Foruma üye olmadan önce yazmaya başladığım bir hikaye ile karşınızdayım. Yorumlarınızı esirgemeyin.
Soylu Haydut I : Kral İstinar
Bölüm 1 Hemen alttadır
[3 Temmuz 2011]
Bölüm 2 [12 Temmuz 2011]
Bölüm 3 [24 Temmuz 2011]
Bölüm 4 [5 Ağustos 2011]
Bölüm 5 [10 Ağustos 2011]
Bölüm 6 [14 Ağustos 2011]
Bölüm 7 [17 Ağustos 2011]
Bölüm 8 [21 Ağustos 2011]
Bölüm 9 [24 Ağustos 2011]
Bölüm 10 [9 Eylül 2011]
Özel Bölüm [9 Eylül 2011]
[size=10pt]Bölüm 11 [20 Eylül 2011]
Bölüm 12 [28 Eylül 2011]
Bölüm 13 [4 Ekim 2011]
Bölüm 14 [20 Ekim 2011]
Bölüm 15 [1 Kasım 2011]
Bölüm 16 [21 Kasım 2011]
Bölüm 17 [11 Aralık 2011]
Kırmızı Savaşçılar [11 Aralık 2011]
Bölüm 18 [21 Şubat 2012]
Bölüm 19 [1 Mart 2012] (ve Veluca'nın izi)
Bölüm 20 [7 Mart 2012]
Bölüm 21 [5 Nisan 2012]
Bölüm 22 [8 Nisan 2012]
Bölüm 23 [24 Nisan 2012]
Bölüm 24 [17 Mayıs 2012]
Mini-Hikaye: Hegen
Giriş [29 Aralık 2011]
Bölüm 1: Kanlı Kolye [11 Ocak 2012]
Bölüm 2: Gereksiz Bir Görev [15 Ocak 2012]
Bölüm 3: İhanet [23 Ocak 2012]
Bölüm 4: Yeni Rodok Krallığı ve Raghnall [2 Şubat 2012]
Bölüm 5: Ortama alışma [21 Mart 2012]
Bölüm 6 [Final]: Thermicas ile Tanışma [5 Nisan 2012]
Soylu Haydut I : Kral İstinar
Bölüm 1 Hemen alttadır
[3 Temmuz 2011]
O zamanlar altı yaşındaydım… bir ağabeyim vardı, beni hayata o hazırladı. Ne yapmam gerektiğini, ne yapmamam gerektiğini, her şeyi bana öğretirdi. Babam Konrad, paralı askerlikten iyi maaş kazanıyordu bu yüzden ağabeyimle iyi bir eğitim alma şansı buldum. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, birbirimizi daima kollardık… En iyi arkadaşım Marnid. Ona hep kardeşim diye hitap ederdim ve o da bunu çok severdi.
Veluca’da her sabah kuş sesleriyle uyanmak gibisi yoktur! Limon kokusunu ciğerlerine doldurmak hele… Aaah ah! Orayı çok ama çok özlüyorum. Yüzümü yıkadıktan sonra, bazen Marnid’le bazen de ağabeyimle dolaşmayı çok severim ve asla tek başıma dolaşmam çünkü yaşlı Andreas’ın köpeği beni hep korkutmuştur… Yürüyüşten geri geldiğimizde bazen olmuş limonları ağaçtan koparıp anneme verirdim. Limonun kokusunu çok severdi. Ama her zaman merak ettiğim bir yer vardır. Şehrin dışarısı… Annem ve Babam bana oralarda çok tehlikeli haydutların olduklarını söylerdi. Her ne kadar haklı olsalar bile o merakımı bir türlü yok edemiyordum…
Sekiz yaşıma geldiğimde bir provokasyon yüzünden Svadya Krallığı ile Rodok Krallığı sorunlar yaşamış ve 2 ülkenin halklarının tepkisi sonucunda savaş çıkmıştı… O günden sonra babamı daha az görebilmeye başladım, sonuçta ülkenin ona ihtiyacı vardı ve her sefere katılmak zorundaydı. Şehirde her şey normalken bile korkuyordum. Sekiz yaşında olmama rağmen ölümün ne demek olduğunu biliyordum. Savaşta babamın ölüm riski beni ve ailemi çok kaygılandırıyordu… Seferin bittiğini öğrendiğimizde çok sevindik. Babam gelebilecekti… Ama bir sorun vardı… Aylar geçmesine rağmen babam gelmedi. Sonra bir gün, bir Rodok çavuşu evimize geldi. Korktuğum başıma gelmişti. Artık babam yoktu… Tüm şehir babamı sevdiği için yastaydı… Bazı arkadaşlarımın da babası önceden ölmüştü. Nasıl bir duygu… Artık anlıyorum.
Aradan üç sene geçti. Artık on bir yaşındaydım. Ağabeyim ise on dokuz yaşına girmişti. Ona imreniyordum. Büyümek güzel bir şey olmalıydı. Marnid’le de eskisinden daha iyi arkadaştık. Babamın ölümden sonra annem iyice çökmüştü. Her akşam onu odasında ağlarken yakalardım. İşe yaramasa bile ona sarılıp teselli etmeye çalışırdım… Hiç olmazsa acısına ortak olmayı denerdim. Ama nafile, İkimizin de acısı paylaşılamayacak kadar derindi. Neyse ki Marnid’in babası bana babam gibi davranıyor, biraz teselli etmeye çalışıyordu. Yoksa asla dayanamazdım. Babamın kazandığı maaşlar olmadığı için evimizi satıp daha küçük bir ev almak zorunda kaldık. Hala fakirdik. Vergiler, yiyecek derken para yine bitti. Sokakta yatamazdık. Annem mecburen kısa süreli bir işte çalıştı. Taverna’da çalışıp ekmeğimizi kazanıyordu. Ağabeyim ise bazen okul çıkışında arenada dövüşlere katılıyordu. Annem buna çok kızardı çünkü, ona göre, böyle yapmak ancak savaşçılığı getirirdi. Bizim sonumuzun da babam gibi olmasını hiç istemezdi. Ama ağabeyim buna mecburdu, annem tavernadan aylık en fazla iki yüz dinar kazanıyordu ve ayyaşların anneme asılmasından nefret ederdi ki gerçekten iyi bir şey değildi… Ama annem de mecburdu. Ağabeyim arada “Eğitim almasak da olur. Eğitim zaten çok pahalı” dese bile annem her zaman cahilliğin fakirlikten beter olduğunu söylerdi. Bu günkü tüm bilgilerimi okula borçluyum zaten, etrafımdaki cahillerden farklıyım.
…
İki yıl içerisinde, Svadyalılar Veluca’ya kadar tüm kaleleri aldı, elbette ona bağlı olan köyleri de yağmaladılar. Veluca’yı büyük bir endişe kaplamıştı ama kimse memleketini bırakmak istemiyordu. Lord Matheas her zaman diğer şehirlere ulaklar gönderip yardım isterdi. 3 kont gelmişti yalnızca. Lord Talbar, Lord Gutlans ve Lord Laruqen. Böylece şehir garnizonu 840 kişiyi bulmuştu. Ama şehirdeki askerlerin çoğu acemiydi. Svadya ise alınan haberlere göre tüm ordusu ile gelecekti. Bu yaklaşık 1200 kişi eder ve savaş öncesi hepsi eğitilir. Bu yüzden Veluca’nın her yerinde milis kampları açılmıştı. Kendimizi savunma amacıyla ben, ağabeyim, annem ve Marnid milis kampına katıldık. Elimize bir kılıç tutuşturup karşımıza samandan adamlar koydular. Annem dışında hepimiz çok iyi ilerleme kaydettik. Hatta ben o kadar gelişmiştim ki Rodok askerleriyle bile düello yaptım. Önce küçük olduğum için bana karşı tüm güçlerini kullanmadılar. Ama ne de olsa damarlarımda Konrad’ın kanı vardı ve yaşıma göre iyi dövüşüyordum. 5-6 vuruşta adamı yere serdim. Bu sefer bir Rodok çavuşu beni test etti. Bu sefer karşımdaki asker, beni ciddiye alarak dövüşmüştü.
Sağlam 1 darbe aldım ve yere düştüm. Hala pes etmemiştim. Rodok çavuşu:
-Çok iyi bir dövüşçüsün. Bir savaşçının oğlu musun? Diye sorduğunda çok sevindim. Adamın yalan söyler gibi bir hali yoktu.
-Evet… Babamın adı Konrad idi…
Beni arkamdan ağabeyim ve Marnid takip etti. İkisi de çok iyiydi. Ağabeyim şimdi de yanımda ve çok iyi arbalet kullanır. Zaten ağabeyimin yakın dövüşü çok iyi olmadığı için kundaklı yayı denedi. Başarılıydı. Kontlar şehri arada terk edip geri geliyorlardı. Ülkenin dört bir yanından başka kontlar getirmeye çalışıyorlardı ve erzak alımı için dışarıdaki ufak tefek svadya birliklerini kovarlardı. Matheas ile birlikte Kont Grunwalder de gelmişti. Grunwalder kalesi düşünce yapacak başka işi kalmamıştı. Ama Veluca halkı şanslıydı. Grunwalder Rodok Krallığı’nın en kıdemli ve en güçlü kontuydu. Kont Grunwalder’den başka Kral Graveth de gelmişti. Artık şehir 1410 kişiydi. Şehirdeki askerlerin bazıları acemiydi şimdi o acemilerin hepsi mızrakçı oldu. Uzun mızrakları surlara adam çıkarmazdı.
…
Grunwalder Kalesi’ne gerginlik hâkimdi. Svadyalı Kontların yeni hedefi Veluca idi. Kont Stamar konuşmaya girdi:
-Mareşalim! Ne yapmamızı önerirsiniz?
-Daha kuşatma araçları yapılmadığı için saldıramayacağız.
Biri konuştu. Konuşan mimar Artimenner’di:
-Kuşatma araçları eğer hızlı çalışılırsa bu geceye doğru biter, Kont Klargus.
-Güzel. Kimse bu kaleden ayrılmayacak. Şu anda hepimizin askerleri ancak 1400 kişi eder. Onlar ise ulaktan öğrendiğime göre 1400 kişiden fazlalar.
Şehir garnizonuna Kral Graveth ve Mareşal Grunwalder ‘in ordusu katılmış.
-Ulak ne zaman geldi yani, ne kadar güncel konuşuyorsunuz, mareşalim?
Bunu soran Kont Clais’ti
-Haberi daha bu sabah aldım Clais!
-Anlıyorum.
Bu arada salona biri daha gelmişti, herkesin ona bakıp eğilmesi bir oldu. Gelen Kral Harlaus’tu.
-Grunwalder Kalesi’ne ilk defa düşman gibi gelmiyorum. Umarım yanımdaki 250 asker boşuna gelmemiştir.
-Hoşgeldiniz efendim! Buyrun oturun, bizde tam plan yapıyorduk.
-Ne planıydı Klargus?
-Elbette ki Veluca Şehri Kuşatması için, kralım.
-Onu biliyorum, elde ne var?
Mimar Artimenner söze girdi:
-Mancınıklarımız hazır. Koçbaşlarının bitmesine az kaldı. Ve Kuşatma kuleleri geceye hazır.
-Kuşatma kulelerinin sürecini hızlandır Artimenner! Gece orada olmamız lazım… Neyse, onlar dışında… Stratejimiz var mı?
-Onu da siz gelmeden konuştuk efendim. Etrosq Kalesi ve Jelkala Şehri’nden gelebilecek olan diğer birlikleri askeri birliklerimiz tutacak, bu olaya derebeylerini karıştırmak istemedim çünkü şehir 1400 kişi. Siz gelince bizim toplam sayımız ancak 1600 kişi oldu. Bu arada acil durum birliklerini de arka kapıdan, yani Büyük Matheas Kapısı’ndan gelebilecek şekilde mevzilendirdik. Rodokların kuşatmalarda ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Eğer bir derebeyini bile yollarsak, Veluca’yı almak bizim için imkânsız olur.
-Doğru bir düşünce mareşalim, kutlarım! Artimenner! Koçbaşlarının ve kuşatma kulesinin ama öncelikle kuşatma kulesinin sürecini hızlandır!
-Emredersiniz kralım! Dedikten sonra Artimenner salondan çıktı.
…
Veluca’da nedense tundra soğukları vardı. Gece kimse uyumadı. Savaş başlamıştı. Mancınıklardaki taşlar yakılarak Veluca Surlarına gönderiliyordu.
Mareşal Grunwalder:
-ATEŞ ALAN SURLARDAN İNİN! Diye bağırdı. Bağırması heyecan ve telaş dışında gürültüden kaynaklanıyordu.
Diğer Kontlar, Tüm askerleriyle öndeydi. Ama Kont Laruqen, Kral Graveth ile birlikte arka tarafı tutuyordu. Tüm kapılar koruma altındaydı. Arka tarafın 5 dakikalık boşluğundan yararlanıp bir ulak yollandı Yalen’e. Oradaki 2 konta haber vermek için. Ne yazık ki, ulak Büyük Matheas Kapısı’ndan gelmeye hazır olan birlikler tarafından öldürüldü.
…
Koçbaşları biri önde biri de arkada olmak üzere kapılara vurmaya başladı. Ama arka tarafın boş olduğunu zannediyorlardı. Ta ki arkadaki surlara çıkılana kadar… Graveth’în askerleri surlara çıkıp Kont Clais ve Kont Rafarch’ın bazı askerlerini karşıladı. Bu arada mancınıklar içeriyi hedef almaya başladı. Yanan ve yıkılan evler arasında bizim de evimiz vardı. Çığlık çığlığa dışarı çıktık ama silahları unutmuştuk. Savunmasızdık. Silah tüccarındaki silahlar bitmişti çünkü hepsini milisler almıştı. Ölen bir arbaletçinin kılıcını alarak kendimi korumak zorunda kaldım ama kılıcımı kullanacak fırsatım olmadı. Babamın savaşta ölmesine rağmen içimde yoğun bir savaş arzusu vardı. Bu arada ağabeyim Bunduk adamın arbaletini aldı.
…
Arka taraftaki koçbaşı kapıyı kırmıştı ama birden Laruqen’in askerlerinin hücumuyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Ölen Svadyalı askerlerin gerisinde Svadyalı keskin nişancılar vardı. Laruqen ve askerleri nişancıları görmesi ile kaçmaları bir oldu. Elbette kaçarken birçok adamlarını kaybettiler. Laruqen ise sırtından vurulmuştu, hareket edemiyordu… Graveth merdiveni yere ittirip hemen aşağıya indi ve Laruqen’i bir hekime gösterdi. Okun önemli bir yere saplandığı belliydi. Eğer ok dikkatli çıkarılamazsa Laruqen felç olabilirdi. Bu arada arbaletçiler, Laruqen’in ve Graveth’in kalan askerleriyle olan mücadeleyi çok kayıp verseler de kazandılar. 30-35 arbaletçi şehrin arkasından geliyordu. Geldiklerinde ilk okları Rodok askerlerinin şanslarına isabetli olmadı. Arbaletleri tekrar doldururken askerler geliyordu. Kalkanlarını tutsalar bile çelik oklar kalkanların bazılarını parçaladı. Arbaletçilerin 3. atış için şansları yoktu ve mecburen kılıçlarını çektiler. Elbette rodok çavuşlarını yenemediler ama onları oyaladılar. Bu arada öndeki arbaletçilerin okları bitmişti, ama neredeyse hiç boşa ok atmadıkları için bir sürü adam öldürdüler. Bu arada Koçbaşı kapıyı kırmıştı. Hemen arkasındaki arbaletçiler atışa anında başladı. Ne olduğunu anlamayan askerlerin çoğu öldü. Bir ok ise Kont Grunwalder’in boğazına saplanmıştı. Herkesin şaşkın bakışları arasında boğazını tutarak yere yığıldı… Kral Graveth bu manzarayı görmüştü. Grunvalder Graveth’in kardeşi gibiydi. Kral Graveth ağlayarak Grunwalder’in yanına geldi. Elbette ki bir kralın ağlaması alışıldık değildi.
-Grunwalder! Kardeşim! Bu nasıl…
Daha fazla konuşamadı. Grunwalder ölmüştü. Graveth ağlayarak Grunwalder’e, hiç sahip olmadığı kardeşine sarıldı. Öfkeliydi.
-İntikamını alacağım kardeşim! Dedi ve savaş çığlığı atarak düşmanlarına koştu. Kalradya’da atılan en öfkeli ve en çok tüyler ürperten savaş çığlığını atmıştı. Yani ben öyle düşünüyorum.
Bu öfke Graveth’e bir şey kazandırmadı. Eğer acil durum ekipleri şehrin arkasından gelmeseydi Graveth’in öfkesi bir işe yarardı. Çünkü bu savaş çığlığı Rodok askerlerine cesaret vermişti. Ama geldiler. Svadyalı şövalyelerin arkadan saldırsında annem atların altında kalmıştı. Ne olduğunu anlamadım, sadece kaçtım. Annem atların altında kalarak ölmüştü. Babamdan sonra annemin de ölmesi… Anlayamıyorum. Gökler neden bana şanssız bir hayat sundu ki? Ağlayarak yalnızca bir kelime söyleyebildim, “Anne!”. Bu arada arkada Marnid ve ağabeyim Bunduk kalmıştı. Onları bulmam lazımdı. Onları buldum. Tam yanlarına gelecektim ki, Bir hücum atı bana tüm gücüyle çarptı ve sonrası… Karanlık.
Veluca’da her sabah kuş sesleriyle uyanmak gibisi yoktur! Limon kokusunu ciğerlerine doldurmak hele… Aaah ah! Orayı çok ama çok özlüyorum. Yüzümü yıkadıktan sonra, bazen Marnid’le bazen de ağabeyimle dolaşmayı çok severim ve asla tek başıma dolaşmam çünkü yaşlı Andreas’ın köpeği beni hep korkutmuştur… Yürüyüşten geri geldiğimizde bazen olmuş limonları ağaçtan koparıp anneme verirdim. Limonun kokusunu çok severdi. Ama her zaman merak ettiğim bir yer vardır. Şehrin dışarısı… Annem ve Babam bana oralarda çok tehlikeli haydutların olduklarını söylerdi. Her ne kadar haklı olsalar bile o merakımı bir türlü yok edemiyordum…
Sekiz yaşıma geldiğimde bir provokasyon yüzünden Svadya Krallığı ile Rodok Krallığı sorunlar yaşamış ve 2 ülkenin halklarının tepkisi sonucunda savaş çıkmıştı… O günden sonra babamı daha az görebilmeye başladım, sonuçta ülkenin ona ihtiyacı vardı ve her sefere katılmak zorundaydı. Şehirde her şey normalken bile korkuyordum. Sekiz yaşında olmama rağmen ölümün ne demek olduğunu biliyordum. Savaşta babamın ölüm riski beni ve ailemi çok kaygılandırıyordu… Seferin bittiğini öğrendiğimizde çok sevindik. Babam gelebilecekti… Ama bir sorun vardı… Aylar geçmesine rağmen babam gelmedi. Sonra bir gün, bir Rodok çavuşu evimize geldi. Korktuğum başıma gelmişti. Artık babam yoktu… Tüm şehir babamı sevdiği için yastaydı… Bazı arkadaşlarımın da babası önceden ölmüştü. Nasıl bir duygu… Artık anlıyorum.
Aradan üç sene geçti. Artık on bir yaşındaydım. Ağabeyim ise on dokuz yaşına girmişti. Ona imreniyordum. Büyümek güzel bir şey olmalıydı. Marnid’le de eskisinden daha iyi arkadaştık. Babamın ölümden sonra annem iyice çökmüştü. Her akşam onu odasında ağlarken yakalardım. İşe yaramasa bile ona sarılıp teselli etmeye çalışırdım… Hiç olmazsa acısına ortak olmayı denerdim. Ama nafile, İkimizin de acısı paylaşılamayacak kadar derindi. Neyse ki Marnid’in babası bana babam gibi davranıyor, biraz teselli etmeye çalışıyordu. Yoksa asla dayanamazdım. Babamın kazandığı maaşlar olmadığı için evimizi satıp daha küçük bir ev almak zorunda kaldık. Hala fakirdik. Vergiler, yiyecek derken para yine bitti. Sokakta yatamazdık. Annem mecburen kısa süreli bir işte çalıştı. Taverna’da çalışıp ekmeğimizi kazanıyordu. Ağabeyim ise bazen okul çıkışında arenada dövüşlere katılıyordu. Annem buna çok kızardı çünkü, ona göre, böyle yapmak ancak savaşçılığı getirirdi. Bizim sonumuzun da babam gibi olmasını hiç istemezdi. Ama ağabeyim buna mecburdu, annem tavernadan aylık en fazla iki yüz dinar kazanıyordu ve ayyaşların anneme asılmasından nefret ederdi ki gerçekten iyi bir şey değildi… Ama annem de mecburdu. Ağabeyim arada “Eğitim almasak da olur. Eğitim zaten çok pahalı” dese bile annem her zaman cahilliğin fakirlikten beter olduğunu söylerdi. Bu günkü tüm bilgilerimi okula borçluyum zaten, etrafımdaki cahillerden farklıyım.
…
İki yıl içerisinde, Svadyalılar Veluca’ya kadar tüm kaleleri aldı, elbette ona bağlı olan köyleri de yağmaladılar. Veluca’yı büyük bir endişe kaplamıştı ama kimse memleketini bırakmak istemiyordu. Lord Matheas her zaman diğer şehirlere ulaklar gönderip yardım isterdi. 3 kont gelmişti yalnızca. Lord Talbar, Lord Gutlans ve Lord Laruqen. Böylece şehir garnizonu 840 kişiyi bulmuştu. Ama şehirdeki askerlerin çoğu acemiydi. Svadya ise alınan haberlere göre tüm ordusu ile gelecekti. Bu yaklaşık 1200 kişi eder ve savaş öncesi hepsi eğitilir. Bu yüzden Veluca’nın her yerinde milis kampları açılmıştı. Kendimizi savunma amacıyla ben, ağabeyim, annem ve Marnid milis kampına katıldık. Elimize bir kılıç tutuşturup karşımıza samandan adamlar koydular. Annem dışında hepimiz çok iyi ilerleme kaydettik. Hatta ben o kadar gelişmiştim ki Rodok askerleriyle bile düello yaptım. Önce küçük olduğum için bana karşı tüm güçlerini kullanmadılar. Ama ne de olsa damarlarımda Konrad’ın kanı vardı ve yaşıma göre iyi dövüşüyordum. 5-6 vuruşta adamı yere serdim. Bu sefer bir Rodok çavuşu beni test etti. Bu sefer karşımdaki asker, beni ciddiye alarak dövüşmüştü.
Sağlam 1 darbe aldım ve yere düştüm. Hala pes etmemiştim. Rodok çavuşu:
-Çok iyi bir dövüşçüsün. Bir savaşçının oğlu musun? Diye sorduğunda çok sevindim. Adamın yalan söyler gibi bir hali yoktu.
-Evet… Babamın adı Konrad idi…
Beni arkamdan ağabeyim ve Marnid takip etti. İkisi de çok iyiydi. Ağabeyim şimdi de yanımda ve çok iyi arbalet kullanır. Zaten ağabeyimin yakın dövüşü çok iyi olmadığı için kundaklı yayı denedi. Başarılıydı. Kontlar şehri arada terk edip geri geliyorlardı. Ülkenin dört bir yanından başka kontlar getirmeye çalışıyorlardı ve erzak alımı için dışarıdaki ufak tefek svadya birliklerini kovarlardı. Matheas ile birlikte Kont Grunwalder de gelmişti. Grunwalder kalesi düşünce yapacak başka işi kalmamıştı. Ama Veluca halkı şanslıydı. Grunwalder Rodok Krallığı’nın en kıdemli ve en güçlü kontuydu. Kont Grunwalder’den başka Kral Graveth de gelmişti. Artık şehir 1410 kişiydi. Şehirdeki askerlerin bazıları acemiydi şimdi o acemilerin hepsi mızrakçı oldu. Uzun mızrakları surlara adam çıkarmazdı.
…
Grunwalder Kalesi’ne gerginlik hâkimdi. Svadyalı Kontların yeni hedefi Veluca idi. Kont Stamar konuşmaya girdi:
-Mareşalim! Ne yapmamızı önerirsiniz?
-Daha kuşatma araçları yapılmadığı için saldıramayacağız.
Biri konuştu. Konuşan mimar Artimenner’di:
-Kuşatma araçları eğer hızlı çalışılırsa bu geceye doğru biter, Kont Klargus.
-Güzel. Kimse bu kaleden ayrılmayacak. Şu anda hepimizin askerleri ancak 1400 kişi eder. Onlar ise ulaktan öğrendiğime göre 1400 kişiden fazlalar.
Şehir garnizonuna Kral Graveth ve Mareşal Grunwalder ‘in ordusu katılmış.
-Ulak ne zaman geldi yani, ne kadar güncel konuşuyorsunuz, mareşalim?
Bunu soran Kont Clais’ti
-Haberi daha bu sabah aldım Clais!
-Anlıyorum.
Bu arada salona biri daha gelmişti, herkesin ona bakıp eğilmesi bir oldu. Gelen Kral Harlaus’tu.
-Grunwalder Kalesi’ne ilk defa düşman gibi gelmiyorum. Umarım yanımdaki 250 asker boşuna gelmemiştir.
-Hoşgeldiniz efendim! Buyrun oturun, bizde tam plan yapıyorduk.
-Ne planıydı Klargus?
-Elbette ki Veluca Şehri Kuşatması için, kralım.
-Onu biliyorum, elde ne var?
Mimar Artimenner söze girdi:
-Mancınıklarımız hazır. Koçbaşlarının bitmesine az kaldı. Ve Kuşatma kuleleri geceye hazır.
-Kuşatma kulelerinin sürecini hızlandır Artimenner! Gece orada olmamız lazım… Neyse, onlar dışında… Stratejimiz var mı?
-Onu da siz gelmeden konuştuk efendim. Etrosq Kalesi ve Jelkala Şehri’nden gelebilecek olan diğer birlikleri askeri birliklerimiz tutacak, bu olaya derebeylerini karıştırmak istemedim çünkü şehir 1400 kişi. Siz gelince bizim toplam sayımız ancak 1600 kişi oldu. Bu arada acil durum birliklerini de arka kapıdan, yani Büyük Matheas Kapısı’ndan gelebilecek şekilde mevzilendirdik. Rodokların kuşatmalarda ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Eğer bir derebeyini bile yollarsak, Veluca’yı almak bizim için imkânsız olur.
-Doğru bir düşünce mareşalim, kutlarım! Artimenner! Koçbaşlarının ve kuşatma kulesinin ama öncelikle kuşatma kulesinin sürecini hızlandır!
-Emredersiniz kralım! Dedikten sonra Artimenner salondan çıktı.
…
Veluca’da nedense tundra soğukları vardı. Gece kimse uyumadı. Savaş başlamıştı. Mancınıklardaki taşlar yakılarak Veluca Surlarına gönderiliyordu.
Mareşal Grunwalder:
-ATEŞ ALAN SURLARDAN İNİN! Diye bağırdı. Bağırması heyecan ve telaş dışında gürültüden kaynaklanıyordu.
Diğer Kontlar, Tüm askerleriyle öndeydi. Ama Kont Laruqen, Kral Graveth ile birlikte arka tarafı tutuyordu. Tüm kapılar koruma altındaydı. Arka tarafın 5 dakikalık boşluğundan yararlanıp bir ulak yollandı Yalen’e. Oradaki 2 konta haber vermek için. Ne yazık ki, ulak Büyük Matheas Kapısı’ndan gelmeye hazır olan birlikler tarafından öldürüldü.
…
Koçbaşları biri önde biri de arkada olmak üzere kapılara vurmaya başladı. Ama arka tarafın boş olduğunu zannediyorlardı. Ta ki arkadaki surlara çıkılana kadar… Graveth’în askerleri surlara çıkıp Kont Clais ve Kont Rafarch’ın bazı askerlerini karşıladı. Bu arada mancınıklar içeriyi hedef almaya başladı. Yanan ve yıkılan evler arasında bizim de evimiz vardı. Çığlık çığlığa dışarı çıktık ama silahları unutmuştuk. Savunmasızdık. Silah tüccarındaki silahlar bitmişti çünkü hepsini milisler almıştı. Ölen bir arbaletçinin kılıcını alarak kendimi korumak zorunda kaldım ama kılıcımı kullanacak fırsatım olmadı. Babamın savaşta ölmesine rağmen içimde yoğun bir savaş arzusu vardı. Bu arada ağabeyim Bunduk adamın arbaletini aldı.
…
Arka taraftaki koçbaşı kapıyı kırmıştı ama birden Laruqen’in askerlerinin hücumuyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Ölen Svadyalı askerlerin gerisinde Svadyalı keskin nişancılar vardı. Laruqen ve askerleri nişancıları görmesi ile kaçmaları bir oldu. Elbette kaçarken birçok adamlarını kaybettiler. Laruqen ise sırtından vurulmuştu, hareket edemiyordu… Graveth merdiveni yere ittirip hemen aşağıya indi ve Laruqen’i bir hekime gösterdi. Okun önemli bir yere saplandığı belliydi. Eğer ok dikkatli çıkarılamazsa Laruqen felç olabilirdi. Bu arada arbaletçiler, Laruqen’in ve Graveth’in kalan askerleriyle olan mücadeleyi çok kayıp verseler de kazandılar. 30-35 arbaletçi şehrin arkasından geliyordu. Geldiklerinde ilk okları Rodok askerlerinin şanslarına isabetli olmadı. Arbaletleri tekrar doldururken askerler geliyordu. Kalkanlarını tutsalar bile çelik oklar kalkanların bazılarını parçaladı. Arbaletçilerin 3. atış için şansları yoktu ve mecburen kılıçlarını çektiler. Elbette rodok çavuşlarını yenemediler ama onları oyaladılar. Bu arada öndeki arbaletçilerin okları bitmişti, ama neredeyse hiç boşa ok atmadıkları için bir sürü adam öldürdüler. Bu arada Koçbaşı kapıyı kırmıştı. Hemen arkasındaki arbaletçiler atışa anında başladı. Ne olduğunu anlamayan askerlerin çoğu öldü. Bir ok ise Kont Grunwalder’in boğazına saplanmıştı. Herkesin şaşkın bakışları arasında boğazını tutarak yere yığıldı… Kral Graveth bu manzarayı görmüştü. Grunvalder Graveth’in kardeşi gibiydi. Kral Graveth ağlayarak Grunwalder’in yanına geldi. Elbette ki bir kralın ağlaması alışıldık değildi.
-Grunwalder! Kardeşim! Bu nasıl…
Daha fazla konuşamadı. Grunwalder ölmüştü. Graveth ağlayarak Grunwalder’e, hiç sahip olmadığı kardeşine sarıldı. Öfkeliydi.
-İntikamını alacağım kardeşim! Dedi ve savaş çığlığı atarak düşmanlarına koştu. Kalradya’da atılan en öfkeli ve en çok tüyler ürperten savaş çığlığını atmıştı. Yani ben öyle düşünüyorum.
Bu öfke Graveth’e bir şey kazandırmadı. Eğer acil durum ekipleri şehrin arkasından gelmeseydi Graveth’in öfkesi bir işe yarardı. Çünkü bu savaş çığlığı Rodok askerlerine cesaret vermişti. Ama geldiler. Svadyalı şövalyelerin arkadan saldırsında annem atların altında kalmıştı. Ne olduğunu anlamadım, sadece kaçtım. Annem atların altında kalarak ölmüştü. Babamdan sonra annemin de ölmesi… Anlayamıyorum. Gökler neden bana şanssız bir hayat sundu ki? Ağlayarak yalnızca bir kelime söyleyebildim, “Anne!”. Bu arada arkada Marnid ve ağabeyim Bunduk kalmıştı. Onları bulmam lazımdı. Onları buldum. Tam yanlarına gelecektim ki, Bir hücum atı bana tüm gücüyle çarptı ve sonrası… Karanlık.
Bölüm 2 [12 Temmuz 2011]
Bölüm 3 [24 Temmuz 2011]
Bölüm 4 [5 Ağustos 2011]
Bölüm 5 [10 Ağustos 2011]
Bölüm 6 [14 Ağustos 2011]
Bölüm 7 [17 Ağustos 2011]
Bölüm 8 [21 Ağustos 2011]
Bölüm 9 [24 Ağustos 2011]
Bölüm 10 [9 Eylül 2011]
Özel Bölüm [9 Eylül 2011]
[size=10pt]Bölüm 11 [20 Eylül 2011]
Bölüm 12 [28 Eylül 2011]
Bölüm 13 [4 Ekim 2011]
Bölüm 14 [20 Ekim 2011]
Bölüm 15 [1 Kasım 2011]
Bölüm 16 [21 Kasım 2011]
Bölüm 17 [11 Aralık 2011]
Kırmızı Savaşçılar [11 Aralık 2011]
Bölüm 18 [21 Şubat 2012]
Bölüm 19 [1 Mart 2012] (ve Veluca'nın izi)
Bölüm 20 [7 Mart 2012]
Bölüm 21 [5 Nisan 2012]
Bölüm 22 [8 Nisan 2012]
Bölüm 23 [24 Nisan 2012]
Bölüm 24 [17 Mayıs 2012]
Mini-Hikaye: Hegen
Giriş [29 Aralık 2011]
Bölüm 1: Kanlı Kolye [11 Ocak 2012]
Bölüm 2: Gereksiz Bir Görev [15 Ocak 2012]
Bölüm 3: İhanet [23 Ocak 2012]
Bölüm 4: Yeni Rodok Krallığı ve Raghnall [2 Şubat 2012]
Bölüm 5: Ortama alışma [21 Mart 2012]
Bölüm 6 [Final]: Thermicas ile Tanışma [5 Nisan 2012]