
Remon’un kaşları hafiften çatıldı; kollarındaki damarlar belirginleşti, “Zaten yeterince yorulmadınız mı?”
Oktol bu sefer elindeki şişeleri tümden bırakarak gürültülü bir kahkaha atmaya başladı. Onun kahkahasıyla masa titriyor, bardaklar zangırdıyor ve suratının çevresindeki alan köpürüyordu. Kahkahalarını bastırmaya çalıştığı için zar zor anlaşılan sesiyle “Asıl sen bu içkiye dayanabilecek misin bakalım…” dedi.

Remon’un zaten gerilmekte olan yüz kasları artık sınırlarında oldukları için gücü tükendi ve yüzü meydan okuyan pozisyon alarak yavaş yavaş yumuşadı. Gözlerinden ışık saçarak “Buraya gelmeden önce ne içtiğimi bilseniz bu lafları etmeye korkardınız.” dedi ve masadaki bardaklardan birini kafasına dikti. Deniz suyuyla karışmaması için özel bir büyüyle mühürlenen içkinin boğazından geçerken vermesi gereken ferahlama hissi yerine; boğazında, acı bir çığlık koparmasına neden olan bir yanma hissetti. Haykırarak ağzındaki içkiyi olduğu gibi geri kustu.

Onun bu ani tepkisini gören seyirci grubunda daha yeni attığı kahkahanın yorgunluğunu yaşayan Oktol da dahil olmak üzere gürültülü bir gülme seremonisi başladı. Kahkahalarına ellerini masaya vurarak devam edenlerin vuruşlarındaki tesadüfî çakışmalar, bir bandonun davulları arasındaki uyumla tınlıyordu. İnce seslerin kalın sesler arasında yutulup gitmeden önce kulaklarda bıraktığı ezgi ise bu seremoninin hoş bir baharatıydı sanki. Bu gürültülü gülme orkestrasının sesi yavaş yavaş azalarak sona erdiğinde, Remon da içkinin etkisini üzerinden yeni atabilmişti.

Aradaki birkaç kıkırtı dışında tümüyle sakinleşen kalabalığa dönerek “ Size iyi eğlenceler.” dedi ve başka hiçbir şey diyemeden yüzündeki utancı saklamaya çalışarak oradan uzaklaştı.

Eğlenceler o gece de sürdü, uyku saati gelen yavru deniz canlılarının bile tüm gece boyunca eğlenmesine izin verildi. (Birçoğu da uyuyakalmıştı zaten.) Remon da yaşadığı utanç verici olayın ardından yorgun vücudunun dinlenme isteğine yenik düşerek sarayda kendisine ayrılmış odada uykuya daldı. Tüm gece boyunca rüyasız bir uyku çekti ve sabaha da dinç bir şekilde uyandı. Kaç gündür zar zor kalktığı yorucu uykularından sonra ilk defa böyle güzel ve dinlendirici bir uyku çekmesi, bu uykunun tam da yolculuğa çıkacağı güne denk gelmesi yapıcı zamanın efendisi GuTalmo’nun tatlı bir jesti miydi yoksa ona özel hazırlanan yatağının güzelliğinden miydi bilinmez ama onun çok işine yarayacağı kesindi.

Remon, yola çıkmadan önce kralın yanına uğradı. Birlikte kralın odasına girdiler ve yaklaşık bir saat kadar çıkmadılar. Odadan çıktıklarında, elinde sapsarı bir kâğıt tutan kralın yüzü gülüyordu ve Remon’un yüzü de gururla parıldıyordu. Remon da yüzündeki parıltıyı kaybetmeden eşyalarının bulunduğu odaya yöneldi ve orada karşılaştığı Delhyis’le birlikte yola çıkacakları uğurlama alanına yöneldi.

Oraya vardıklarında, İmparatorluğun tüm ordularından daha büyük bir kalabalık onları bekliyordu. Kalabalığı, ellerinde dev kalkanlar tutan muhafızlar yoluyla ayıran yoldan şarkılar eşliğinde geçtiler. Kalabalığın ortasında devasa bir yapı olarak yükselen kralın kulesine de el salladılar ve kuleden gelen güçlü bir borazanın verdiği yanıtla birlikte yola çıktılar. Onlara eşlik eden kalabalığın şarkıları ise yarım saat boyunca kesilmedi ve daha sonra yavaş yavaş kayboldu.

Bir süre daha yürüdükten ve Alfar şehri artık görülmez olduktan sonra, sanki onları takip eden biri varmış gibi temkinli bir şekilde yürüyen Delhyis sordu: “Gerçekten de Lafay’a mı gidiyoruz?”
Remon bu soru karşısında afalladı ve “Dürüstlüğümden şüphe mi ediyorsun?” dedi.
“Bayf’a gideceğimizi söyleyen birinin neden kendini Hrmekro’ya yakalandıracak riskler yaratan hamleler yaptığını anlamıyorum. Hâlâ içkinin etkisindesin galiba.”
Bunun üzerine Remon güldü ve “On sekiz aydan uzun bir süredir borcunu erteleyebilen birinin böyle basit bir üçkâğıtçılık yapacağını düşündüysen gerçekten kırılırım.” dedi.
Delhyis de alaycı bir tavırla“Peki, nasıl bir üçkâğıtçılık yaptınız Sör Remon?” dedi.
Remon, uzun süredir içinde biriktirdiği bir şeyi söyleyecek olmanın neşesi içinde “Beni, senin beni kurtardığın gemiye getirmeden önce Ilmar’da bir handa yakaladılar. Beni götürürlerken hancının eline geçsin diye bir not bıraktım. ‘Bayfta görüşürüz.’ yazan bir not. Şimdi hancıyı aramaya başlamışlardır bile.”

Delhyis’in ilk tepkisi şaşırmak oldu, fakat daha sonra şaşkınlık yerini endişe ve öfkeye bıraktı: “Kim olduğunu bile bilmediğinin birinin hayatını tehlikeye mi attın?”
“Tehlikeye atmadım. Hrmekro’nun adamlarının ona dövmekten daha büyük bir zarar verebileceğini sanmıyorum. Hem hancıya bu iyiliği karşılığında küçük bir hediye de bıraktım.”
“Hediye?”
“Hrmekro’nun peşime düşmesine neden olan parıltılı sarı nesne.”

Delhyis’in gözleri kocaman açıldı, “Altın?
“Evet, hem de bir torba dolusu…”

Delhyis’i şaşırtacak bu zekâ dolu hamlesinin ona verdiği hoşnutluk hissiyle mest olan Remon, adımlarını biraz daha hızlandırdı. Bu sırada su gittikçe sığlaşıyor ve değişen çevre, karaya yaklaşmakta olduklarının sinyallerini veriyordu…

*Lafay'a gitme sebepleri bir dahaki bölümde...
 
Last edited:
Devam edersen iyi olur. Tek oturuşta okudum, kendini bölümden bölüme geliştirdiğin belli. Kurguyu biraz da sağlamlaştırırsan efsane olur. Bekliyoruz :smile:
 
Back
Top Bottom