Son İmparator-Başka Bir Dünya [8.Bölüm] Yeni Bölüm !!!

Users who are viewing this thread

Can sıkıntısına yazdığım bir hikayeydi. Ara ara yazıyorum hala. Foruma koymak istedim. Umarım beğenirsiniz.  :grin:

Bu arada yazım hatalarımı affedin. Bilgisayarda office yok. World Pad ile yazıyorum.  :grin:

"Son İmparatorun okuyanlarınız bilir. Yüküntür’ün kanlı yaşamını, ailesinin nasıl katledildiğini, değer verdiği insanların nasıl birer birer kaybolup gittiğini. Bir adamın, sürekli savaşmaya ve öldürmeye zorlandığında neler hissettiğini. Sevmeye bile korkan bir hale nasıl geldiğini…

Peki ya ailesi hiç öldürülmeseydi? Kral Harlaus, babasının en yakın dostu olsaydı? Bir kız kardeşe sahip olsaydı? Yaşadığı acıların hiçbiri, yaşanmamış olsaydı? Ölüm ve pişmanlıkla dolu olan kaderi, onu bu sefer nasıl bir maceraya sürüklerdi? Merak ediyor musunuz? İşte cevabı bu hikayede..."



Praven sokaklarına, huzur dolu bir sessizlik hâkimdi bu sabah. Doğa tamamiyle uykudaydı. Rüzgâr bile, bu uykuyu bozmamak için sessizce esiyordu şehrin üzerinde. Druel ailesinin Praven’deki malikânesi de uykuda gibiydi. Fakat bu sessizlik fazla sürmedi. “Efendi Beorn!” dedi hizmetçilerden birisi kapıyı çalarken. “Lütfen efendim. Uyanın. Kont Hogan ve Leydi Alvina sizi kahvaltı için bekliyor..”.  Beorn kapının ardından gelen sesler karşısında daha fazla sessiz kalamamıştı. “Tamam, Beatris!” diye bağırdı hizmetçiye. “Kendime gelir gelmez aşağıya ineceğim. O yüzden lütfen kapının dibinde bağırmayı kes!”. Bu sözlerden sonra başını yastığından kaldırdı. Anlaşılan artık uyuması pek mümkün olmayacaktı. Çünkü Beatris’i çok iyi tanıyordu. Kendisi yataktan kalkıp aşağıya inmedikçe, Beatris’te kapının dibinden ayrılmayacaktı. Bu nedenle hemen yataktan kalktı. Odanın diğer ucunda duran aynaya baktı. Sarı saçları dağılmıştı. Mavi gözlerindense, ne kadar uykulu olduğu anlaşılabiliyordu. Gerilerek uykusunu üzerinden atmaya çalıştı. Bu sırada kapı önünde bekleyen Beatris’in sesi tekrar duyuldu. “Efendim, Lütfen çabuk olun!”. Beorn, bıkkın bir biçimde “Tamam!” diye bağırdı. “Hemen üzerimi değiştirip aşağıya ineceğim. Lütfen artık kapının ardından bağırmayı kes Beatris!”. Bunları söyledikten sonra yatağın hemen sol tarafında bulunan küçük masanın üzerindeki geniş su testisine yaklaştı. Yüzüne biraz su çarptı. Şimdi kendini daha iyi hissediyordu. Hemen yakınında bulunan havluya uzandı. Yüzünü sildikten sonra, havluyu yatağın üzerine atıp, dolabına yaklaştı. Dolabın en köşesindeki, üzerinde aile amblemi bulunan hanedan zırhını aldı. Sonra kapıyı açarak “Hey! Beatris!” diye seslendi. “Eğer hala beklemekte kakarlıysan, gel de bana yardım et!”. Bunu söylerken, elinde tuttuğu hanedan zırhını gösteriyordu.

Beatris, Yirmi beş yaşında, çoğu Swadyan gibi sarı saçlara sahip, yeşil gözlü bir kadındı. Druel ailesinin hizmetçilerinden biriydi. Annesi ile birlikte çalışıyordular. Beatris biraz utansa da odaya girdi. Beorn kollarını iki yana açarken “Bu kadar utanmana gerek yok” dedi, yüzüne her zaman kullandığı küçük gülümsemesini yerleştirerek. “Sana herhangi bir şey yapacak değilim”. Sonra gözlerini Beatris’e çevirdi. “Tabii sen istemediğin sürece!”. Beatris başını eğerek “Efendim, lütfen böyle şakalar yapmayı kesin” dedi. Ses tonu rica eden birininki gibi değil, emreden birininki gibi keskin çıkıyordu. Beatris bu sözün hemen ardından, Beorn’a giydirdiği zırhın kılıç kemerini taktı ve sertçe çekti. Beorn bir süre için nefes alamamıştı. “Sakin ol Beatris!” dedi gülümseyerek. “Şaka yapmıştım. Sadece şaka”. “Beatris de yüzüne bir gülümseme kondurdu. Efendim, işimiz bittiğine göre, artık aşağıya inseniz!”. Beorn somurtarak “Demek benden bu kadar çabuk kurtulmak istiyorsun Beatris” dedi. “Gerçekten kalbimi çok kırdın”. Beatris, ellerini Beorn’un sırtına götürerek “Lütfen efendim! Anne ve Babanızı daha fazla bekletmeden aşağıya inin” dedi. Bunu söylerken, bir yandan da onu odanın dışına doğru itiyordu.

Beorn gülümseyerek “Yapacak bir şey yok” dedi Beatris’e. “Anne ve Babamın yanına gideyim o zaman”. Bunu söyledikten sonra aşağıya inen merdivenlere yöneldi. Tam merdivenlerden inecekken tekrar Beatris’e bakarak “Bu arada” dedi. “Anne ve Babama, senin bana ne kadar kötü davrandığını da söyleyeceğim”. Bunu söyledikten sonra merdivenlerden koşarak aşağıya indi. Evin içinde ilerlerken, arkasından bağıran Beatris’in sesini duyabiliyordu. “Efendim, lütfen çocuk gibi davranmayı kesin” diye bağırıyordu Beatris. Hizmetçilerin gülümseyen yüzleri arasında ilerleyerek bahçeye çıktı. Bahçe kırmızı güllerle donanmıştı. Güllerin arasından bir yol geçiyordu. Beorn onu izleyerek, bir ağacın altında kurulmuş olan büyük masanın olduğu yere geldi. Masada üç kişi oturuyordu. Annesi, babası ve kız kardeşi. Kız kardeşinin adı Gwen’di, Beorn’dan altı yaş küçüktü, yani On yedi yaşındaydı. Beorn’a çok bağlıydı. Gwen abisine bakarak “Sanırım yine Beatris’i kızdırdın” dedi. Beorn gülümseyerek elini kafasına götürdü. “Sanırım” dedi alaycı bir şekilde. Gwen’in de yüzü gülüyordu. Abisinin bu neşeli halini çok seviyordu. İki kardeşin gülümsemesini Leydi Alvina bozdu. “Lütfen oğlum” dedi Leydi Alvina. “Artık hizmetçileri rahatsız etmeyi kes”. Beorn ve Gwen başını eğdi. Beorn masada kendine ayrılan kısma oturarak masaya göz gezdirdi. Masada birçok çeşit yemek vardı. Önündeki tabağa yemeklerini koyarken babasının sesini duydu. “Beorn yemeğini çabuk yesen iyi olur. Kalede yapılacak olan toplantının zamanı yaklaşıyor”. Beorn kafasını salladı. “Biliyorum baba. Merak etme”. Babasına belli etmese de, morali bozulmuştu Beorn’un. Resmi toplantıları hiç sevmiyordu. Swadya’nın çok önemli Kontlarından birisiydi kendisi. Dhirim şehrine hükmeden Druel ailesinin tek erkek çocuğu, Swadyan Prensesi’nin nişanlısı ve gelecekteki Kral..

Ama bunlardan hiçbiri Beorn’un umurunda değildi. Ona göre bu toplantılar, birkaç yaşlı adamın bir araya gelip, birbirileri ile tartıştıkları, cepleri daha fazla para dolsun diye krala yalakalık yaptıkları yerlerdi. Swadya Krallığında gerçek toplantılar, savaş zamanında olurdu. Hiçbir Kont, savaşın olmadığı zamanlar ülkesini düşünmezdi. Bu nedenle bu günkü toplanın hiçbir değeri yoktu onun gözünde. Beorn, babasının da aynı şekilde düşündüğünü biliyordu. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Kral, Kont Hogan’ın en yakın dostuydu. Hogan’ın ve Beorn’un da toplantıya katılmasını özel olarak istemişti. Bu nedenle toplantıya katılmaya mecburdular…

*****

Beorn isteksiz adımlarla toplantının yapılacağı salona doğru ilerliyordu. Hemen önünde Babası vardı. Tam salonun önüne gelmişlerdi ki, karşılarında Swadyan Kralı Harlaus’u gördüler. Harlaus, en yakın dostunu ve onun oğlunun gelmesini kapının önünde beklemişti. Ellerini iki yana açarak Hogan Druel’e doğru ilerledi. “Hogan! Benim can dostum. Hoş geldin” Bunları söyledikten sonra arkadaşına sarıldı. Hogan’da aynı coşku ile krala sarılmıştı. Aralarında hiçbir resmiyet yoktu. Dışarıdan bakıldığında, bu ikisinden birinin Kral, diğerinin de bir soylu olduğu anlaşılmazdı. Beorn bunu düşünmeyi bir kenara bırakıp diz çöktü. “Kralım”. Harlaus onu kaldırarak “Hadi ama Beorn” dedi. “Bu kadar resmiyete gerek yok!” Sonuçta biz bir aile sayılırız”. Sonra Beorn’a da sarıldı. “Hoş geldiniz” dedi tekrar. “Umarım buraya olan yolculuğunuz Rahat ve de Güvenli geçmiştir”. Beorn “Evet efendim” dedi. “Praven’deki malikânemize, hiçbir sorunla karşılaşmadan varabildik”. Harlaus’un yüzünde koca bir gülümseme belirdi. “Güzel, çok güzel! Pekâlâ, o halde artık içeriye geçelim”. Bu sözlerden sonra Hogan Druel’in omzunu tuttu. İkisi birlikte salona ilerlemeye başladılar. Beorn’da salona girmek için adım atmıştı ki, kolunu birinin tuttuğunu hissetti. Arkasını döndüğünde, Swadya Prensesi ile, yani nişanlısı Sofya ile karşılaştı. Sofya, sarı saçlı ve mavi gözlü, Beorn’dan bir yaş küçük, dik başlı, kendine güvenen bir kadındı. Ailesinin kararı ile, Beorn ile nişanlanmıştı küçük yaşta. Yakında da evlilik olacaktı. Tabi Beorn ikna olursa. Çünkü şu ana kadar evlenmemelerinin tek sebebi, Beorn’un nişanı kabul etmeyişiydi.

Sofya, Beorn’a bakarak “Aethel” dedi. “Toplantı bittikten sonra seninle buluşabilirmiyim?”. Aethel, Beorn’un ilk ismiydi, Annesi koymuştu bu ismi Beorn’a. Şu ana kadar Beorn’a bu isimle, sadece üç kişi seslenmişti. Annesi, kız kardeşi ve Sofya. Beorn kolunu, Sofya’nın ellerinden kurtararak “Bana bir daha o isimle seslenme” dedi. “O ismi sadece annem ve kız kardeşim kullanabilir”. Sofya sinirli bir şekilde “Lütfen” dedi. “Seninle uzun zamandır görüşemiyordum. Lütfen birlikte biraz vakit geçirmemize izin ver!”. Beorn başını eğerek “Bak Sofya” dedi. “Daha kaç kez söylemem gerek bilmiyorum. Ama ben seni nişanlım olarak görmüyorum. Bu, iki ailenin kendi arasında kararlaştırdığı bir şey o kadar. Bu nişanı asla kabul etmeyeceğim. Bu yüzden lütfen, lütfen bu nişan olayını ciddiye almaktan vazgeç”. Sofya başını eğdi. Beorn gitmek için adım atmıştı ki, Sofya onun elini tuttu. Başını ona yaslayarak “Lütfen” diye yalvardı. “Lütfen bana bu kadar soğuk davranma. Bana bir şans ver. Seni ne kadar sevdiğimi göstermem için bir şans ver!”. Beorn, bir süre sessiz kaldı. Sonunda kalbinin sesine yenik düşerek “Tamam!” dedi. “Toplantıdan sonra buluşabiliriz”. Bunu söyledikten sonra kendisine yaslanan Sofya’nın saklamaya çalıştığı gözyaşlarını sildi. Onun alnına küçük bir öpücük kondurdu. “Hiç vazgeçmiyorsun değil mi?” dedi kısık bir ses tonu ile. Sonra Sofya’da ayrılıp, içeride birçok kontun olduğu salona girdi. Arkasına baktığında, Sofya’nın Carther’a doğru koştuğunu gördü.

Carther, Sofya’nın Muhafız şövalyelerinin komutanıydı. Ayrıca Sofya’nın en yakın arkadaşıydı da. Sofya ona az önce olanları anlatırken gözlerinin içi parıldıyordu. Beorn’un yüzünde acı bir gülümseme oluştu. Kalbinin sızladığını hissediyordu. “Aptal kız” dedi sadece kendisinin duyabileceği bir ses ile. “Acaba ne zaman anlayacaksın seni neden kabul etmediğimi…”

***

Toplantı, her zamanki gibi geçiyordu. Her kont, aynı anda konuşmaya çalışıyor, hakaretler ve bağırışmalar havada uçuşuyordu. Masada bulunanlardan çoğu, krala daha fazla toprak almak için yalvarıyordular. Beorn ve Hogan Druel gibi bazı kontlarda, onların bu iğrenç ve içler acısı halini sessizce izliyordular. Konuşmanın bir bölümünde, Kont Clais sözü Beorn’un ve Prenses Sofya’nın nişanına getirdi. Clais “Kralım” dedi başını eğerek “Biliyorsunuz ki bu nişan sizin ve Kont Hogan’ın dostluğunu sonsuza dek sürdürmek için yapıldı. Ama sizce de bu iyi bir karar mı? Bence Prenses, Kalradya’daki diğer Krallıklardan birinin Kralı, yada Prensi ile evlendirilmelidir. Böylelikle ülkeler arasında bozulmayacak bir ittifak oluşturulur”. Bu sözlerden sonra gözlerini kısarak Beorn’a baktı. “Ayrıca, Kont Beorn’un bu nişanı istemediğini herkes biliyor. Zaten bir Prenses, ancak bir prens yada Kral ile evlenmelidir, basit bir kont ile değil”.

Bu sözlerin ardından, gözler Beorn’a çevrilmişti. Beorn aniden yerinden kalkarak “Kont Clais, benim nişanı isteyip istemem hakkında asılsız iddialarda bulunmaktan vazgeçin” dedi. Ses tonu sert ve keskin çıkıyordu. “Prenses Sofya ile olan nişanım ile ilgili bir şikâyetim yok. Ayrıca, sizin benim prensesime layık gördüğünüz o prens ve Kralların hepsinin, benim ve askerimin karşısında ezildiğinden, korkak fareler gibi dağılıp kaçacak yer aradığından haberiniz yok sanırım. Böyle korkaklarla ittifak kurmayı düşünenlerin, kedi yürekliler olduğunu Swadyan halkı çok iyi bilir. Ve bilirsiniz ki Swadya’da kedilere yer yoktur. Çünkü burası aslanların toprağıdır. Ve şimdi siz gelmiş, böyle korkaklar için, benim canımdan çok değer verdiğim Sofya’yı, o korkak farelerden birisiyle evlendireceğinizi söylüyorsunuz!” Son sözünden sonra, yumruğunu sertçe masaya vurmuştu. Bu sözler bile Clais’in gözünün korkmasına yetmişti, ama Beorn’un siniri henüz geçmemişti. “Ben Aethelbeorn Druel! Kergitler’i bozguna uğrattığım için Kergit halkı tarafından Yüküntür olarak anıldım. Yüküntür ne demek biliyor musunuz Kont Clais, baş eğdiren, diz çöktüren anlamına gelir Yüküntür. Kuzeyde, Nordlar’a kılıcımın keskin ucunu tattırdım. Onlar beni Albion olarak andılar. Albion ne demek biliyor musunuz? Mavi gözlü şeytan… Çöllerde Sarranid’leri avladım, onların halkı bana Grannaf ismini verdi. Anlamı sarı çöl yılanı… Karlı topraklarda, kalbi buz tutmuş Vaegir ulusuna, kalplerinde korkunun ateşini hissettirdim. Bana Dragnall ismini verdiler. Anlamı, alev aslanı… Ve Rodok halkı, kendilerini yüksek dağlardaki, büyük kalelerinde güvende sanan Rodok halkına ölümün acısını verdim. Bana Eldron adını verdiler. Eldron, Kan canavarı anlamına gelir… Ben, kendisine bu kadar isim verilmiş olan ben! Şimdi bütün Swadyan Kontlarının önünde açıkça söylüyorum, Prenses Sofya ile evlenmeme karşı olan herkesi karşıma davet ediyorum. Eğer beni yenebileceğine güveniyorsa, cesareti yerindeyse, benimle ölümüne bir düelloda yüzleşsin. Eğer bu kadar cesareti yoksa bir daha kimse benim ve Prensesin nişanını ağzına almasın”. Bu sert sözlerden sonra yerine oturdu. Clais korkutan büzülmüştü. Diğer Kontlarda pek farklı değildi. Hiçbiri bu kadar sert sözler beklememişti.

Harlaus ve Hogan’ınsa gözlerinin içi gülüyordu. Beorn’un bu sert açıklaması, Sofya’yı ne kadar sevdiğinin bir göstergesiydi. Bu buz gibi soğuk ortam, kapıdan giren bir Swadyan şövalyesi nedeniyle bozuldu. Şövalye kaskını çıkartarak Krala yaklaştı. “Efendim! Kergitler, beş bin kişilik bir orduyla Swadyan sınırına doğru ilerliyorlar!”…

Kergit ordusunun hızlı ilerleyişi, Swadya'ya, bütün kontlar bir toplantı için bir aradayken gelmişti. Bu nedenle orduyu toplamak inanılamayacak derecede hızlı sürmüştü. Zaten her Kont, Praven'e ordusunun büyük bir kısmını alarak gelmişti. Bunun nedeni, ordusuyla diğer Kontlara gösteriş yapmaktı. Bu nedenle yaklaşık Üçbin sekizyüz kişilik bir kuvvet toplanmıştı Praven'de şehir garnizonunun haricinde. Bu sayı, kergitlerlerle mücadele etmek için yeterli görünmüş ve hemen harekat kararı alınmıştı. Kral Harlaus, Kont Hogan'ın haritada kendine gösterdiği yere baktı. "Eğer planladığımız gibi bir kaç saat sonra harekete geçersek onları sınırımızı geçtikten hemen sonra, hiçbir yere zarar veremeden karşılayabiliriz. Harlaus, yorgun mavi gözlerle haritayı inceledi. "Ama bu nokta Amere köyüne çok yakın, gerçektende hiçbir yere zarar vermeden önce onları durdurabilir miyiz?". Hogan Druel başını salladı. "Evet efendim. Düşmanı durdurmak için en uygun yer burası". Harlaus mavi gözlerini salonda bulunan kontlara dikti. "Sizde Kont Hogan'la aynı fikirde misiniz?". Salondakilerin hepside başlarını salladı. Bu yapılacak en mantıklı hareketti. Düşman, Swadya topraklarına ilerlerken detaylıca plan yapamazlardı. En kısa zamanda düşmanla meydan savaşına girilmeli ve düşmanın sayı üstünlüğü yok edilmeliydi, eğer bunu yaparlarsa kergitler tek bir kale yada şehir kuşatamadan geri dönmek zorunda kalırdı.

Beorn odada bulunan Kontlara baktı, hepsinin yüzünde de öfke ve sabırsızlık vardı. Öfkeliydiler, çünkü Kergitler böyle sinsi bir saldırıyla Swadyadan toprak alabileceklerini düşünüyorlardı. Sabırsızdılar, çünkü bir an önce gidip, o barbar halka yaptıkları hatanın bedelini ödetmek istiyordular. Sıradan bir günde bu insanlar birbirilerinden nasıl faydalanabileceklerini düşünürler, birçok entrika planlarlardı. Ama Swadya'ya dışarıdan bir el uzandığında hepside bir bütün oluyor, ülkelerini koruyorlardı. Sonunda Harlaus doğrularak "Pekala" dedi gür bir sesle. "Karar verilmiştir. Kont Hogan'nın dediği gibi Kergitlerle bir meydan savaşı yapmak için derhal yola çıkılacak!". Beorn ve diğer Kontlar yerinden doğruldu. Harlaus ona bakarak "Beorn Druel!" dedi. "Sen ve askerlerin burada kalacak ve benim yokluğumda şehrimi koruyacaksınız". Beorn şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi, birkaç saniye boyunca vücudu kaskatı kesilmişti. Sonunda zorlukla ağzını açtı. "Ama efendim..." Babasının konuşmasıyla sözü yarıda kesildi. "Sana verilen emire karşı mı çıkıyorsun Beorn!?". Beorn ne yapacağını bilemiyordu. Herkesin bakışları onun üzerine dönmüştü. "Hayır benn.." Sonunda cesaretini toplayarak "Efendim, diğer kontlar ülkemiz için kanını dökerken ben burada duramam" dedi. Harlaus'un bakışları bir an için yumşadı, ama sonra keskin bir hale geldi ve kelimeler ağzından emrettiğini belli eder bir şekilde çıktı. "Kont Beorn Druel, kararım kesindir. Ben dönene kadar, ülkene olan görevini burada gerçekleştireceksin. Tahtıma oturacak, benim yerime yargılama yapacak ve benim yerime karar vereceksin. Şehirdeki garnizonun tümü emrinde olacak! Anlaşıldı mı?!" Beorn, dilinin kuruduğunu, acı bir tadın boğazından aşağıya inerek vücuduna yayıldığını hissediyordu. İsteksizce başını eğdi, "Emredersiniz efendim" dedi kesik bir tonda. Kralın neden böyle yaptığını anlamıştı. Bu, Beorn'un gelecekte Kral olmasına alışması içindi. Sofya'yla evlendiğinde Kral olacak ve ülkeyi yönetecekti çünkü. Herkes salondan çıkarken sessizce bekledi. Babası çıkmadan önce onun yanına geldi. "Eminim Kralımızın neden böyle yaptığını anlamışsındır evlat" dedi. Sesi biraz üzgün gibi çıkıyordu. Beorn ona bakmadan "Evet" dedi. "Biz çocukken verdiğiniz şu saçma evlilik sözü yüzünden!". Sesi sitem doluydu. Babası "Sanırım şu anda konuşmak için doru zaman değil" dedi. "Bunları geri geldiğimde konuşuruz". Sonra oda sessizce çıktı. Beorn bir süre boyunca içeride hiç hareket etmeden bekledi. Sinirliydi, üzgündü, çaresizdi... Bu duyguların hepsini de aynı anda nasıl bu kadar güçlü hissedebilirdi acaba. Geniş toplantı salonu bile ona boğucu gelmeye başlamıştı.

Sofya gelene kadar toplantı salonunda ne yaptını, ne düşündüğünü bile bilmeden öylece durmuştu. Onu kendine getiren Sofya oldu. Endişeli gözlerle "Olanları duydum" dedi. "Savaşa gittiğiniz doğru mu". Beorn'un yüzünde mutluluktan uzak bir gülümseme oluştu. "Ben değil" dedi. "Diğerleri gidiyor, ben burada kalıyorum". Bunu söylerken memnun olmadığı her halinden belli oluyordu. Sofya'nın korku dolu bakışlarını görünce kendi sıkıntılarını bir yana fırlattı, "Merak etme" dedi sevecen bir şekilde. Onu kendine çekerek göğsüne yasladı. "Baban güvende olacak. O çok zeki bir Kral". Sofya ağlamaklı bir sesle "Ama insanlar ölecek" dedi. "Birçok insan ölecek". Beorn "Evet" dedi. Ama karılarını korumak için ölecekler, çocuklarını, ailelerini korumak için... Topraklarını korumak için...". Sofya bu sözlerle teselli olmamıştı. "Ama..." dedi. Beorn onun daha fazla konuşmasına izin vermeyerek "Sen olsan, babanın hayatını korumak için kendini tehlikeye atmazmısın?" dedi. Sofya sesizce başını salladı. Beorn ona sıkı sıkı sarılarak işte diğerleride o hislerle kendini tehlikeye atıyor" dedi. Sofya itaraz ederek "Ama bu olmamalı" dedi. "Başka bir yolu olmalı". Beorn onun alnına küçük bir öpücük kondurarak "Keşke olsa Sofya" dedi. "Keşke olsa...". Bu sözler, bu konuşmanın sonu oldu. İkili, mumların aydınlattığı, şömine ateşinin yavaş yavaş yanarak ısıttığı büyük salonda uzun bir süre boyunca birbirilerine sarılarak sessizce birbirilerini avuttular.

Beorn tahta oturduğu iki gün boyunca çok az uyuyabilmişti. Sofya'yla daha çok vakit geçirmek için geceleri, imzalaması gereken kağıt yığınlarıyla uğraşıyor gündüz bir kaç davaya hakimlik yapıyordu. Swadya'da davalara normalde Krala bağlı hakimler bakıyordu. Ama soyluların arasında olan, yada zengin tüccarların arasındaki davalara Kral hakimlik yapıyordu. Beorn da bir çok davaya hakimlik yapmak zorunda kalmıştı. Gündüzde bazı evrak işlerine baktıktan sonra, geriye kalan zamanını Sofya'yla harcıyordu. Onunla geçirdiği zamanlar Beorn'a hem acı veriyordu, hem de onu mutlu ediyordu. Kergitlerle yapılan savaştan da iyi haberler geliyordu, Kergit ordusu durdurulmuş ve bozguna uğratılmıştı. Şimdi Swadyan ordusu, Kergit topraklarına girmiş ve kaçan Kergitleri yakalamaya ve onlara verebildikleri kadar zarar vermeye çalışıyordular. Yakında Swadyan topraklarına geri döneceklerdi. Yakında her şey normale dönecekti. Elinde Şehir garnizonuna gereken silah ve zırhlarla ilgili bir kağıdı okurken Beorn bunları düşünüyordu. Aniden kapı açıldı ve taht odasına bir asker girdi. Askerin yüzünde büyük bir şaşkınlık ve korku vardı. "Efendim..." dedi. "Gemiler, Nord gemileri heryerde..."

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6858350.html#msg6858350

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6883252.html#msg6883252

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6890604.html#msg6890604

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6916420.html#msg6916420

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6923854.html#msg6923854

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,288258.msg6958674.html#msg6958674
 
larten said:
Sen yazarsın da okunmaz mı :razz: ? Zamanım olunca okuyacağım.

Umarım okuduğunda beğenirsin. Yorumlarını bekliyorum.


Evet arkadaşlar, umarım beğenirsiniz yeni bölümü. Elimden geldiğince hızlı ve iyi yazmaya çalıştım. Hatalarım için şimdiden özür diliyorum. Hatalarımı bildirirseniz bir sonraki bölümlerde yapmamaya çalışırım.  :roll:

Praven körfezindeki liman kargaşa içerisindeydi. Etrafta tam bir kaos vardı, insanlar yere düşenlere aldırmadan kaçmaya çalışıyordu. Bazı kişiler ise ne yapacağını şaşırmış, ufukta görünen büyük gemilere bakıyordular. Gemiler bütün ufku kaplamışlardı. Dalgaların üzerinde bir duvar oluşturucasına yanyana dizilmiş, düzenli bir şekilde ilerliyordular. Rüzgarın şişirdiği yelkenlerin her birinde farklı bir Nord Reis'inin arması vardı. En ortada ise Kral Ragnar'ın Koyu mavi üzerine işlenmiş siyah karga desenine sahip bir yelkeni olan gemi duruyordu. Dalgalar ve rüzgar ile beraber her saniye karaya daha da çok yaklaşıyordular. Sonunda şehrin içinde çanlar çalmaya başladı. Bu çanlar, halkı uyarmak içindi. Limana çok yakın olan Kuzey kapısı açıldı ve içeriden Swadyan askerleri çıktı. Askerler tüm güçleriyle bağırıyordular. "Herkes içeriye geçsin! Çabuk olsun ve herkes içeriye geçsin!". Uyarıyı dikkate alanlar canı pahasına kapılara koşmaya başladı. Neler olduğunu anlayamadığı için yerinden kıpırdayamayanları ise askerler çekiştirerek kapıya doğru götürüyordu. Beorn kuzey surlarının üstünde, bütün olan biteni izliyordu. Gözlerini körfeze yaklaşmakta olan gemilere dikti. Yaklaşık kırk tane olmalıydılar. Daha önce görmedikleri sancaklarda vardı gemilerde. Bunlar Kalradya' dışından Nordlar yada yağmacı gruplarıydı. Denizin dalgaları, sanki var olan gerilimi yansıtırmış gibi daha da şiddetlenmişti. Rüzgarda şiddetini arttırmaya başlamıştı biraz. Beorn ne yapabileceğini düşünüyordu. Şehir garnizonunda yaklaşık dörtyüz adam vardı. Kendi adamlarının sayısı ise yüzyirmi. Bir şehri savunmak için yeterince asker vardı. Ama burda dönen garip olaylar vardı. Nordların şu ana kadar hiç denizden bir saldırı yaptığına sahit olmamıştı. Çok uzun yıllar önce kalradya'ya denizden çıkartma yaparak saldırmışlardı, bunu biliyordu. Ama bir şehri almak için asla bu yolu kullanmamışlardı şu ana kadar. Şimdi ne değişmişti peki? Önce Kergit'ler saldırıyor, hemen sonrasında Nord'lar, kalradya'da neler oluyordu böyle. Beorn yanındaki askerlerden birine dönerek "Sen" dedi. "Şimdi Krala bir mesaj göndermeni istiyorum. Ona Nord'ların Praven'e saldırdıklarını, en kısa sürede seferi yarıda kesip Orman Şehir'e gitmesi gerektiğini söyle. Şu anda Uhhun kalesi yakınlarında kamp kurmuş olmalılar". Asker başını eğerek "Emredersiniz efendim" dedi. Orman şehir'in ne demek olduğunu anlamamıştı, ama bu sözlerin aynısı krala ulaştırması gerektiğini biliyordu. Beorn başka bir askere dönerek "Sen de bana şehir muhafızlarının komutanını bul. Ve birde prensesin muhafızlarının komutanı Carther'ı. Onları taht odasına gönder hemen. Orda bekleyeceğim". Adam başını eğerek hemen koşmaya başladı.

Beorn, tekrar gözlerini yaklaşmakta olan gemilere dikti. Bu normal bir şehir kuşatması değildi. Ortada çok büyük bir şeyler dönüyordu. Kalradya'da Swadya'ya karşı ortak bir hareketin başladığını düşünüyordu. Neden böyle düşündüğünü henüz bilmiyordu, ama bunu hissedebiliyordu. Eğer düşüncesi doğruysa, Praven'i savunmanın bir yarrı olmayacaktı. yanında birkaç askerle beraber surların üzerinden inerek şehir sokaklarına indi. Sokaklarda, askerler konrolü sağlamaya çalışarak, insanlara yön gösteriyordu. Şehir tahliye edilmeye başlanmıştı. Bu görüntüler içinde yürüyerek saraya vardı. Taht odasına vardığında bütün soylu kontların karılarının ve çocuklarının orda olduğunu gördü. "Doğru ya" dedi içinden" Birde bu var". Kergitler, Swadyan kontları Praven'deyken saldırdığı için, kral ve kontlar yola çıktığında aileleri burada kalmıştı. Herkes endişeli ve açıklama bekleyen gözlerle Beorn'u süzüyordu. Beorn bütün bakışlar üzerindeyken, hızlı adımlarla taht'ın yanı geldi ve oturdu. Etrafındakileri bir kez daha süzdü. Annesi ve Kız kardeşi de oradaydı. Bir süre ona bakakaldı. Annesinin, onun bakışlarından durumun ne kadar kötü olduğunu anladığını hissediyordu. O derin mavi gözlerdeki meraklı bakış, bir anda yerini hüzün ve endişeye bıraktı. Gwen ise ne olup bittiğini pek iyi anlayamıyordu. Beorn zorlukla bakışlarını onlardan kaçırarak "Merak etmeyin" dedi. "Nord saldırısını uzun süre karşı koyacak kadar gücümüz var". "Ama" yutkundu, lafına nasıl devam edeceğini bilemiyordu. Ağzı kumla dolmuş gibi hissediyordu, zorlukla konuşabiliyordu. "Ama praveni boşaltma kararı verdim". Oda birden şaşkınlık iniltileriyle doldu. "Praveni boşaltmak mı" dedi bir kadın ordan. Beorn bunun kim olduğunu bilmiyordu, hangi Kont'un karısıydı acaba? "Başkentimizi, yüzyıllardır Swadya'yı yönettiğimiz kenti mi boşaltacağız. En güvenli ve en korunaklı şehrimizi!?".

Beorn gözlerini kadına dikerek "Leydim, inanın bana gerekli olmasaydı buna kararı vermezdim" dedi. Keskin bakışlarla odadakileri süzdü. "Hepiniz bu karara uymak zorundasınız" dedi tartışmaya izin vermeyen bir ses tonuyla. "Şu anda şehrin tahliyesi başladı. Yaklaşık ikiyüz elli süvariyle birlikte, şehir halkını da yanınızda götürerek orman şehre gideceksiniz. Odadakiler daha ilk şoku üzerlerinden atlatamamışken yaklaşık on yaşlarında olan bir çocuk "Orman şehir mi?" dedi merakla. "O bir efsane değil miydi?!". Beorn işi uzunca bir şekilde açıklamak istemiyordu. Orman şehir eski Swadyan efsanelerinde geçen bir şehirdi. Efsanelere göre büyük bir ormanın içine kurulmuş şehir, savaş zamanı halkın saklanması için yapılmıştı. "Biliyorum çoğunuz şaşırdınız. Ama orman şehir gerçek. En karanlık zamanlarımızda Swadyan halkının saklandığı şehir. Askerler sizi oraya getirecek. Artık başka soru sormayı bırakın" dedi. Kadınlardan biri "Kont Beorn" dedi. "Düşüncelerinizi daha açık bir biçimde belirtseniz daha iyi olur. Eğer Nord ordusu konusunda endişelenmiyorsanız neden şehri boşaltıyoruz". Beorn zaten yeterince vakit kaybetmişti bu konuşmalarla "Bakın Leydim" dedi. "Her kimseniz, inanın bana benim düşündüğüm tek şey krallığın ve halkın güvenliği. Eğer düşündüğüm şeyler oluyorsa, Praven'de kalmamız hem bizim, hem de krallığın sonunu getirecek". Sonra yerinden kalktı. "Şimdi hazırlanmam gereken bir savaş var" dedi. Bu sırada kapı açıldı. İçeriye üç kişi girmişti. Prenses Sofya, yanında Cartherla beraber ona yaklaştı. Onların arkasında da üzerinde şövalye zırhı bulunan. Saçları beyazlamış, mavi gözleri dikkatle bakan bir adam girdi. "Efendim. Ben Braden Hawenlow, şehir garnizonunun komutanı" dedi saygıyla eğilerek. Beorn adamın duruşundan ve gözlerinden iyi bir savaşçı olduğunu anlayabiliyordu. "Şehir halkının ve soylu ailelerin koruması olarak ikiyüz süvari ayrılsın" dedi. "Ve başlarında sen olacaksın. Onları Orman şehir'e götürmeni istiyorum. Yolu biliyorsun değil mi!". Braden, orman şehir sözcüğünü duyunca irkildi. "Efendim, bunu nasıl biliyor...." Beorn onun sözünü keserek "Nereden bildiğimi boşver" dedi. "Hemen hazırlıklara başlayın ve olabildiğince çabuk şehirden çıkın". Sonra bakışlarını soylu ailelere çevirdi. "Sizde hazırlıklara başlasanız iyi olur". Annesinin endişeli bakışları oun üzerine yöneldi. Leydi Alvina öne çıkarak "Kont Beorn" eminmisiniz" dedi. "Bu şehri öylece düşmana mı bırakacağız". Annesi onunla resmi bir tonda konuşuyordu. Diğer soyluların arasında, oğlu taht'a oturmuş ve emir verirken yapması gereken buydu. Beorn yavaşça başını salladı. Sonra herkesin içine düşen tedirginliği koparıp atmak için derin bir nefes aldı ve "Merak etmeyin" dedi. "Praveni sadece geçici olarak boşaltıyoruz. Kralın ordusu geldiğinde, sancağımız yine bu surların önünde dalgalanacak. Ve yine bir arada bu salonda toplanıp ziyafet vereceğiz. Güleceğiz, yiyeceğiz, dans edeceğiz. Bundan hiçbir şüpheniz olmasın".

Soylu aileler kısa sürede salonu boşalttılar. Beorn Sofya'ya baktı, yine karşısında aynı surat vardı. Bu gün kiminle karşılaşsa yüzünde bu surat ifadesinin görüyordu. Endişeli, korkmuş, şaşkın. "Sofya" dedi. "Krala haber gönderdim. Sizinle Orman şehirde buluşacak. Sofya ona bakarak "Beorn" dedi. "Neler oluyor? Önce Kergitlerle savaş, sonra Nordlar?". Beorn içinden 'keşke neler olduğunu söyleyebilseydim' diye düşündü. "Bilmiyorum Sofya, Nordlar bizi hazırlıksız yakaladı. Ve bizi hazırlıksız yakalayanın sadece Nordlar olduğunu düşünmüyorum". Sofya bu sözün anlamını çıkartmaya çalıştı. Kaşlarını yukarı kaldırarak "Buda ne demek" dedi. Beorn bu konularla onu korkutmak istemiyordu. "Boş ver. Önemli olan bu değil. Sen de hazırlanmalısın". Sonra Carther'a baktı. Adamın uzun, omuzlarına kadar inen sarı saçları vardı. Yeni kesildiği belli olan sarı sakalı da çenesinin altında uzamaya başlamıştı. Gözlerindeki mavilik açık, bulutsuz gökyüzü gibiydi. Carther, Sofya'nın hemen sol tarafında dikilmiş, Beorn'dan ne yapacağına dair emir bekliyordu. "Sen" dedi, ses tonu hiçbir duygu belli etmiyordu. "Sofya yolculuk boyunca sana emanet. Ona iyi bak!". Carther karşısındaki adama baktı. Bunları söylemek onun için çok zor olmalıydı. "Emredersiniz efendim" dedi saygıyla. Sofya'nın gözleri irileşti. "Bekle bir dakika!" dedi. "Peki ya sen! Sen ne yapacaksın". Beorn başını eğerek "Sofya, eğer Nordlar şehrin boşaltıldığını fark ederse peşinize düşer" dedi. "Birilerinin arkada kalıp onları oyalaması gerekiyor". Sofya yutkundu, bayılacakmış gibi hissediyordu. Oyalamak mı, koskoca bir orduyu mu oyalayacaksın?". Beorn pek önemli bir şey değilmiş gibi "Eh!" dedi. "Şehiri savunduğumuz sürece avantajlıyız. Onları çok uzun bir süre oyalayabiliriz". Sofya "Oyalayabilirsiniz" diye tekrar etti Beorn'un dediğini, "Ama kazanamazsınız. "Demek istediğin bu mu?". Beorn sessizce başını salladı. "Bu sana ne kazandırır!" diye bağırdı Sofya, "Eğer kazanamayacaksan bu savaşa girmen sana ne kazandırır!". "Sizin güvenliğinizi" dedi Carther Sofya'nın kolundan tutup. "Leydim, Kont Beorn zaten yeterince zorluk yaşıyor, lütfen sizde ona zorluk çıkartmayın. Beorn minnetle Carther'a baktı. "Korumanın dediğini dinle Sofya" dedi arkasını dönerek. "Hemen buradan ayrılıyorsunuz. İtiraz etmen yararsız". Sonra hızlı adımlarla salondan çıktı. Sofya'yla tartışmak istemiyordu. Heleki şu anda. Aklında o kadar çok düşünce vardı ki, ama bu düşüncelerin hepside tek bir sonuca varıyordu. Şu anda olanlar norlmal bir olay değildi. Birileri bir oyun planlıyordu, hemde çok kanlı bir oyun. Ve Swadya'yı bu oyunun ilk kurbanı olarak seçmişlerdi. Ama Beorn, ülkesinin ve halkının saçma bir oyun yüzünden yok olmasını engellemeliydi. Swadya köşesine çekilmeliydi. Tıpkı bir aslan gibi, avı açığa çıkıncaya kadar sinsice saklanmalı ve onu gözlemeliydi. Ve avı onun ısırabileceği bir mesafeye geldiğinde, dişlerini onun boğazına geçirecekti. Bu saçma oyunu düzenleyip Swadya'yı oyuncak olarak düşünenler ancak bu şekilde yenilebilirdi. Bu nedenle Krala, Praven'e gelmesini değilde, Orman şehrine gitmesinin söylemişti. Sarayın en yüksekte olan pencerelerinden birine baktı. Şehir hala boşaltılmaya devam ediyordu. Sabahki iyi havadan eser yoktu şimdi. Deniz, kızgın bir şekilde köpürüyor, dalgalar kıyıyı sürekli dövüyordu. Havada fırtınanın habercisi olan kara bulutlar her yeri kaplamıştı. Yağmur damlaları yavaş yavaş yere düşmeye başlamıştı. Soğuk insnaın içini ürperten sessizlikle birleşmiş ve ürkünç bir ortam oluşturmuştu. Nord gemileri de dalgalı deniz yüzünden kıyıya temkinli yaklaşıyorlardı. Bu nedenle biraz yavaşlamıştılar.

Beorn istemsizce de olsa Sofya'yı aklına getirdi. Acaba ona ne zaman ve nasıl aşık olmuştu. Hiç hatırlayamıyordu bunu. Sanırım bu çocukken aralarında yapılan nişan nedeniyle olmuştu. Aşk denildiğinde hep sofya aklına geliyordu. Kalbinin sızladığını hissetti. Sanki bir hançer, kalbini yavaşça ikiye bölüyor gibiydi. Sofya henüz kendisi bile farkında değildi ama kalbini iki erkeğe birden nasıl kaptır mıştı ki? Beorn'un aklı bunu almıyordu. Sofya Beorn'a bakarken hiçbir zaman gözler parlamamıştı, gülümsemesi içtendi ama yinede birşeyler eksik gibiydi. Ama Carther'ın yanındayken... Beorn kafasını iki yana sallayarak kendini bu düşüncelerden kurtarmaya çalıştı. "Hah! Birde kral olmamı bekliyorlar" dedi sessizce. "Bir kadının kalbini bile tam olarak fethedemiyorum, şehirleri yada ülkeleri nasıl fethedebilirim ki?!". Kendi haline acıyarak iç çekti. Bir savaşa böyle düşüncelerle giriyordu. Gökyüzüne bakarak "Hey oradaki!" diye bağırdı. "Gel seninle bir anlaşma yapalım. Ben Ülkemi, hatta tüm Kalradya'yı bu kurulan tuzaktan kurtarayım, sende bana benimkalbimi kırmayacak bir aşk ver!". Birkaç saniye boyunca bir işaret bekledi, bir gökgürültüsü, bir şimşek yada başka bir şey. Ama hiçbirşey olmadı. Beorn gülümseyerek "Bende öyle düşünmüştüm zaten" dedi. Sonra arkasını dönerek zırhını giymeye gitti. Önünde uzun sürecek bir savaş vardı...
 
Efsaneler yavaş yavaş toplanıyor. Önce Alhedras, sonra sen :grin:
Ben de geliyorum, artık "diss"leşiriz ya :grin: Hem destekçilerim morlak'ta buralarda :grin:
Başarılar üstadım :smile: :grin:
 
Onatcan3 said:
Efsaneler yavaş yavaş toplanıyor. Önce Alhedras, sonra sen :grin:
Ben de geliyorum, artık "diss"leşiriz ya :grin: Hem destekçilerim morlak'ta buralarda :grin:
Başarılar üstadım :smile: :grin:

Valla handa bir hareketlilik var kardeşim, onu bende far ettim. Hadi bakalım hayırlısı olsun...  :lol:

Teşekkürler kardeşim.  :grin:


Yeni bölüm geldi arkadaşlar. Yazım hatalarımı mazur görün, bilgisayarda Word olmadığı için kontrol etsem de illa gözümden kaçıyor. Umarım beğenirsiniz yeni bölümü. Gecikme içinde kusuruma bakmayın.  :roll:

Beorn

Beorn surların üzerinden, şehir kapısından çıkıp yol boyunca ilerleyen kalabalığa bakıyordu. İkiyüz kişilik süvari gurubu yolun iki yanına ayrılmış, ortadan giden at arabaları ve insan yığınıyla beraber şehirden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Havada esen soğuk rüzgar, yağmurda ıslanmış çimlerin kokusunu Beorn'un burnuna getiriyordu. Beorn o kokuyu içine çekti. Üzerinde, çift başlı kartal işlemesi bulunan hanedan zırhı dizlerine kadar iniyordu. Kılıç kemeri, beline sıkıca bağlanmıştı. Üzerindeki zırh hiç olmadığı kadar ağır geliyordu Beorn'a şimdi. Gözlerindeki ışık sönmüş, sanki yaşama sevinci bir anda uçup gitmişti. Güneş bile bulutların arasında bir yere gizlenmişti, sanki burada yakında başlayacak katliamı görmek istemiyordu. Bir asker Beorn'un yanına geldi. "Efendim, askerler hazırlandı" dedi saygıyla eğilerek. "İstediğiniz yerlere konuşlandırıldılar". Beorn yavaşça kafasını salladı. Sonra askere dikkatle baktı, çocuk yaşta sayılabilirdi asker. Gözlerinden tedirginlik ve korku okunuyordu. Büyük ihtimalle, hiç savaş yüzü görmemişti. İnsanlık çağının en eski ve en iğrenç vahşetini daha önce hiç yaşamamıştı. Ama onunda sırası gelmişti işte! Dünyada bu vahşetin acısını çekmeyen birileri varmıydı acaba?! Bu düşünceleri aklından çıkarttı. "Tamam" dedi keyifsizce. "Gidebilirsin" dedi eliyle işaret yaparak. Belkide bu çocuğu ölümüne gönderiyordu.

Çocuk yavaş yavaş uzaklaşırken, başka birsi de ona doğru geliyordu. Kısa yukarıya doğru kalkık kahverengi saçları ve aynı renkte çenesinin altında düzenli bir şekilde uzamış sakalları vardı. Beorn bu adamı hemen tanıdı. Bu Lezalit'ti. Praven'nin mufahız komutanın sağ koluydu bu adam. Garnizona yeni adam alınmasından ve onların eğitiminden sorumluydu. Lezalit Beorn'a yaklaştı ve başını eğerek onu selamladı. "Efendim, Bir Nord gemisi limana ulaştı" dedi. "İçinden birkaç kişi indi ve kuzey kapısının önünde bekliyorlar. Sizinle görüşmek istediklerini söylüyorlar". Beorn kafasını sallayarak "Sanırım şehri teslim etmemizi falan isteyecekler" dedi. Kılıcının kabzasını sıkıca kavradı "Gidelim bakalım" dedi kaşını kaldırarak. Lezalit gülümseyerek "Nasıl isterseniz efendim" dedi. Sonra surların üzerinde ilerleyerek kuzey kapısına yöneldiler. Surlar boyunca askerlerle karşılaştılar. Bazıları arbeletlerini ve oklarını inceliyordu, bazıları ise kılıçlarının keskinliğini kontrol ediyordu. Bazı askerler hafif deri zırhlar giyerken, bazılarıda metal zırhlarla donanmıştı. Bir çoğunun gözünde nefret ve sabırsızlık vardı. Aslanın inine girmeye cürret eden Nord ordusunu ezmeye kararlıydılar. Daha deneyimsiz olanlarda ise korku ve şaşkınlık vardı. Onlar da ne yapacağını bilemez halde etrafa bakıyor, çaresizce düşmanın gelişini bekliyordular.

Beorn askerlerin arasından geçerek kuzey kapısına vardı. Kapı açıldığında yanında Lezalitla beraber dışarıya çıktı. Arkalarında sancak tutan iki Swadyan şövalyesi vardı. Şövalyeler nefretle karşılarındaki Nord'lara nefretle bakıyordular. Sancaklar denizden esen rüzgarla dalgalanmaya başladığında, Kral Harlaus'un kırmızı üzerine işlenmiş aslanı ve Druel ailesinin sarı üzerine işlenmiş çift başlı kartalı, görkemli bir şekilde surların önünde, bütün Nord donanmasının karşısında onlara meydan okurcasına dalgalanıyordu. Beorn karşısındakileri süzdü, en önde duran adam deri bir zırh giymişti, ve siyah hayvan postundan bir pelerini vardı. Elinde kocaman bir balta vardı. Bu baltanın ağaç kesmek için kullanılmadığı belliydi. Adamın yüzünde mavi bir boya vardı. Sol gözünün üstünden başlayıp aşağı doğru inen dalgalı üç çizgiden oluşuyordu boya. Sakalları örülmüştü. Nemli kızıl saçları ise deniz tuzu kokuyordu. Adamın gözleri neşeyle bakıyordu, ve sanki buraya savaşmaya değilde eski bir dostu ziyarete gelmiş gibi gülümsüyordu. Adam elindeki baltayı arkasındaki adamlardan birine uzatarak ellerini iki yana açtı. "Albion!" dedi, adam sanki Beorn'un ona sarılmasını bekliyordu. Adamın arkasındaki diğer Nordlar Albion ismini duyunca yüzleri bembeyaz oldu, korkuları her taraflarından anlaşılıyordu. Beorn başıyla selam vererek "Kral Ragnar!" dedi. Sonra gözünü denizdeki filoya dikerek "Sanırım buraya sadece selam vermeye gelmediniz". Ragnar güldü. "Hahah! Hiç değişmemişsin evlat. Hala küstahsın. Ama bu kötü bir şey değil. Kalradya'da kendine göre bir düşman bulamadığından dolayı bu küstahlığında haklısın". Sonra derin bir nefes aldı. Deniz kokusunu içine çekerek "Bence buraya neden geldiğimi çok iyi biliyorsun evlat" dedi. "Şehri ver! İçerideki Swadyan soylularını bana teslim et ve bende seni canlı bırakayım! Nasıl anlaşma?". Beorn gülümseyerek "Peki benim teklifime ne diyorsun" dedi. "Gemilerini al, askerlerinle beraber buradan çek git ve bende senin şu askerlerinin kafalarını gövdelerinden ayırmayayım" bu sırada Ragnar'ın arkasındaki Nordları gösterdi kafasıyla. Ragnar koskoca bir kahkaha patlattı. Yanındakilere dönerek "Bu çocuğu seviyorum!" dedi. "Duydunuz mu ne dedi?", sonra neşeyle Beorn'a döndü. "Keşke bir Nord olarak doğsaydın" dedi, "Eminim seninle beraber Kalradya'yı dize getirirdik". Beorn "Ya, ne demezsin!" dedi. "Keşke sende şu sancağındaki gibi bir karga olarak doğsaydın. Böylelikle şu anda seninle konuşma zahmetinden kurtulmuş olurdum".

Surların üzerindeki Swadyanlar ve kıyıya yakın gemilerdeki Nordlar ikisinin sanki eski birer arkadaş gibi konuşmalarını izliyordular şaşkınlıkla. Ragnar bir anda ciddileşerek "Sanırım bu kadar eğlence yeter dostum" dedi. "Seni son bir kez daha uyarıyorum. Şehirde az askeriniz bulunduğunu biliyorum. Bize karşı koymanız sadece durumu zorlaştırır". Beorn ona bakarak "Cevabımın ne olacağını zaten biliyorsunuz" dedi. "Daha fazla konuşmaya gerek varmı?". Ragnar anlayışla karşısındaki gence baktı. Şu anda en büyük düşmanıydı o genç, ama ona bir savaşçı olarak saygı duyuyordu. Beorn'unda ona saygı duyduğunu biliyordu. "Peki, öyle olsun bakalım" dedi. Sonra arkasındaki dönerek Nordlara baktı, yumruğunu havaya kaldırarak "Bu günü unutmayın!" dedi. "Bu gün Swadya'nın en büyük savaşçısının öldüğü gün olacak. Ve biz masallarımızda bu cesur savaşçıyı nasıl öldürdüğümüzü anlatacağız, çocuklarımız bu hikayeyle büyüyecek!". Nordlar hep bir ağızdan neşeyle bağırmaya başladılar. Sonra Ragnar yumruğunu tekrar havaya kaldırarak onları susturdu. Tekrar Beorn'a döndü. "Merak etme evlat, öldükten sonra da adın onurlandırılmaya devam edecek!". Beorn'un yüzünde bir gülümseme oluştu. "Benden bu kadar kolay ölmemi bekleme" dedi. Sonra sırtını ona dönerek kuzey kapısında içeriye girdi. Lezalit ve onun arkasındaki sancak taşıyan askerlerde kuze kapısından içeriye girdiğinde kapı gürültüyle kapandı. Ragnar derin bir nefes alarak "Gemilere karaya çıkmasını söyleyin!" diye bağırdı. "Praven bu gün düşecek!".

Beorn şehre girdiğinde askerlerin ona baktığını gördü. "Swadyalılar!" dedi bağırarak. "Size yalan söylemeyeceğim. Kazanmamız çok zor! Şehri elimizda tutacağımızı sanmıyorum!". Bu sözlerden sonra etrafına baktı. Askerlerin arasında bir tedirginlik yayılmaya başlamıştı. Sonra Lezalit "Sessiz olun ve Kont Beorn'u dinlemeye devam edin aptallar!" dedi. "Henüz sözlerini bitirmedi!". Beorn ona minnetle baktı. Sonra sözlerine devam etti. "Belki şehri kurtaramayız!" dedi. "Ama şu anda binlerce kişinin hayatı bize bağlı" dedi. "Nordlar şehrin boş olduğunu anladığında, şehirden kaçan halkı arayacaklar! Eğer biz onları burada geciktirebilirsek, diğerleri kurtulabilir! Aranızdan bazılarının karıları, kızları, ailesi şehri boşaltanların arasında, değil mi?! Eğer biz burda dayanırsak, onlar kurtulabilir. Bir çok küçük çocuk, bir çok silah tutamayan el kurtulabilir. Biz bu taş duvarları korumak için savaşmayacağız, biz insanlarımızı, halkımızı korumak için savaşacağız! Şimdi kendinizi bir kalkan olarak düşünün! Nordlarla ailenizin arasına girecek olan bir kalkan, hiçbir saldırıda kırılmayacak olan bir kalkan! Swadya'nın iradesini temsil eden bir kalkan!". Askerler hepbir ağızdan Swadya için!" diye bağırdı. Savaşın yaklatığını hissettikleri için içlerini bir coşku kaplamıştı. Kararlı ve kendine günnen birer kalkandılar artık onlar. Düşmanın saldırılarını durduracak olan birer kalkan...



Kral Harlaus

Harlaus kendisine doğru gelmekte olan Kont Hogan'a baktı. Hogan yorgun görünüyordu. Üzerindeki şövalye zırhı kana bulanmıştı, ve kırmızı pelerini yıpranmış, bazı yerleri yırtılmıştı. "Efendim" dedi başını eğerek "Vaegir atlılarını yok ettik. Ama sadece bir düzine kadardılar". Sanırım öncü gruplardan biriydi. Harlaus'un mavi gözleri düşüncelere daldı. "Demek öncü gruptu" dedi. "Sence bu gruplardan kaç tane vardır". Hogan Druel derin bir nefes aldı. Durumları çok sıkıntılıydı. "Bilmiyorum efendim" dedi başını iki yana sallayarak. "Sanırım arazide en azından on tane böyle grup olmalı. Ayrıca bunlar öncüler olduğuna göre, asıl orduda pek uzakta değildir". Harlaus etrafındaki kontlara baktı. Hiç birinden ses çıkmıyordu. "Yani durumumuzun kısaca özeti nedir?" dedi. Hogan Druel açıklamaya başladı. "Efendim, Beorn'dan gelen mesaja bakarsak Praven, Nordlar tarafından kuşatılmış. Bizim orduyu, Elgrahan'a yani orman şehire götürmemizi istiyor. Sanırım diğer soylu aileler ve praven halkınıda oraya yönlendirmiştir. Ama Beorn, Nord ordusunu durdurmaya çalışacaktır. Şimdi bir de Veagir ordusunun Swadyan topraklarına girdiğini öğrendik. Sanırım bizim önümüzü kesmeye çalışıyorlar" dedi. Harlaus şakaklarını ovdu. Bu bilgilerin açığında Swadya'nın çöktüğünü söyleyebilirdi. Ama bunu dillendirmekten korkuyordu.

"Sanırım Beorn'un Vaegir ordusundan haberi yoktur" dedi Harlaus keyifsizce. "Eğer öncülerini bu yöne gönderiyorlarsa asıl amaçları Dhirim olmalı" dedi Hogan'a bakarak. "İkinci hedefleri ise bizim önümüzü keserek Praven'e gitmemizi engellemek. Ama bilmedikleri bir şey var, biz Praven'e gitmiyoruz" dedi. Kont Klargus öne çıkarak "Efendim!" dedi. "Sizce bunlar bir tesadüf mü?". Harlaus başını iki yana sallayarak "Sanmıyorum" dedi. "Beyler, söylemek çok zor ama sanırım Swadya'ya karşı ortak bir hareketin başlangıcındayız" dedi. Eğer tahminlerim doğruysa Rodoklar da çok geçmeden sınırlarımızdan içeriye girmeye başlar". Ortada kısa süreli bir sessizlik oldu. Swadya'nın tarihteki rolü bu kadar mıydı. Bir anda bütün Kalradya ayaklanmış ve Swadya'ya karşı birleşmişti. Peki ya şimdi ne olacaktı?. Harlaus Hogan Druel'e acır gibi baktı. "Hogan!" dedi. "Önümüzde üç seçenek var. Birincisi; Dhirime'e gidip orayı savunabiliriz" dedi. "Biliyorsun, elimizdeki güçle bunu başarabiliriz. İkincisi; Vaegirlerin bizden beklediğini yapıp Praven'e destek olmaya gidebiliriz. Üçüncüsü ve en sonuncusu ise; Orduyu Elgrahan'a, yani orman şehire götürebiliriz...". Cevap bekleyen gözlerle Hogan'a baktı. Hogan, kalbinin sıkıştığını hissediyordu. "Efendim" dedi zorla da olsa. "Sanırım hangisini seçeceğimi biliyorsunuz" dedi. "Oğlumun mesajı gayet açıktı. Bizden Elgrahan'a gitmemizi istedi. Yapılacak en mantıklı şey bu olur". Kral ona yumşak bir ses tonuyla "Hogan" dedi. "Eğer Elgrahan'a gidersek oğluna ne olacağını biliyorsun, değil mi?!". Hogan yavaşça kafasını salladı. Mavi gözleri kederle dolmuştu. "Efendim, şu anda halkımızın güvenliği söz konusu" dedi. "Oğlum konusunda yapabileceğim tek şey, onun sağ salim Elgrahan'a varmasını ummak". Harlaus saygıyla en iyi dostunun omzuna attı elini. Şu anda onun tarifi mümkün olmayan bir acı yaşadığını biliyordu. Oğlunu bilerek ölüme terk ediyordu ve bu konuda yapabileceği bir şey yoktu.

Kral başını kaldırarak "Evet!" dedi bütün kontların duyabileceği bir sesle. "Sanırım ne yapacağımıza karar verildi. Ordunun tamamıyla beraber Elgrahan'a gidiyoruz" dedi. "Swadya'nın kısa bir süreliğine ortadan kaybolmasının zamanı geldi anlaşılan. Tekrar ortaya çıkacağımız zamana kadarsaklanacağız. Elgrahan'a gidiyoruz, aslanın inine!"...


Klaradya'nın ötesinde, İmparatorluk Şehri Bionden;


İmparator George, sanki büyüleyici narin bir nesleyi okşuyormuş gibi elini büyük salonun duvarına asılı olan haritayı gezdirdi. Salondaki uzun masada oturanlar onu merakla izliyordu. İmparator uzunluğu bacaklarına kadar gelen, şarap kırmızısı bir renkte her tarafı altın rengi işlemelerle dolu bir cüppe giymişti. Cüppenin altından ipek gömleği belli oluyordu. Kafasındaki görkemli, her tafı değerli taşlarla bezeli tac kıvırcık sarı saçlarının üstünde duruyordu. Beyaz teni ve mavi gözlerindeki parlak ışık onun ya bir deha, yada bir deli olduğunu gösteriyordu. Uzun boylu ve ince yapılıydı. Sırıtışında, bütün dişleri bembeyaz parlıyordu. Masadakilerin bazıları ona hayranlıkla bakarken, bazılarıda korkuyla ve endişeyle izliyordu onu. "Baylar" dedi ince ve tiz bir sesle. "İşte burası İmparatorluğumuzun sınırları". Bunu söylerken haritadaki kıtanın dörtte ikilik bir kısmını parmağıyla gösteriyordu. Ve burasıda, kıtanın batısına doğru getirdi parmağını "Yüzyıllar önce geri çekilmek zorunda kaldığımız, imparatorluk tarihindeki en kötü maglubiyetleri aldığımız yer Kalradya!". Kalradya sözcüğü masadakilerin üzerinde bir şok etkisi yarattı. Şişko bir adam yemeği boğazında kalmış gibi öksürmeye başlamış, ancak biraz şarap içerek kendine gelebilmişti. "Evet, yanlış duymadınız" dedi. "Kalradya. Yüzyıllar önce bir çok savaş yaptığımız, ama sadece elli yıl boyunca hüküm sürebildiğimiz yer. İmparatorluğumuzun ününe leke sürülen topraklar. Ama artık Kalradyalılar imparatorluğun gücünü anlayacaklar" dedi. Tekrar haritayı parmaklarıyla gezmeye başladı. "İmparatorluğumuzun gücü bu diyarı tekrar hakimiyet altına alacak" dedi. Ve sanki kendi kendine konuşurmuş gibi mırıldandı. "Ve o barbar insanlar, yüzyıllar önce atalarının yaptıklarının bedelini ödeyecekler!".

Masadakilerden biri kalkarak öne çıktı. "Efendim, sizce Kalradya'ya saldırmak için yeterli gücümüz var mı?". İmparator delici bakışlarını ona çevirdi. "Octavian!" dedi. "Merak etme, bizim büyük savaşlar yapmamıza gerek kalmayacak" dedi. "O barbarlar birbirileriyle savaşacaklar" dedi. "Tıpkı yırtıcı hayvanlar gibi birbirilerini avlayacak. Ve biz gelip, dövüşten yorgun düşmüş hayvanları yakalayacağız, onları kafese kapatacağız ve evcilleştireceğiz. Bizim soylu halkımızın işlerini yapacaklar, köle olarak yaşayacaklar...". Herkes İmparator'a baktı, onun hem deli, hemde bir dahi olduğunu düşünüyordular. Eğer böyle bir adam tarafından yönetilirlerse, Kalradya'yı geri almak bir hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşebilirdi... Sonra imparator bir şarkı mırıldanır gibi "İlk av başladı bileee" dedi. "Aslan düştü bile, karga alçalırken aşağı, ayı açarken ağzını, kurt avına çıkan aslan düştü bilee...". Daha adamlar bu dizelerin anlamını çözememişken imparator devam ettirdi sözlerini, "Yılan boğacak ayıyı, kurt parçalayacak yılanı. Karga yeni leş ararken, Avcı vuracak kanadını". Salonun içinde bir ürperti dolaştı. Eğer eski dini inançları sürüyor olsaydı, İmparatorun bir kahin, bu dizelerin de bir kehanet olduğuna yemin edebilirlerdi... Ama odada bulunanlardan birinin yüzü hiç değişmemişti. İmparatorun söylediği bu şiiri biliyordu. Çok eski bir halk şiiriydi bu. İmparatorluğun kuzey topraklarında bilinirdi daha çok. Ama İmparator şiiri yarım söylemişti. Şiirin pek az kişinin bildiği devamı da vardı. Hem de avcı için hiç iyi olmayan bir devamı...

 
Okumaya üşendim (: Kan ve Kılıç'ı daha yeni bitirdim bunu da yarın okurum artık  :grin:

Şaka bir yana senin hikayeler daha güzel geldi bana üstad  :cool:
 
enesancak said:
Okumaya üşendim (: Kan ve Kılıç'ı daha yeni bitirdim bunu da yarın okurum artık  :grin:

Şaka bir yana senin hikayeler daha güzel geldi bana üstad  :cool:

Teşekkürler, umarım okuduğunda beğenirsin.

Bu arada Alhedras kadar iyi olmadığımı biliyorum ama onunla kıyaslanmakta hoşuma gidiyor canım.  :lol: :lol:
 
[/quote]
Deniz kokusunu içine çekerek "Bence buraya neden geldiğimi çok iyi biliyorsun evlat" dedi. "Şehri ver! İçerideki Swadyan soylularını bana teslim et ve bende seni canlı bırakayım! Nasıl anlaşma?". Beorn gülümseyerek "Peki benim teklifime ne diyorsun" dedi. "Gemilerini al, askerlerinle beraber buradan çek git ve bende senin şu askerlerinin kafalarını gövdelerinden ayırmayayım" bu sırada Ragnar'ın arkasındaki Nordları gösterdi kafasıyla. Ragnar koskoca bir kahkaha patlattı. Yanındakilere dönerek "Bu çocuğu seviyorum!" dedi. "Duydunuz mu ne dedi?", sonra neşeyle Beorn'a döndü. "Keşke bir Nord olarak doğsaydın" dedi, "Eminim seninle beraber Kalradya'yı dize getirirdik". Beorn "Ya, ne demezsin!" dedi. "Keşke sende şu sancağındaki gibi bir karga olarak doğsaydın. Böylelikle şu anda seninle konuşma zahmetinden kurtulmuş olurdum".



Klaradya'nın ötesinde, İmparatorluk Şehri Bionden;



Masadakilerden biri kalkarak öne çıktı. "Efendim, sizce Kalradya'ya saldırmak için yeterli gücümüz var mı?". İmparator delici bakışlarını ona çevirdi. "Octavian!" dedi. "Merak etme, bizim büyük savaşlar yapmamıza gerek kalmayacak" dedi. "O barbarlar birbirileriyle savaşacaklar" dedi. "Tıpkı yırtıcı hayvanlar gibi birbirilerini avlayacak. Ve biz gelip, dövüşten yorgun düşmüş hayvanları yakalayacağız, onları kafese kapatacağız ve evcilleştireceğiz. Bizim soylu halkımızın işlerini yapacaklar, köle olarak yaşayacaklar...". Herkes İmparator'a baktı, onun hem deli, hemde bir dahi olduğunu düşünüyordular. Eğer böyle bir adam tarafından yönetilirlerse, Kalradya'yı geri almak bir hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşebilirdi... Sonra imparator bir şarkı mırıldanır gibi "İlk av başladı bileee" dedi. "Aslan düştü bile, karga alçalırken aşağı, ayı açarken ağzını, kurt avına çıkan aslan düştü bilee...". Daha adamlar bu dizelerin anlamını çözememişken imparator devam ettirdi sözlerini, "Yılan boğacak ayıyı, kurt parçalayacak yılanı. Karga yeni leş ararken, Avcı vuracak kanadını". Salonun içinde bir ürperti dolaştı. Eğer eski dini inançları sürüyor olsaydı, İmparatorun bir kahin, bu dizelerin de bir kehanet olduğuna yemin edebilirlerdi... Ama odada bulunanlardan birinin yüzü hiç değişmemişti. İmparatorun söylediği bu şiiri biliyordu. Çok eski bir halk şiiriydi bu. İmparatorluğun kuzey topraklarında bilinirdi daha çok. Ama İmparator şiiri yarım söylemişti. Şiirin pek az kişinin bildiği devamı da vardı. Hem de avcı için hiç iyi olmayan bir devamı...

[/quote]


Helal Usta
 
enesancak said:
Deniz kokusunu içine çekerek "Bence buraya neden geldiğimi çok iyi biliyorsun evlat" dedi. "Şehri ver! İçerideki Swadyan soylularını bana teslim et ve bende seni canlı bırakayım! Nasıl anlaşma?". Beorn gülümseyerek "Peki benim teklifime ne diyorsun" dedi. "Gemilerini al, askerlerinle beraber buradan çek git ve bende senin şu askerlerinin kafalarını gövdelerinden ayırmayayım" bu sırada Ragnar'ın arkasındaki Nordları gösterdi kafasıyla. Ragnar koskoca bir kahkaha patlattı. Yanındakilere dönerek "Bu çocuğu seviyorum!" dedi. "Duydunuz mu ne dedi?", sonra neşeyle Beorn'a döndü. "Keşke bir Nord olarak doğsaydın" dedi, "Eminim seninle beraber Kalradya'yı dize getirirdik". Beorn "Ya, ne demezsin!" dedi. "Keşke sende şu sancağındaki gibi bir karga olarak doğsaydın. Böylelikle şu anda seninle konuşma zahmetinden kurtulmuş olurdum".



Klaradya'nın ötesinde, İmparatorluk Şehri Bionden;



Masadakilerden biri kalkarak öne çıktı. "Efendim, sizce Kalradya'ya saldırmak için yeterli gücümüz var mı?". İmparator delici bakışlarını ona çevirdi. "Octavian!" dedi. "Merak etme, bizim büyük savaşlar yapmamıza gerek kalmayacak" dedi. "O barbarlar birbirileriyle savaşacaklar" dedi. "Tıpkı yırtıcı hayvanlar gibi birbirilerini avlayacak. Ve biz gelip, dövüşten yorgun düşmüş hayvanları yakalayacağız, onları kafese kapatacağız ve evcilleştireceğiz. Bizim soylu halkımızın işlerini yapacaklar, köle olarak yaşayacaklar...". Herkes İmparator'a baktı, onun hem deli, hemde bir dahi olduğunu düşünüyordular. Eğer böyle bir adam tarafından yönetilirlerse, Kalradya'yı geri almak bir hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşebilirdi... Sonra imparator bir şarkı mırıldanır gibi "İlk av başladı bileee" dedi. "Aslan düştü bile, karga alçalırken aşağı, ayı açarken ağzını, kurt avına çıkan aslan düştü bilee...". Daha adamlar bu dizelerin anlamını çözememişken imparator devam ettirdi sözlerini, "Yılan boğacak ayıyı, kurt parçalayacak yılanı. Karga yeni leş ararken, Avcı vuracak kanadını". Salonun içinde bir ürperti dolaştı. Eğer eski dini inançları sürüyor olsaydı, İmparatorun bir kahin, bu dizelerin de bir kehanet olduğuna yemin edebilirlerdi... Ama odada bulunanlardan birinin yüzü hiç değişmemişti. İmparatorun söylediği bu şiiri biliyordu. Çok eski bir halk şiiriydi bu. İmparatorluğun kuzey topraklarında bilinirdi daha çok. Ama İmparator şiiri yarım söylemişti. Şiirin pek az kişinin bildiği devamı da vardı. Hem de avcı için hiç iyi olmayan bir devamı...




[/quote]

Helal Usta.

Edit:Alıntıda bir sıkıntı oldu :grin:
 
Back
Top Bottom