(Skyrim) Rebellion of the Darkness - 8. Bölüm Yayımlandı! - İptal Edildi

Users who are viewing this thread

Status
Not open for further replies.
mmycd6qh.jpg



i2t8brln.jpg

[size=small]Benim adım Nobiryn Donhor. Windhelm'de yaşayan onlarca kara elften biriyim. Avlanmayı ve yay kullanmayı çok seviyorum.  Yıl 4Ç 201. Mart ayının sonları, bahar mevsiminin başlarındayız.  Saat sabahın erken saatleri. O gün de karlı ormandaki her zaman ki yerimde okçuluk becerimi geliştirmek için atış talimi yapmaktaydım.

Tam o sıralarda tesadüfen oradan devriye geçen birkaç şehir muhafızı ile karşılaştım. Askerler alıştırmamı izlemeye ve ardından okçuluğum ile dalga geçip alay etmeye başladı.

"Bu bir tavşanı bile vuramaz. Buna 100 septime bahse bile girerim." dedi içlerinden biri.

Öfkeyle yayımı çıkararak bir hedef belirleyip attım. Ok, güçlü bir erkek geyiğe saplanıp onu yere devirdi. Tam hakkım olan 100 septimi istiyordum ki, "Mevkibeyinin geyiğini öldürdün, seni tutukluyoruz!" dedi adamlardan biri. 


Muhafızların beni geyiği avlamam için oyuna getirdiğini fark ettiğimde iş işten çoktan geçmişti. Koşabildiğim kadar hızla dağların derinliklerinin içine daldım.

Adamlar yaylarını gerip arkamdan bana nişan aldı. Atılan oklardan biri az kalsın başıma isabet ediyordu. Kendimi korumak için hızla dönüp bir ok fırlattım. Ok süzülüp peşimdeki adamlardan birinin tam kalbinden vurdu ve adam yere düşüp anında öldü.

Artık sadece mevkibeyinin geyiğini değil, askerlerinden birini de öldürmüş oldum. Böylece Ulfric Stormcloak  tarafından asi ilan edilip şehirden kovuldum. O tarihten sonra bir daha Grey district'te rahatça dolaşamadım, hep gölgelerde gizlendim...

İlerleyen aylarda halkımdan birkaç kişi daha benim grubuma katıldı. Onlar da haksız yere şehirden atılmış kişilerdi. Hepsi ile birden Ulfric ile savaşacağımıza ve kuzeylilerden dunmerları koruyacağımıza ant içtik.


Çok geçmeden Windhelm'de ki  dark elfler, benim ve arkadaşlarımın kahramanlık hikayelerini duyup bizim davamıza güvenmeye, inanmaya başladı...

[/size]

7s6i432l.jpg

[size=small] Birgün, ormana av hayvanı aramak için çıktım. Yanıma kılıcımı aldım, elimde bir yay sırtımda da oklarım vardı. Bir nehir kıyısı gördüm. Karşı tarafa ulaşımı aynı anda sadece bir kişinin geçebileceği kadar dar bir köprü sağlıyordu.

Köprüden yürümeye devam ettim. Köprünün sonunda biri duruyordu.  Yoluma devam ederken, onun çok uzun boylu, iri yapılı bir ork olduğunu, elinde de koca bir sopa tuttuğunu fark ettim.

"Kenara çekil de geçeyim," dedim. Yabancı "Hayır," diyerek gürledi sonra "İlk önce ben geçeceğim." diye ekledi. Okumla yayımı çıkartarak, "Geçmeme izin ver yoksa seni buraya çakarım," dedim.

"Çok cesursun bakıyorum!" dedi koca adam. "Senin okların, yayın ve kılıcın var benimse sadece bir sopam."

Hemen silahlarımı yere bıraktım. Kendime bir ağaç dalı bulup köprüye geri geldim. "Öyleyse köprüden geçmek için dövüşeceğiz," dedim. " O zaman nehre ilk düşen kaybeder!" diye atıldı koca adam.

Dövüşümüz başlamıştı. İkimiz de birbirimize vurmaya çalıştık, ama kolayca sopa hamlelerinden sıyrılıp kurtulduk. Kavga yarım saat sonra, nihayet orkun kafasına sopayı vurmamla sona erdi. Bu sırada ben tam gülmeye başlayıp zaferimi kutlayacaktım ki, enseme aldığım darbeyle suyun içinde buldum kendimi.

Suyun içinde çırpınırken koca adam da benim bu halime kahkahayla gülüyordu, sonra hep birlikte gülmeye başladık.

"İyi bir kavga oldu. Gerçekten göründüğün gibi güçlüymüşsün, senin için yapabileceğim bir şey var mı dostum?"diye sordum. "Evet, var," dedi ork. "Buraya Nobiryn Donhor'u bulup onun adamı olmak için gelmiştim."
[/size]

[size=small]Ardından ıslık çaldım ve ağaçların arasından gelen hışırtılar duyuldu:

"Efendim baştan aşağı ıslanmışsınız, sizi nehre bu ork mu itti?" dedi adamlarımdan biri. Bende yabancıyı göstererek, "Bu koca ahbap beni suya fırlattı." dedim. Birdenbire siyahlar içindeki 10 adam, orkun üzerine atladı.

"Durun!" diye bağırdım. Daha sonra kendimi ve arkadaşlarımı bu yabancıya tanıttım:

"Benim adım Nobiryn Donhor, bunlar da benim yoldaşlarım. Bizler asiyiz ve Ulfric Stormcloak'a karşı mücadele veriyoruz. Bize hala katılmak istiyor musun?"

"Bu ormana seninle tanışmak için gelmiştim zaten, size seve seve katılırım. Bu arada beni Ugokuga Giantfinger diye çağırırlar."

Ben ve arkadaşlarım orkun lakabının Giantfinger oluşuna güldük. Ona giymesi için grubumuzun simgesi olan siyah giysilerden verdim. Sonra, grubumuzun yeni üyesi için bir karşılama ziyafeti düzenledik... Çok geçmeden Ugokuga Giantfinger benim sağ kolum ve en güçlü adamım oldu...

[/size]

sayaw2jo.jpg

[size=small] Windhlem Mevkibeyi sürekli beni yakalamaya çalışıyordu ama ben öyle kolay lokma değildim. Bu yüzden Ulfric bir plan yapıp sadece okçuların ancak  elf, argonyalı, khajiit ve ork olmamak kaydıyla katılabildiği bir müsabaka düzenleyeceğini duyurdu herkese.

Hünerini göstererek beni ele  geçirebilecek nitelikte olduğunu ispatlayan kişiye cezbedici ödüller vereceğini açıkladı. Tabii kısa sürede turnuvadan benimde haberim oldu. Ödül olarak koyulan saf altından yapılmış oku kazanmak için katılmak istiyordum.
[/size]
[size=small]
Genç orman elfi Hryt, bana "New Gnisis'teyken,  Ulfric'in müsabakayı sana tuzak kurmak için düzenlediğini duydum," dedi uyararak.  Ulfric'ten korkmuyordum. "Ondan korkacak değilim," diye gürledim. "O ne kadar kurnazsa biz de o kadar zekiyiz. Oraya kılık değiştirerek gideceğim ve altın oku kazanacağım ve kampımıza asacağım." diye ekledim.

Atış müsabakası günü sadece imparatorluk ve kuzeyli insanlarından oluşan bir kalabalık meydanda toplandı. Atış alanı renkli kurdeleler ve çiçeklerle süslenmişti.  Galmar Taşyumruk'un yanında oturan Ulfric'in gözleri endişeyle beni arıyordu.Turnuva başladı. Başta birçok yarışmacı vardı ama ikinci turdan sonra geriye sadece üç kişi kaldı: Biri kuzeyli bir avcı diğeri ise Solitude'lu bir şehirli ve üçüncü kişi de bendim. Son turda rakiplerimi yenerek turnuvanın galibi oldum.

Tüm müsabaka boyunca tek kelime bile etmemiştim. Ten rengim görünmesin diye ağzımı ve gözlerimi kapatmıştım. Ulfric bana altın oku takdim ettikten sonra sordu, "Senin adın nedir, dostum?" "Adım Hoch," diye cevapladım. "Seni çok beğendim, şu korkak Nobiryn Donhor'dan okçuluğun daha iyi. Emrime girmek ister misin?" dedi Ulfric.  "Hayır, ben özgür biriyim. Özgür bir hayatı tercih ederim," dedim.

Ulfric teklifinin reddedilmesinden hiç hoşlanmadı ve benden derhal şehri terk etmemi istedi. Akşam olduğunda, kampta büyük zaferimi kutladık. Ulfric'in korkak olmadığımı bilmesini istiyordum, çünkü ödülü kazanan olduğumu öğrenmesi gerekiyordu. Ertesi gün Ulfric sabah kavhaltısına otururken, üzerine parşomen kağıt sarılı bir oku penceresinden içeriye attım. Ok süzüldü ve duvara saplandı.

Ulfric yüksek sesle kağıtta yazdıklarımı okumaya başladı:

"Sovngarde Ulfric'in olsun, herkes kampa gelip görsün. Verdiğin ödülü ben aldım, sana  yine geçmiş olsun.

İmza Nobiryn Donhor"

Bitirdikten sonra oyuna getirilmenin ve yenilginin acısıyla bağırıp çağırmaya başladı...
[/size]

3t65e8i8.jpg

[size=small]Ulfric onu oyuna getirmeme tam anlamıyla delirdi. Ancak yaptığı planın farkındaydım. Elli adamına ormana gidip kampımızı bulup bizi yakalamaları için emir verdi. 1000 septimlik bir de ödül koydu bunun için. Adamlarıma ormanın derinliklerine  gizlenmeleri emrini verdim. Mevkibeyinin askerleri yedi gün boyunca ormanı didik didik aradılar ama kimseyi bulamadılar. Yedi gün boyunca tüm grup ormanda gizlenmiştik.

Sekizinci gün,  askerler büyük bir hayal kırıklığı ve yorgunluk içinde Windhelm'e doğru dönerlerken adamlarıma dönüp, "Şimdi! Yerlerinizden çıkın ve şunlara iyi bir ders verin!" diye bağırdım. Hepsi hevesle ağaçların ve çalıların arasından öne çıkıp yaylarını gerip oklarını atmaya başlamıştı. Onlarcası daha ne olduğunu anlayamadan yere düşmüştü bile. Başlarına gelenleri Ulfric'e anlatmaları için birkaç tanesini hayatta bıraktık.

Şehirde olup bitenlerden ve yaptığımız katliamın etkilerinden haberdar olmak için bir adam seçip yollamaya karar verdim. Çok kurnaz olan Argonyalı Deeh'i seçtim. Deeh keşiş kılığına girip kılıcını elbisesinin altına sakladı ve şehre doğru yola koyuldu. 'Hancı elbet bu konuda birşeyler biliyordur,' diye düşündü.

Candleheart hanına geldiği zaman canlarını bağışladığımız adamların oturmuş birşeyler içtiğini gördü. Hiç ses çıkarmadan geçip bir köşeye oturdu ve gitmelerini bekledi. Birdenbire Deeh'in yanına  bir kedi geldi ve bacaklarına sürtünmeye başladı. Cüppenin altındaki kara giysi ortaya çıktı, Deeh durumu kurtarmaya çalışsa da muhafızlardan biri onun elbisesini tanıdı ve anında ortalığı ayağa kaldırdı. Ardından Deeh, daha karşılık veremeden askerler tarafından esir alındı. Bende o sıralar Deeh'den rapor beklerken, New Gnisis'in han görevlesi koşarak bana gelip Deeh'in esir alındığını ve yarın asılacağını söyledi.

Sertçe, "Böyle bir şey olmayacak. Yarın gidip onu geri getireceğim, getiremezsem de onunla birlikte öleceğim," dedim. Daha sonra arkadaşlarımı yanıma çağırıp yarın için planladıklarımı anlattım,  "Hepimiz yarın şehre sızıp, insanların arasına karışacağız. Birbirimizden ayrılmadan hep birlikte Deeh'i alıp kampa döneceğiz."

Ertesi gün şehirdeki herkes mahkümun asılacağı meydana toplandı. Ben ve arkadaşlarım da kalabalığın içindeydik, kimse bizi fark edemedi. Deeh, etrafını sarmış muhafızlar eşliğinde at arabasına bağlanmış şekilde meydana getirildi. Deeh tanıdık yüzler görmek için etrafına bakınıyordu. Koca bir vücut kalabalığı yararak, öne gelip ona ulaşmaya çalıştı.

Deeh arkadaşlarının onu kurtarmaya geldiğini fark etti. Ugokuga Giantfinger  arabanın üstüne atlayıp, dev çift elli baltasıyla iki muhafızı kestikten sonra Deeh'i serbest bıraktı. Muhafızlarla bizim aramızda dişe diş bir kavga başladı. Ama bizler, sayı olarak az olsakta beceri olarak muhafızlardan üstündük.

Yaylarımızı ve kılıçlarımızı çıkarıp aralarından birkaçını indirdikten sonra geri kalanları canlarını kurtarmak için kaçarak dağıldılar. Zafer kazanarak ben ve tayfam ormandaki kampımıza gitmek üzere desktek birlikleri gelmeden önce şehirden kaçtık.  Ulfric Stormcloak'un askerleri bizi yakalamada başarısız oldular. Ulfric, benim gücümden ve zekamdan artık korkmaya başlamıştı. Bundan böyle beni yakalamak için herhangi bir girişimde bulunacağı zaman iki kere düşünmesi gerektiğini öğrendi...

[/size]

iag84653.jpg

Sonraki bir yıl boyunca, ben ve arkadaşlarım ormanımızda sakin geçirmiştik. Ancak elbette Ulfric'in Deeh'e yaptıklarını unutmamıştık. İntikam daima aklımızdaydı. Bir gün Windhelm'e bu konuda neler yapabileceğime bakmaya gittim. Yol üzerinde Windhelm'de ki pazara giden bir kasaba rastladım. Şehre her zaman ki gibi kılık değiştirerek girecektim. Aklıma müthiş bir fikir geldi o an; Kasabın arabasını, atını ve etlerini çalıp, kara giysimi kasabın üstündekilerle değiştirecektim.  Pazara attığım ilk adımda yürek burkan bir manzara ile karşılaştım. Pazara sadece insanların girip alışveriş yapma izni vardı. Alış veriş yapmak ya da dilenmeye gelen dunmerları şiddetle geri kovuyorlardı. [size=medium]

[size=small]Masalara kurulmuş ve etler cızbız yapılarak pişirilmekteydi. İnsanlar çöplerin başına üşüşmüş köpekler gibi etleri yiyordu. Zavallı halkım ise ağızları sulanarak acı içinde bu tabloya bakmak zorunda kalıyorlardı.  Bazı kuzeyliler ise eğlence olsun diye yalayıp sıyırdıkları kemiklerin artıklarını karşıdan izleyen kara elflere doğru atıp onları kemiğin üstendeki bir parça eti yemek için nasıl birbirlerini ezdiklerini izleyip kahkahlarla gülüyordu. Kendimi zor tutuyordum ama şimdi ne yeri ne de zamanıydı...

Bende  Grey District'te kasaptan çaldığım etleri çok düşük fiyattan sattım ve fakirlere de bedava et dağıttım. Beni gören diğer  kasaplar, zengin budalalardan biri olduğumu, yakın zamanda paramın ve malımın kalmayacağını düşündüler.
[/size][/size]
[size=medium][size=small]
Kasaplardan biri bana:

"Ürünlerini neden bu nankör yaratıklara veriyorsun?  Sen bu kara elfleri  bilmiyorsun galiba, bizler onlara ulu şehrimizin kapılarını açtık. Onlar ise bunun karşılığını  hiçbir işe yaramadan öylece yer işgal ederek ödediler. Birde sen onların karnını bu leziz geyik etleriyle doyuruyorsun." Şüphe çekmemek için yüzümde alaycı bir gülümsemeyle "Bunlar ölü etler dostum. O yüzden veriyorum ki hastalanıp gebersinler." dedim.

"Demek sende bizdensin! O zaman iyi dinle dostum, Mevkibeyi düzenleyeceği ziyafete Skyrim'in dört bir yanından tüm kasapları davet etti," dedi.

Bende dört gözle böyle bir fırsat bekliyordum. Daveti sevinçle kabul ettim. Şölen günü, kasap giysileri içindeydim. Ulfric'in kahyası Jorleif beni tanımadı ve yanına çağırdı.

Hile peşinde olan Jorleif, gözünü zengin kasaplara dikmişti. Bana:

"Sen zengin bir adamsın anladığıma göre. Ne kadar malın var?" diye sordu fısıldayarak.

"Kardeşimle benim dünya kadar arazimiz, beş yüz kilo kadar da geyik etimiz var. Depodaki bu etleri satacak birini arıyoruz," dedim.

Kahya Jorleif etler için 300 septim önerdi, ben de bu teklifi kabul ettim. Hemen şölenin ardından,  Jorleif'i de alıp şehirden uzaklaşarak ormandaki hayali çiftliğime doğru yola çıktık.  Yanında getirdiği iki korumaya rağmen bu, Nobiryn Donhor ile yani benimle karşılaşmak istemeyen kahyahı bir hayli endişelendirdi.

"Nobiryn Donhor'dan korkmuyor musunuz?" dedi.  "Ben yanınızdayken ondan korkmanıza gerek yok" dedim.

Bunları konuştuktan sonra ormanın içine doğru devam ettim, Jorleif de arkamdan beni izledi. Ormana girdiğimizde ıslık çaldım ve derken onlarca asi Jorleif'in etrafını sardı. "Kahya Jorleif ziyafetimize katılmaya geldi!" diye bağırdım.

Korumaları anında Ugokuga'ya parçalattım ve onların etlerinden  yahni yaptırdım. Masa hazırlattım ve istemeden de olsa Jorleif'i zorla oturttum. O etleri yemesini söyledim. Başta reddetti ancak hançerimle iki parmağını kestikten sonra yemeye başladı.
[/size][/size]
[size=medium][size=small]
Birkaç lokmadan sonra kusmaya yeltendi ama bunu yaparsa dilini kesip g.... sokacağımı söyleyince yuttu. Tabağı bitirdikten sonra cebindeki keseden 300 septim aldım.  Sefil canını ondan söküp alabilirdim. Bu nefes almak kadar kolay olurdu ama ibret olsun diye hayatta bıraktım.

Atının sırtına atlayıp uzaklaşırken Jorleif'e: "Bir daha halkımdan birine eziyet ederken bu anı düşün." dedim. Kahyanın yüzü buz kesmişti. Soytarı durumuna düşmüştü. Hiçbir şey demeden gitti...
[/size]

[/size]

izujbzk3.jpg


Solitude'da her sene Kral Olaf'ı Yakma Festivali düzenlenirdi. Tek-göz Olaf'ın temsili kuklası yakılırdı ve halk bunu izlemek için dört gözle beklerdi. Bende tesadüfen o zamanda Mevkibeyi Adil Elisif ile görüşüp Ulfric'le olan savaşımda bana destek olmaları için yardım istemek üzere Solitude'da gitmiştim.

Şehrin kapılarından girdim. Mahallelerinden geçtim. Blue Place'a doğru gidiyordum. Ozanlar Koleji'nin yanına geldiğim sırada biraz gülüp eğlenmek için festivale katılmaya karar verdim. Müzisyenlerin şarkı söylediği, kalabalığın dans ettiği bölümdeki standa yöneldim.

Orada uzun zaman harcadım. Ardından ikram edilen yiyecekler ve içeçekler ile karnımı doyurup kukla yakıldıktan sonra tekrar Blue Place'in yolunu tuttum. Sarayın giriş kapısından girdim. Alt katta bir adam beni eliyle durdurdu ve "Sen nere gittiğini sanıyorsun? Kapıdaki muhafızları geçmene nasıl izin verdi?" dedi.

Elini tutup çektim ve "Sen kimsin?" diye sordum. "Adım Bolgeir Ayıpençesi. Mevkibeyinin korumasıyım. Şimdi burada ne aradığını kafanı koparmadan önce bana derhal söyle kara elf!" diye bağırdı. O an içimden bu kabadayıya bir ders vermek istedim:

"Sen, kendini ne sanıyorsun? Uzun bacaklı soytarı! İyi bir dayak istiyorsun galiba." dedim. Kahramanca bir kavga başladı aramızda. İkimizde çok cesurduk. Ama Bolgeir bir zaman sonra yorulmaya başladı. Bende bundan faydalanarak kafasına okkalı bir yumruk patlatınca, adam yere yıkıldı.

Kapıştığımız sırada hararetten saray erkanının bizi izlediğini fark etmemiştim. Çevremizdeki insanlar birden tezahürata başlayınca bu beni uyandırdı. "Kara adam!" diye haykırıyorlardı coşkuyla. Bu lakabı mücadelemizi izleyip dövüş performansıma hayran kalan seyirciler bana layık görüp armağan etmişti.

Tabii bu kutlama kısa sürede etrafımın muhafızlar tarafından çevrelenmesiyle son buldu. Kollarımdan tutup beni Elisif'in taht odasındaki huzuruna çıkarttılar. Beni önünde diz çöktürmeye çalıştılar ama buna izin vermedim. Onlara direndiğim sırada dizime kılıçlarının sapıyla vurdular. Kalkmayı denedim ama elleriyle omzuma yere bastırdılar ve kılıçlarının uçlarını boğazıma ve enseme dayadılar. Pes ettim. Eğilmek zorunda kaldım ama başımı dik tuttum. Elisif eliyle muhafızlara gitmelerini emretti. Ayağa ağrılarım olmasına rağmen güçbela kalktım ve Elisif'in gözlerinin içine baktım. Kocasının ölümünün acısı hala taze olduğu için üzgün ve yorgun görünüyordu.

Ama çok güzeldi. Beni süzüyordu. İfadesi yumuşadı. Sanki beni tanıyormuş gibi bir hali vardı. Üzerime gelen kalbimi ok gibi delen bakışlarından korkup gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Sonra bu sessizliği bozmak için ağzımı açtım:

"Sizler evinize gelen misafirleri hep böyle mi karşılıyorsunuz?"

"Elbette hayır. Bu büyük bir yanlış anlaşılmaydı sadece. Seni bir casus ya da suikastçi olduğunu sandılar. Gerçek kimliğini benim gibi bilselerdi böyle olmazdı. Ama sende anlayacaksındır ki hayatıma karşı türlü teşebbüsler var. Adamlarımın beni korumaya çalıştıkları için suçlayamazsın değil mi?"

"Peki ben kim mişim?"

"Ulfric ve Fırtınapelerinleri'ne kök söktüren kişi. Nobiryn Donhor. Yöntemlerinizin hepsini onaylamıyorum ve kuzeylilere olan nefretinizide anlamasamda yaptıklarınız yaşanan İç Savaş'ta ki tarafımıza büyük katkı oldu."

"Beni nasıl tanıdınız?"

"Afişlerinizden. Ama şunu söylemeliyim ki sizi hak ettiğiniz kadar iyi çizememişler."

Beni tanıdığına çok şaşırmıştım. Yaptıklarımızın bu kadar ses getireceğini tahmin edemezdim. Haberler hızlı yayılmıştı. Kısa bir süre daha sessizlik oldu sonra:

"Şimdi söyle bana Donhor, buraya niye geldin? Bu arada Bolgeir'i de fena pataklamışsın. "

"Kusura bakmayın ama bunu hak etti ayı. Buraya gelmemde olay çıkarmak gibi bir amacım yoktu. Sadece Windhelm'e yapacağım saldırıda desteğinizi istiyorum.

"Buna çok sevindim. Bize katılman gerçekten işimize gelir."

"Size katılmıyorum! Sadece davama yardım etmenizi istiyorum."

"Tamam. Anlıyorum seni. Fakat bu karar sadece bana kalmış değil. Bunu General Tullius'la da konuşup onayını alman gerekecek. İmparator tarafından bizzat görevlendirilmiş Skyrim'de ki askeri yöneticidir. Lejyonerleri sadece o izin verirse kullanabilirsin."

"General Tullius'la görüşebilir miyim?"

"Tabii ki. Ancak önce biraz dinlenmelisin. Uzun bir yoldan geldin ve seni hak ettiğin gibi ağırlamayadan buradan yollarsam içimde ukte kalır. Hizmetlilerime odanı hazırlatacağım. Rahatlayıp dinledikten sonra ertesi gün Dour Kalesi'ne gidip Tullius'la konuşabilirsiniz."

Acelem vardı. Kampıma ve adamlarıma bir an önce dönmek istiyordum.  Fakat yorulmuş ve yıpranmıştımda. Böyle General Tullius'un karşısınada çıkamazdım. Mevkibeyi Elisif'in ricasınıda kıramazdım.  Ayrıca Elisif'ten de etkilendiğimi itiraf etmeliydim. Onun yakınında bir gün olsa bile geçirmek güzel olacaktı. Selamımı verip hizmetçilerin eşliğinde kalacağım odaya gitmek üzere oradan ayrıldım...

te5r4i46.jpg

Blue Place'de ki rahat hayat aklımı çelmişti. Burada iyi zaman geçiriyordum. Bir süre gitmek istemedim. Bol bol yemek ve içki... Elisif'e de çok yakındım. Hep onun yanındaydım. Bu arada malikanedeki 3. günümde bir rüya gördüm.  Rüya bana yoldaşlarımı ve kampımı hatırlattı. Gözlerim dolmuştu. Ormanıma gidip tekrar aralarına katılacağıma yemin ettim. General Tullius'la görüşmeden önce son kahvaltım için mutfağa doğru gittiğim sırada kapıda aşçı Odar'ı gördüm.

Burada kaldığım ilk günden beri anlaşamamıştım bu herifle. Bana çok kaba davranıyordu. Başlarda tatlı Elisif'imin hatrına sesimi çıkarmadım. Ama sonuncuda kahvaltımı vermeyi bile reddetince o an çileden çıktım ve Odar'a bir tokat attım.  Karşılık vermeye çalıştı. Yumruk savurdu ama sıyırdı. Boğazından tutup duvara dayadım. Tek ellimle gırtlağını sıkıp sanki ağırlığı olmayan birşeyin hafif esen rüzgarda kendi kendine  havaya yükselişi gibi kaldırdım. Şükür ki hizmetçi Una araya girdi. Yoksa öldürecektim pis kuzeyliyi. Ölse daha iyiydi ancak Elisif'e rezil olmakta vardı işin ucunda.  Sonra, kalkıp kendi kahvaltımı kendim hazırlayıp aldım.


Daha ağzıma birkaç lokma ya götürdüm ya götürmedim ki kapıda iri yapılı bir adam belirdi. Bu Bolgeir Ayıpençesi'ydi. Elisif'e yakın olduğum için beni kıskanıyordu.  Yüzünde geçen açtığım iyileşmeye yüz tutmuş, taze yaralarıyla gözlerini bana dikmiş burnundan soluyordu.  Bir süre öyle dikildi karşımda. Bende o sırada ona aldırmadan kahvaltımı yemeye iştahla devam ediyordum. Bunu gören Bolgeir  giderek daha çok kızdı. Yanıma yavaş yavaş yaklaştı. Masaya yumruğunu vurdu. Buraya onu aşçının yolladığı belliydi.

Sürdürdüğüm kayıtsızlığa dayanamayıp bakışlarını kahvaltı tabağıma çevirdi. Sonra üzerine tükürdü. Ardından bana nedensiz pis pis gülümsemeye başladı. Daha sonra tuhaf birşekilde kahkaha attı. Midem bulanmıştı. Ama yaptığı şeyden dolayı değildi. Bir kuzeylinin bana bunu yapıp yanına kar kalabileceğini sanıyor oluşuydu... Küstah! Tabağımı masanın ortasına doğru kaydırdım. Sonra ellerimi kavuşturup Bolgeir'in gözlerinin içine baktım. Bir hiç gibi duruyordu. Alaycı ifademle konuşmaya başladım.


"İkinci ders için geldin sanırım?"

"Hayır. Kafanı kırmaya geldim."


"Bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun bekçi köpeği?"


"Bahanemde hazır merak etme. Durup dururken olay çıkardığını ve aşçıyı dövdüğünü söyleyeceğim. Ayırmaya çalıştığımı ama senin direndiğini ve bu nedenle Odar'ı korumak için seni öldürmek zorunda kaldığımdan dolayı buna ses etmeyecektir sevgilin Elisif."


Bu yakıştırmasından mutlu oldum. Hoşuma gitti.  Ortam artık sessizliğe gömüldü. Kelimelerle bir işimiz kalmamıştı. Herşey biraz sonra kopacak  olaya hazırlanıyordu sanki. Bolgeir son raund için gelmişti buraya. Bunu almadan gitmeyecekti. Banada bunu ona vermekten başka yapacak birşey bırakmadı. Birbirimizi tarttığımız sırada haince ilk hamle sabırsız Bolgeir'den geldi. Bu aceleci haraketleri onu kaçanılmaz sonuna giderek daha çok yaklaştırıyordu. Yemek masasını tutup üzerime kapakladı.


Hala oturuyordum. Çevikliğime burada çok iş düşmüştü. Hızla sandalyeyle birlikte takla atıp geriye çekildim.  Bolgeir her ne kadar kuzeyli standartlarına göre güçlü bir asker olsa da basit tekniği saf kaba kuvvetle düşüncesiz saldırı seçimlerinden oluşuyordu. Beni bu sıradan kuzeyli stiliyle devirmesine imkan yoktu. Rüyasına dahi girsem yener kabusu olurdum. Ben deniz ise zekayı, çevikliği ve gücü birazcık zerafet ile harmanlayarak kullanıyordum rakiplerime karşı. Bana savurduğu her kılıçta ona yeni birşeyler öğretiyordum. Ama bunu kavrayamayacak kadar kas kafalıydı.

Bolgeir kılıcını kınından çekeli yarım saat geçmişti. Ama ben daha elimi belime bile götürmemiştim. Giderek yoruluyor ve bununla beraber hataları artıyordu. Savunmasındaki farkında olmadığı bu boşluklardan yararlanarak onu kolayca öldürebilirdim.  Hali beni rahatsız etmişti. Dövüşü yalnız ayırdığım vakte değdiği zaman bitirecektim. Arbademizin seslerinin yankıları her yanı kapladı. Etrafımız korkudan ve meraktan bizi uzaktan izleyen insanlarla dolup taştı.  Dayanacak hali takati kalmamıştı. Kılıcı artık ona ağır geliyordu. Kalkanı taşıyamayacağı bir yük oluyordu. Bunlardan kurtulmak istercesine yere bıraktı. Mücadeleye yumruk yumruğa devam etti.


Çevikliğim ve zekamla Bolgeir'i yeterince sersemlettiğime karar vermiştim. Bolgeir bana içine düştüğü çaresizlikten bir an önce kurtulmak için yalvarıyormuşçasına attığı o son yumrukta, doğru anın geldiğini hissettim. O da o an içinin derinliklerinde bir yerlerde kavgayı daha başta kaybettiğini anlamıştı. Çok geç kalmıştı. Ne o vazgeçip onurunu ayaklar altına alırdı ne de ben bu zevkten kendimi mahrum bırakıp dururdum. İlk yumruğunu savuşturdum. İkinciyi ise elimle tuttum. Avucumun içinde kalan yumruğunu kurtarmaya çalışıyordu.


Sol yumruğunu tekrar salladı ama elimle onuda engelledim. Sağ yumruğunu o daha ne olduğunu anlayamadan hızla ileriye doğru çevirip kırdım. Acıdan gözlerinden yaşlar gelerek çığlıklar atmaya başladı. Daha sonra onu kendimden biraz uzaklaştırmak için itledim. Kendi zavallılığının muhakemesiyle başbaşa kalsın istedim. Bir süre sessiz ve tepkisiz eline baktı. Kabuk bağlamakta olan eski yaralarının yanına yeni yaralar açılmış kanlar içindeki yüzüyle bana baktı. Kılıç elini kaybetti. Çıldırmış gibi görünüyordu. Öyle bir haykırdı ki camlarda bıraktığı etki Ejderdoğan'ların attığı nidalar kadar kuvvetliydi. Kulaklar sağır, akabinde heryer de tuzla buz oldu.


Kudurmuş gibi üzerime doğru koşmaya başladı. Kenara çekildim. Duvara tosladı. Sonra güçbela yerden kalktı. Sağ eli kırıktı. Sol eliyle artık saldırıyordu. Onuda tutup dirsekten kırdım. O ana kadar tek başarılı olan hamlesini gerçekleştirdi. Suratım kafa attı. Bunu öngörememiştim. Dalgınlığıma denk gelmişti. Ama darbeyi biraz hafifletmeyi başarmıştım. Yoksa bunun baskısıyla kafatasım içine göçebilirdi. Neyse ki bunu sadece burnumun kırılmasıyla atlatmıştım. Burnumdan kanlar fışkırdı. Sonra kanama durdu. Kolayca toparlandım.


Üstüme tekme attı. Bacağını hızla tutup havaya kaldırıp Bolgeir'i yandaki vitrine atıp geçirdim. Kırılan cam parçaları vücudunun her noktasına batmıştı. Buna rağmen pes etmemişti. Hafiften saygımı kazanmıştı. Ümitsiz olsa da çabası taktir edilesi birşeydi. Kavgada birinci saate yaklaşıyorduk. Mutfak adeta bir arena çevredeki meraklı kalabalıkta tribünlerdeki seyirciler haline gelmişti. Artık tezahuratlar edip şevkle bize kendilerince eşlik ederek bağırıp çağırıyorlardı. Hatta muhafızlar arasında kimin kazanacağına dair bahisler alınıp paralar yatırılarak oyunlar oynanıyordu.


Bende buna olan ilgimi kaybetmiş, sıkılmıştım. Bolgeir fiziksel olarak son noktadaydı. Kan kaybından ayakta ölmek üzereydi.Bense daha başlamamıştım.  Atar damarları ve  bazı tendonları camlardan dolayı kesilmişti. Ağırlık yaptığı için miğferi, bilekliği ve çizmesini çıkardığı için böyle olmuştu. Üzerinde sadece çelik zırhı vardı. Onu da yumruk darbelerimle parçalamıştım. Dayanıklılığı bende hayranlık uyandırdı ama ısrarcılığı sinir bozucuydu. İşini bitirmenin vakti geldi de geçiyordu.


"Bu kadar oyun yeter!" diye bağırdım.


Ve Bolgeir'i tuttuğum gibi tavana fırlattım. Tavanı delip geçerek bir üst kattaki odaya girdi. Duvarda açılan gedikten üst kata zıpladım. Bolgeir baygın bir şekilde yerde yatıyordu. Bilinci kapalıydı. Nefes alışverişi azalmıştı. Ensesinden tutup taht odasına ağır ağır sürükledim. Yüzümü galibin kim olduğunu önceden zaten belli eden bakışlarla süsledim. İnsanlarda bizi merdivenlerden takip etti. Bulunduğum alanı çembere aldılar. Blue Place hatta hatta abartarak tüm Solitude halkı gelmiş malikaneye sığamayıp taşmış gibi bir manzara vardı.


Mevkibeyi Elisif ve insanlar şaşkınlıkla o sırada beni izliyorlardı. Bana para yatıranlar zaferimi kutluyor, kaybedenler bile kendilerini onlara katılmaktan alıkoyamıyordu. Bolgeir'i önlerine bir çuval gibi attım. Tahrik edercesine pozlar veriyordum hayranlarıma.


"Eğitimi sona erdi!" dedim.


Bolgeir son nefesini verdiği dakikalarında pişmandı ve bu gereksiz cüretkarlığı yüzünden kendi pis kanında boğulmakla meşgul kaldı. Kıyafetimin yırtılması arkasındaki süprizin ortaya çıkmasına neden oldu. Çoşkuyla çevremi kesiyordum. O anlarda pencereden karanlık tenime süzülen güneş ışınları değdi.  Göğüs ve karın kaslarımdan yerlere usul usul akan ter damlaları parlayarak göze çarpacak kadar yoğunlaştı. Yakışıklılığım, karizmatikliğim ve seksiliğimin doruk noktalara ulaştığını fark etmiştim. Bu kadınları büyülerken erkekleri imrendirdi. Aralarında dikkat ettiğim tek şey en çokta dul Elisif'in ağzı açık bir şekilde tanrı vergisi çekiciliğimin, etkileyiciliğimin akımına kendini kaptırmış halleriydi. Ben onun gecesinin arzusuydum o da benim şafağımın güzelliği...

5u7sistg.jpg

Sıcak bir Solitude günü ben ve Elisif yatak odasında dinleniyorduk.  Bolgeir'le yaptığım şovdan sonra herkesin saygısını ve sevgisini kazanmıştım. Özellikle Elisif'in. Gösterinin ertesi gününde onu çoktan yatağa atmıştım bile. Ne yiyiştik ama! Detaylarını sizin hayal gücünüze bırakıyorum...

Herşey kusursuzdu ama sıkmaya başlamıştı. Yeteri kadar oyalanmıştım ve General Tullius'la olan görüşmenin tam sırasıydı. Ayrıca tayfamı çok özlemiştim. Elisif tatlı tatlı uyuyordu ve açıkçası uyandırmaya kıyamadım. Ona bir not yazdım ve Blue Place'den ayrıldım. Dour Kalesi'nin yolunu tuttum.

Birkaç hafta öncesine kadar yolda beni görmezden gelenler artık bana selam veriyor ve bedava yiyecekler, içecekler ikram ediyordu. Bu şekilde kalenin girişine dayandım. Kapıdaki nöbetçi askerler namımdan habersizce bana ters ters bakıyorlardı. Maksadımı bildirip içeriye adım attım.

General Tullius ile Legate Rikke Savaş Odası'ndaydı. İç Savaş hakkında yüksek sesle plan yapmaktaydılar. Bir süre bekledim. Tartışmanın şiddeti azaldıktan sonra kapıyı çalıp odaya girdim. Beni ilk Rikke karşıladı.

"Sen kimsin?"

"Benim adım Nobiryn Donhor. Buraya desteğinizi istemeye geldim."

"Bunu generale sormalısın. Onun yanında haraketlerine dikkat etsen iyi olur. Gözüm üzerinde."

Tullius'a yaklaştım. Düşünceli ve sıkkın bir tavırla beni baştan aşağıya süzdü. Bu sahne koca bir dakika boyunca sürdü.  Bana fırsat vermeden sessizliği bozan Tullius oldu.

"Sen şu Elisif'in bahsettiği kişi olmalısın."

"Evet. O benim. Hakkımdaki haberlerde ne hızlı yayılıyor."

"Hakkında çok şey duydum. Bazıları iyi bazıları olumsuz. Ancak itiraf etmeliyim ki işimizi kolaylaştırdığın söylenebilir. Ayrıca geçen haftalarda Blue Place'de çıkardığın olayları ve... Elisif ile yaşadığınız bazı şeylerle ilgili yapılan dedikodular kulağıma kadar geldi."

"Kusura bakmayın ama bu kimseyi ilgilendirmez!"

Tullius'un sağ tarafında dikilen çam yarması rahatsızlıkla çıkıştı.

"Laflarına dikkat et! General Tullius'la konuşuyorsun."

"Sakin ol asker. Bak Donhor şehir bununla çalkalanıyor. İnsanlar savaşa odaklanmalı. Dikkat dağınıklığına göz yumamayız."

"Buraya övgülerinizi ya da eleştirilerinizi dinlemeye gelmedim. Desteğinizi almaya geldim."

"Demek öyle? Peki bunu nasıl olacak?"

"Hakkımda duyduklarınız yeterli gelmedi mi?"

"Neden sana güveneyim?"

"Sizinle bir derdim yok ve gerçekten olmasınıda istemezdiniz. Bana yardım ettiğiniz sürece menfaatlerim doğrultusunda birlikte haraket edebiliriz. Böyle olacak ise size kendi ve adamlarım adına ihanet etmeyeceğimize garanti veririm."

Legate Rikke araya girdi.

"O zaman kendini Lejyon'a kanıtla! Sana vereceğimiz görevleri tamamla."

"Gerçekten buna gerek var mı? Şu yanında duran kuzeyliden daha fazla Fırtınapelerin askeri öldürdüğüme yemin edebilirim."

"Konu bu değil ve Rikke haklı. Eğer bunu kabul edersen, ilerisi için sana güvenmeye daha istekli olabiliriz."

"Peki. Ne yapmamı istiyorsunuz?"

"Görevin Hraggstad Hisarı'nı haydutlardan temizlemek."

"Herneyse. Hemen başlayalım ve bir an önce şu saçmalık bitsin."

"Bekle! Bu görevde yalnız değilsin. Bugün senin gibi yeni biri daha aramıza katıldı."

"Yalnız gidersem daha hızlı ve rahat çalışırım."

"Hayır! Generalin dediğini yapacak ve onunla beraber gideceksin."

"Pekala! Kim bu herif?"

"Şey bu kulağa başta biraz garip gelebilir ama bir Ejderdoğan olduğunu söyledi..."

 
Status
Not open for further replies.
Back
Top Bottom