Osealion 1: [Uğultu][7.Bölüm][Yeni Bir Dost]

Users who are viewing this thread

DİKKAT:
-Bölümler daha önceden yazılmıştır ve uzundur bu yüzden ara vererek ve sindirerek okumanızı öneriyorum.
-Fantastik tarafımca kurgulanmış bir dünyada geçmektedir. Bu dünya hakkındaki bilgileri bilerek paylaşmıyorum her şeyi hikayeden öğrenmenizi istiyorum.
-Osealion tarafımca kurgulanmış bir seridir ve 'Uğultu' bu serinin ilk kitabıdır.
-Her bölüm farklı bir karakterle diyarın farklı bir bölümünde geçmektedir. Özellikle ilk kitabımda Faer, Raven,Rowus,Shireen ve Selizt'in maceralarını okuyacaksınız. Hikayenin başlangıcındaki zaman dilimi her karakter için aynıdır ve bitiş dilimi de yine aynı olacak şekilde kurgulanmıştır.
-Eksiklerimi bildirerek yazarlığımı geliştirmem konusunda bana yardımcı olabilirsiniz. Kitap tam anlamıyla henüz bitmemiştir yaklaşık otuz bölüm olması planlanmaktadır. Yayınlayacağım bölümler ise fikir almak maksatlıdır, ileride bu fikirler doğrultusunda kurgumda eksik gördüğüm yerleri tek tek inceleyerek her şeyi en baştan yazmayı düşünüyorum.


Sonraki Bölüm:02.06.2019

A.Uğultu
1. Kitap Avı (Faer) Aşağıda
2. Mühür (Rowus)
3. Kalpçelen (Raven)
4. Kırıkyürekler (Faer)
5. İmparatorluk Ruhu (Rowus)
6. Güneyden Gelen Haber (Raven)
7. Yeni Bir Dost (Faer)
8. Tuhaf Çiftlik (Rowus) Yakında






1. Bölüm: Kitap Avı
FAER
  Güneş ışığı,  Faer'in çalıştığı masanın arkasındaki pencereden geliyordu. Bu, Faer'in çalışma alanına kendi gölgesinin düşmesini sağlamaktaydı. Faer vaziyetten rahatsız olmuş olacak ki sandalyeyi biraz sola doğru çekti. Yazması gereken sadece iki satır yer kalmıştı. Bunları yazdıktan sonra eksik bir iş bırakmamak için etrafa bakmaya başladı. Faer, on yedilerinde açık tenli koyu kahverengi gözlü  bir gençti. Masanın önünde beş adımlık bir hol kapıya doğru uzanıyordu. Holun iki tarafında raflar hola dik gelecek şekilde sıralanmıştı. En arkadaki rafların üstünde yeşil bir duvar parlıyordu. Duvarın alt tarafı ise beyazdı ve bu kısımda kütüphanenin kahverengi kapısı bulunuyordu. Kapı ve raflar cilalanmış tahtadan yapılmıştı. Raflar, eski olmasına rağmen insana sağlam olduklarını hissettiriyorlardı.
 
Faer'in çalıştığı bu kütüphane onun Urazant şehrine yerleşmesini sağlamıştı. Madam Crombellte'nın köşkündeki bu kütüphane şehirdeki iki kütüphaneden biriydi. Diğer kütüphanelerin birisi pencereden gözüken Yezt Meydanı'nın tam ortasında bulunan Tiyvanist Mabedinde bulunuyordu. Tiyvanizm, Uruzi Hanlığında en çok inanılan dindi. Uruzi Hanlığı, diyarın kuzey doğusunda bulunan topraklara hükmediyordu. Faer'in kendisi de Uruzi idi ama bu topraklarda doğmamıştı. Faer Taelralis soyadından anlaşılacağı üzere Taelralis Köyü'nde dünyaya gelmişti. Daha da güneyde, Teof Boğazı'nın olduğu yerde. O zamanlar İmparatorluğa şimdi ise Sadyalılara ait topraklar. Faer, iki yıl önce kasabadan babasının zoruyla ayrılmak zorunda kalmıştı.Hiç severek yapmamıştı bu işi çünkü köydeki Reysa adlı bir kıza aşıktı. Reysa, babasının dediği basit bir çiftçinin kızı olabilirdi ama onun sayesinde okumayı öğrenmiş, onun sayesinde ozan olabilmişti. Hatta belki onla tanışmasaydı hala Taelralis'in okuma yazması olmayan daha yirmilerinde olmasına rağmen balık yakalamaktan elleri buruş buruş olmuş karga kılıklı adamlarına benzeyecekti.Babası aksi bir adamdı ve Reysa'nın babasıyla kavgalıydı.Bu kızla fazla yakınlaştığını gören babası onu cezalandırmak için İmparatorluğun başkentine göndermişti. Yolda kafileleri, Sadyalıların saldırısına uğramış,bütün malları çalınmış kafilenin az bir bölümü sağ kalabilmişti. Kafilesi yağmalandıktan sonra bir daha köyüne dönmemişti.O günden beri Faer, yollarda, hanlarda ozanlık yapmış, kafilelerde verilen ayak işlerini yerine getirerek tüm Uruzi Hanlığı'nı gezmiş, bu sayede geçimini sağlamaya çalışmıştı. Şimdi, iki ay önce Urazant şehrine yolu düşmüştü. Madam Mariesa Crombelte onun okuma yazma yeteneğini beğenmiş, kütüphanesini ona emanet etmişti.

  Urazant şehrini seviyordu, her ne kadar adı öyle çağrıştırsa da Urazant şehri Uruzi hanlığının başkenti değildi.Uruzi Hanlığının başkenti Törk ,Urazant şehrinin daha da kuzeybatısında bulunuyordu. Urazant Şehri, Zarah denizindeki en büyük liman kentiydi. Bu şehirle ilgili sevmediği tek şey en son Sadya işgalinden kalma kalesiydi. Pencereden  hışımlı bir biçimde şehrin güneybatısından yükselen cilalı mermerlerin parıldattığı, üç büyük kuleye sahip şatoya baktı. Şatonun en büyük kulesinde Urazant şehrini yöneten Beahulk Noyan'ın kendisine ait sancağı ve Uruzi hanlığının yeşil zemin üzerine iki beyaz at ve bir yılan işlemeli sancağı görülüyordu.Saray, Urazant'ı işgal eden ve elli yıl ellerinde tutan Sadyalılar tarafından yapılmıştı. Aklına Sadyalılar hakkında söylenen klasik bir söz geldi bir an:

'Sadyalının kızı haman dövüşünde yenilene gülermiş.'
 
  İşini bitirmek onu bir nebze olsun rahatlatmıştı. Masadan doğrulup sol tarafından kapıya doğru yürürken omzu bir kitaba çarptı. Kitap yere düştüğünde ismini inceledi. 'Alfendas'ın Gezi Rehberi:Kırıkyürek Adaları' Bu kitabı okumuştu. Kitap Zahar denizinin kuzeybatısında bulunan Kırıkyürek adalarını anlatıyordu. Bu adalara Kırıkyürek denmesinin sebebi haritada ucu güneybatıda olan kırık bir kalbi andırmalarıydı. Kırıkyürek adalarına Urazant şehrinden ortalama iki haftada gidilebiliyordu. Ayrıca bu adalara Bal Adaları da denirdi. Bunun nedeni adanın balının çok ünlü olmasıydı. Ada, diyarda bilinen en envai çeşit çiçeklere sahipti. Hatta yazar bu kitapta Kırıkyürek adalarının balını şu şekilde açıklamıştı.
"Bu eşsiz lezzetin tadı aynı minik bir kızın tatlılığına benzer."

  Bu kitabı doğru yerine koymalıydı. Lakin bir şey fark etmişti normalde on üçüncü  rafta olması gereken bu kitap otuzuncu raftan düşmüştü.Kendine kalırsa kitapların sayfaları karışmadığı sürece bir sorun yoktu ancak Madam bu konularda oldukça kuralcıydı. Onu kızdırmak istemezdi. Bu yüzden kitabı yerine koydu.

Onu da kızdırmak istemezdim.
 
Madamı, Reysa'nın annesine benzetiyordu. Bu yüzden onu ilk gördüğünde biraz ön yargılı yaklaşmıştı.Reysa'nın annesi aşırı derecede korkutucu bir kadındı. Tüm ev işlerini Reysa'ya yaptırırdı. Tabi bundan Reysa'nın ablası da sorumluydu. Hiçbir işte kılını kıpırdatmaz sadece beğendiği erkeğe hamarat gözükmek için arada sırada köyün rutubetli işlerine elini atardı. Ama Reysa öyle değildi  diye düşündü. Madam ise, kırklarına yaklaşmış, sarışın olgun bir kadındı. Kendisinin Vladi olduğunu ilk baktığında anlamıştı. Urazant şehri Vladilerin, Kuzeylilerin ve Uruzilerin hemen eşit nüfuslara sahip oldukları yegane şehirlerdendi. Madam Mariesa'nın eşi on yıl önce tuhaf bir kazada tek oğluyla beraber ölmüştü. O günden beri, eşinin tüm mirası madama kalmıştı. Crambolte ailesi Urazant şehrindeki dokumacıların sahibiydi. Neredeyse tüm dokumacılar onlara çalışırdı. Ailenin şehir dışında bir çok yerde koyun çiftlikleri bulunmaktaydı. Crambolte köşkü Yezt meydanında bulunuyordu. Köşkün bahçesinin güneydoğusunda meydana sıfır olan bu eski kütüphaneyi Madam'ın dedesi yaptırmıştı. Kütüphanenin tek penceresinden bahçe görülmüyordu ancak kapıdan çıkınca Crambolte ailesinin o muazzam malikanesinin etrafına etek olmuş çeşit çeşit ağaç ve çiçeklerle dolu bir bahçeyle karşılaşırdınız.

  Faer tüm bu düşüncelere dalmışken aniden kapısı çaldı.Gelen on beş yaşlarında köşkün genç uşaklarından Arıkatili Swan idi. Swan, saf, sarı saçlı bir gençti. Faer ile hemen hemen yakın bir zamandır malikanede çalışıyordu. Kendisine arıkatili denmesinin sebebi, ikinci haftasında Crambolte ailesinin kovanlarının bakımını yaparken sahaya bilmeden girmesi ve gün boyu peşinde bir arı sürüsüyle bahçenin bir köşesinden bir oraya bir buraya koşmasıydı. En sonunda yorulunca eline uzunca bir tahta sopa almış ve arılara gözleri kapalı komik bir şekilde sopayı savurmuştu. Bu hali köşk ahalisini çok eğlendirmiş, o günden beri çocuğa arıkatili unvanı takılmıştı.Genç Swan, her zamanki heyecanlı ses tonuyla;

  "Efendim, sizi görmek isteyen birisi var.. E.. Daha doğrusu sizi Madam bahçede bekliyor.. Tabi sizi görmek isteyen saraylı konuğun yanında.."
Faer, Swan'ın bu hallerini tatlı bulurdu. "Gidip öğrenelim bakalım belki kraliçedir, öldürmedin değil mi? Centilmen çocuk seni." diyerek Swan'ın sırtına vurdu. Swan kendisine atılan lafa karşılık bulamayacağını bildiğinden sadece başını öne eğmekle yetindi.

Swan ve Faer kütüphaneden çıkıp bahçenin içlerine doğru yürümeye başladılar. Yerde çizgi çizgi ışıklar oluşmuştu. Gölgelerin nedeni bahçe yolunun her iki tarafından büyümüş büyük ağaçlardı. Yolun üzerini birbirlerine sarılan dallarıyla aynı bir tavan gibi kapatmışlardı. Biraz sonra  yağmur ormanını andıran bu küçük habitat sonlanıyordu. Şimdi etrafı bozkır çiçekleri ve bodurlarla kaplı taş bir yola gelmişlerdi. Yol, sola doğru kıvrılıyordu. Madam ve konuğunun oturduğu beyaz taş çardak uzaktaydı, elma büyüklüğünde gözüküyordu. Genç Arı , Faer'e saygı duyardı. Onu, abisi olarak görürdü çünkü Faer diğerleri gibi ona bir ezikmiş gibi davranmıyordu. Uzun süren sessizliği yine Faer'in yol arkadaşı bozdu. "Madam Crambollte, son zamanlarda saraylıları daha fazla ağırlamayı başladı. Bazıları bunun Selizt'e karşı sarayın Crambolte ile ittifak yapmasına bağlıyorlar."
Açıkcası politika pek Faer'i ilgilendirmezdi. Ancak, Selizt hakkında ki bu söylemleri duyuyordu. Urazant şehrinde hatrı sayılır güçte üç aile bulunurdu. Vladi kökenli Selizt'in, Uruzi kökenli Vehlet Erdoan'ın ve Crambolte ailesi.Bu aileler, birbirleriyle şehir tarihi boyunca güç mücadelesi içinde olmuştu. Bu pek çok iç savaşa sebebiyet vermişti.Faer'in en tiksindiği kelimelerden biriydi savaş.

  Bu yüzden "Madam, kendi ailesi için en doğrusunu yapacaktır." şeklinde karşılık verdi. Swan, biraz düşünceli bir biçimde devam etti. "Saraydan gelen adam Teprez'in adamı. Teprez'in son zamanlarda hanla arasının bozulduğunu duymuştum." Teprez, Saray'ın önemli ihtiyarlarındandı.Doğrusu, Faer ihtiyar hakkında pek bir şey bilmiyordu. Bütün bunları konuştuktan sonra Swan Faer'e bir kaç şeyden daha bahsetti ancak Faer'in ilgisizliği Genç Arı'nın bir süre sonra susmasına neden oldu.

  Geri kalan yola sessizlik hakimdi. Baharın havası, Crambolte bahçesini tatlı meltemlerle vurmaktaydı. Nihayet, Faer ve Swan taş çardağa varmışlardı. Madam ve saraylı konuğu çardağın ortasından yükselen küçük fıskiyenin karşısında oturuyorlardı. Madam, yeşil boylu boyunca uzanan bir elbise giymişti. Çevrelerinde Madam ve konuğunun ihtiyaçlarını karşılamak için genç kızlar, orta yaşlı erkek uşaklar fır dönüyordu. Faer, Saraylının Madama söylediklerini dinlemeye koyuldu.

"Bilinen üzere, geçen yıl, Sadyalılar, Uruzi ordusunu hain bir pusuya düşürmüştü. Bu durum, bize neticeleri ağır anlaşmalar imzalamamıza sebep olmuştu. Beahulk Noyan, en son Han ile görüştükten sonra devletin yüksek kademelerinde bir Sadya casusu olabileceği bilgisini elde etmiş. Bu yüzden çoğu devlet adamıyla arasına soğuk duvarlar örüyor.."

  Madam Faer'i görünce onu yanındaki boş yere davet etti. Bu ise, saraylıyı susturmuştu. Madam Faer'in yanındaki şişman uşağa bakarak emir verdi;

"Bize üç kadeh şarap getirin."

    Faer, Madam'ın yanına biraz utanarak oturmuştu. Saraylıyı inceledi. Saraylı, mor bir kıyafet giymiş orta yaşlarda bir adamdı. Kısa siyah saçlara ve kısa temiz bir sakala sahipti. Saraylı Faer'i süzdükten sonra güler bir yüzle;

  "Madamın bahsettiği okuma aşkıyla yanıp tutunan genç sen olmalısın değil mi? Faer Taelralis."

  "Evet,efendim. Ta kendisi.

  "Güzel, Taelralis köyü balıkçılarıyla ünlüdür. Avcı kandan geliyorsun. Ava çıkmayı sever misin?"

  "İnsan avı dışındaki avlara da gerekmedikçe karşıyım."

  "Çok daha iyi çünkü seni Teprez, bir araştırma gezisine yollamak istiyor."

  Madam gülerek konuşmaya katıldı. "Teprez önemli bir dost, onun adamını ağırlamak benim için onurdur. Lütfen köşkümüzün şu nacizane şarabını tadınız baylar."

Daha önce emir verdiği şişman bir aşçı şarapları tepsinin üzerinde tek elleriyle getirdi. Önce madamın önüne koymaya başladı. Tam bu sırada şişman adamın göbeği taş çardağın kenarlarından birine çarptı ve elindeki tepsiyle dengesini kaybetti. Tüm şarap üstüne bocalandı ve kendisi de fıskiyenin içine bir domp sesiyle düşüverdi. "Madamım.. Çok özür dilerim. Hanımım lütfen affedin.." Genç uşak Swan Faer'in gözüne elleriyle ağzını tutarken yakalandı. Gerçi, herkes bu kadar komik bir olayı gülünçle karşılardı. Faer bile kendini zor tutmuştu. Madam bu olay üzerine "Bayım, bu yağ yığınının iyi hizmet edeceğini düşünmüştüm, sizden özür dilerim." diyerek ayağa kalktı. Yere düşen şişman uşak halan daha pervasızca "Madamım, tanrı aşkına affedin, lütfen.." diye yalvarmaya devam ediyor hanımının ayakkabılarını öpmeye çalışıyordu. Faer'in aklına bu olay üzerine şu komik demeç gelmişti.

" Kadının belinden, askerin kınından,rahibin ilminden, şişmanın ise dışkısından kork."

Saraylı hiçbir şey olmamış gibi konuşmasına devam etti. "Kaç yaşındaydınız?"

  Faer biraz gergin bir şekilde "18'imden gün alıyorum." dedi. 18 sayısı Faer'in uğursuz sayısıydı.

Saraylı ellerini çırptı "Çok iyi, tam aranılan profile uyuyor."

  "Nasıl bir araştırma gezisiydi bu, av dediniz?"

  "Bildiğim kadarıyla bir kitap avı."

  "Kitap avı ha" Faer'in içi heyecan kıvılcımlarıyla dolmaya başlamıştı bile.

  "Evet öyle. Saray'ın kütüphanesine geçen günlerde Uruzi orta yaşlı bir adam geldi. Adı Armagun. Kendisi Tiyvanist dinini araştıran bir yazar. Pek çok Uruzi şehrini gezmiş ve bilinen en uzun ciltlerden biri olan "Teber'in Kutsalı" adlı kitabın son cildini de burada bulmuş. Kendisi Tiyvanistlerin kayıp kitabı Osealion'un yerini işaret eden bir şifreyi çözdüğünü  iddia ediyor."

  "Osealion, şu ikinci çağdan kalma kayıp kitap, kimsenin bulamadığı?"

  "Evet tam olarak o. Çözdüğü şifreye göre kitabın bir kısmı ya da tamamı Kırıkyürek adalarında olmalıymış."

  Faer'in kalbi gittikçe heyecanlanmaya devam ediyordu. Kırıkyürek adalarına bir araştırma gezisine gitmek..

  "Diyarın en romantik yerini her ozan görmek ister."

  "Bu kabul ettiğiniz anlamına mı geliyor"

  "Kesinlikle o anlama geliyor bayım."

  "O vakit..." Saraylının sözünü madamın konuşması kesti:

  "Baylar anlaştıysanız Faer'e bu gezilere yanında birini daha götürmesini emrediyorum."

  Faer hemen ayağa kalkarak "Kimi götürmemi isterdiniz, hanımım?" diye sordu.
 
  Madam Crambolte gözüyle ilerideki şişman uşağa baktı. " Her ne kadar şu beceriksiz uşağı göndermek istesem de balıklara yüzyılının ziyafetini çektirmek istemiyorum, bunun yerine genç işçi arımızı götürebilirsin." diyerek Swan'ı işaret etmişti. Swan şaşkınlık ve heyecan kattığı sözlerle "Hay hay madamım" dedi. Faer ve Swan madamın iznini almışlardı. Kalkıp sırayla Madam'ın eteğine öptüler ve duasını dilediler. Sonra, Saraylı geminin üç gün içinde yola çıkacağını ve bu süre zarfında saraya gelip isimlerini yazdırmaları gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Swan, Faer ve Saraylı köşkün çıkışına bekleyen atlı arabaya doğru yürümeye başladılar.

  Yürüyüşe bahçenin kapısına kadar madam da eşlik etmişti. Faer, Swan ve Saraylı atlı arabaya bindiler. Faer, Yezt Meydanı'na doğru göz gezdirdi. Yezt Meydanı'nın ortasında Tiyvanistlerin mabedi yükseliyordu. Meydanın tarihi şehrin kuruluş yıllarına kadar uzanırdı.Zemin,eski taşlarla kaplıydı. Bu civarda pek çok demirci atölyesi bulunurdu. Bu yüzden havası biraz boğuk geliyordu Faer'e. Bu demirci atölyelerin çoğu şehrin başka bir uçurumunda oturan Selizt'e aitti.  Selizt'in şatosu Boykokçe Meydanı'nın taraflarındaydı. Halk arasında namı 'karartı' olarak bilinirdi.
 
  At arabası hareket etmeye başladı. Saraya doğru giderlerken yine Faer'in göğsüne bir sıcak basmıştı. Sadyalılardan hepsinden nefret edecek kadar cahil biri değildi Faer ancak başından geçenler onlara önyargılı bir şekilde yaklaşmasına neden oluyordu. Ona göre, savaş kesinlikle bir cinayetti. Yezt Meydanından sonra ki durak Menteşe meydanıydı. Menteşe Meydanı'na giden yol giderek daralacak, kirlenecek, evler ise eskiyecekti bunu biliyordu Faer. Yollardan geçerken, su dilenen yaşlı kırık bacaklı amcaya, ellerindeki taşlarla ufukta uçuşan kuşları avlamaya çalışan masum çocuklara baktı. Yollar giderek çamurlanıyor, gürültü giderek artıyordu.           
 
  Sonunda Menteşe meydanına gelinmişti. Bu meydan Urazant şehrinin en fakir, en pis meydanıydı. Aynı zamanda en güvensiz meydanlarından biriydi. Yol boyunca meraklı Swan, Saraylıya pek çok soru sormuştu. Sadya casusu hakkında sorduğu soruya cevap vermek istemeyen saraylı Faer'in gözünden kaçmamıştı. Aniden uzun bir dur sesi duyuldu. Araba birdenbire durmuş, içindeki yolcular öne doğru sallanmıştı. Çok geçmeden bunun nedeninin klasik bir Uruzi-Vladi gençlerinin kavgası olduğu anlaşılmıştı. Kavga, alev şeklinde inşa edilmiş olan Espanom dininin tapınağının önünde gerçekleşmişti. Bu meydanın ortasında  Espanom adı verilen dinin tapınağı yükseliyordu.  Kavganın olduğu taraflara baktı Faer. En önde iri yarı Uruzi gençleri birbirine bıçak çekmişler, boğuşuyorlardı. Bir gencin, diğer çelimsiz bir gencin üzerine çıktığı ve onu bıçakladığını görünce içinden lanetler okumaktaydı. Arabanın etrafındaki askerler hemen olaya müdahil olmuşlardı. Yer yaralıların kanıyla dolmuştu. Uruzilerin, Vladilere tanıdığı bazı haklar vardı. Bu yüzden bu tarz olaylarda direk Vladi gençler tutuklanmıyor, kavgaya karışmış herkes birden tutuklanıyordu. Faer, ölünün olup olmadığını anlamamıştı ve öğrenmek de istediği pek söylenemezdi. Araba tekrar hareket etmeye başladı.

  Faer'in o halini gören Saraylı;

  "Savaş, bu durumlarda aptalca oluyor. Seni güçlendirmiyor, zayıflatıyorsa savaş aptalcadır."

  Faer omzunu silkerek "Bence savaş her zaman aptalcadır." diye yanıtladı.

  Araba, şimdi daha zengin ve konforlu yerlere doğru yaklaşıyordu. Burada Farven'in mekanı denen büyük bir han vardı. Boş olduğu zamanlar Faer buraya gelir ve ozanlık yapardı. Az sonra şehrin en büyük ve en görkemli meydanına giriş yaptılar. Şehrin ortasında geleneksel bir Uruzi okçusunun heykeli vardı. Bu heykel, Urazant şehrinin simgeler durumdaydı. Bu meydan, tüccarlar, hanlar, dükkanlar ile doluydu. Hali vakti iyi olan herkes bu meydanın çevresinde yaşamaktaydı. Meydanın kuzeybatısında denize doğru bakan bir uçurum vardı. Uçurumun üzerinde karartı denilen bir şato yükseliyordu. Bu şato Selizt'e aitti. Bu meydana Boykokçe meydanı denirdi. Meydanın ismi Urazmant'ın Uruziler tarafından Vladileri yenilgiye uğratıp alması sonucu Vlatmir'den Boykokçe'ye çevrilmişti.

  Bu meydandan sonra büyük görkemli evler vardı. Şehrin zengin aileleri burada yaşıyordu. Bu evlerin sonunda Saray ormanına giriş yapılıyordu. Sarayın ormanı bozkırda yetişen ağaçlarla bezenmişti. Sarıya yakın bu ağaçlar o kadar sık değil seyrektiler. Saray ormanında avlanma yerleri, genel evler ve hanlar bulunurdu. Ayrıca şimdi bir yol kıvrımına doğru gelmekteydiler. Burası deniz yoluna yani limana çıkıyordu. Zahar denizi şimdi yolun kıyısındaydı, Saray ve şehir arasında ufak bir çay vardı. Bu çayın üzerindeki köprüden geçerken Faer, Urazmant Şehrinin iki adasına baktı. Bu adalardan birinde uzun siyah bir kule yükseliyordu. Bu kule, Urazmant'ın en büyük suçlularını içinde barındıran, tek bir penceresi dahi olmayan bir hapishaneydi.

  At arabasından sarayın kapısında indiler. Saraylı, Faer ve Swan genç çocukların seslerinin geldiği büyük saray avlusuna girdiler. Avlu pek çok yerde merdivenlere sahipti. Gençlerin çoğunluğu avlunun toprak sahasında toplanmıştı. Burada pek çok bina ve ev vardı. Hepsi saray ailelerine verilmiş özel evlerdi. Saraylı, Faer ve Swan'a kendisini burada beklemelerini tembihlemişti. Bu yüzden Faer ve Swan gençlerin toplandığı alana doğru yaklaştılar. Çok geçmeden  bunun saraylı oğlan ve kızların izlediği bir talim dövüşü olduğu anlaşılmıştı.

  Faer daha yakından incelediğinde bu dövüşün bir haman dövüşü olduğunu gözlemledi. Çünkü savaşan erkeklerden birisi iri yarı kaslı , sarı saçlı bir çocuktu. Çoğu genç kızın bu erkeğe hayran olduğunu fark etmişti. Diğer çocuk ise siyah tenli çelimsiz bir çocuktu, saldırıları bile zar zor karşılıyordu. Halk arasında bu tarz dövüşler pek hoş karşılanmazdı ve adına haman dövüşü denirdi. Bir rakibin çok güçlü, diğerinin ise çok güçsüz olduğu savaşlara...

  Çelimsiz erkek, karşısındaki erkeğe başarısız bir kılıç savuruşu yaptı bu onun kılıcı elinden düşürmesine sebebiyet vermişti.Karşısındaki iri kaslı çocuk ise gülerek çocuğa tekme attı ve çocuğun yüzünün toprağı öpmesini sağladı. Bunun üzerine çoğu erkek ve kız bu olaya gülmeye başladılar. Pek azı bu olayı çelimsiz çocuğa rencide edeceğini düşünüyor ve susuyordu. Erkeklerin arasından sessiz sakin olan birisi yerdeki çocuğa yaklaştı ve çocuğa elini uzattı. Çocuk, acınası gözleriyle minnettarca kurtarıcısına baktı ve uzatılan eli tuttu. Bunun üzerine pek çok genç alkışlamaya başlamıştı ki, kurtarıcı denen genç birden bire çocuğun tuttuğu eli bıraktı ve çocuğun tekrar sırt üstü toprağa düşmesine neden oldu. Bunun üzerine özellikle bir grup kız kahkahaya boğulmuştu.Bu grubun içinde dikkat çeken kızlardan birisi uzun boylu açık kahverengi gözlü, dalgalı saçlı iri yapılı bir kızdı. Faer içinden bu kızı ''kahkaha atan at suratlı bir ayıya" benzetmişti. Swan da Faer'in o kızı incelediğini görünce "Teprez'in kızı, adı Orsa diye..." fısıldadı.İşte şimdi tam olmuştu. Orsa da eski dilde 'minik ayı' demekti.

  Bu düşüncelerini saraylıdan gelen sesler toparladı. Saraylı Armagun ve Teprez'in onları Teprez'in saraydaki odasında beklediği söyledi. Teprez'in odası sarayın iç kesimlerindeydi. Arkadaki büyük saray bahçesine doğru bakan penceresi vardı. Güneş buraya vurduğuna göre günün ikindi vaktine yaklaşmış olmalıydılar. Teprez, uzun sakallı biraz çatık gözlü bir ihtiyardı. Yan tarafta Teprez'in masasının yanındaki küçük masada oturan tek gözlüklü orta yaşlı bir adam vardı. Adam, hafif çekik gözlere ve siyah bir saray elbisesine sahipti. Saçları kısa ve kıvırcık olan bu adam, aynı zamanda saç diplerindeki beyazlıklarla dikkat çekiyordu. Kendisi heyecanla Osealion'un yerini nasıl bulduğunu anlatmaya başladı.

  "Hoş geldiniz, delikanlılar. Hoş geldiniz..Şimdi size çözdüğüm şifreyi nasıl çözdüğümü ve bunu yapmak için ne kadar uğraştığımı anlatacağım. Eğer bu konularla ilgili değilseniz hemen şimdi çıkabilirsiniz." Son sözü gülerek söylemişti. Faer nazik bir şekilde "Devam edin  Armagun Bey." dedi. Armagun ise onlara bakara "Faer ve Swan'dı değil mi? Genç kanları görmek beni heyecanlandırıyor." İki genç, başlarını sallayarak yanıtladılar. Armagun büyük araştırmasını anlatmaya koyuldu.

"Evet. Sizi sıkmadan size nasıl anlatabilirim?" Gözlüğünü çıkarıp temizledi ve sonra geri taktı.

"Gördüğünüz üzere burada halk arasında Tanrı'nın iki gözü olarak bilinen An ve Mu Ayları var. Bu ayları her gece yıldızların arasından görüyor musunuz? Hayır! Bu ayları siz belirli zamanlarda belirli şekillerde görüyorsunuz ve bazenler yine belirli zamanlarda hiç görmüyorsunuz. Teber'in Kutsalı'nda Espanom dinine Tiyvanizm'in alt mezhebi olarak çıkmış bir din olduğu bahsediliyor. Ben de Espanomların  Espini Takvimi'ni bu kutsal kitapta verilen şifreli on yedi sayısında aradım. Bakınız."

  Armagun önünde bulunan kalın  kitabı açtı. Kitabın bir sayfasında on yedi diğer bir sayfasında karşılıklı hilal şekli vardı. Sonra konuşmasına devam etti:
"Bu gördüğünüz kitap  Teber'in Kutsalı'nın son cildi, bu şehirde bulduğum kitap. Bu kitapta gördüğünüz iki ayın karşılıklı hilal şeklinin diyarda ayın espini takvimine göre göründüğü beş tane yer var. Ben bu yerleri teker teker buldum ve gördüğünüz harita üzerinde işaretledim."

Armagun'un çıkardığı harita da işaretli noktalar kuzeydoğuyu andıran bir oku anlatmaktaydı. Okun ucu ise Kırıkyürek adalarını göstermekteydi.
"İşte gördüğünüz gibi Osealion'un bir kısmı ya da tamamı bu adalarda olabilir.Bu yüzden iki gün sonra Kırıkyürek adalarına doğru bir yolculuğa çıkacağım.Hayır çıkacağız. Adlarınızı buraya yazabilirsiniz genç kanlar..."

Faer ve Swan imzasını attıktan sonra hayranlıkla bu esrarengiz adama baktılar. Faer böyle bir şifrenin olabileceğini inanmıştı lakin bu çok büyük bir riskti.  Armagun'a "Bahsettiğiniz noktaların o şekilde birleşmediğini varsayarsak bu çok büyük bir risk." diyerek kuşkusunu belli etti.

Armagun ise gülerek "Evet, kesinlikle büyük bir risk ama bilgi peşinde koşan taze beyinler için atlanmayacak risk, durdurulabilecek bir gemi yoktur." dedi. Sonra ekledi "Eğer Osealion'u bulursak, bu diyarda... dostlarım her şeyi baştan aşağıya değiştirebiliriz. Savaşları bitirebilir ve Buhratranlar Tiyvanistler ve Espanomlar arasındaki savaşı bitirirsek, diyar tek yumruk olabilir. İnsanların bilime, bilgiye, ve tek medeniyete ulaşmasında tarihe adımızı yazdıracak kişiler olabiliriz."

Faer adamın konuşmasına hayran kalmıştı. Genç kandı o. Hemen ozanlığın getirdiği hazır cevaplılıkla "Eğer de bulamazsak adına aşk afeti deriz. Sonuçta kırıkyürekler her yerdeler. Belki de şifre budur."

Armagun tebessümle "Sen Ozansın değil mi? En son şiirini ne zaman yazdın?"

"28 gün önce efendim." Evet Faer yirmi sekiz gündür yoğun tempodan dolayı şiir yazmıyordu. Özellikle Reysa'ya en son yazdığı 'Affet' isimli şiiri hatırladı.(5) Tam
Armagun şiiri okumasını isteyecekken orada olduğu unutulmuş bir ihtiyarın sesi odayı doldurdu.

"Anlaşma yapıldıysa, herkes kendi odalarına çekilebilir. Hayallerinize ulaşmanız ümidiyle... Şimdi bu hayallerine ulaşamamış ihtiyarı yalnız bırakın ki hayallerine bir adım daha yaklaşabilsin."

  Swan,Faer ve Armagun Teprez'e baktılar. Üçünün de bu ihtiyarı kızdırmak istemediği belliydi. O yüzden iki gün sonra limanda buluşmak üzere söz aldılar ve saraydan ayrıldılar.

****

Saray ziyaretinin üstünden iki gün geçmişti. Faer son kez Farven'in yerine uğramak istemişti. İşte bu yüzden Boykokçe Meydanında idi. Mekanın avlusuna girerken etrafa bakındı. Zengin soylu çapkınlar, rütbesi diğerlerinden üstün olan askerler ve bir kaç dedikoducu koca karı avludaki masaları işgal etmişti. Her masanın arasında tellerle mekandan bahçedeki direğe bağlanmış ipe asılı fenerler vardı. Bu fenerlerden sönmüş olanları yakmaya uğraşan işçiler, işçilerin arasından güzel olanları en yakın genel eve atmak isteyen cenah kesimler de gözden kaçmıyordu. Faer bunları izlerken arkasından birisinin ona 'Ozan, bir türkü çığır bize.' diye seslendiğini duymuştu. Hiç havasında değildi o yüzden dalgın bir biçimde yürümeye devam etti. Yarın, araştırma gezisine gidecekti ve kendisine Urazant şehrini sevdiren bu mekanı gitmeden son bir kez daha görmek istemişti.

  Hanın içine girdiğinde yere dökülmüş yemekler, kırılmış şaraplar dikkatini çekti. Farven'i gene çıldırtmışlar diye düşündü. Farven, üst katta ,daha elitlerin olduğu yerde, olmalıydı.Merdivenlerden çıktıktan sonra gelen misafirleri inceledi. Misafirlerin arasında şehrin en iyi okçusu Sardakklı Jahar adlı bir kadındı. Jahar Hatuner, Urazant şehrinin okçu kumandanıydı. Kendisine 'Yay Güzeli ' lakabı verilmişti. Çünkü, siyah uzun dalgalı saçları, esmer teni ve yeşil gözleriyle bekar erkeklerin ağzını sulandıracak güzelliğe sahipti. Henüz yirmili yaşlarında olan bu kadın bu gece de neşeli gözüküyordu. Çevresine yine kendisine iltifatlar yağdıran erkekler toplanmıştı. Ama, içeri Faer girdiğinde Sardakklı hatun gözünü ona çevirmişti. Yanına yaklaşıp "Genç Ozan, sesinle mutlu et bizi." dedi. Faer, genç okçuya gülümseyerek "Havamda değilim." demekle yetindi. Bunun üzerine hatuner de fazla üstelememişti.
 
  Faer, hala Reysa'yı seviyordu. Hayatı boyunca daha hiç bir kızla yatmamıştı. Onun yeşil gözlerini, siyah saçlarını hatırına gelir gibi oldu bir an. Hayal dünyasına dalması gerektiğini anlamıştı. Bu yüzden yalnız başına kenardaki masalardan birine oturdu. Geçirdiği anıları düşündü.

Yeşil gözlerin güneşin altında onun rengini alıyordu. İnsanın baktıkça kalbinden pompalanan kan kalbine pompalanmış gibi oluyordu.

  Yaklaşık iki sene önceydi. Köyden kovulmadan da bir iki ay önce. Reysa, Faer'e üç tane bitki ismi vermişti. Kendisine bakıp;

"Biliyorum ben yanında gelmezsem senin gibi bir saf bunları bulamayacak, ama yine de bulursan gözüme girersin." demiş ve ardından gülmüştü. Faer, onun bu kibirli hallerine bayılıyordu. İstediği bitkiler sumeleği, yabaniçeli ve Teof otu idi. Bu bitkileri bulmaya çalışırken baya zorlanmıştı. Sumeleğini bulmasına Teof Boğazı'nın üstünde uçan martılar yardımcı olmuştu. Onları takip etmesi gerektiğini de zamanında Reysa söylemişti. Yabaniçeli'ni uzun yürüyüşler sonucunda görmediği bir mağaranın yanında bulmuştu. Onu yerden köküyle beraber sökerken neredeyse delik şeklindeki bu mağaraya düşüyordu.

Ne salakmışım.

Son bitki ise en rezil olanıydı. Teof Otu, Teof yöresine ait bir çok derde derman olan şifalı bir bitkiydi. O, çoğu zaman kendi içine doğru kıvrılmış bir yılana benzetilirdi. Faer ise bu bitkiyi ararken yanlışlıkla kendi içine kıvrılmış yeşil bir yılanı bu bitkiden sanmıştı. Küçük ve zehirli olan bu yılan neredeyse Faer'i sokuyordu, canını son anda kurtarmıştı.

Ne aptalmışım.

Faer, bunu biraz sesli söylemiş olacak ki karşısındaki Farven'in 'Evet, bazenler tam bir şapsalsın evlat.' dediğini duydu. Farven, palabıyık orta yaşlarda bir adamdı. Hancı önlüğüyle oldukça komik gözüküyordu. Faer sadece gülmekle yetindi. Farven, Faer'e "E, niye uzun süredir hana uğramıyorsun evlat?" diye sordu.

"Yoğunum."

"Bence aşıksın sen evlat." Gülerek Faer'in sırtına vurdu.

"Ava gidiyorum yarın."

"Her aşık genç gibi."

Faer gülerek "Ama bizimki gemiyle." dedi.

"Yine her aşık gibi.Balığa mı?"

  "Balık değil "

Farven, palabıyığını oynatarak Faer'in yanıtını beklediğini belli etti.

"Kitap olsa gerek"

  "Okuma aşkıyla bir gün kafayı yiyeceksin.Hangi güzellikmiş o?"

  Faer, tereddüt içindeydi:
"Osealion"
"Ne o seli niye mi yiyor?"

"O-SE-Lİ-ON"

"Ha, şu kayıp antik kitap."

"Tam üstüne bastın."

"Neredeymiş?" Farven meraklı gözlerle Faer'i süzmekteydi.

"Bal Adaları"

"Kırıkyürek'e gitmek bu zamanlar tehlikelidir, denizler fırtına dolu."

"Kuzey denizi daha da fazla."

"Kendine dikkat et oğlum, sesinden bizi eksik etme aman ha."

"Böyle dedin, bu gün içki senden değilse bundan böyle yan handayım."

Gülümser bir edayla "Yolun açık olsun" demekle yetindi Farven.

"Sizin de işiniz." diyerek Faer bu tatlı muhabbeti sona erdirdi.

Handan çıktığında ahırın yanından geçiyordu. Akşam vaktiydi, gökyüzünde tanrının gözleri parlıyordu. İki ay:An ve Mu...

  At kişnemelerine kulak kesildi. Ahır, bu zamanlarda yoğun olurdu. Bahar ayıydı. Atlar,  çiftliklerde en çok bu zamanlar çiftleşirler, doğum yaparlar ortaya birbirinden güzel midilliler çıkarırlardı. Uruzi atları diyarın en iyi atlarıydı. Faer, ahırın kenarındaki gözlerini kendisine doğru dikmiş minik midilliye baktı. Kesinlikle bu midilli bir Uruzi midillisiydi.Yeleleri yetişkin bir ata kıyasla çok daha kısaydı. Simsiyah tüylere sahipti. Atların en yakışıklısı diye düşündü Faer. Minik midilliye bakarken aklına şu sözler gelmişti:

"Uruzi'nin midillisi, alemin atına bedeldir."
 
Tebrikler .Bölüm uzun olsa dahi gayet akıcı bir şekilde yazılmış ve okurken sıkmıyor insanı. Okurken zevk aldım gerçekten. İyi bir giriş yapmayı başarmışsın bu bölümle. İçimdeki merak duygusunu uyandırmayı başardın.  :smile:

Ellerine sağlık cidden. Thermicias gibi bende bu hikayenin ileride değerleneceğini düşünüyorum. Devamında başarılar. Elimden geldiğince takipte olacağım hikayeyi.  :grin:
 
Kızıl $aman said:
Tebrikler .Bölüm uzun olsa dahi gayet akıcı bir şekilde yazılmış ve okurken sıkmıyor insanı. Okurken zevk aldım gerçekten. İyi bir giriş yapmayı başarmışsın bu bölümle. İçimdeki merak duygusunu uyandırmayı başardın.  :smile:

Ellerine sağlık cidden. Thermicias gibi bende bu hikayenin ileride değerleneceğini düşünüyorum. Devamında başarılar. Elimden geldiğince takipte olacağım hikayeyi.  :grin:

Teşekkür ederim :smile:
 
Görüşmeyeli kendini bayağı geliştirmişsin :smile: Yukarıdaki iletilerde yazılanlara katılıyorum ancak ben bir konuda eleştiri yapacağım. Tamamen kişisel bir şey. Öyküye çok güzel bir şekilde başlamışsın mesela. Bir mekanda başlıyor, betimlemeler yerli yerinde, karakteri tanıyoruz. İlk paragrafta sorun yok. Ama bana kalırsa sonra gelen iki paragraf öykünün hızını kesiyor, dikkati dağıtıyor. Çünkü tarihi bir metin yazıyormuş gibi sırf bilgi vermeye başlıyorsun.

Yani olay aniden kesiliyor ve uzunca bilgiler okumaya başlıyoruz. Şehirden, doğduğu köyden, dinden, bazı krallıklardan ve karakterin geçmişinden bahsetmeye başlıyorsun. Üstelik sadece iki paragrafta anlatıyorsun bunları. Tabii ki bilgi verileceği yerler olacaktır ancak başladığın bir durumu ve olayı böyle pat diye kesip araya bir sürü bilgi sıkıştırırsan bazı okurların dikkatini dağıtabilirsin. Mesela benim hem dikkatim hem de ilgim birden dağıldı. Tekrar öyküye dahil olabilmem bir-iki paragraf kadar sürdü; o da bölüm uzun olduğu içindi. Umarım ne demek istediğimi anlamışsındır.

Bunun dışında söyleyeceklerimi zaten söylemişler. Yeni bölümü bekliyorum.
 
Berke! said:
Ellerine sağlık, çok iyi yazılmış. Devamını iple çekiyorum.

Teşekkürler.Seninkine de göz atacağım da bir türlü vakit bulamıyorum :smile:

Homerøs.Jr said:
Görüşmeyeli kendini bayağı geliştirmişsin :smile: Yukarıdaki iletilerde yazılanlara katılıyorum ancak ben bir konuda eleştiri yapacağım. Tamamen kişisel bir şey. Öyküye çok güzel bir şekilde başlamışsın mesela. Bir mekanda başlıyor, betimlemeler yerli yerinde, karakteri tanıyoruz. İlk paragrafta sorun yok. Ama bana kalırsa sonra gelen iki paragraf öykünün hızını kesiyor, dikkati dağıtıyor. Çünkü tarihi bir metin yazıyormuş gibi sırf bilgi vermeye başlıyorsun.

Yani olay aniden kesiliyor ve uzunca bilgiler okumaya başlıyoruz. Şehirden, doğduğu köyden, dinden, bazı krallıklardan ve karakterin geçmişinden bahsetmeye başlıyorsun. Üstelik sadece iki paragrafta anlatıyorsun bunları. Tabii ki bilgi verileceği yerler olacaktır ancak başladığın bir durumu ve olayı böyle pat diye kesip araya bir sürü bilgi sıkıştırırsan bazı okurların dikkatini dağıtabilirsin. Mesela benim hem dikkatim hem de ilgim birden dağıldı. Tekrar öyküye dahil olabilmem bir-iki paragraf kadar sürdü; o da bölüm uzun olduğu içindi. Umarım ne demek istediğimi anlamışsındır.

Bunun dışında söyleyeceklerimi zaten söylemişler. Yeni bölümü bekliyorum.

Sen de görmeyeli mod falan olmuşsun :smile: :smile: Dediğin şeyi ben de kendi metnimi okurken fark ettim fakat oradaki bilgileri vermezsem okuyucu var olan evreni anlamakta zorluk yaşayacaktı. Sonraki bölümlerde bu kadar yoğun bilgilerle karşılaşmayacaksınız. Ya da karşılaşacaksınız ama gerçekleşen olayların arasına dağıtmaya çalıştım denebilir. Bir nevi giriş olan bu bölüm yazdıklarım arasındaki en sıkıcı ve ağır bölüm bence bu arada. :lol: Burayı atlatan hikayeye sonraları  daha rahat odaklanacaktır.  :wink
 
Demiş olduğum gibi tamamını okuyup geldim :grin: Gerçekten çok beğendim. Ancak birkaç noktalama hatası ve anlatım bozukluğu yapmışsın. Tüm hataları (korkma o kadar çok değiller :grin: ) teker teker ayıklamak zor geldiği için gözüme takılan iki anlatım bozukluğunu atayım.

Gerçi, herkes bu kadar komik bir olayı gülünçle karşılardı

Kalkıp sırayla Madam'ın eteğine öptüler ve duasını dilediler.

Hakkını yemeyeyim, bu kadar uzun bir bölümde hata yapmamak gerçekten zor, ki zaten herkes yapmıştır böyle ufak tefek hatalar. Zaten hikayenin genelini etkileyen hatalar değiller, konu bütünlüğü ve anlatım kalitesi bu hatalara rağmen sağlam kalmış ama yine de olmamaları daha iyi olurdu tabi... Zaten bunlar da hemen düzeltilebilecek şeyler, seni zora sokacak bir durum oluşturmayacaktır.

Uzun lafın kısası: Devamını bekliyoruz dostum, ellerine sağlık :smile:
 
@Thermicas
Bayakez okuyup düzeltmeme rağmen arada böyle hatalarım kalabiliyor. Yine de belirttiğin için teşekkür ederim.  :grin:



Edit: Yeni bölüm sizlerle beraber. Bu sefer ikinci bir önemli karakterimiz Rowus'un maceralarına bir giriş yapacağız. Merak etmeyin bir süre sonra karakterler düzgün bir sıraya girecek ve ileride en çok hangi karakterin yaşadığı maceraları daha çok ilginizi çekiyor tarzında bir anket hazırlamayı düşünüyorum  :grin:

Not: Sanırım yazılan en uzun bölümdü, karakter sorunu yüzünden iki kısım halinde yayınlayacağım.

2. Bölüm: Mühür (Rowus)
               
        "Üzerine güneş batmayan Teof!"

        Rahibin sesini şimdi davulcular bastırıyordu. İhtiyar rahip elindeki parşömeni yavaşça açıp etrafına toplanmış kalabalığa hitap etmeye başladı:
             
      "Hiç kuşkusuz Teof'u zamanında Tanrı inşa etmiştir. Onu, size barının, vahşi yeşilden kendinizi  kurtarın  diye sundu. Şimdi, onun bu yüce kerameti karşısında biz Espinistler onun mabedine, işte bu Taş Eller Tapınağı'na secdeye kapanıyoruz!" Rahip, mevzilendiği balkonda arkasını dönüp secdeye kapandı. Arkasındaki müritleri ve onu dinleyen insanlar onun ardından hep birlikte secdeye kapandılar.

        Bu ayin, Espanom dinine inanan kimselerin her salı yaptıkları toplu bir ayindi. Tüm Espinistlerin, bu ayine katılması zorunluydu. Yediden yetmişe herkes şimdi Taş Eller Tapınağı'nın önündeydi. Burası, sadece şehirdeki Espinistlerin değil, diyardaki tüm Espinistlerin ibadetlerine yaparken tapındıkları yerdi. Tapınak yerden uzanıp birbirine çaprazlanan iki taş el heykelinin arasında yarısı yere gömülmüş bir yumurtayı andırıyordu. Yumurtanın tavanı hariç etrafında renkli camlar vardı. Bu camlar güneşi olağanca güzelliğiyle parlatıyordu. Az önceki Rahip bu tapınağın önündeki geniş ibadet yerinin hemen üstündeki balkondan halka konuşma veriyordu. Az sonra Rahip ayağa kalktı ve ellerini açtı. İçinden bir şeyler mırıldandıktan sonra onu dinleyen halka döndü:

        "Hak erleri, ruhunu yoklukta bulan bizler bu aleme niyaz verecek olanın ta kendisiyiz. Asıl güç biziz, bizim gücümüz ise Tanrı'mızdır. Her şeyi yaratan o büyük ilahi ateş! Kanlar, bu gün burada hepinizi Tanrı adına selamlıyorum! Haydi hep beraber!"

        Rahip, bunun üzerine müritlerinin verdiği asasını aldı ve yere vurdu. Ardından kapanış duasına başladı. Bu duaya halkta ses veriyordu.

        "Armoz'un sancağı o ellerde yeniden dalgalansın!"

        "Amen!"

        "Mor Sancak'ın çocukları muktedir bir şekilde geri dönsün!"

        "Amen!"

        "Yılanın, şeytanın kızları bakir kalamasın, erkeklerine cehennemin en kuru yerinde odun taşısınlar."

          En güçlü ses buna karşı verilmişti. "Amen!"
 
          Şimdi Teof'un Armoz Meydanı dini ayinlerini bitirip evlerine dönmeye çalışan nice insanla dolmuştu. Rowus, ayrılan insanları inceledi. Çoğu orta yaşlı olan bu topluluğun şehrin en fakir bölgelerinden geldikleri belliydi. Teof  sakinleri artık her Salı bu teraneye alışmıştı. Alışmak zorundaydılar zaten. Espanomlar, Teof tarihi boyunca  şehrin en saygı duyulan gücü olmuştu.

          Rowus, açık gökyüzüne baktı. Güneşin önünü kapatan bulut ona kılıcı andırmıştı. Uzun süredir talim yapmadığı aklına geldi. Onun bu halini gören Hesare gülerek;

          "İmana mı geldin dostum?" diye sordu. Rowus'un yanıtı gecikmedi.

          "Hasır'ı hayal kırıklığına uğratmalıyım, işinde yalnız."

          Rowus, Hesare'ye tanıştığı ilk gün 'Hasır' lakabını takmıştı. Hesare,  Rowus'un bu alaycı tavrına alışıktı. Muzip muzip sırıtmakla yetindi. Aniden iki erkeğin kafası birbirine çarptı. Hesare, başını ovarken Rowus olanca çılgınlığıyla 'Yzira' diye bağırdı. Arkasında olmalıydı. Arkasını döndü... Orada yoktu! Sağ.. Orada da yok! Sol... En sonunda, Yzira Rowus'a acımış olacak ki bulundukları surun üstündeki merdivenden Rowus'un karşısına atladı:
   
          "Az önce gördüm seni, sümüklü ihtiyar bir rahip gibi gökyüzüne bakıyordun."
 
          Sonra gülerek ekledi:
 
        "Tanrıyla transa geçtiğini düşündüm."
 
        "Ben, her gece bir tanrıçayla transa geçiyorum zaten."

        Yzira'nın ela gözleri parıldıyordu. Rowus ekledi "Tanrılardan daha çok ilgimi çekiyor açıkçası." Bunun üzerine iki çift öpüşmeye başladılar. Onların bu hallerine alışan Hesare ise sadece tebessüm etmekle yetiniyordu.
   
        Rowus ve Yzira bir yılı aşkın bir süredir beraberdiler.Üçü de bekardılar. Rowus, Yzira'ya doymuş olacak ki kendini geriye doğru çekti. Onun bu çocukça hareketlerini seviyordu. Yzira, diğerleri gibi sıkıcı değil diye düşündü.  Yzira, çekici vücut kıvrımları, pürüzsüz beyaz cildinin yanında ela gözlere sahipti. Ancak, Rowus Yzira'nın bu özelliklerinden değil onun savaşçı yeteneklerinden etkilenmişti. Yzira bir Krakk'tı. Krakk'lar yine aynı isimli bir adada yaşarlardı. Bu ada Üçyel Denizi'nin güneybatısında bulunurdu. Diyarda bilinen en büyük adaydı.

        Rowus ise Elsin vadilerinden gelmekteydi. Elsin Vadilerinde gene aynı adlı bir tuz gölü bulunurdu. Aynı şekilde vadiden tuz hariç pek çok değerli taş çıkarılırdı. Hesare'ye gelince o Teof'un yerlisiydi. Hesare, düz siyah saçlara ve açık mavi gözlere sahipti. Teof'un yerlisi olması sebebiyle her kesimden pek çok  tanıdığı bulunurdu. Üç arkadaş yaklaşık iki yıldır beraberdiler. Rowus, şehre ilk geldiğinde şans eseri Hesare ile aynı bölükte eğitilmişti. İşte bu yüzden, onun Hesare ile dostluğu Yzira'dan da öncesine dayanıyordu.

      Rowus, kısa sürede askeri alanda pek çok başarı kazanmıştı. Bu da onu Teof'un asayişini sağlamakla görevli bir jandarma olmasını sağlamıştı. Görev yeri Armoz Meydanıydı. Rowus, kıvırcık saçlara sahip esmer bir delikanlıydı. Irkı hakkında pek fazla şey bilinmezdi. Babası, Elsin Vadisinde çalışan basit madenciydi o kadar. Üçü de yirmili yaşlardaydı.
   
      Yzira, Rowus'a o çentik bakışını atınca ikili birbirlerinin omuzlarını tutarak gülmeye başladılar. Hesare, bu durumdan kıskanmış olacak ki konuyu değiştirdi: "Bildiğiniz üzere bu gün iki önemli konsey toplantısı var. "
 
      Rowus, Hesare'ye bakıp başını sallayarak cıkladı. "Az önce içimdeki Tanrı bana elimin kaşındığını hatırlattı." Yzira'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirmişti. Sonra, Rowus Hesare'ye kınından çıkardığı kılıcı attı, diğer kınından çektiği kılıcı ise sağ eline aldı. Hesare, son anda kılıcı havada yakalamıştı. "Benimle dövüşmeden hiçbir yere gitmiyorsun dostum."
   
      Hesare ve Rowus'un arasına giren Yzira gülümseyerek iki erkeğe de baktı. Ardından sapık bir tavırla "Kaybeden bu gece içkileri ödüyor." ekledi. Bu, iki erkeği de gaza getirmiş olacak ki birbirlerine karşı pis pis gülümsediler.
   
      Rowus kılıcını elinde döndürerek "Gardını al" diyerek Hesare'ye doğru koştu ve sol üstten ilk atağını yaptı. Hesare bir an dengesini kaybeder gibi oldu ancak nafileydi. İki genç de savaşma hırsıyla yanıp tutuşuyordu, bu yüzden Hesare kendini hızlıca toplayıp Rowus'un atağını engelledi. Sonra Rowus çekilirken kılıcı Rowus'un belini hedef alacak bir biçimde tuttu. Rowus, kendilerini izleyen Yzira'ya bu esnada göz kırptı.
     
        Yzira, surun yeşilimsi duvarlarına yaslanmış, elinde 'habil ve kabil' adını verdiği iki hançerini sallıyordu. Rowus'un göz kırpışına esneyerek karşılık vermişti.
       
        Aşık mı bana?
     
      Bütün bunları düşünürken Hesare'nin kendisine doğru yaptığı atağı fark edemedi. Bu yüzden kılıcıyla dengesiz bir savunma hareketi yaptı, bu durum bocalamasına sebep olmuştu. Hesare'nin arkadaşına gülerek 'Aşkın gözü değil, aşık gözü kör derler bilir misin?" demesi Rowus'un hırslanmasına neden olmuştu.
     
        Sanki karşısında dostu değilmiş gibi, Hesare'ye sağdan sola, soldan yukarıya doğru gidip gelen karmaşık ataklarla ardı ardına saldırmaya başlamıştı. Hesare, iyi bir savunucuydu. Bütün atakları bertaraf edebiliyordu. Rowus son atağı yaparken Hesare'nin arkasına hafif bir adımla geçti. Kılıcının yumuşak tarafıyla yani kınıyla Hesare'nin kılıç tuttuğu eline vurdu. Bu durum Hesare'nin kılıcı yanlış bir vaziyette tutmasına neden olmuştu. Hesare, bunun farkındaydı, duruşunu düzeltmesi gerekiyordu. Bunun için silahı daha zayıf eline aldı.
         
          Rowus bu sırada dinlenmeye çekilmişti. Gülerek "Zayıf elsin şimdi, hah" dedi ve kılıcının üstten gelen bir darbesi, Hesare'nin üst bloğuna takılmıştı. Rowus bu sefer dönemeçli saldırı yapmayı seçti ancak bunu sağdan yapacağı yere soldan yapması Hesare'nin kılıcı düşürmesine sebep oldu. Bunun üzerine iki erkek de çalan bir ıslıkla kendilerine geldiler. Tabi ki bu ıslık Yzira'dandı.
     
        "Kazanan bu gece içkileri ödüyor, söylemeyi unuttum." diye gülerek tepki gösterdi.
     
        Rowus terli haliyle 'Kaybedenin ısmarlaması gerekmiyor muydu?" diye sordu.
     
        Bundan sonra Yzira usulca Rowus'a  sokulup ona sarıldı. Gözlerinin içine "Her zaman ben haklıyım." dercesine baktı. Rowus, sadece homurdanmakla yetindi.

***   
      Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Rowus, çıplak olduğunu hissetti. Göğsünün üzerinde bir el vardı. Tabi ki bu Rowus'un ilk gördüğünde büyülenmiş gibi bakakaldığı Yzira'dan başkasının değildi. Yataktan çıktı. Üstünü giyindi. Teof Şehri'ne evinin penceresinden baktı. Evin, yeri bir tepenin üstüydü, buradan Teof Boğazı göz alıcı bir biçimde parlıyordu. Teof Şehri, bu boğazın en dar kesimine inşa edilmişti. Rowus'un evinden Taş Eller tapınağı bir şeftali büyüklüğünde gözüküyordu. Rowus'un evi Teof Boğazı'nın batı yakasındaydı. Boğaz'ın üstünde karşılıklı iki tepeyi birbirine bağlayan bir köprü vardı. Her köprünün yanında Teof'un kıyısına inen, buradaki yollara, çamurlu iskelelere malzeme götüren işçilerin kullandığı taş merdivenler vardı. Şehrin diğer yakasında, bir şaheser parlıyordu. Bu şaheserin adı Fırtına Kalesi idi.  Bazı din adamlarının iddia ettiği üzere bir ara öyle bir fırtına olmuştu ki , o yüzden bu kadar koyu maviydi kalenin duvarları

      Kalenin içinden, turkuaz renginde bir şato uzanıyordu. Turkuaz şatonun iki tarafında kuleler vardı. Burası önceleri İmparator'un şimdi ise Sadya Kralı'nın sarayından başka bir yer değildi. Saray değerli zümrütler ve taşlarla kaplanmıştı. Teof'un sarayı... Aklına çocukken duyduğu bir söz gelmiş
       
        Teof'u duvarları değil kepezleri korur.

      Bu sözün anlamını hiçbir zaman anlayamamıştı. Kepez, deniz kenarındaki büyük taş demekti. Teof Şehri'nin dışında bazı kıyılar bu taşlarla doluydu. Güneşin aydınlanması tamamlanmıştı. Gün başlayacaktı. Birden gelen çıt sesiyle irkildi. Bu, yataktan kalkan Yzira'dan gelmişti. Birbirlerine günaydın öpücüğü verdikten sonra ikili bir şeyler yemek için odadaki masanın başına geçtiler.
           
          Karınlarını doyurduktan sonra günün lakırdısı başladı. Bu sohbet, dün talim de nasıldımdan peki ben dün gece ben nasıldım, sen iyiydin ya ben diye sürüyordu. Aniden çalan kapıyla irkildiler. Gelen Hesare idi. Hesare, heyecanlı gözüküyordu.
     
        "Rowus,dostum dün gece konseydeydim."
   
        "Her gecen gibi. Biraz hayatı yaşamalısın tıpkı benim her gecem gibi."
     
        Hesare gülümsedi. "Konseyde çok güzel kadın hizmetçiler vardı tabi ben de boş durmadım." Sonra boğazını temizledi. "Ama asıl güzel haber bu değil."
   
        Yzira söze karıştı. "Bir erkeğin bir erkeğe verebileceği daha güzel bir haber yoktur." Ona boş boş bakan erkekler karşısında omzunu silkti. "Ne, hepiniz şeyinizle düşünen yaratıklarsınız."
   
        Hesare, Yzira'yı görmezden gelerek Rowus'a döndü. "Terfi almışsın dostum. Bizi bir görev bekliyor."
   
        Rowus Hesare'nin sözleri karşısında heyecanlanmıştı. "Nasıl? O konseye katılmayan askerler de rütbe atlayabiliyorlar mı?"
         
      Hesare ve Rowus'un bahsettiği konsey Sadyalılara hastı. Her yıl başkentte Yüksek Ordu Şurası yapılır ve bu durumda orada bulunan askerlere  yeni rütbeler ve görevler verilirdi. Hesare, Rowus'a baktı. "Sanırım ilk göreve hazırlanmamız lazım. Acil bir şekilde. Nasıl terfi atladığına gelince, dostum inan bana zamanım olunca anlatacağım ama şimdi yola çıkmamız lazım."
   
        "Nereye?"
   
        Hesare esrarengiz bir biçimde yanıtladı "Kral'a, ama saraya değil."
   
        Rowus meraktan çatlamak üzereydi. Yzira bombayı patlattı. "Gizemli birisin Hesare. Seni iki yıldır tanımasam böğrüne Kabil'i saplamıştım." Rowus'ta onaylar bir şekilde başını salladı. Hesare pes etmişti. "Biraz, heyecan katmak istedim o kadar. Teof Köprüsünün altındaki tünellere gidiyoruz. Kral ve bir kişi bizi orada bekleyecek. Bu görevde sizin yardımınıza ihtiyacım var."
   
        Rowus ve Yzira, ayaklarına gelen bu fırsatı geri tepmeyeceklerdi tabi. Rowus, hem Yzira'ya hem de Hesare'ye baktı. Sonra "Hadi gidelim" diyerek kapıya doğru yöneldi. Arkasından da elbette dostları geliyordu.

***
      Köprüye giderken Hesare Sarrdaklı isyancılardan söz açtı. "Bu isyanı Sarrdaklılar kontrol edemeyecek gibi gözüküyor." Yzira burnunu büzmekle yetindi. Rowus "Herhangi bir Sadya kalesine saldırmadıkları sürece bizi ilgilendirmez" diye yanıt verdi. Üçlü şu anda Lent Meydanı denilen bir meydana doğru yaklaşıyorlardı. Bu meydanın ismi İmparatorluk zamanında verilmişti. Meydan şehrin en büyük meydanıydı. Şehrin pek çok dükkanı,hanı bu meydandaydı. Zaten meydanın kendine ait bir limanı vardı. Boğaza kıyısı olan meydanın limanını incelemeye koyuldu Rowus. Küçük tekneler iplerle iskelelerdeki uzun tahta çubuklara bağlanmıştı. Limanın sağında daha çok ticaret gemileri varken, solunda balıkçı gemileri daha yoğundu. Üzerlerinde geldikleri yerlerin bayrağını taşıyan bu teknelerden birisi dikkatini çekmişti. Daha önce bu tarz bir bayrak gördüğünü hatırlamıyordu. Ama pek umurunda da değildi . O, boğaz jandarmasının işiydi. Artık Jandarma Komutanı değildi kendisi. Ne olduğunu bilmiyordu ama liyakata göre terfi aldıysa rütbesinin saha görevine gidebilen bir yüzbaşı olması gerekiyordu. Saha görevine gitmek en büyük hayallerinden biriydi Rowus'un.
         
    Şimdi, karşıya geçecekleri köprüye tırmanıyorlardı. Bu köprünün adı da Teof Köprüsü idi. Her şeyin adı Teof diye düşündü Rowus. Uzun süren sessizliği yine Yzira bozdu. Elleriyle işaret ederek "Şu martılara bakın,çok tatlılar." Rowus buna karşılık "Evet, ateşin üzerinde çok lezzetli olurlar." diye karşılık verdi.
   
        Yzira buna sinirli bir şekilde karşıladı. "Canisin sen!"
   
        Rowus "Kınında iki tane hançer olan bir kadın mı bunları söylüyor?"
   
        Yzira hançerini çekip Rowus'a saplayacak gibi ileriye atıldı. Sonra Rowus'a fısıldadı "Onlar da senin gibi caniler için işte" Rowus, onun bu hallerine gerçekten bayılıyordu.
   
        Az sonra köprünün üstündeydiler. Hesare köprünün yanındaki taş korumalığa tutunarak aşağıya baktı. Boğaz ayaklarının altındaydı. İleride şehrin dışındaki kepezler, küçük erik taneleri büyüklüğünde gözüküyordu. Hesare, kepezlere bakarak derin bir iç çekti
Sonra arkadaşlarına katıldı.
 
      Nihayet tünelin girişine inecekleri basamaklara gelmişlerdi. Merdiven baya yüksek gözüküyordu. İki tarafında da yüksek taştan korumalıklar vardı. Merdiven uzun süredir kullanılmamış gibiydi. Bunun nedeninin şu ana kadar kilitli olan merdivenin önündeki demir kapı olduğunu Rowus anlamıştı. Hesare yanında taşıdığı çantasından kilidi çıkardı ve pas tutmuş kapıyı açtı.
   
        En önden Rowus, arkasından Yzira girdi. En son ise kapıyı kapatan Hesare basamakları inmeye başladı. Rowus merdivenin korumalarındaki garip şekillere göz gezdirdi. Bir şekil daire şeklindeydi ve içinde başka bir daire vardı. Ve bu dairelerin arkasına sanki iki üçgen tabanları birleştirilerek dairenin çapına tam gelecek şekilde yerleştirilmişti. Bu uzaktan bakınca tek göze benzerdi. Ama yakından bakınca iç içe geçmiş iki göz olduğu anlaşılıyordu. Çünkü içteki dairenin içinde de başka bir daire vardı. Ama bu daire gözbebeği şeklindeydi. Bu durum, şekli iç içe geçmiş göze benzetiyordu
   
        Rowus, tüm bunları düşünürken arkasında sıcak iki el hissetti. Bu sıcak iki el birden bire kendisini merdivenden aşağıya itmişti. Çevredeki korumalıklara tutarak canını zor kurtaran Rowus hışımla onu iten Yzira'ya döndü. "Hepimizi öldüreceksin!"
       
        Yzira kıs kıs gülüyordu. Rowus içinden onun bu halini 'fare görmüş kediye' benzetti. Hesare'nin de öyle güldüğünü görmüştü. "Sen mi söyledin?" Hesare, hayır anlamında başını sallayıp kahkahayı patlattı. Yzira da arkasından gülmeye başladı. Rowus, sinirlenmişti ancak susmanın daha iyi olacağını düşünüyordu. Ama bunu çok feci bir biçimde ödeteceğine verdi. Yzira sonunda sustu "Eh ne demişler poposunu kollamayan askerden korkmayacaksın." Rowus'un artık dayanacak gücü kalmamıştı. "Poposunu kollamayan kadından da  korkacak mıydık?" diye yanıtladı.
   
        Yzira, böyle bir yanıt beklemiyordu anlaşılan. Gözlerini sevimli bir şekilde aşağıya indirdi. Hesare, ellerini çırpıp "Kanlar, görevimiz var unutmayın. Kral sizi çağırıyor hem de böyle gizli bir tünele."
 
        Rowus da merak içindeydi. Ne, niçin kendileri gibi basit askerleri bu göreve seçmişti ki kral. Gerçi Hesare pek basit bir adam değildi. Saraydan tanıdıkları olduğunu biliyordu.
   
      Sonunda merdivenlerden inmişlerdi. Hesare tünelin girişindeki meşaleyi alıp kapısız tünele girdi. İki arkadaşı da onun peşinden takip etmeye başladı. Tünelin içi dışarıya kıyasla daha serindi. Yerler ıslaktı. Bu yüzden her adım atışlarında lap diye bir ses çıkıyordu. Rowus, arkasına doğru baktı Yzira'nın onaylar ifadesini gördü. Sonra ilerlemeye devam ettiler.
   
      Tüneller, giderek karanlıklaşıyordu. Girişten gelen ışıktan artık eser kalmamıştı. Rowus, tünelleri imparatorluğun neden yaptığını sorguluyordu. Tüneller diyordu çünkü az önce bir dönüş görmüşlerdi, Hesare, hiç dönüş yokmuş gibi oradan geçmişti. Rowus, arkasına baktığında Yzira'yı göremedi! Birden heyecanlandı. "Hesare" diye bağırdı. Hesare arkadaşına baktı. "Yzira gitmiş!"

Hesare'nin gözleri fal taşı gibi açıldı. "Yoksa diğer tünele mi saptı?" O baya geride kalmıştı. Karanlıkta ne kadar ilerleyebilirdi ki? Kesinlikle kaybolmuştu. Rowus'un aklına başka ihtimal gelemiyordu.
          Birden bir ses duydular. Bir adım sesi. Giderek yaklaşan pürüzlü bir ses. Şimdi ise yok olmuştu. Rowus "Yoksa bir komplo mu bu?" diye sordu Hesare'ye. Hesare, "Olmamalı" dedi. Elleri kınında beklemeye başladılar. Ses giderek yaklaşıyordu. Hesare meşaleyi yere bıraktı. Tam söndürecekti yakından bir ses duyuldu.   
     
      "Böğ!"
   
      Rowus, ses karşısında irkilerek kılıcını çekti. Hesare’nin ise ödü patlamış olsa gerek donakalmıştı. Ama gelen sesin kaynağını görünce az önceki kadar korkmadılar. Rowus, elinde başka bir meşaleyle gençlere karşı gülümseyen Yzira'yı görünce içine hem rahatlama hem de sinirlilik hissi geldi. Hesare ise başını iki yana da sallayarak tepki vermekle yetindi. Rowus, dayanamadan "Komik miydi?" diye sordu.
   
      Yzira gülerek cevapladı. "Evet öyleydi, ama boş yere yapmadım.Gelin bu tarafta ışıklı yol var."
   
      Hesare'nin de Rowus'un da az önceki kızgınlığı geçmişti. Rowus hiçbir yanıt veremedi. Vermek mümkün müydü ki?
   
      İki erkek de Yzira'nın peşinden gidiyordu. Rowus yıllar önce ölen annesinin bir sözünü hatırladı.
     
      Bir kadını ikiye bölersen oğlum bir yarısının anne diğer yarısının çocuk olduğunu görürsün.
   
      Tünelin bitişine  yaklaşmışlardı. Üç genç de girdikleri mağaranın içine yapılmış bu kadar büyük yer karşısında şaşkınlıkları gizleyemediler. Üçünden de oha sesi yükselmişti. Onlara, "Sonunda geldiniz" diyen iki tane asker orada bulunan kulübeye benzer bir yapının içine kadar eşlik etti.
   
        Kulübenin içinde bir masa vardı. Üzerinde işaretlenmiş bir harita duruyordu. Masanın bir tarafından Sadya Kralı 4. Zendar oturuyordu. Bu tarafında ise Aserai elçisi olduğu giydiği kıyafetten anlaşılan bir adam oturuyordu. Kral turuncu sakallara sahipti. Başındaki taç, kulübede bulunan mumlardan gelen ışıkla parlıyordu. Karşısında oturan adam ise kumral bir tene sahipti. Uzun saçlı bir elçiydi. Zinde ve orta yaşın altında gibi gözüküyordu.
   
        Kral onları otoriter bir şekilde karşıladı. Sırayla kralın önünde diz çöktüler. Hesare ayağa kaktı ve arkadaşlarını sundu. "Kralım, bahsettiğim arkadaşlarım." Kral Rowus ve Yzira'yı süzdü.
 
        "Kalkın Sadya askerleri. Sen Rowus Elsin."
 
        "Elsin?" Rowus şaşırmıştı.
 
        "Sana artık bu soy ismiyle sesleneceğiz."
 
        "Teveccühünüz kralım. Ama ben ne yaptım ki?"
 
        "Bir şey yapmadın ama yapacaksın."
 
        Yzira ve Rowus nedense konuşmaya çekiniyordu. Bunun üzerine Hesare masanın üzerindeki işaretli haritaya baktı.
 
        "Sarrdak İsyancılar Başı Hekmer, yazıyor. Hekmer, büyük bir orduyla Sarrdak'lara saldırmak istiyor."
   
      Kral, eliyle elçiyi işaret etti. "İşte bu yüzden,  Aserailer Hekmer’e bir teklif sunmuş.  Aserai elçisi de bizden bazı Sadyalıların bu isyana gizlice katılıp desteklemesiyle Sarrdakların içten zayıflatmamıza destek olun diyor, değil mi sayın elçi?"
   
      Elçi gülümsedi. "Evet kralım. Aserai sultanı diyarda başka bir sultan lakaplı birisini istemiyor."
   
      Hesare ise krala ve elçiye baktı. "Yani?"
   
      Yzira sıkılmış gibi gözüküyordu. Rowus da Elsin soyadını kazanması için böyle onursuz bir iş mi yapması istenecekti yani diye düşünüyordu.Sonra delirdiğine karar verdi, bunu yaparsa artık soylu olacaktı. Tabiki kabul etmeliydi! "Kralım, verdiğiniz görevi az buçuk anladık.  Kabul ettiğimizi bildiriyorum."
   
        Hesare şaşkınlıkla Rowus'a baktı. Yzira da öyle. İkisi de aynı anda "İkna olman zor olacak diye düşünmüştüm." dedi. Rowus, kıvırcık saçlarını dalgalandıran bir edayla onlara gülümsedi.
   
        Uzun süredir susan Aserai elçisi söze karıştı:
   
        "Evet, Kral Zendar'ın adıyla Hekmer'e bir anlaşma önereceksiniz. Sadyalılarla ittifak yapmasını isteyeceksiniz. Ancak Kralınız Zendar, Sarrdak Sultan'ın bunun haberi olsun istemiyorlar. Biz de Sarrdak ve Sadyalıların arasının birden kötüleşmesini istemiyoruz. Bu işi gizliden halledeceğiz."
   
        Hesare anlamış bir şekilde başını salladı. Kral gençlere bakarak "Size herhangi bir resmi evrak vermeyeceğiz zaten eğer ihtiyaç duyarsanız Hesare'niz var dedi." Hesare bu kez de gülümsemekle yetindi. Yzira ve Rowus hem şaşkın hem de heyecanlıydılar. Elçi boğazını temizleyerek: "Yarın şafak vakti, yola çıkıyoruz." dedi.

***
    Tünelden çıkalı çok olmuştu. Şimdi Rowus ve Yzira öğle vardiyasında handa oturuyordular. Yzira gülümseyerek biraz kısık bir sesle Rowus'a vurdu. "E, artık soylu oluyorsun!" Rowus, Yzira'ya endişeli bir şekilde baktı. "Hişt, söyleme duyacaklar, gizli kelimesinden tek anladığın Hesare değildir umarım."
 
        Yzira gülerek yanıtladı Rowus'u. "Madem soylu olacaksın, soylu gibi yaşamayı öğrenmen lazım."
 
        Rowus meraklı gözlerle Yzira'yı süzdü. Yzira konuşmaya devam etti:
 
      "Bildiğim üzere soylular sıkıcı kibarlıkları, davul gibi karınlarıyla bilinirler. Ama bir insanı soylu yapacak en önemli şey bu değildir."
 
        Uzunca süre susup "Nedir biliyor musun?" diye sordu.
 
      Kedi gibi..
     
        Rowus da meraklanmıştı:
 
        "Neymiş?"

  Yzira gülerek karşılık verdi. "Her kadının hayalinde olan bir şey. Güzel,şık ve pahalı elbiseler tabi ki!"
   
        Rowus, şimdi Yzira'nın ne istediğini anlamıştı. Gülerek "Senin alışverişin gelmiş anlaşılan." dedi.
   
        Yzira ise güldü. "Bana değil sana, hadi Teof'un ünlü kıyafet satıcılarına gidip kont ve leydi gibi gözükecek elbiseler seçelim."
 
        "Leydi?"
   
        "Sen kont olduğuna göre ben de leydi oluyorum değil mi?"
   
        Rowus, Yzira'ya akşam üzeri soyluluğu öğrenmek için kıyafet almaya götüreceğine söz verdi.

***
   
        Lent Meydanı’ndaki zırhlar, yiyecekler, atlar  her günkü istikrarı ile satın alınmayı bekliyorlardı. Her gün akşama kadar bu meydan da tüccarlar mallarını yerlilere ve ziyaretçilere satmaya çalışırdı. Neler yoktu ki, kitaplarını satmaya çalışan yazarlar, diyarın farklı yerlerindeki manzaraları çizip segileyen ressamlar… Ama en çok Rowus’un dikkatini tek gözlüklü birisi çekmişti. Önünde içinde  yeşilimsi bir sıvı olan tuhaf bir makine vardı. Makinenin üstü farklı renklerde ilaç şişeleriyle ile bezenmişti. Bu, adam bir simyacı olsa gerekti. Adam acele acele bu şişelerin arasından bir şey arıyordu. Sonunda “Çalınmış! En yeni icadım çalınmış.” diye bağırarak yardım istemeye başladı. Açıkcası, bu Rowus’un umrunda değildi. Görevi olan ilgilensin ona neydi ki? O, Yzira’yı bekliyordu.
   
      Güneş batmak üzereyken Yzira küçük bir ağaç koruluğunun bu altında gözüktü. Rowus belinden aşağıya uzanan ince siyah bir pelerin giymişti. Rowus gibi bir askerin üzerinde komik durmuş olacak ki Yzira gülmeye başladı. Oysa, aynı tepkiyi Rowus'ta Yzira'nın giysilerine karşı vermişti. Yzira'yı hiç bir zaman göğüslerini bu kadar belli eden mor uzun bir elbise içinde görmemişti. Birbirlerine gördüklerinde kol kola girdiler ve Lent Meydanında bulunan kıyafet dükkanlarına, terzilere doğru yürümeye başladılar.
   
    İki çiftin arasında sessizliği ilk bozan Rowus oldu. Yzira'yı süzerek "Kanatların nerede?" dedi. Yzira buna karşılık sadece bir ofla karşılık verdi. "Romantik olmaya çalışma, sıkıcı oluyorsun." Rowus'u biraz üzdüğünü fark etmiş olsa gerek sonra ekledi. "Romantik olmaya çalışan tüm erkekler sıkıcı oluyorlar." Rowus, Yzira'nın elinden tuttu. Onunla ilk tanışma anları aklına geliyordu. Bir gün içerisinde bu kadar şeyin değişebileceğini bilmiyordu. Daha önce de Yzira ile alışverişe çıkmıştı ama bu genelde silahçıdan ve zırhçıdan öte gitmiyordu.İlk kez onun zevklerine yani kadınların zevklerine hitap eden bir yerdeydi.

      Çoğu istekleri aslında çoğu erkeğinki gibi. Erkeksi bir kadın.
       
      Evet Yzira erkeksi bir kadındı. Ancak, sonuçta kadındı ve ilk gördüğü tezgaha resmen dükkanı fethedecek bir savaşçı edasıyla hücum etmişti.
     
      Şimdi bir de soylu elbisesi giydirecek bu bana.
   
      Yzira, aradığı şeyi bulmuş umuduyla Terzi'nin önündeki sergiden bir başlık almıştı. Bunu kendisine taktı sonra Rowus'a dönerek "Nasıl olmuş?" demekte gecikmedi. Anlaşıldı dedi Rowus,bu terane akşama kadar böyle sürecekti. Ancak Rowus bu durumdan pek şikayetçi sanılmazdı. Sonuçta, o, sevdiği kadındı.
Yzira at öte de tekrar yeni bir elbise görmüştü. "Oha, bu da çok güzelmiş."
   
      Öncekiyle aynı, tek farkı rengi.

    Yzira elbiseyi okşamaya başlamıştı. Rowus'un ona baktığını görünce Rowus'a gülerek döndü. "Eğer" dedi. "Eğer bir gün olur da kızım olursa, ona midilli sürmeyi öğreteceğim. Onu bu tarz bir elbiseyle midillini üzerinde görmeyi çok isterdim.." Rowus o zaman elbisenin renginin, arkasından parıldayan Teof sarayının rengiyle aynı olduğunu fark etmişti.Yzira'nın daha önce bu kadınsı hallerini görmemişti. O yüzden hem sabırsızlık hem de merakla onu izlemeye, takip etmeye ve ısrarla her denediği şeye tekrar "çok güzel,hoş,ne kadar yakışmış "demeye o günün sonuna kadar devam etti.

***
    Hesare, ahırın önünde atını çoktan eyerlemiş, sabırsızca yol arkadaşlarını bekliyordu. Yolları uzundu ve görevleri acildi. Yanında az sonra Aserai elçisi belirmişti. Bunu gören Rowus da en kısa sürede Yzira ile beraber ahırdan çıktılar. Rowus, Teof boğazı boyunca kıvrılıp giden yola baktı. Gerçekten uzun bir yolları vardı. Diyarın güneyinde ormanlar giderek sıklaşırdı. Ormanların bittiği yer ise Sarrani Dağları denilen, Sadya krallığının resmi olarak Sarrdak Sultanlığı ile sınır bölgesiydi. İşte, ilk durakları bu sınır bölgesine ulaşmak olacaktı. Dört yolcu da atlarını eyerlemişlerdi. Güneşi sollarına alarak, güneye doğru ilerlemeye başladılar.
   
        Yol, birbirleriyle konuşmadan geçiyordu. Öğlen vaktine yaklaşırken bir gölgelikte dinlenmeye karar verdiler. Yol boyunca Yzira, Rowus ve Hesare yine az olsun muhabbet etmişti. Ancak, Aserai elçisi muhabbetleri köşeden izlemeye karar vermişti. Hesare, matarasından suyunu içtikten sonra Aserai elçisine döndü. Onun sessiz halleri Hesare'yi de rahatsız etmiş olacak diye düşündü Rowus.
   
        "Sizin oralarda bu kadar sıcak mıdır?"
   
      Aserai elçisi bu soruya matarasındaki suyu içtikten önce cevap vermeye çalışmadı. Sonra "Evet,öyledir" diye yanıtlayıp sustu. Rowus ise bu durumdan sıkılmış olacak ki elçiye bakarak "Aserai hatunları diyarın en güzel kadınları oluyorlar." dedi. Bunun üzerine baldırına gelen bir taşla inlemeye başladı. Bu taşı atan Yzira'dan başkası değildi tabi ki. "Güzele güzel demek sevaptır." Ardından bunu bir kaç taş daha izlemişti. Bu çiftin içine düştüğü bu haller Aserai elçisinin yüzünde bile tebessüm oluşturmuştu. Rowus Yzira'yı daha da sinirlendirmek istediği belliydi. Bu yüzden "Aserai güzele Krakk yakışıklısına bakar derler, hadi yine iyisin o taraflara gidiyoruz." dedi gülerek. Bu sefer atılan taş değil, Yzira'nın beyaz hançeri habildi. Hançer, Rowus'un tam yüzünün önünden geçmiş ve arkasındaki ağaca saplanmıştı. Bunun üzerine Yzira'nın pis pis sırıtışından yaptığı şeyin komik olmadığını anlamıştı.
   
      Kısa bir molanın ardından yolcular atlarını tekrar eyerlediler ve Teof Boğazı'ndan içeri doğru kıvrılan, iki tarafı da uçurum olan bir yola kadar atlarını dörtnal koşturmuşlardı. Birden, uzunca bir borazan sesi duyuldu. Uçurumun aşağısından gelen bir toz bulutu olduğunu gördüler. Bunun üzerine elçi ile birlikte Hesare'de atından inmişti. Bunun bir savaş olduğu anlaşılıyordu. Hem de başkente bir günden az bir mesafede...
   
    Hesare ve yanındaki arkadaşı savaşan iki orduya bakmaya çalışıyorlardı. Atından inen Rowus'ta arkadaşı Hesare'nin yüzündeki şaşkınlığın nedenini anlamıştı. Çünkü bu savaş Sadya askerleriyle Sarrdak İsyancıları arasında gerçekleşiyordu!
     
      Hesare bu olay karşısında dilini yutmuş bir edayla arkadaşlarına döndü. "Nasıl, bu imkansız." Yzira da elleri kınında bekliyordu. Hançerlerini iki orduya doğru tuttu. "Bu büyük bir savaş değil" diye yanıtladı. Sonra ekledi "Bu sadece öncü birliklerin kapışması.Yani halen daha iki tarafında komutanları buraya gelmemiş." Bunun üzerine Rowus Yzira'nın ne demek istediğin anlamıştı. Sözünü o tamamladı. "Yani, iki tarafta buraya gelene kadar burada bekleyip işin aslını Sadya askerlerini yöneten konttan öğreneceğiz."
   
      Hesare,Yzira onaylar bir şekilde Rowus'a baktı. Yolcular, etrafta konaklayacak yer aramaya başladılar. Güneş batmaya yaklaşırken bir yer bulmuşlardı. Burada uzun bir süre kalabilirdiler. Bu yüzden kamp kurmaya karar verdiler. Nöbeti sırasıyla Rowus,Yzira,Hesare ve Aserai elçisi tutacaktı.
         
      Rowus, hava karardıktan sonra boğazın üzerinde parlayan yıldızlara baktı. Tabi ki yıldızlardan çok gökyüzündeki iki ay daha dikkat çekiyordu. Yere çöküp, bu iki muhteşem gök harikasını incelemeye koyuldu. An ve Mu'ya halk arasında 'Tanrı'nın gözleri' denirdi. Hiç göze benzemiyorlardı oysaki. An gri renkliydi ve Mu'dan bir kaç kat daha büyüktü.Mu ise yeşilimsi bir renkteydi. Mu'nun ayrıca üzerinde büyük bir siyahımsı leke bulunurdu. Geceleri bu yüzden eğer hava kapalı değilse diyar pek karanlık olmazdı. Birdenbire omzunda sıcak bir el hissetti. Bunun Yzira olduğunu düşünüyordu ama Rowus ile konuşmak isteyen kişi Hesare idi. Rowus, arkadaşının mavi gözlerine baktı. Hesare'nin üzerinde pullu bir deri zırh vardı. Rowus ayaklarına doğru baktı.
   
      "Anlamıyorum. Bana soylu olacağım söylendi."
       
      Hesare'nin "Bunun olacağını bilmiyordum." Sonra zorla gülümsemeye çalıştı. "Neler olduğunu öğrenmek zorundayız.Benim de kafam çok karışık."
   
      Rowus, yatan elçiyi gösterdi. Sonra arkadaşına fısıldadı: "Onların bu işte bir parmağı olabilir mi?" Hesare ise arkadaşının önünde derin bir iç çekti.
     
    "Bilmiyorum,olabilir ya da olmayabilir. Kahrolası politika..."
     
    İki arkadaş birbirlerinin sırtlarını sıvazladılar. Rowus, ortamın karanlık havasını değiştirmek için Hesare'nin kolunu tuttu. "Kas kalmamış." Sonra başını iki yana sallayarak tısladı. "Çok yaşamazsın sen." Hesare tebessüm ederken yerdeki ufak bir taşa tekme attı. "Olabilir." Rowus'a döndü. "Sen ise güçlüsün, sen de çok yaşamazsın." dedi. Rowus, Hesare'nin ne demek istediğini anlamamıştı. Ancak, arkadaşının yatmaya gittiğini görünce susmanın daha iyi bir fikir olduğuna kanaat getirdi. O gece en azından onun nöbetinde başka bir konuşma olmamıştı

....


 
      Rowus, yüzüne vuran güneşin sıcaklığının yanında belinin ağrıdığını hissetti. Ağrıyan belini doğrulttu. Hesare ve Yzira hala uyumaktaydı. Atları doğru baktı. Önce gözlerini ovuşturdu. Sonra bir daha baktı. Sadece üç tane at vardı. Etrafına göz gezdirdi. Kimsenin uyanık olmadığını görünce elinin kınına sokarak bağırmaya başladı. "Kaçmış.. Kaçmış! Pislik elçi kaçmış!"
 
    Bunun üzerine iki arkadaşı da bu olağanca gürültü karşısında uykularına devam edememişlerdi. Rowus, yerdeki izleri yoklamak istiyordu. Sesli bir şekilde küfürler saymaya başladı. Hesare, özel bir şeylerini almış mı diye kilitli sandığındaki eşyalarını kontrol ederken Yzira ise bir kaç mil ötede kurulmuş olan ordu çadırlarına bakıyordu.  Rowus tam atına atlarken Yzira'nın boğuk sesi duyuldu. "Kont gelmiş!" Bu, Rowus'u hayli üzmüştü. Üç arkadaş beraber ordugaha doğru eyerledikleri atları sürmeye başladılar.
   
      Ordugaha geldiklerin de onları bir kaç asker tutmuş atlarından indirmişti. Bir süre sonra ana çadıra ulaşmış Kont'un haber edilmesini beklemekteydiler. Bekledikleri şey gelince Sadya'nın kırmızı sarı bayrağı ile bezenmiş çadırının içine girdiler. Kont, otuzlarında kıvırcık saçlı bir adamdı. Rowus, kontun kim olduğunu bilmiyordu. Yanlarında danışmanları bulunuyordu.

    Gelenleri görünce kibirli bir şekilde "Ne için geldiniz askerler,ben Kont Klargus'un ordugahına?" dedi. Gelen gruptaki sessizliği Hesare bozdu. "Efendim, çok mühim bir konuyu size yalnız olarak bildirmemiz gerekmekte." Kont, sinirli bir şekilde etrafına baş hareketi yapmıştı. Etrafındakiler çıkarken Hesare konuşmaya başladı. "Kont'um Sarrdak'lı isyancılarla ilgili istihbaratı nereden aldınız?" Kont, küçümser gözlerle Hesare'ye bakıyordu. "Başkentteki kral tarafından bir gün önce bir kuzgun gönderildi."

        Bu sözün üzerine üç arkadaş da birbirlerine şaşkın bir biçimde bakmaya başladılar. Hesare aralarında en şaşırmış olanıydı. Boğazını temizleyerek Kont Klargus'a sordu. "Kont Klargus.. İsyancılar bu topraklara kadar nasıl gelmişler, buraya kadar gelmeleri imkansız." Klargus da düşünceliydi. "Krallıkta ucu kapalı olaylar dönüyor. Sarrdak İsyancılarının sınırdan geçerken hiç bir kale tarafından fark edilmemesi, yol üzerinde ki iki büyük şehrin yakınlarından geçmeleri... Krallık içinde çok büyük olaylar dönüyor..." Hesare'nin gözleri parıldıyordu. "Kontum, kraldan gelen mektubu görebilir miyim?" Bunun üzerine kont sinirli bir şekilde bağırdı! "Sizin ne haddinize! Rütbesi adı bilinmeyen bir kaç çapulcu gelmiş burada Kral'ın gizli mektubunu istiyor. Askerler... Derhal çıkarın şunları.." Rowus ve Yzira'nın elleri kınlarına gitmişti. Hesare ise kendilerine doğru yaklaşan askerlere rağmen soğukkanlılığını kaybetmemişti.
     
      "Kont Klargus.." Bu sözün ardından Hesare'nin elinde altına benzer bir mühür ortaya çıktı. O anda Kont, Yzira ve Rowus'un gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Çünkü bu, krallıkta sadece Kral'ın seçtiği üç kişiye verilen Kral'ın mührünün kendisiydi!
     
      Hesare'nin mührü çıkarması üzerine Kont Klargus askerlerine "Durun.." Sonra başını iki yana sallayarak pes etti. "Nasıl.. Senin gibi birinde nasıl..." Hesare'ye yaklaşarak elindeki altın mührü aldı.                                                   

"Nasıl...Bu gerçek! Hemen, size mektubu getirtiyorum." Hesare, Rowus ve Yzira'ya baktı. İki kolunu yana doğru açtı. Rowus Hesare'nin bu kadar önemli birisi olduğunu fark edememişti.  Bunun üzerine Yzira koşup Hesare'ye  çarptı. "Can dostum.." Ellerini çırptı. "Mükemmel birisin." Bu, Rowus'un biraz canını sıkmıştı. Hesare'ye baktı. "Gerçekten öylesin Hasır."
 
        Hesare gülümsedi... Rowus sonra Yzira'ya dönerek "Kan Kraliçesi bir erkeğe mükemmel diyorsa, kesinlikle o erkeği dostum yapmalıyım." Üçü
   
        Rowus, Hesare'nin elinden mektubu aldı. Mektupta Sarrdak'lı isyancıların Elucian Kalesi yakınlarında gözüktüğü, başkente bir günlük uzakta olduğunu. Durumun acil olduğunu, hemen kendisine daha önceden verilmiş savunma ordusuyla yola koyulması gerektiği yazılmıştı. Altında Sadya Kralı 2. Zendar'ın mührü vardı. Bunun üzerine gözlerini kaldırıp umutsuz bir şekilde Hesare'ye baktı. "Anlamıyorum."
 
        Hesare "Bir ihtimal var..." Yzira meraklı gözlerle Hesare'ye bakıyordu. Hesare Kont'a bakarak teşekkür etti. Sonra Rowus'un elindeki mektubu Kont'a teslim etti. Dışarı çıktıklarında ıssız bir alanda arkadaşlarına döndü. "Bu işi Kral'ın yapmadığını hatta haberi bile olmadığını sanıyorum." Yzira atladı "Nasıl?Mühür..."

        "Evet mühür kralın. Mühür, Kral'ın bildiği benden başka iki kişinin elinde. Ve ben onları bilmiyorum. Böyle bir şeyi isteyecek birisi ancak tek amaçlılara hizmet ediyor olabilir."

        "Kim bu tek amaçlılar?"

        Hesare Sadya'nın sarı kırmızı bayrağına bakarak Yzira'ya döndü. "Mor Sancaklılar..."

        Rowus, o zaman tepede olan güneşe baktı.
       
        Üzerine güneş batmayan Teof ha...

        Yzira oluşan anlık sessizliği bozdu. "E,şimdi ne olacak?"
 
        Hesare Yzira'ya döndü. "Görevimizi yapacağız. Görevimiz Sardaklı İsyancılar ile anlaşmamızı istiyor,savaşmamızı değil.."
 
        "Yani." Rowus konuşmaya katıldı. Hesare "Kont'u barıştırmamız lazım." dedi.
 
        "İmkansız, öncü birlikler çoktan kan dökmüş bile..." dedi Rowus. Sonra ekledi. "İşin aslı dediğin gibiyse bile Kral'ın bundan haberi olmalı. Kral'a bütün olanları anlatmalıyız. Bize inanması için Kont'tan mektubu almalıyız."

        "Alamayız, vermeyecektir."

        "O zaman öldürürüz."

        "Saçmalama!" Bu sefer sesi çıkan Yzira'ydı. "Öldürsek bile bizi öldürürler. Başka bir yolu var.."

        "Neymiş kan kraliçesi?"

        Yzira Rowus ve Hesare'ye baktı. "Çalacağız."

        Rowus, yerleri vurarak alkışladı. "Ben sana nasıl aşık oldum? Anlamazlar mı?"

        Yzira, Rowus'a baktı. "Gerçekten kan kraliçesi olabilirim biliyorsun değil mi?"

        Hesare Yzira'nın planını merak ediyordu. "Rowus haklı. Peşimize adam gönderir, Kral'ın mührünü taşımam bile beni bir suç işlemekten kurtaramaz."
 
      Yzira'nın ela gözleri parlıyordu. "Ama o mühür, o mektubun kopyasını yazıp, o mektupla yerini değiştirmememizi sağlar."  Rowus sevdiği kızın zekasına hayran olmuştu.
 
      "Eğer yazıp, mühürler ve sonra mührü kırarsak o mektubun çalındığını kimse anlamaz." Hesare bu sözleri söylerken düşünceliydi. "Ya da anlayabilirler ama anlaşılana kadar süre kazanmış oluruz." Sonra, Yzira'ya döndü. "Bize Kral'ın yazısının aynısını yazabilecek birisi lazım.. Mektupla çadırın dışına çıkabileceğimizi sanmıyorum. O yüzden, birisi o çadırı kesip gizlice girmeli yanında kağıt kalem ve bu mühürle. Ve, Kral'ın mektubunun aynısını yazabilmeli..
   
    O an Rowus öne atıldı. Geldiğinden beri hiç bir işe yaramadığının farkındaydı. "Ben yaparım, Hesare."
   
    Yzira güldü. "Hadi oradan..." Rowus, Yzira'ya baktı. "Sana aşk şiirleri yazdığım zamanları hatırlamıyor musun?"
 
    Yzira tekrar güldü. "Evet, hiç bir zaman iyi mi ya da kötü mü olduklarını anlayamadım. Çünkü o yazıyı hiç okuyamadım Rowus Elsin."

    "Ama okumuş gibi davrandın."

    "Çünkü, seni seviyordum." Sonra omzunu silkti "Hala seviyorum, maalesef"

    Rowus alışılmamış bir yüz ifadesiyle "Ne demek maalesef?"diye sordu. Sonra masumane gülüşünü görünce bunun kötü bir şaka olduğunu anladı. Hesare'ye ve onun mührüne baktı. "Yapacağım Hesare."
 
    Hesare tedirgin bir şekilde mührü Rowus'a uzattı. Askerlerin konuşmasından Sarrdak isyancılarının daha gelmediğini duymuştu. O yüzden biraz rahattı. Rowus, geceyi beklemeyi koyuldu.

***

    Hava kararmış ve kampın vardiyaları değişmişti. Gerçi savaş yaklaştığı için uyuyan asker yoktu ve kamp gün içinde olduğu kadar hareketliydi. Rowus, bu hareketlilikte görünmeden çadıra nasıl girebileceğini hesaplıyordu. Tabi, Hesare ve Yzira o çadırdayken ona dikkati üzerilerine toplayarak yardım edeceklerdi. En azından böyle anlaşmışlardı.
 
    Şimdi üçlü ana çadırın arkasındaydılar. Etrafta şansına pek asker yoktu. Sadece ileri de kamp ateşinin etrafında oturan askerler vardı. Rowus eline hançerini aldı. Hesare ve Yzira çadırın içindeydi. Bir süre sonra Yzira'nın hançerinden birinin ucu çadırın kumaşını deldi. İşaret gelmişti. Rowus da kendi hançeriyle çadırı kesmeye başladı. Açılan kumaşı kaldırınca Yzira'nın bacaklarını görmüştü. Önce Rowus eğilerek içeri girdi. Sonra, Yzira dışarı çıktı. Hesare içerdeydi. Sessiz bir şekilde "Kimseye görünmedin sanırım." Rowus "Umarım." diye yanıt verdi. Hemen mektubun konulduğu sandığa doğru sessizce yaklaştı. Burası ana çadırın deposuydu. Garipti. Şimdi aklına gelmişti. Bu tarz önemli mektuplar yakılırdı ancak bu yakılmamış hatta ordugaha getirilmişti. Ama sonuçta bütün sorular mektubu krala gösterince bitecekti.
   
    Sandığı açtı. O an sandığın yanındaki tel düştü. Telin düşmesiyle beraber çadırdaki alarm zili çalmaya başlamıştı. Hesare Rowus'a, Rowus Hesare'ye baktı. Tek yolları kalmıştı. Mektubu alıp kaçmak. Rowus, mektubu almaya yönelirken birdenbire çaprazındaki dolabın kapısı açıldı ve bir el gözüktü. bU el Rowus'un kolunu tuttu. Yzira da çadıra kestikleri yerden girmişti. "Askerler geliyorlar!" Hesare kınından kılıcını çekti. Rowus kendisini tutan ele baktı. Kendisine tutan el dolabın kapaklarını iterek vücudunu ortaya çıkardı. Mor elbiseliydi. Yüzü gözükmüyordu. Ani bir saldırıyla Rowus'un tek gözüne çıkardığı hançeri sapladı. Rowus "Ah!" diye bağırırken çoktan morlu savaşçının göğsüne Yzira'nın hançeri saplanmıştı. Yzira "Rowus!" diye bağırırken aynı anda içeriye askerler giriyordu. Rowus, tek gözüne saplanan hançerin etkisiyle yere sırt üstü düşüvermişti. Duyduğu son ses "Tutuklusunuz!.Ne bu... Kim? Nasıl?" diye bağıran askerlerin sesiydi. Hissettiği son şey ise elindeki mührü alıp "Rowus,Rowus.." fısıltılarıyla elini tutan Yzira'nın eliydi.
 
Ve evet, Osealion'un en uzun bölümüyle karşınızdayım. (Merak etmeyin bundan sonra giderek kısalıyor.  :iamamoron:)

Bundan sonra her hafta pazar günleri yeni bölümün geleceğini ilan etmekten de keyif duyarım :smile: Yazım, imla ve bazı kısımlarda gözden kaçırdığım anlatım bozuklukları olabilir. Bunları bana bildirmeniz yazarlığımı geliştirmeme yardım edecektir. Olumlu ya da olumsuz eleştirileriniz beni motive ediyor. Yine iki kısım halinde yayınlıyorum. İyi okumalar.

3.KALPÇELEN
Raven
  Uçsuz karanlıktan gelen uluma sesi etraftaki tüm olağanlığı bastırmıştı. Raven tüm dikkatini sesin geldiği yere odaklamış bir şekilde gecenin rengini alan koyu çimlerin üzerinde çıplak ayaklarıyla duruyordu. Az sonra uluma sesi tekrar başladı. Raven, sesin uzaktaki lacivert kayalardan geldiğini fark etmişti. En büyük kayanın üzerindeki gölgeyi zar zor ayırt etti. Ama onu asıl şaşırtan bu gölgenin uluyan bir ayıya benzemesiydi. Bunu düşünürken ayı siyahlara bürünüp ortadan kayboldu. Raven'in soluklanmasına imkan tanımadan tam önünde belirdi. Gözleri siyahtı, parlıyordu. Tüyleri kahverengiydi, dalgalanıyordu. Dişleri sapsarıydı, salyalanıyordu. Genç kız, bu manzara karşısında çığlık atarak uyandı.
 
  Yatağın içinde hissettiği ıslaklığı önce ayının salyası sandı. Fakat o kendi terinden başka bir şey değildi.Üzerinden yorganı fırlatarak ayağa kalktı. Karşısındaki aynada beliren mavi gözlerine bakmaya korktu bu yüzden sadece eliyle ovalamakla yetindi. Pencereden bakınca gökyüzünde iki ayın parıldadığını gördü. Daha gece yarısında olduklarını anlamıştı. Hava almak için pencereyi açtığında, odasını Asmar'ın kuru havası doldurmuştu.
Raven, diyardaki yaşıtlarına göre çok şanslı bir kız olduğunu biliyordu. Raven'in ailesi Asmar sarayında belli bir mevziiye gelmiş bir aileydi. Asmar'ın sarayı, Kızıltı'da bulunan evlerinden görülen tek ve en büyük yapıydı. Gecenin karanlığında, sadece üç tane nöbet kulesinde yanan ateşin ışığını yansıtan duvarlarının kızılımsı rengi belli oluyordu. Asmar şehri, diyardaki tüm yolların çıktığı şehir olarak bilinirdi. Hem bu yüzden hem de sahip olduğu kızılımsı duvarları yüzünden insanlar arasında  "diyarın yakutu " olarak bilinirdi.İnsanlığın bildiği kadim şehirlerden biri olan Asmar'ın kuruluşunun binlerce yıllar geriye dayandığı düşünülürdü.

  Asmar, Aserai Sultanlığı'nın başkentiydi. Diyarın en parlak ticaret merkezi olmasından dolayı, çevresini kaplayan yakut renkli duvarlarından rehavet ve zenginlik parıldardı. Ne yazık ki Raven, bu duvarları göremiyordu. Çünkü yaşadıkları ev sarayın avlusundaydı ve önünde kendinden alçakta başka evler bulunuyordu. Bu evler oval bir daire şeklinde sarayın çevresinde yükselen büyük bir arenanın basamaklarına inşa edilmişti. Bütün evlerin yüzü Asmar Sarayı'na dönüktü. Saray ortadaki oval arazinin ortasındaydı. Raven şu anda pencereden sarayın avlusunu görüyordu. Sarayın arka tarafında Raven'in çok sevdiği bahçe bulunurdu.

  Aserai Sultanlığı kuzeyde Sadyalılar, doğuda Sarrdaklılar ile komşuydu. Batısında Üçyel Denizi uzanırdı. Bu deniz, ana kıta ile Krakk Adası arasında bulunurdu.Güneyinde ise dünyanın sonu olarak bilinen Hek dağları bulunurdu. Gerçi bazıları o dağların arkasında da başka diyarların olduğunu savunurdu lakin Raven bu düşünceleri kaldırabilecek kadar zinde değildi. Tekrar öyle bir kabus görmemek umuduyla yatağına girerek uyudu.

***
   
  Raven, kapıdan gelen sese uyandı. Birisi kapıya vuruyordu. Bıkkınlıkla yarı uyanık yarı uyur halde "Uyandım işte!" diye bağırdı.  Üzerinden yorganı atıp hırçın bir şekilde güneşin ışığıyla iyice ısınmış olan zeminde yürüyüp bir an önce hazırlanmak için dolabına koştu. Kapı bu sırada açılmış ve içeriye evlerinde çalışan orta yaşlı hizmetçi girmişti. Hizmetçi orta yaşlı olmasına karşın yüzünde yılların tecrübesi görülüyor ve işini bilen bir kadın gibi duruyordu. Çok şişman olmasa da tombul birisi olduğu söylenebilirdi. Başında her zaman taktığı krem rengi bandajı vardı. Saçlarını topuz yapmıştı. Saçlarının kıvrımlarında yer yer beyazlıklar göze çarpıyordu. Boyu neredeyse Raven'in boyuyla eşitti. İsmi Drella olan bu kadın Aserai Sultanlığı'nın Limyas şehrinde dünyaya gelmişti. Okuma yazmayı az bilmesine karşın ev işlerini yürütmesini çok iyi bilirdi.
 
  Drella, şimdi iki elini sırtında birleştirmiş asık bir yüzle Raven'e bakıyordu."Zamane kızlar.." diyerek söylendi ve Raven'in aradığı elbiseyi dolaptan çıkarıp  eline uzattı. Raven aceleci bir şekilde "Ben bunu istemiyordum. Ah.. Drella teyzecim seni ne kadar severim bilir misin?" diye gülümsemeye çalıştı. Üstündeki yorgunluğun kalktığını hissediyordu. Drella ona bakmadan konuşmaya başladı;
 
  "Siz zamane kızlar yok mu... Bizim zamanımızda biz gün ışımadan doğardık. Gel bak bakalım güneş ta nereye kadar yükselmiş."
   
  Raven utanarak "Gece uyuyamadım." dedi. Sonra aşırı gülünç bir şekilde "Dikiş kursum!" diye bağırdı ve bir an önce hazırlanmak için işe koyuldu. Drella ise gülümseyerek ona bakmakla yetindi ve onu kendi işini yapması için odada yalnız bıraktı.
 
  Çok geçmeden Raven hazır olmuştu. Aşağıya inerken yeşil elbiseleri giymiş bir şekilde kahkaha atıyordu. Üzerine fazlasıyla dikkat çeken koyu yeşil renkli bir elbise giymişti. Bu gün dikiş kursu olduğunu neredeyse tamamen unutmuştu. Oh diye hatırladı. Osema'yla beraber gidecekleri konusunda anlaşmışlardı. O çoktan gitmiştir diye düşündü. Aklına yer yer gece gördüğü kabus geliyordu. Yemeğini yerken pencerede oluşan gölgeyi ayıya benzetti. Ama bu evlerinin önünden geçen bir atlı arabanın gölgesinden başka bir şey değildi. Masayı incelemeye başladı. Hizmetçi Drella onun için bal hazırlamıştı. Balın koyu rengine rağmen güneş ışığını yansıtabiliyordu. Nedense Raven'in aklına bu balı görünce  küçük bir midilli gelmişti. Bu sırada neredeyse bir lokma boğazında kalıyordu. Üç kez öksürdü. Hizmetçi kadın Drella'nın sırtına üç kez vurmasıyla kendine geldi.
 
  Evden çıkarken Drella'nın kendisine verdiği küçük dikiş paketini elbisesinin kenarına sıkıştırdı. Bu tarafın yolları pek kalabalık olmazdı. Güneşe bakınca baya geç kaldığını fark etmişti. Bu yüzden acele adımlarla sokakta yürümeye başladı. Geniş sokaklar oval biçimde aşağıya doğru iniyordu ama buna zamanı yoktu. Bu yüzden boş araziden direk aşağıdaki sokağa gitmeyi denedi. Araziden geçerken sarı otların arasında bir gölge fark etmişti.  Bu gölge tanıdık bir çocuğunkine benziyordu. Raven yavaşladı çünkü o gölgenin kime ait olduğunu bilmek istiyordu. Bu yüzden adımlarını yavaşlattı.  Kendisi otluk alandan çıkıp taş yola geldiğinde bile gölge oradaydı. Gölgenin ne yaptığını o denli  merak etmişti ki olduğu yerde durdu ve gölgeyi izlemeye başladı. Gölge giderek büyüyordu. Sonunda otların arasından tanıdık bir sima çıktı. Bu Iswaq'tı. Raven , nedense şaşırdığını hissetmiyordu. Burada böyle tuhaf bir işi yapabilecek tek çocuk zaten oydu. Tam arkasına dönecekken Iswaq güler yüzle merhaba dedi. Raven de çocuğu selamladıktan sonra yoluna devam etti. Iswaq'da arkasını dönüp Raven'in gittiği yönün tam tersine doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Raven bunu tabiki bir kaç adım gittikten sonra içine gelen o merak duygusu ile yolun ortasında dikilip arkasını dönünce görmüştü.
 
  Bu çocuğun ne yaptığı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Hakkında türlü türlü iddialar vardı. Bazıları sorunları olan bir çocuk olduğunu söylüyor, bazıları dengesiz diyor bazıları ise çok zeki buluyordu. Raven'e göre onun bir karakteri yoktu. Nedense içinde onun iyi biri olduğuna dair bir inanç vardı ancak bunu destekleyecek hiç bir bulguya sahip değildi. Bu çocuğun geçmişte bazı dengesiz davranışları olduğunu duymuştu. Biraz farklı düşünür ve felaket tellalıymışçasına bir süreçten bahsedip dururdu. Bahsettiği zamanlar bazılarının anlattığına göre diyarın baştan aşağıya bir felakete sürükleneceği zamanlardı.

  Iswaq'ın her ne kadar bu davranışları olmasına rağmen bazıları bu davranışlarını severdi. İlginç ve zeki birisi olduğu için bir çok kesimin dikkatini çekerdi. Hemen her şeyde mutlaka farklı bir yoruma sahipti. İlginç bir şekilde kendini bir çok ilimde yetiştirmişti.
 
  Özellikle doğudaki göçebe kabilelerin dillerini iyi bilir konuşurdu. Bu dile Bhratça denirdi. Raven tüm bu düşünceleriyle beraber yolda yürürken yolda Iswaq'ın aynı zamanda baya iyi bir at binici olduğu geldi. Iswaq yaşıtlarına göre normal boylarda, hafif çekik gözlü, dalgalı siyah saçlara sahip bir gençti. Bazıları da onun hakkında diye düşündü ama sonradan vazgeçti. O bazıları herkes hakkında bir şeyler söylüyorlardı. Bu çocuğu düşünmekten vazgeçip adımlarını tekrar hızlandırarak dikiş kursunun yoluyla ilgilenmeye başladı.

  Yol giderek kalabalıklaşıyordu. Dikiş kursu, saray binasındaydı. Saraya yaklaşıldıkça yollar kalabalıklaşırdı. Etrafta iyi görünümlü aileler, hizmetçiler, devlet adamları koşuşturuyordu. Ailesinin çalıştığı binanın önünden geçiyordu. Normalde vakti olsaydı uğrardı ancak bu sefer sadece sevecen bir bakış atmakla yetindi. Nihayetinde kızıltının kapısına varmıştı. Kızıltı sarayın sarayın çevresinde olan duvarlar gözükmeye başlamıştı. Asmar şehri iç içe geçmiş üç şehirden oluşan bir şehir diye anlatılırdı. En büyük şehir fakir halkın ve yabancıların yaşadığı en dış surlarla çevrili kısımdı. İkincisi Ravengilin yaşadığı Asmar sarayında çalışan memurların içinde yaşadığı şehrin tam ortasında bulunan bir yerdi. Şimdi Raven içinde sadece sarayın ve bahçesinin olduğu üçüncü en iç şehre girmek üzereydi. Bu sarayı görünce her zaman dili tutulurdu. Çünkü ne zaman baksa yakuttan yapılmış gibi parlardı. İçinde Aserai'nin yüce sultanı Talut oturuyordu. Şimdi o sarayın harem kısmına girecekti. Sırasının gelmesini bekledikten sonra her zaman karşılaştığı kapıcıya, dikiş kursu için geldiğini gösteren altın parayı verdi. Ardından içeri girdi.

  Dikiş kursu haremin bahçesinde ufak iki katlı binada verilirdi. Bu binanın önünde insan modelleri bulunurdu. Bu modellere sarıdan kırmızıya pek çok renkte elbise giydirilirdi. Her ay bu modellerde öğrencilerin yaptığı en iyi beş giysi sergilenirdi. Binanın önünde hiç kimse olmadığını görünce Raven bir hayli üzüldü. Ancak binanın önünde sarı elbiseyi inceleyen Osema'yı görünce hiç duyamadığı bir sevinç duydu. Şimdi koşup arkadaşına sarılmak istiyordu.

"Osemaa" diye çığlık atarak Osema'nın koynuna atladı. Arkadaşı bu duruma şaşırmasına rağmen kendisini kucaklamaya gelen Raven'e doğru koştu. İki kız kavuşma merasiminden sonra konuşmaya başladılar. Söze giren Osema oldu:

"Neredesin yahu, hani bu gün buluşacaktık?"

Raven çok mahcup olmuştu. "Geç uyandım, gelemedim." diye yanıtladı.

Osema gülerek "O zaman bu gün iki kat fazla dikiş dikeceksin" dedi.

Raven acınası gözlerle Osema'ya baktı ve "Maalesef" dedi. Sonra heycanlı bir şekilde gece gördüğü rüyayı anlatmaya başlamıştı ama Osema onu kolundan çekerek binaya doğru sürüklemeye başladı. "Rüyanı hanıma anlatırsın. Biliyorsun çok pis bir kuralcılığı var." Raven ise çaresiz bir şekilde söyleyeceği kelimeleri düşünerek içeriye doğru yürümeye başladı.

Osema'yı hanımın gönderdiğini biliyordu. Ona arkasından baktı düşünmeye çalıştı. Neyi düşündüğünü kendisi bile bilmiyordu. Şu an Osema'yı düşünüyordu. Osema sarı saçlı, kısa boylu ve yeşil gözlü bir kızdı. Açıkcası onu bu şehirde tanımayan yok gibiydi. Babası orduda çalışan yüksek dereceli bir subaydı. Bu gün üzerine mor bir elbise giymişti. Açıkcası Raven Osema'nın her halini beğenirdi. Kıza hayrandı ve taparcasına seviyordu. Osema, Raven'in en iyi arkadaşıydı. İki dostun arasında sular akmazdı. Birbirlerinden gizlileri saklıları yoktu. Ama bu gün Raven nedense rüyayı anlatamadığı için Osema'dan çok büyük bir şey sakladığını düşünüyor  bunun için sıkılıyordu. Dikiş kursuna bunları düşünerek girdi.

Hanım zannetiği gibi kızmamıştı.Bu gün iyi gününde gibi gözüküyordu  Her zamanki gibi Osema'nın yanına oturmuş ve elbisesini dikmeye başlamıştı. Başlangıçta özen gösteriyordu ancak yine aklı gördüğü rüyaya gitti. Gözlerini iyice diktiği şeye yoğunlaştırarak elbisesindeki dikişlerinin sırasını bozdu. Şu an kahverengi bir iple dikiyordu. Kış için bir hırka hazırlıyordu Raven. Dikiş sırasını iyice karıştırmıştı ama bunu umursuyor gibi gözükmüyordu. Hanım bu sırada öğrencilerinin dikişlerini görmek amacıyla yürümeye başlamıştı. Bu da Raven'in umrunda değildi. O sadece elindeki dikişe odaklanıyordu. Osema onun sırayı büsbütün karıştırdığını fark etmişi. "N'apıyorsun deli? İki düz bir çapraz. Hoca çok kızacak." diye fısıldadı. Ancak Raven'in onu taktığı yoktu. Osema bu sefer renkli tırnaklarıyla Raven'i bacağından cimcikledi. Raven işte o zaman ona döndü ve hırkanın üzerine yaptığı şekli gösterdi. Osema o zaman içindekini tutamadı ve kısık bir sesle gülmeye başladı. Çünkü Raven'in yaptığı motif bir ayı motifiydi.

Raven şu an elindeki motifi gururla seyrediyor ve hocanın çok fazla beğeneceğini umuyordu. Ancak sonradan aklı başına geldi ve "Eyvah! E ayı kız niye demedin?" diye Osema'ya sinirli bir bakış attı. Osema ise sadece buna omuz atarak karşılık verdi. Yakın arkadaşının bu garipliklerine alışkındı. Hanım şimdi onların sırasına gelmişti. Osema'nın dikişine bakarak gülümsedi. Sonra iyice onu evirdi çevirdi ve "Aferin kızıma. İşte böyle ince ve narin olacaksınız kzılar." diye Osema'yı övdü. Bu sırada herkesin kıskanç gözlerle Osema'ya baktığını fark edebiliyordu Raven. Ancak şu an endişe etmesi gereken başka bir şey vardı. Bu da diktiği hırkaya bir ayı deseni yapmış olmasıydı. Hanım Raven'in elindeki görünce kaşları çatıldı ve hırçın bir şekilde "Bu ne kızım?" diye sordu. Atölyedeki uğultu bunun üstüne tamamen bitmişti. Raven çanların şimdi çalması için dua ediyordu.

Hanım sorusunu daha yüksek bir sesle tekrarladı. Raven mahçup bir şekilde "Kıyafet.." der demez herkes kahkahaya boğuldu. Herkes katıla katıla Raven'in soğuk esprisine değil ama hanım eline alıp herkese gösterdiği "Müthiş bir incelik eseri. Tebrik edin arkadaşınızı.." diyerek gösterdiği ayı motifli hırkaya gülüyordu. Ardından arkalardan uzun boylu sinsi bakışlı pek de güzel olmayan gıcık görünüşlü bir kız alkışlamaya başladı. Bu alkışlamaya herkes katılmıştı. "Raven! Sonraki zamana beş çift çorap istiyorum." diyen hanımın sesini az sonra çalan çan sesi bastırdı. Osema halen katıla katıla gülmekteydi. Az sonra arkadaşının koluna girdi ve dışarı çıktılar.

"Başına illa bir iş getireceksin değil mi?" diye alay etti Osema.

"Ben değil, rüyam..."

"Rüyanda ayı mı gördün kızım?"

  Raven Osema'ya nasıl bildin dercesine baktı. "Evet, hem de uluyan bir ayı." Bunun üzerine Osema neşeli bir gülme krizine tutuldu. Raven de somurtmaktan  vazgeçti ve dostuna gülmesinde eşlik etmeye başladı. İki kız da kendilerine geldiklerinde Osema yeşil gözlerini sildi ve normal bir bakışla parıldayan kızıl saraya gözünü dikti. Osema'nın gözlerine bakan Raven'in içini tuhaf bir his kapladı. Sanki sarı saçları güneşin altında bir ruh gibi parıldıyordu ancak buna karşın gözlerinin rengi çok soluk bir yeşildi. Raven önce bu durumu yaşayan bir cesetle özdeşleştirdi  ancak sonra düşündüğü saçma şeyden vazgeçti.
Beraber yürümeye başladılar. Raven, erkeklerin talimini izlemeye gitmek istiyordu. Bu yüzden adımlarını o yöne doğru yönelttiler.  Avlu sarayın bu kısmındaydı. Neredeyse beş yüz kişiyi içine alacak şekilde genişti. Osema ile birlikte avlunun kenarında bulunan beyaz bir fıskiyenin taşlarına oturdular.  Mermerimsi bir taştan yapılmış bu fiskiyeden uzun saçlarından dolayı terlemiş boyunlarına serin bir hava geliyordu.
 
***

  Öğlen güneşi beyaz alnının ortasından parlarken ,yeşil gözleriyle Raven'e gülümsüyordu şimdi Osema. Sonra  elleriyle saymaya devam etti. "Sonra, beni şu yeni inşa edilmiş malikanenin önündeki çeşmeye götürdü.." Konuşmalarını uzatarak bitiriyor ve konuştuğu şey ne olursa olsun  insanın kanına bir sıcaklık veriyordu. Raven'in onu dinlerken biraz sıkıldığını fark edince, dudaklarını büzerek "Sen de mi onlar gibisin" diye karşılık vermeyi ihmal etmedi. Raven tebessüm ederek Osema'ya baktı. "Ortamın en tatlı çocuklarıyla birliktesin, tabi kıskanacaklar." Sonra göz kırparak arkadaşının göğüslerine vurarak ekledi "Kıskanacağız." Osema kısa bir kahkaha attıktan sonra devam etti.  Biraz meraklanmışçasına "Senin de çok talibin var, Raven." diyerek arkadaşına bir kaç teselli sözü etti. Raven karşılığında yere bakarak "Biliyorum." demekle yetindi.
 
  Osema doğuştan tatlı bir kızdı. İnsanlara yardım etmeyi sever, Raven kadar soğuk davranmazdı. Her erkeğin hayallerinde olan melek gibi bir kız diye düşündü. Ama garip bir his vardı içinde. Osema'nın yeşil gözlerini görünce aynada kendisini görmüş kadar heyecanlanırdı. Onu başkalarının yanında görmeye dayanamazdı. Kendisinden çok Osema'ya bağlıydı. Bunları düşünürken kendine evet dercesine mırıldandı "Osema'ya aşığım." Oysa, kendisi de onun gibi bir kızdı. Biliyordu, toplum bunu anormal karşılıyordu, belki Osema bilse o da anormal karşılayacaktı. Bu da ondan soğumasına neden olacak ve bu yüzden bir daha hiç bir zaman Raven'in suratına bakmayacaktı.

  Osema, sarayın muhafızlarını kontrol etmekle yükümlü bir subayın kızıydı. Subay da kendisi gibi yeşil gözlüydü ve yakışıklı bir adamdı. Bu yüzden, Osema'nın ünü Asmar şehrinde herkes tarafınca bilinirdi. Her ne kadar güzel olsa da Raven çocukluk arkadaşının çok büyük bir sıkıntı içinde olduğunu biliyordu. Annesizlik... Annesi onu doğururken ölmüştü. Bazı günler kendine aşık olan kendinden büyük ressamcı bir çocuğa annem nasıldı, bana onun bir resmini çizip getirir misin der, ertesi gün kendine oldukça benzeyen resimle gelen çocuğun yüzüne sıcak bir gülümseme atardı. Erkeklerin üzerinde doğuştan gelen bir etkileme özelliği vardı Osema'nın.  Şu an yerdeki yeni bitmiş çiceklere bakıyordu.

  Raven, büyük bir çeviklikle yerden bir papatya koparıp Osema'nın saçına taktı. "Yarın kadar aklın yok değil mi  canım?" diyerek gülümsedi ve arkadaşına dostça bir sarılış yaptı.

  "Niye kopardın ki sen şimdi onları?Çicekleri koparmama..."

Raven, bu sevecen uyarıyı eliyle kesti ve fısıldadı. "Çok tatlılar da ondan."

  "Sana güzel gelen her şeyi mahvetmemelisin."

  "Onları ben değil, tatlılıkları mahvetti." diyerek ahırın önünde talim yapan oğlanlara baktı. Bu, oğlanlar tanınan oğlanlardı.

  "Böyle mi tutuyorduk?" diyerek arkadaşına doğru ironi yapan çocuğun adı Esmert'ti. Esmert, saray muavinlerinden birinin oğluydu. Kıvırcık siyah saçlara ve mavi gözlere sahipti.

  Kılıcını savururken yine bir ironiyle "Canımı yakmayı becerdin, ben savaşmayı bırakıyorum." diye kendini yere atan çocuğun ismi Uktern idi. Kendisi esmer, hafif çekik gözlü birisiydi.
 
  Öte yandan tanıdık birisi göze çarpıyordu. Raven'in buraya gelirken karşılaştığı çocuktu bu. Raven, onu burada görünce yine sabahkiyle aynı duyguya kapılmıştı. Iswaq'ın garip bir hali vardı. Gerçi Iswaq'ın garip olmadığı bir zaman mı vardi ki? Bu gün kaçamak bakışlarla Raven ile Osema'nın bulunduğunu yere bakıyordu. Raven çocuğun kendisini kesip kesmediğini merak etmiyordu çünkü belli bir şekilde Osema'yı kesiyordu. Osema da bunun farkındaydı. Osema'ya göre Iswaq dengesiz, ne yaptığını  bilmeyen, sorunları olan ve gizemli görünmeye çalışan bir ergenin tekiydi. Görünüşe göre Iswaq'ı o kadar zeki bulmuyordu. Ancak tuhaf bir şekilde Raven, Osema'nın içinde çocuğa karşı olan bir ilgi olduğuna inanıyordu. Bu ilgi belki olumlu bir ilgi değildi ama yine de nedense Raven'i rahatsız ediyordu.
 
  Iswaq'ın bir talim dövüşüne hazırlandığı belliydi. Karşısında  dövüşte ustalığıyla tanınan Esmert vardı. Raven, Osema'nın biraz sıkılmış olduğunu görmüştü . Ona göre çoktan kazanan belliydi sanki. Ama nedense bu sefer Iswaq'a güveniyordu. Iswaq eline tahta kılıcı alırken bir kaç kızla erkeğin arkasından "Çamur baba.." dediğini duymuştu. Bunun nedeni en son talimde çok feci bir şekilde yenilmesiydi. Bu talimi Raven izlemişti. Iswaq, karşısındaki çocuğun ayaklarının dibindeki kurumamış çamurda yuvarlanmıştı. Bu o zaman ahaliyi pek eğlendirmişti. Ardından Raven, çocuğun yumruklarının sıkarak oradan uzaklaştığını görmüştü.

  Raven, bu gün Iswaq'ın yeneceğini hissediyordu. Onu bu süre zarfında pek çok kez talim yaparken görmüştü. Mutlaka yenecekti, yenmeliydi. Birden kendini buna dua ederken buldu ve bu haline çok şaşırdı. Iswaq, eline tahta kılıcı almıştı. Bir savaşçı edasıyla hareket ediyordu. Bir ayağını öne koydu. Karşısında Estern vardı. O ise gülüyordu. Estern iyi ve onurlu bir çocuktu. Iswaq'la iyi anlaşırdı ama zaman zaman onun garip davranışlarına üzülür elinden gelen yardımı yapmaya çalışırdı. Şuan iki rakip de gardını almış bekliyordu. Osema'ya göre bu bir haman dövüşü olsa gerekti ki sıkıntıdan bir çiçeği koparmıştı. Raven, buna ses çıkarmadı. Dövüşü izlemeye koyuldu.

  Iswaq, eline kılıcı yine o çok bilen masumane gülümsemesiyle aldı. Her zaman yaptığı gibi içinden bir şey mırıldandı. Uktern çevresindekilere sessizce bir şey söyleyerek gülmeye başladı. Esmert, her haliyle yenecekmiş gibi davranıyordu. Iswaq'a doğru gülümseyerek kılıcını savurmaya başladı. Iswaq kılıcı havada bloklayabilmişti ancak bir kaç adım geriye gitmişti. Ardından ardı ardına bloklamak zorunda kaldı. Esmert, rakibine saldırı yapması için bir şans verdi. Iswaq alttan saldırmaya çalıştı, Esmert son anda blokladı. Iswaq'ın saldırıları halen güçsüz diye düşündü Raven. Belki de yeteneği yoktu bu işe. Ancak, çocuktan umudunu kesmemeye kararlıydı.

  Iswaq, Estern'in üç saldırısına ancak bir saldırıyla karşılık verebiliyordu. Birden bire kılıcı elinden düştü, yere başını öne eğerek çömeldi. Kılıcını almak istediği belliydi. Ancak çocuklardan iri kaslı birisi kılıcı kahkaha atarak tekmeledi. Iswaq bir hınçla kılıcı almaya başlarken, bir çocuk daha kılıca tekme attı. Artık kılıç Iswaq'ın ayağa kalkmadan alamayacağı kadar uzağa düşmüştü. Gözlerindeki parıltı halen daha tükenmemişti, lakin rezil haldeydi. Üstü başı çamurlanmış, etrafındaki çocukların hepsi gülüyordu. Bir ara Raven, Osema'nın da elini yüzünde götürerek güldüğünü gördü.

  Oysa, etraftaki tek kızlar onlar değildi. Bir çok kız haman dövüşünün etrafına toplanmışlardı. Halk arasında bu tarz talimlere haman dövüşü derlerdi. Bir rakibin çok güçlü,diğerinin ise çok güçsüz olduğu bu talimlere...
Arkadaşlarını gülerek engelleyen Estern Iswaq'ı yerden kaldırdı. Gelen alkışlar o sırada pek tabi Estern'e idi. Tüm karizmayı bir an da toplamış olan Estern bir halk kahramanı edasıyla Iswaq'a kılıcını uzattı.
Iswaq,  teşekkür ederek sakince ayağa kalktı.

"Onurlu birisin Estern."

"Kılıcı yerde olan birine de saldıracak değildim ya."

"Yanıldın. Saldırsaydın kazanacaktın."
 
  Estern bir anda Iswaq'ın savurduğu kılıç darbesiyle yere düştü. Estern yere sırt üstü bir şekilde düşmüştü. Kurallara göre eğer iki taraftan birisi sırtı yere gelecek şekilde düşerse yenilmiş sayılıyordu. Bu talim dövüşlerinde herkesçe bilinen bir şeydi. Iswaq yenmişti. Gülümseyerek çevresine bakındı. Ancak çevresindeki hemen hemen hiç kimse ona gülümsemiyordu. Hiç bir el de onu alkışlamıyordu.
 
  Estern ayağa kalkarak başını iki yana sallayarak Iswaq'a bakış attı.  Sonra arkasını dönüp yürümeye başladı. 

  Iswaq durgun bir haldeydi. Arkasından gelen Uktern'e hemen döndü ve onun yumruğunu tutarak karşılık verdi. Bunun üzerine Uktern, Iswaq'a kafa attı. Iswaq yere düşmüştü. Ardından Uktern'in ardından gelen beş çocukta çocuğa olağanca gücüyle saldırmaya başladı. Iswaq, şu an en az beş çocuktan tekme yiyordu. Raven durun demek istedi sadece gözlerinin ıslandığını hissediyordu. Estern de aynısı şeyi söylemek istiyordu sanki. Bir süre sonra Iswaq'dan inlemeler gelmeye başlamıştı. Yerde ki kanı gören Raven kusmamak için ağzını kapattı. Uktern ve beş çocuk olağanca gücüyle Iswaq'ı dövmüşlerdi ve hınçlarını almış olsalar gerekti. O an Estern bağırdı "Uktern, senin onurun yok mu?" diye bağırdı. Hızlıca koşarak Uktern'i itti. Uktern'in yüzündeki kırmızılık geçmişti. Yerde yatan çoçuğa tükürdü. "Bu onursuz, haysiyetsiz, kendisini bir şey sanan salağa dersini verme zamanı gelmişti.Bu ona yapabileceğimiz tek iyilikti." Estern bunun üzerine sinirlendi ve Uktern'e kafa attı. Bunun üzerine yerde burnu kanayarak akan Iswaq hareket etti. Ayağa kalktı ve herkesin gözü önünde oradan uzaklaşmaya çalıştı.

  Hemen Estern onun peşinden gitmek isteyenleri engelledi. Raven de Iswaq'ın nereye gittiğini görmek istiyordu. Ancak Osema onun eteğinden tutarak yerine oturttu. Çocuğa acayip bir şekilde acımıştı. Çocuk bir kaç adım daha attıktan sonra tekrar yere çömeldi. Iswaq, hem burnunu, hem de morarmış gözünü tutuyordu. Etrafta herhangi bir görevlinin olmaması şanslarınaydı.  Raven Osema'ya baktı ve onun "Yazık.." diye mırıldandığını gördü. Yerden kopardığı çiçeği Osema, olağanca gücüyle ezdi ve Iswaq'ın gittiği yönün tam tersine gitmeye başladı. Raven de Osema'nın peşinden yürümeye başladı.
 
  Iswaq, güçlükle de olsa oradan ayrılabilmişti.İki arkadaş da o gün bu konu hakkında bir daha hiç konuşmadılar ancak bu olayı düşünmeden de duramadılar. Raven o gün akşama kadar bunu düşündü. Iswaq'ın böyle bir davranışa neden girmiş olabileceğini tahmin yürütemiyordu. Buna inanmak istemiyordu. Herkesin önünde öldüresiye dövülmüştü. Bu düşüncelerle Osema'yla gezmişti, bu düşüncelerle güneşin batışını izlemişti, bu düşüncelerle akşam yemeğini yemişti. Tuhaf ve acılı bir histi duyduğu his. Bunun adını bilmiyordu. Belki Iswaq biliyordur diye düşündü. "Hem de daha iyi biliyordur "diye mırıldandı kendi kendine ve uykuya daldı.

***
 
  Raven, rüyasız bir gece atlatmıştı. Sabah uyandığında yatağının üzerinde iki gölgenin uzandığını gördü. Bu annesi Fesha  ve hizmetçi kadın Drella'nındı. Annesi Raven'e yumuşak sesiyle seslendi. "Kızım hadi kalk bu gün seninle beraber bir yere gideceğiz." Raven bu işe şaşırmıştı. Nereye gideceklerini sorunca annesi bir cenzaye gideceklerini söyledi. Bhratran dininde ölümlerin ardından cenaze töreni yapılır ve ölüler beyaz bir kaftana sarılarak toprağın altına tabutla yerleştirilirlerdi. Raven, kimin öldüğünü çok merak etmişti. Annesi "Arkadaşımın kızı... Asmar şehrine gönderiyordu. Ah bilir misin senin arkadaşın Osema'ya çok benziyordu. O da sarışındı. Ama gözleri senin gibiydi. Yolda kafileleri aşağılık Sarrdaklı  isyancıların saldırısına uğramış. Katiller..." diyerek ağzını kapattı ve odadan çıktı.

  Raven, bu günlerde çok ürpertici olaylar yaşıyordu. Ölen kadın olduğu için ölen kişiyi tanıyan bütün kadınların bu törene katılması zorunluydu. Tabi bu çoğu zaman bir gelenek olarak kalmıştı. Raven ölen kızın ismini hatırlamaya çalıştı. Kızın ismini hatırlamıyordu. Aynı şekilde eğer ölen bir erkekse onu sevip sayan erkeklerin törene katılması Bhratran dininde şart koşulmuştu. Ancak ölen kadınların törenlerine eşi ya da kızı, annesi vb. değilse bir erkek katılamıyordu. Aynı şekilde ölen bir erkeğin törenine de Raven eşi ya da oğlu, babası vb. değilse katılamıyordu. Raven hazırlanırken tüm törenlerin azalması için dua etti. Törenler diyince aklına yine Iswaq gelmişti. Bu düşünceden hemen vazgeçti ve onu bekleyen annesiyle beraber evden yemek yiyerek çıktılar.
 
  Raven bu gün erken uyanmıştı. Gidecekleri mezarlık dış şehirde bulunuyordu. Sarayda çalışanlar asıl şehre dış şehir derlerdi. Dün yürüyerek yokuş aşağıya inen Raven bu sefer atlı arabayla yokuş yukarı çıkıyordu.    Evleri oval şekilde merdiven şeklinde yükselen bu harika şehrin beşinci basamağında bulunuyordu. En son basamak yedinci basamaktı ve burada dış şehre açılan kapılar bulunuyordu.

  İç şehir, Raven'in oturduğu yer, Asmar şehrinin tam ortasında bulunan devasa bir çukura benziyordu. Yapımının elli yıl sürdüğü söylenirdi. Şehrin basamaklarında evler, hanlar, mektepler ve türlü türlü dükkanlar vardı. Şehrin en zenginleri genelde iç şehirde oturmayı tercih ederdi. Çok daha güvenli bir yerdi. Dış şehirde ise genelde fakirler ve mülteci olarak gelenler otururdu. Bu büyük iç şehrin duvarlarının dış tarafında en az yüz insanın yan yana sığabileceği genişlikte cadde bulunurdu. Şuan araba bu caddedeydi ve şehrin güneybatısında bulunan Kufra Meydanı'na doğru hareket etmekteydi.

  Raven bu caddede bir olaya şahit oldu. Bir grup  tutuklu olduğu anlaşılan insan "Katil Sultan" diye bağırıyorlardı. Bu durum Raven'in moralini bozmuştu. Ona göre sultan bu ülkenin her şeyiydi. Sultan Talut, o doğduğundan beri saltanat sürüyordu. Bazıları onun gerçek kandan gelmediğini ve sahtekar olduğunu iddia ediyorlardı Sultan'a karşı çıkmanın cezası ölümdü ve insanlar bunu nasıl göze alabiliyor Raven buna hayret ediyordu. Bu slogan atanların çoğu tutuklulardı. Askerler tarafından eziyet edilerek asılacakları yere doğru götürüyorlardı. Çevrelerinde büyük bir kalabalık toplanmıştı.

  İçlerinden birisi askerlerin yüzüne tükürdü. "Hepiniz aşağılıksınız! Pissiniz! Rüşvetçi, karıcı tipler dinimizi işgal ettiler. " diye bağırdı. Bunun üzerine askerlerden birisi kılıcını çıkardı ve adamın kafasını herkesin gözü önünde kesti. Herkes mırıldanmaya başlamıştı ki asker "Sultana ihanet eden pislikler, itiraflarında boğulacaklar! Bizim ülkemizde göklerden gelen  bir karar vardır. O da Yüce Sultanımız Talut'un kendisidir!" diye bağırdı. Etrafındaki halk da "Sultan, Sultan.. " diye bağırmaya başlamıştı.  Hatta halkın içinden birisi geri kalan adamlara saldırmaya çalıştı ancak askerler tarafından engellendi.

  Raven'in gözü kellesi ayrılan adamdan ayrılamıyordu. Bu ne biçim bir vahşetti. O sırada annesi onun gözlerini kapattı ve ona fısıldadı "Burası iç şehir değil tatlım, burayı görmemelisin." Raven düşündü, iç şehirde hiç böyle olaylar yaşanmazdı. Yani Iswaq ile olan dünkü olaylar hariç...
 
  Bir süre sonra araba Kufra meydanına gelmişti. Buraya meydan demek gereksizdi. Sanki fakirlerin yaşadığı bir araziydi. Sokaklar, meydanın kenarları dilenciler, fakir sıska çocuklarla doluydu. Raven'in dikkatini çocuklardan birisi çekti. Bunu görünce yıllar önce tanıştığı bir çocuk aklına gelmişti. Bu çocukla yaklaşık dört yıl önce babası ve annesinin köyde amir olarak çalıştığı sıralarda tanışmıştı. Çok ilginç birisiydi. Doğuluların köylerinde çalışmışlardı. Çocuğun ismi Omnahte idi.Gerçi  Iswaq kadar ilginç değildi, diye düşündü.
 
  Bu fakir çocuklardan birisi her nerden bulmuşsa tahta bir ata biniyor ve eline aldığı sopayla şövalyecilik oynuyordu. Tahta at baya eskiydi. Bu Raven'in aklına Omnahte'nin yaptıklarını getirmişti. Omnahte, çamurla uğraşmayı çok seven bir çocuktu. Çamurdan öyle güzel şeyler yapardı ki, binalar, askerler, ördekler, kazlar... Ve bunları güneşte kurutarak sertleştirirdi. Onun kullandığı çamur özel bir çamurdu. Bu çamuru da kendisi hazırlardı.
 
Omnahte'yle ilgili hatırladığı komik anılarından birisi geldi aklına. Bir gün Omnahte onu elinden tutup koruluğun arkasına götürmüştü. Omnahte, bir at bulduğunu ona ilk Raven'i bindireceğine söz verdiğini söylediğini iddia etmişti. Raveni onun bu tuhaf hallerine alışıktı o zamanlar. Omnahte hayvanlarla konuştuğunu iddia eden bir çocuktu.
 
  Raven'e gösterdiği şey çamurdan yapılmış  muazzam bir at heykeliydi. Omnahte bileklerini zorlayıp kendisine böyle bir şeyi yapmıştı. O gün Onmahte'nin çok sevinçli olduğunu biliyordu. Belki kendisine ilgi duyuyordu ama bunu pek göstermiyordu. Ama asıl komik olan bu değildi. Omnahte'nin o atı sürebileceğini inanmış olmasıydı. Raven o anısını hatırlayınca içinden o gün ne kadar güldüğünü hatırladı. Çünkü Omnahte  bir yabani edasıyla ata binmişti ancak heykel çamurdan olduğu için Omnahte'yi taşıyamamıştı. At iki parçaya ayrılmış, Omnahte ise çok komik bir şekilde poposu üzerine düşmüştü. Omnahte'nin o kızarmış yüzünü hatırlayınca daha da gülesi gelmişti. Ne tatlılıktı o öyle, diye düşündü.
 
  Araba Kufra meydanını geçmişti. İleride mezarlıklar görülmeye başlamıştı. Artık şehrin surları görülüyordu. Bu surlar ile yerleşim yeri arasında kalan arazi ful mezarlık olarak ayrılmıştı. Şimdi arabadan annesiyle birlikte inmişti. Gömülecek olan cesedin başında kendisiyle yaşıt bir kız duruyor gibi gözüküyordu. Bu kız mı okuyacak ilahiyi düşündü. Ölülerin arkasından ilahi söylemek Bhratran dininin emirlerindendi. Bu ilahi onun kendisinin ruhuna armağan edilirdi. İlahinin özelliklerinden birisi her ölen kişi için farklı bir şekilde yazılmasıydı. Bu ilahiyi yazanlar din kadınları ve din adamlarıydı. İnsanlar ilahi yazmaları için bu kişilere para verirlerdi. Bu kişilere Bhronlar denirdi.
 
  Annesi, yanına gelen gözleri yaşlı olan bir  arkadaşına baktı. Bu kadın sarı saçlı, mavi gözlü bir kadındı. Belli ki ölen kızın annesiydi. Kızın annesi dizlerini döverek "Gitti, gitti Mirna'm gitti." diyordu. Raven'in annesi de "İlahımız onu cennetine aldı..." diyerek avutmaya çalışıyordu. Kızın annesi düzelmiş değildi ve düzeleceğe de benzemiyordu. Ardından davul sesleri başladı. Bu törenin başlayacağına işaretti.
 
  Raven tören başlar başlamaz çok şaşırdı. Şu an ilahiyi okuyan kızda değişik bir benzerlik sezmişti. Sanki bu kızı bir yerden tanıyordu. Kim olabileceğini düşünmeye başladı. Ardından hemen kalına geldi. Evet, bu kız aynen Iswaq'a benziyordu. Ama kız olduğu çok belliydi. Çok şaşırmıştı. Birden aklına bu kızın Iswaq olabileceği geldi ancak kız saçlarını açmış, kahverengimsi rahibe elbisesiyle karşısında duruyordu.
 
  Ardından arkadan çalmaya başlayan davul , flüt ve keman sesiyle ilahiyi söylemeye başladı:

 
  "Gözleri vardı denizden mavi; ruhlar o parıltının sesini duydu.
  Aldı İlah onu gül kokuluların yanına koydu.
  Gönlü vardı bir tane; hayatı boyunca iyilik için yordu.
  Aldı İlah, onu gül kokuların yanına koydu."



Bu satırları söyledikten sonra araya gürültülü bir nakarat giriyordu.


"Birdir bu hayat binden bir olmaktır amaç
  Bir aziz İlah vardı, bir de aciz Mirna
  Aldı onu gül kokularının yanına koydu."

 
  Ardından normal bir şekilde söylemeye devam etti;
 
  Dili vardı bir tane; küfrü tatmamış
  Aldı İlah onu gül kokuluların yanına koydu.
  Ruhu vardı bir tane; ruhsuzluğu anlamamış
  Aldı İlah onu gül kokularının yanına koydu.
  Birdir bu hayat binden bir olmaktır amaç
  Bir aziz İlah vardı, bir de aciz Mirna
  Aldı onu gül kokuların yanına koydu."


  İlahinin sonunda herkes neredeyse ağlayacak gibi olmuştu. Hatta Raven göz altlarının ıslandığını hissetmişti. İlahiyi okuyan kızı aşırı derecede çok merak etmişti . Kızın çok güzel bir sesi vardı. Kızın mezarlıktan ayrıldığını gözlemlemişti. Mezarlık çok kalabalıktı, annesi onu bulamazdı. İçindeki isteğe hakim olamadı ve kızı takip etmeye başladı. Kızın yürüyüşü dahil her şeyi Iswaq'a çok benziyordu.
 
  Bunun için Raven kızda ilginç bir çekicilik sezmişti. Kız olduğu o sesinden dolayı anlamıştı ancak Iswaq ile bu benzerliği nereden geliyordu. Bildiği üzere Iswaq'ın kardeşi yoktu. Sonra birden bire duraksadı. Çünkü kız bir kaç kızla konuşmaya başlamıştı. İçlerinden birisinin kıza "Çok güzel okudun Umay" diyerek kutladığını gördü. Bu Raven için yeterliydi. Demek kızın adı Umay'dı.Hayal kırıklığına uğramıştı çünkü daha ilginç olaylar yaşayacağını umuyordu. Ancak bunu duyunca gönlü rahatlamıştı. Kızın sesinin güzelliğini düşünerek Iswaq'ın aynı kız hali olan Umay'ı kızların arasında bıraktı ve onu arayan annesinin azarını işitmek üzere arabaya geri döndü. Fakat kafasına bir şey takılmıştı. Genelde ilahileri söyleyen din kadınları en genç annesinin yaşında olurdu. Bu kız, kendisiyle yaşıt gözüken,nasıl oluyor da böyle bir şeyi gerçekleştirebiliyordu? İşte şimdi yine Raven'in içi şüpheyle dolmuştu. Annesi bu gün akşam Osema ve ailesinin akşam yemeğine geleceklerini söyleyince bunu düşünmeyi bırakıp yemek için hazırlık yapmaya başladı.
 
  Yemeği hazırlarken aynı zamanda hala yaşadığı tuhaf olayları düşünüyordu. Her şey uluyan bir ayıyı rüyada görmesiyle başlamıştı. Birden bire neredeyse elini doğrayacak olduğunu; doğradığı havucun tamamının doğrandığını fark etmişti. Yemek yaparken hizmetçi kadına yardım etmek Raven'in alışkanlıklarındandı. Yemek yapmasını severdi, güzel de yapardı.
 
  Osema'dan hallice iyi yaptığı bir kaç şeyden biriydi yemek yapmak. Ama bu sefer sinirlenmişti. Aklına gene o saçma rüya gelmişti. Bir havuç aldı ve öfkesini yatıştırmak için bir parçasını yedi. Sonra kendisini 'uluyan ve havuç yiyen bir ayıya benzetti. Sonra bu saçma hayal gücünün işe yaramazlığına hem üzüldü hem de güldü.
 
  Sonunda zaman gelip çatmıştı Osema'nın geldiği zaman. Osema bu sefer mavi bir elbise giyip gelmişti. O gün orada bulunan birisini çok kolay etkileyebilecek güzellikteydi. Raven iyi ki evde bir çocuk yok diye düşündü. O ilginç hisleri tekrar içine doğmuştu. Osema'ya bu gün Iswaq'a çok benzeyen birisini gördüğünü söyleyince Osema duraksamıştı;

  "Iswaq... O çocukta beni çeken bir şeyler var."

  Raven'i nedense bu durum hoşuna gitmemişti. Ama çaktırmadı.

  "Bence sana aşık"

  Osema baktı ve güldü.

  "Öyle midir acaba?Çocuk farklı ve tuhaf bir çocuk .Kendini düzeltse belki düşünebilirdim ama şu an asla olmaz."

  "E, hani az önce ilgim var diyordun?"

  Osema yere baktı. "Iswaq bana çok değişik duygular yaşatıyor ama bu kesinlikle aşk değil" diye açıkladı.

  O gün bir daha bu konuyu konuşmadılar. Osema gittikten sonra Raven yatağa uzandı ve içine düştüğü durumları düşündü. Vakit gece yarısına geldiğinde ancak uyuyabilmişti.

***

  Bir sonraki günün sabahı ilginç bir olay yaşamamıştı. Ancak sabahtan beri dalgın bir haldeydi. Bu  dadı Drella'nın dikkatini çekmişti. Ancak Raven'in suskunluğunu konuşmak istemeyişine yorarak  onu kendi haline bırakmıştı. Raven, günlük işlerini hallettikten sonra kafasını dağıtmak üzere dışarıya çıktı.

  Vakit öğlen vaktiydi. Güneşin sıcaklığı ve ışığı iç şehrin oval bir şekilde sarayın çevresinde yükselen sokaklarını okşuyordu. Raven evin kapısından çıkınca yaklaşık beş adımlık bir bahçeye çıkardı. Bu bahçenin kapısından dışarısında sokağa çıkılırdı. Sokağın karşısında bir alt basamakta bulunan evin çatısı bulunuyordu. Evin çatısı soluk pembe renkliydi. Bu Raven'in dikkatini oraya vermesine neden olmuştu. Yavaş ve düşünceli adımlarla bahçenin kapısına doğru yürüdü. Sokaklar yer yer irili ufaklı taş motifleriyle süslenmişti. İleride gelen atlı arabanın geçmesine izin vererek sokağın uçurum kenarından aşağıya doğru yürümeye başladı.

  Hem alttaki basamaklarda işleriyle meşgul olan insanları izliyor hem de yavaş yavaş kavisli oval yoldan onlara doğru iniyordu. Bir ara başını kaldırınca içini heyecanla dolduran bir şey gördü. Bu ip atlayan bir kaç küçük kızdı. İçine uzun süredir gelmemiş olan minik bir kızın heyecanı geldi ve onlarla birlikte ip atlamak için koştu. İp atlayan kendinden biraz daha küçüktü. Aralarında tanıdık bir kaç kızla şakalaştıktan sonra Raven'i iki gruba ayrılan kızlar ortalarına aldılar. Az sonra Raven 'in atlaması için ipi çevirmeye başladılar. Raven ilk bir kaç tanesini atlarken tam önünde yükselen Kızıltı'ya odaklanmıştı.  Kızlar en az beş tane ipi atladığını görünce alkışlar ve şarkılarla onu kutlamaya ve ipi daha hızlı çevirmeye başladılar.
Raven, son günlerinin en büyük eğlencesini yaşadığını hissediyordu. İpin hızı arttıkça kalbinin atış hızı da artıyordu. Birden gözüne alt basamaklarda dolaşan bir çocuk takılmıştı. İşte o an yorulduğunun farkına varmış olsa gerek ki duraksamıştı. Bu duraksaması bir sonraki ipe takılıp yere düşmesine neden olmuştu.

  Yere sırt üstü düşen Raven sağ yanağını ısıtan güneşten kaçınmak için başını sola doğru döndürdüğünde gene gördüğü o çocuğu görmüştü. Kendilerine doğru yaklaşıyordu. Bu çocuk Iswaq'tı. Ona bakmadan önünden hızlı adımlarla geçip gitmişti. Bu Raven'i çok meraklandırmıştı. Hiç kimseye bir şey  çaktırmadan ayağa kalktı. Kızlara teşekkür edip eve gitmesi gerektiğini söyledi. Bu gün bu iş çözüme kavuşacak diye düşünerek Iswaq'ı takip etmeye başladı.
 
  Iswaq hızlı adımlarla yokuş yukarı çıkıyordu. Çok etkileyici bir renge sahip olan bir evin önünden geçiyordu. Terliyormuş gibi bir hali vardı. Biraz yavaşlayınca Raven aradaki mesafeyi korumak için adımlarını biraz kıstı. Bunu vücudu sevmişti çünkü gerçekten yaklaşık iki dakikadır hızlı adımlarla yokuş çıkıyordu.

  Iswaq'ın az önce yanından geçtiği eve baktı. Bu ev iki katlı ve tek kubbeli bir evdi. Bu evin rengini Raven her zaman bal rengine benzetirdi. Gördüğü ilk günden beri özel bir sevgi beslemişti bu eve sanki gelecekte doğacak kızına şu andan duyduğu hisse benzer bir histi bu.  Bu evi geçtikten sonra daha dikkat çekici başka bir ev geliyordu. Bu ev yeşil ve siyah renklerle boyalı  ve önceki evden farklı olarak iki kubbesi olan bir evdi. Ancak yeşil rengi güneşi yansıttığından biraz soluk duruyordu. Raven, bu evin yeşilini Osema'nın gözlerinin rengine çok benzetirdi. Bir an iki evin renginin de kendi gözüne nasıl gideceğini düşündü. Alnına vuran güneş sanki onun gözlerinin renginin daha güzel olduğunu hatırlatmıştı. Mavi gözlü olduğum için çok şanslıyım ,diye düşündü Raven. Ardından aklına yeşil rengiyle ilgili klasik bir Aserai sözü geldi:
 
  "Güneş tam tepede, yeşil karşındayken o yeşile ulaşamazsın."

  Bu söz çöllerde serap görenler için söylenmiş bir sözdü. Raven aklına böyle şeylerin nereden geldiği sorusuna bir türlü yanıt veremiyordu.  O an Iswaq'ın terk edilmiş bir duvara yanaşarak mor renkte bir işaret kondurduğunu gördü. Bunu az ilerdeki duvara da yapmıştı. Ondan sonra Raven, bunu gelene kadar neredeyse her üç duvardan birisine sürmüş olduğunu fark etti. Bu merakını ikiye katlamıştı.

  Iswaq, kendisine doğru gelen bir kalabalığın içine karışmıştı. Bu, onu Raven'in görmesini zorlaştırıyordu. Bir süre sonra Raven onu gözden kaybetmişti. Neredeyse umutsuzluğa kapılmıştı ki ara sokağın diğer tarafından yine Iswaq'ın duvarı işaretlediğini gördü. Hemen o ara sokağa daldı ve Iswaq'ın gittiği yöne doğru gitmeye başladı. Iswaq'ın taşlık bir arazide beklediğini görmüştü. Yaklaşıp yaklaşmamakta kararsız kalmıştı. Ancak Iswaq onu görmüştü. Gülümsemeye başladı. Raven de tarif edemediği tuhaf hislere kapılmıştı. Ona doğru yaklaştı ve içindeki hisleri yenerek sordu;

  "Nasılsın Iswaq?"

  Iswaq'ın yüzündeki morluklar çok az izi kalmıştı. Siyah bir elbisesi vardı. Masallarda anlatılan doğulu savaşçılara benziyordu. Iswaq soruya "İyiyim, sen?" diye yanıt verdi. Raven soruya soruyla karşılık verdi:

  "Ne yapıyorsun burada?"

  Iswaq gülümseyerek gözlerini karşıya dikti.  "Bir arkadaşımı bekliyorum."

  Raven şaşırmıştı. Iswaq'ın arkadaşı olabileceğine inanmıyordu. Heyecanlı bir şekilde "Kim o?" diye sordu.
 
  "Umay adında bir kız" cümlesini iştince Raven'in beyninde şimşekler çakmıştı. Acaba dün gördüğüm kız mı, diye sordu kendi kendine. Aslında Iswaq kendisine baya dostça davranıyordu. Bu pekala onu anlamak için bir fırsat olabilirdi. Onunla nasıl kırmadan ne hakkında konuşabilirim diye düşünürken Iswaq'ın gözünü birisine dikmiş olduğunu gördü. Bu küçük bir çocuktu. Elinde sopayla duvarların dibinde oturuyordu ve pek üzgün gözüküyordu. Az ilerisinde hışımla baktığı bir grup kızlı erkekli çocuk grubu bulunuyordu. Iswaq başını iki yana sallladı ve "Bu toplum iflah olmaz." diye mırıldandı.
Raven,onun ne demek istediğini anlamamıştı.  Boş vermeye karar verdi. Çocuğa bakarak "Kendini yalnız bırakıyor. Neden gidip onlarla oynamak için konuşmuyor?" diye sordu. Iswaq "Konuştu, konuşmaya çalıştı." diye yanıtladı. Sonra  Raven'in gözlerine bakarak ekledi;

  "Fakat çocuklar onu dışladılar. Hatta birisi onun babası hakkında olur olmaz laflar söyledi."
Iswaq, kafasını yere indirdi ve "Bu yüzden çocuğun morali bozuldu ve elinde tuttuğu odunu görüyor musun?"Biraz duraksadıktan sonra devam etti. " Onu az önce  daha büyük bir odunu tüm gücüyle kırarak yaptı." Raven, Iswaq'ın demek istediklerini anlamıştı.

  "Ben olsaydım oradan uzaklaşır ve oynayacak yeni çocuklar bulmaya çalışırdım." dedi.

Iswaq gülerek:

"Evet, belki bir sorunu çözerdi ama bin sorun daha yaratırdı."

Raven anlamamıştı. Iswaq "Her neyse ..." diye konuyu değiştirdi.

"İnsanlar, ellerine güç verdiğin zaman değişirler Raven. Çevremizde iyi diye nitelediğimiz çoğu insan aslında ellerine güç geçmemiş kötülerdir. İç şehirdensin anlamıyorsun. Ama dış şehirde yaşasaydın anlardın."

Sonra boğazını temizledi:

  "İnsanlar, farklı olana değişik olana güvenmezler. Onu isteseler de istemeseler de dışlarlar. Oysa her insan yalnızdır. Yani çoğu insan çevresinde ne kadar insan olduğu ile övünerek kendisinin yalnız olmadığını ispatlama yoluna girer. Ama yalnızlık etrafındaki kişi sayısıyla ölçülebilecek bir şey değildir. Bu aklen ve vicdanen uyuştuğun insan sayısıyla ilgilidir."

  Sonra gökyüzüne baktı. Biraz rahatlamış görünüyordu. Raven, Iswaq'ın dediklerini kısmen mantıklı bulmuştu.

  "Yani aklen ve vicdanen uyuştuğun kişilerin olması, insanın yalnız olmadığını mı gösterir?" diye sordu.

  Iswaq, tebessümle başını salladı. "Hayır, çevrende aklen ve vicdanen uyuştuğun insan sayısı olması bile senin yalnızlığına engel değildir. Çünkü ateş bir tek yere düşmüştür." Sonra Raven'in gözlerinin içine baktı. "Sana..." diye yanıtladı.

  Raven'in bir an beyninde şimsekler çakmıştı. Doğru olabilir miydi bu? Osema vardı, onun dostuydu. Annesi vardı, babası vardı, bakıcı Drella kadın vardı... Ama bunların hiçbirisine anlatamadığı bazı şeyler olduğunu hissetti. Sadece kendisinin ve Tanrı'nın bildiği o en derin sırlar... Hayret etmişti.

  Iswaq'ın bir konudaki düşüncesini çok merak ediyordu. Yavaşça tepkisinden korkarcasına "Arkandan çok konuşuyorlar." dedi. Iswaq bu  sorumsu söylev üzerine gülmeye başlamıştı.

  Sonra yüksek bir sesle "Eğer arkamdan baya kişi konuşuyorsa, bu hayatta çok kişinin önündeyim demektir, değil mi?" dedi ve ardından Raven'e göz kırptı.
 
  Raven çocuğun hazırcevaplılığına şaşırmıştı. Ancak daha da şaşırdığı şey Iswaq'ın başının üzerinden gelen ayaklarının altına düşen taştı. Ardından Iswaq'ın arkasından bağıran Umay göründü. Evet bu dün törende gördüğü kızdı.
Umay, Iswaq'a yeniden fırlatmak üzere yerden küçük bir taş alırken aynı zamanda gülerek "Bak ben de arkandan konuşuyorum." diye bağırdı. Ardından el salladı. Iswaq iki elini kenara açtı ve "Yani seni de geçmişim." dedi. Umay ve Iswaq birbirine çok benziyorlardı. Umay koşarak Iswaq'ın yanına geldi. Bu Raven'i pek rahatsız etmişti. Bir an el ele tutuştuklarını sandı. Umay, Raven'e baktı, ardından Iswaq' baktı.
 
  Sonra gülerek ekledi. "Giderek değişiyorsun, ha Iswaq." Iswaq, her zamanki tuhaf hallerine bürünmüştü.

  "Ben değişmedim, değişen aslında onlar." diye yanıtladı.
 
  Bu, Raven'in kulaklarını çınlatmış, başını döndürmüştü. Değişen Iswaq değil miydi yani. Hayır o değildi. Onun değişmesi gereksiz diye düşündü Raven.
 
  Umay gülerek "Psikopatımız konuştu." diye yanıtladı. Iswaq ardında kalmadı "Tüm gününe mezarlıkta ölülerin arasında geçiren ruh hastası bir kız mı söylüyor bunları" dedi.
 
  Umay Iswaq'a baktı ve "Hepimiz ruh hastasıyız." Sonra ekledi "Onlar saolsun.." Göz ucuyla Raven'e bakıyordu. Raven, aşırı derecede şaşırmıştı. Iswaq'ın kızlarla konuşabilecek birisi olduğunu düşünmüyordu.
 
  O gün akşama kadar üçlü beraber takıldılar. Bazen Raven'in anlamadığı şeyler hakkında konuştular bazen gidip ip atladılar. Bazen Iswaq'ın tuhaf davranışlarına güldüler.  Bu süre zarfında Raven, Iswaq hakkında ancak bir yorumda bulunabilmişti.
 
  Günün sonunda evine dönerken Raven Iswaq'a bır sıfat takmıştı bile. Onun adı "Kalpçelendi." Kalpleri fethedendi. Iswaq'ın samimiyetine inanmıştı ama hala ona güvenebildiği söylenemezdi. İyi bir anlamda mı kalpçelen yoksa kötü bir anlamda mı bilmiyordu.
 
  Ama nedense kendisini mutlu hissediyordu.  Batıya döndü ve batan güneşe baktı. Gökyüzü batan güneş nedeniyle yüzünü asmış birisine benziyordu. Sırf o 'birisine' inat Raven gülmeye başladı. İçini kaplayan hoş duyguya anlam veremiyor ama yine de bundan hoşlanıyordu. Yolun tam ortasında durup birdenbire gülmeye başlayan bu kıza herkes tuhaf bir şekilde bakmaya başlamıştı. Ancak Raven'in buna aldırdığı yoktu. Güneş giderek battığından gökyüzü giderek ciddi bir hale bürünüyordu. O ciddi bir hale büründükçe Raven giderek daha sesli bir şekilde gülmeye başlıyordu.
 
Merhaba yeni bir bölümle karşınızdayım bu sefer tek bir sayfaya sığdırabilecek kısalıkta yazmışım şükür. Bu sefer Faer'in macerasına kaldığımız yerden devam ediyoruz, yani bir tek birinci bölümü okumuş olmanız bu bölümü anlamanız için yeterlidir, iyi okumalar  :smile:

4. Bölüm: Kırıkyürekler (Faer)
 
      Geminin gövdesine vuran dalgaların sesi ilk günkünden farklı değildi.Faer, bu gemiye alışmakta zorlanmakla beraber; geçen süre içerisinde nedense gemiye karşı şirin bir ilgi duymaya başlamıştı.İlk günler kamarasından dışarı çıkmakta bile tedirginlik yaşarken yolculuğun ilerleyen günlerinde rahatça güvertede dolaşmayı ve tayfaların arasındaki muhabbetlere katılmayı becerebilmişti. Geminin kaptanı uzun yıllardır Urazant ve Kırıkyürek adaları arasında sefer yaparak geçimini sağlayan işinde tecrübeli orta yaşlı bir adamdı. Gemi kamaralarıyla beraber tayfalar hariç on beş kişiye kadar yolcu alabiliyordu. Faer'in arkadaşları Swan ve Armagun'un yanı sıra Faer'in tanımadığı bir kaç tane daha yolcu Kırıkyürek adalarına seyahat etmekteydi.
 
      Yolculuğun ilk günleri oldukça sakin geçmişti. Genelde sabahları tayfaların bağrışları yüzünden erken uyanmak zorunda kalıyorlardı. Faer'in bu durumdan pek şikayetçi olduğu söylenemezdi çünkü uyumayı seven birisi değildi. Gün ışığının ilk saatlerinde doğudan doğan güneş geminin kıç bölgesine vururdu. Bunu bilen Faer sabahları yemeğini yer yemez soluğu orada alır ve onu ısıtan güneşin zevkine vararak denizi izlerdi. Ancak bunu her zaman yapabildiği söylenemezdi. Zahar Denizi bu mevsimde genelde fırtınalı olurdu. Bu tarz günlerde ise Armagun, Faer ve Swan otururlar ve Armagun'un anlattığı ilginç bilgiler üzerinde tartışırlardı.
 
      Armagun'un dışarı pek çıktığı görülmezdi, genelde kamarasında durup ya kitap okur ya da bir şeyler çizerdi. Faer, bu çizimlerin gök olayları ile ilgili olduğunu sanıyordu. İlk gördüğü andan itibaren Armagun'un işlerine karışılmasını sevmeyen, yalnız kalmayı daha çok tercih eden birisi olduğunu fark etmişti. Bu yüzden onu kendi haline bırakmıştı.
 
      Swan'a gelince, Faer onun bu konulardan başlangıçta sıkılacağını düşünse bile Swan onu şaşırtan bir şekilde konuları ilgiyle dinliyor ve anlıyormuş gibi gözüküyordu. Lakin, Genç Arının gemiye alışması baya uzun sürmüştü. İlk üç gün bir kaç kez kusmuş, bir gün ise yataktan kalkamayacak şekilde hastalanmıştı.  Beşinci güne gelince sağlığına tekrar kavuşmuş ve gemiye bir nebze olsun alışabilmişti.
 
      Yolculuğun beşinci günü Armagun onlara diyarla ilgili ilginç bilgiler vereceğini söylemişti. Bunun üzerine Faer ve Swan soluğu onun kamarasında aldılar. Onların geldiğini gören Armagun önce gülümsedi sonra da masasının önünde duran ikili koltuğa oturmalarını rica edip konuşmasına başladı:

        "Yolculuğumuzun şu günlerinde üzerinde yaşadığımız dünyanın geçmişi hakkında bazı şeyler okudum.  İlgimi özellikle şimdi sizlere anlatacağım kısım cezp etti."

        Faer ve Swan sabırsız bir şekilde Armagun'un önündeki kitaptan sayfaları çevirmesini izlediler. Armagun konuşmasına şu cümlelerle devam etti:

      "Diyarımızın çok eski zamanlarında iki ayın etkisiyle ayrıldıkları söylenen Aneksler ve Muneksler olmak üzere iki kadim ırkın yaşadığı anlatılır. Bu kavimlerin oldukça barbar oldukları ve asla birbirleriyle geçinemediklerine değinen bu kitap, onların diyarda kalan son Osealion'u yakmayı beceremediklerini söyler. Bu kaynaklara göre insanlar dünyayı talan edip yakıp yıkan bu iki yabani kavmi göndermek için oldukça sert günler geçirmişler."
 
        Sonra boğazını temizlemek için çeşmeli fıçıdan bir bardak su alıp içti. Bunu içerken gemi birden bire sallanmıştı. Armagun sakin olun işareti yaparak sadece yön değiştirdiğini söyledi ve konuya geri döndü:
 
      "Bu iki kavim Aneks ve Muneksler güneyde Hek Dağları'nın arkasındaki diyarlara insanlar tarafından sürüldüler. Ardından efsanevi insanlar dönemi kapandı. "

      "Ancak beni ilgilendiren kısım bu değil. Bu iki kavim arasında ilginç bir törenden bahsedilir. Bu iki kavimde savaş hazırlıkları olduğu vakit aralarından küçük bir kız çocuğu kurban seçilir ve en yakın su kütlesinde çırılçıplak bir şekilde boğularak öldürülürmüş."

      Swan ağzına kapayarak "Vahşice.." dedi.

      Faer, kanlı ayinlere sahip bu iki kavim hakkında pek çok şey duymuştu. Ancak bu geleneklerini ilk defa duyuyordu. Armagun devam etti:

    "Bu çıplak kızın cesedi ise sularda başı boş bırakılırmış. Bundan sonra yazar şuna değiniyor. İki kavmin amacı son Osealion'u da parçalayarak dünyadaki nizamı tamamen bitirmekmiş. Bu yüzden birbirleriyle sürekli rekabet halindelermiş."

    "Bu ne demek anlayabiliyor musunuz?"

    "İnsanlar zamanında son Osealion'u bilerek kadim sırlı yıkılan bir kentte parçalara ayırmış olabilir diye düşünüyorum. Bu parçaların her birini farklı bir aileye teslim etmiş olabilirler. Öyle ki bu aileler bu kutsalları koruyabilsinler diye."
 
  Faer Armagun'un dediğini pek mantıklı bulmamıştı. "Öyle olursa bu kitap asla birleştirilemez ki."

  "Evet, evet. Amaç da buydu işte." Gözleri fır fır dönüyordu. Heyecanlıca "İnsanlar, kitabı koruyabilmek için onu parçaladılar."
 
  Sonra devam etti. "Ve bizlere bazı mesajlar bıraktılar. Bu kitabı kullanarak diyarı düzeltelim diye.Bu kitabın tamamını Kırıkyürekler de bulmamız imkansız değil ama pek olası gözükmüyor."
 
  Armagun gençlere bakarak şunları söyledi. "Bu kitabı bulmak yıllarımızı alabilir, belki ömrümüzü elimden alır. Yaşamımızı değiştirir. Ancak bunu başarmak ve başarmamak arasında ki gelecek bilgisini asla denemeden öğrenemeyiz."
 
  Faer ve Swan Armagun'un tuhaf tutumu karşısında nedense daha da kararlandılar. Bunun yanı sıra Faer'in alışık olmadığı bir şey yoktu ortada zaten. Reysa'dan ayrıldığından beri o vatansız, yurtsuz bir adamın tekiydi.
 
  Bu düşüncelere dalmışken geminin güvertesinde artan sesler üçünün de dikkatini çekmişti. Acele bir şekilde güverteye çıktılar. Tayfalar ve geminin kaptanı güvertenin ortasında bir kalabalık oluşturmuşlardı. Kaptan az süre sonra eğildi, bir şeyi inceliyor gibi görülüyordu. Rowus ve Swan usulca kaptanın arkasından yaklaşarak neye baktığını görmeye çalıştılar. Swan Faer'den önce görmüş olacak ki ağzını kapayarak geminin en yakın kenarlığına koştu. Faer de bunu nedenini çok geçmeden anlamıştı. Güvertenin ortasında küçük bir kızın çıplak bir cesedi yatıyordu. Ceset yavaştan çürümeye başlamıştı. Dizlerinde ve kollarında mor rengine yakın bir renkte kan izleri gözüküyordu. Görülen o ki et yiyen balıklar cesetten yeteri kadar nemalanmıştı.

    Kaptan ve ona bakan tayfaların hepsi bu vahşi manzara karşısında suspus olmuşlardı. Sonunda bu sessizliği cesedin üzerine bir şeyler örtme emrini veren kaptan bozdu. Faer, yanındaki tayfadan cesedin az önce bulunduğunu ve bu yüzden geminin yön değiştirdiğini öğrenirken kaptan örtülen cesede bakarak şunları dedi:

  "Suya geri atmayın, Kırıkyürekler'e varınca insanca bir şekilde gömelim." Bu fikre o an gemide bulunan herkes katılmıştı. Faer, cesedin kaldırılışını seyrederken Armagun'un söylediklerini hatırladı ve güney yönünde uzanan uçsuz bucaksız denize baktı.

  Tüylerinin ürperdiğini hissedebiliyordu.

***

    Yolculuğun geri kalan günü üç gün boyunca Zahar Denizi'nin fırtınasından dolayı dışarıya çıkamamışlardı. Faer, yanına aldığı kitapları hepsini bitirdiği için sıkılmış hissediyordu. Dışarıda bu yağmurda ve rüzgarda çalışan tayfalara acıyordu. Geminin içinde geri kalan denizcilerin toplanıp dinlendikleri büyük bir salon vardı. Bu salona doğru yürümeye başladı.

    Yürürken Armagun'un kamarasının önünden geçiyordu. Alışılmadık bir biçimde Armagun yoktu. Kaptanla konuşmaya gittiğini düşünerek adımlarına devam etti. Az sonra odanın yanında sessizce bekleyen bir gölgeyi fark etti. Gölge kendisine doğru atılacaktı ki Faer geriye kaçınca bunun Swan olduğu anlaşılmıştı.
Faer hem şaşkınlık hem de tebessüm içinde "Ne oluyor?" diye sordu.
Swan ise yaşadığı şoku attıktan sonra elleriyle sus işareti yaptı ve odanın içerisine gösterdi. Sonra fısıldadı: "Az önce Armagun'a hiç de benzemeyen birisi odaya girdiğini gördüm, yemin ederim."

    Faer çocuğun bir hayal görmüş olabileceğini düşündü. "Kapısı kitli bak." diye kapısını tuttu ancak tuhaf bir şekilde kitli değildi. Bu Faer'in de şüphesini getirmişti. İçerisi karanlıktı ve sessiz adımlarla odaya girdi. Tavana düşen yağmurların sesi bu odada daha fazla duyuluyordu. Armagun'un burada durmamak istememesinin nedeni bu olsa gerek diye düşündü.

    Ancak odada hiç kimse yoktu. Faer, bu tuhaf olayı ve bu tuhaf odayı daha da karıştırmak istemiyordu. Swan'a gördüğünden emin olup olmadığını sorunca başını kaşıyan bir çocukla karşılaşmıştı. Swan dudaklarını büzerek "Ne biliyim yani gördüm diye hatırlıyorum ama." Faer ona gülümsedi ve kimsenin orada olmadığını kanıtlamak için mumu yaktı. Gerçekten de kimse yoktu. Swan da Faer de bunun üzerine odada kimsenin olmadığı kararını verdiler.

***
 
    Yolculuğun on beşinci günü tayfalardan birisi göründü diye bağırıyor, bir diğeri yelkeni kapatmak için çıktığı direğin üzerinden zafer çığlığı atıyordu. Karanın gözükmesi demek tayfaların maaşlarını alıp gemi tekrar yelken açana kadar dinlenmek demekti. Bu kadar mutlu olmalarına şaşırmamak gerekirdi. Bununla beraber Faer de ufuk çizgisinde her geçen süre içinde giderek büyüyen siyah çizgiyi görünce mutlu olmuştu. Daha önce hiç Kırıkyürek adalarına gitmemişti bu yüzden sabırsızlanıyordu.

    Aradan bir süre geçtikten sonra ada tam anlamıyla belli olmuştu. Faer, Swan ve Armagun'un Kırıkyürekler adalarının hem en büyük hem de en doğuda bulunan Divus adasını görebiliyorlardı. Adanın ortasında yükselen dağa Devpetek adı verilirdi. Faer'in ayak bastığı şehir, Devpetek'in doğusuna kurulmuş olan sursuz bir yerleşim yeriydi. Kırıkyürekler'in çoğu şehrinde sur bulunmazdı. Şehrin suru olmamasına rağmen Kırıkyürekler'in seçimle başa gelen bir kralları bulunurdu. Bu seçimin yapıldığı yer şehirden hallice daha yüksek bir yamaca kurulmuş olan Bal Sarayı tüm ihtişamıyla parlıyordu. Kırıkyürekliler, genelde şehir devletleri halinde yaşamaktaydılar ancak savaş zamanlarında ellerindeki donanmaları birleştirerek tarihte pek çok milleti savunma savaşında yenmişlerdi. Bununla beraber Divus şehrinin bayrağı beyaz bir zemin üzerinde altın bir gemiydi.

  Kırıkyürekliler'in inanışına göre zamanında bu altın gemiyle ilk insan Divus şehrinin bulunduğu bölgeye ayak basarak Bal Sarayı'nı inşa etmişti. İlk insanın kimlerden olduğunun önemi yoktu. Asıl marifet geminin altın olmasındaydı. Gemi, büyülü bir gemi olduğu gibi bu büyüsüyle adanın toprağını değiştirmiş ve adanın her yerinde bitip büyüyen çicekler bu büyü sayesinde yetişmekteydi. Zaten Bal Sarayı'nın üstünde de bu altın gemiyi görmek mümkündü. Gerçi oradaki geminin altından yapılmadığı belliydi ama yine de Kırıkyürekliler'in kayıp gemiye çok benzer bu heykele taparcasına saygı gösterdikleri söylenirdi.

    Bal Sarayı dışında Kırıkyürekliler'in mütevazi insanlar olduğu söylenebilirdi. Adalarında ki ağacın bolluğundan olsa gerek, evlerinin büyük bir kısmı ahşaptan yapılmıştı. Belli bir düzen içinde Bal Sarayı'nın duvarlarına kadar uzanan bu evler şimdi Faer'in ayakları önünde uzanıyordu. Pek çok irili ufaklı tahta evin yanı sıra limanın çok yakınında denizcilerin tezgahları bulunurdu. Bu haliyle Divus şehirden çok büyük bir köye benziyordu.
 
    Faer ve Swan, Armagun'un tanıdığı hancıyı bulup limana getirene kadar eşyaları kolaçan etmekle meşguldüler. Tayfalar eşyalarını denizciler meydanının yakınına taşımışlardı. Bunun üzerine Faer satış yapmaya çalışan denizcileri ve tezgahlarını incelerken gözüne minik pasaklı bir kızla sessizce bir şeyler konuşan genç ama fakir, saçı başı dağınık bir kadın ilişti. Kadın, sanki Kırıkyürekler'in o romantik havasını bozan bir fahişe gibi görünüyordu.

  Kadın bir süre sonra çocuğu ikna etmiş olacak ki, ellerinden tutup kimseye fark ettirmemeye çalışarak ara sokaklardan birisine daldı. Bu, Faer'i oldukça meraklandırmıştı ancak Armagun gelene kadar yarısından fazlası kitap olan eşyaları korumalıydı.

  Yine de Faer'in dualarını duyan bir ses olmalıydı ki minik kız girdiği sokağın yanı başındaki diğer sokaktan minik adımlar atarak çıktı. Ardından iki ayağını birbirine vurdu ve sanki bir şeyi arıyormuş gibi meydanın ortasında durdu. Gözleri fırıl fırıl dönüyordu. Üzerinde grimsi yırtık bir elbise vardı. Yüzü isliydi. Sırtında ilginç bir tümsek vardı.Cebinden mor bir mendili satmak üzere çıkararak dilenmeye başladı.

  Dilenirken yavaş adımlarla insanların peşinden dolanıyordu. Bu sırada Faer'in gözüne sokağın başında bekleyen kadın çarptı. Dilenciler kralını anlatan bir kitap
okumuştu. Öyle bir şeyin olup olamayacağını düşünürken birdenbire oradaki hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Küçük kız bir tezgaha yaklaştıktan sonra kimseye görünmeden bir el büyüklüğünde balık çalarak oradan hızlıca koşarak uzaklaşmaya başladı. Bunu fark eden tezgahçı küfürler ve bağrışlarla sinirlendi ve tezgahı çırağına teslim ederek kızın peşinden koşmaya başladı. Hallice kızdan beş kat iri olan bu adam ve kız şimdi meydanda kovalamaca oynuyorlar gibi gözüküyordu. Küçük kız diğer bir tezgahın üzerinden zıplayıp tezgahı devirdi. Arından kalkıp koşmaya devam etti.

    Küçük kız, meydanda tam bir kaos yaratmıştı. Tezgahlar devriliyor ve hırsızlar, yankesiciler bu fırsatı olağanca gücüyle kullanıyor gibi gözüküyordu. Her halinden görevli olduğu belli olan askerler ortalığı yatıştırmaya çalışıyorlardı ancak bu pek mümkün gözükmüyordu. Devrilen iki tezgahın sahibi malları karıştığı için kavgaya tutuşmuşlardı.

    Bu gürültü giderek artıyordu. Aniden, kızın balığı çaldığı tezgahta bir yangın başlamaya başladı. Bu yere yayılan balıklar sayesinde çok kısa bir süre içinde tüm meydana yayılmıştı. Balıkların ıslak olması yangını durduramıyordu. Swan Faer'e bakarak bunun bir büyü olup olmadığını sordu. Faer ise bunun nedenini biliyordu. Bu suda yanmayan bir ateşti. Anlaşılan bu meydan planlı bir şekilde yakılmıştı.Çok geçmeden bu yangın neredeyse tüm tezgahları kaplamıştı. Urazant'ın en küçük meydanından daha küçük olan bu meydandan yükselen çığlıklar Faer'in kalbini sızlatmıştı. İkili şok olmuş bir şekilde olanları izliyorlardı.

  Faer, irkilmişti, hiçbir şeyi düşünemiyordu. Gözünün önünde yaşanan facia onu derinden etkilemişti. Kırıkyürekler anlaşılan kırık olmasının yanı sıra yanıyordu da. Omzuna dokunan Armagun ve arkadaşı ile kendine geldi. Buradan hemen ayrılmalıydılar. Bu yüzden dört kişi eşyaları hemen paylaşarak oradan koşar adımlarla uzaklaşmışlardı. Faer anlamıyordu, nasıl bir güç, nasıl bir insan onlarca insanın alışveriş yaptığı meydanı yakabilirdi. Kadını ve çocuğu hatırladı. Onları ilk görünce acımıştı ancak şimdi  nefret ediyordu.

***

    Yaşananlar Faer'i hem korkutmuş hem de ilgisini çekmişti. Armagun'un yakın arkadaşı Hancının adı Kel Varyos idi. Kel Varyos'a göre son zamanlarda böyle olaylara alışmışlardı. O da korkuyordu. Neredeyse bir yıldan beri her hafta birileri öldürülüyor veya bir yerler yakılıyor diyordu. Armagun, bu olayla baya bir ilgili gibi gözüküyordu. Özellikle Varyos'dan son zamanlardaki cinayetler hakkında bilgi öğrenmek istemişti. Varyos bu olay kadar büyüğünün yaşanmadığını belirttikten sonra kendilerinin de baya temiz bir şekilde geldiklerini de söylemeyi unutmamıştı. Bu sözler Faer'e o kadar hoş gelmese de üçlünün yüzünde birer tebessüm oluşturabilmişti.

    Faer ve Armagun iki hafta önce öldürülen Divus Şehri'nin en ünlü bal satıcısının kardeşi Berzelius adında bir adamın öldürüldüğünü duyunca bu konuya baya ilgi gösterdiler. İkisi de Kel Varyos'tan bunun hakkında daha çok bilgi istedi:
Kel Varyos, konuşmaktan sıkılan bir adam değildi ve hemen hemen her konuda bilgi sahibiydi. Faer, onu dinlerken hancılığın aslında kendisine gidebilecek biri  olduğunu düşünüyordu. Kel Varyos'un anlattıkları gerçekten ilginçti:

    "Berzelius'u tanırdım. Hoh.. Benim tanımadığım insan mı var zaten Divus'ta." Göğsünü kabarttı.

    "Ama burada konumuz ben değil sizler... O da sizin kafadandır, kafayı yaran, bol bol ekmek isteyen düşünce ilimleriyle baya ilgilenirdi. Kardeşinin parasını sürekli bir kitap almaya harcar, kendi gibi tuhaf adamlarla bir yerlerde toplanır ve uzun uzun okudukları hakkında konuşurlarmış. Bir söylentiye bakılırsa da evsiz barksız yetimlere okuma yazma öğretiyormuş. Bunun için özel bir ev satın almış, hatta bu yüzden kardeşi ile mi kavga etmişler ne?"

      Sonra boğazını temizleyip konuşmaya devam etti: "Tabi ben Divus'ta her insanı tanırım dedim. Bakın insanı.. Bay Berzelius'a yapılan çok vahşiceydi. Bak hemen katil ilan etmeyin beni herkesi tanırım dedim diye. Bu katil müsvetteleri bırak Divus'lu olmayı insan olamazlar insan!"
 
    Armagun ve Faer ilgiyle dinlemişlerdi ama şu zamana kadar olayla ilgili bir şey öğrenebildikleri söylenemezdi. Onların merakını uzatmak istercesine önündeki birayı ağır ağır yudumlayan Varyos kısa bir geğirmeden sonra şunları anlatmaya başladı:
 
      "Olay çok ani gelişmiş diyorlar. Bazıları hasta falan derler sakın inanmayın. Önceki gece aha da bu biranın aynısını içmek için gelip halimi hatırımı sormuştu. Sonra ne olduysa bir kitapçıda ölü bulundu. Üzerinde not falan yoktu amma mor bir mendil mi ne varmış diyorlar. Askerler onu aldılar götürdüler ve bir Kırıkyürekli'ye yakışır bir biçimde gömdüler. Cenazesi baya ihtişamlıydı gerçi, seveni çoktu. Bir de onun hakkında şöyle..."
Kel Varyos, Berzelius'un yattığı kadınlardan, beslediği hayvanlara kadar insanlardan duyduğu her şeyi anlatıyordu. Faer, bir süre sonra boş konuşmalardan sıkılarak yürüyüşe çıkmış, Armagun ise vefa gereği eski arkadaşına katlanmayı seçmişti. Swan'ın da pek dışarı çıkmaya isteği yoktu.

      Faer Divus'un sokaklarında yürürken meydandaki yangının söndürüldüğünü anlamıştı. Her ne kadar oraya gitmeye korksa da merakını yenemedi ve ıslıklar çalarak adımlarını yanan meydana yöneltti. Yanan meydan şimdileri yerli halkın dilinden düşmüyordu. Faer, insanların yanından geçerken "Yanan meydanı gördün mü?, Yanan meydanda kocası ölmüş? Yanan meydanda morlular gözükmüş? Kim ki onlar? "Yanan meydanı..." gibi cümleleri duymaya alışmıştı.
 
    Şimdi gemiden indiği limanın önünden geçiyordu. Yanan meydana bakmadan önce gemiler dikkatini çekmişti. İstemsizce mor yelkenli bir tekneye doğru baktı. Gemilerle ilgilenmeyi kesip boylu boyunca siyah olmuş meydanı incelemeye koyuldu. Yerler yanmış balıklar ve kül olmuş tezgahlarla doluydu. Güneş batarken Devpetek'in arkasına düştüğü için Divus şehrini bir gölge sarmıştı. Bu yanmış meydanın kapkara zemini ile harmanlanınca insanın kaçış isteğini uyandıran hislerini tetiklemekteydi. Faer gibi meydanda gezinen pek çok askerin yanı sıra vatandaş da vardı. Bazılarıhangi cesete ait olduğu belli olmayan küllerin başına çöküp ağlıyor diğerleri başını iki elinin arasına sıkıştırarak kara kara düşünüyordu. Askerler tarafından getirilen işçiler meydanı temizlemeye çalışıyorlar. Köpekler ve kediler de en azından  parça et bulabileceklerini umarak yanmış balıkları kokluyorlardı.
 
      Faer, ilk yanmaya başlayan tezgaha yaklaştı. Burada hemen ilgisini çeken bir şey olmuştu. Yanan tezgahın sağında üzerine mor bir bez asılı bir çubuk ayakta duruyordu. Çubuk siyaha boyanmış bir tahtaydı ve  etraf simsiyah olduğu için daha fark edilmemiş olsa gerekti. Faer'i gördüğü ve duyduğu morlar düşündürmeye başlamıştı. Bu çubuğun yangından sonra getirilip dikildiği çok açıktı. Mor renkli bir bayrağa sahip bir tarikat vardı o da Epsonomlardı. Ama etkilerinin buraya kadar uzanıyor olmasına Faer ihtimal vermiyordu.
 
      O gece Kırıkyürekler'e getirdiği eşyaları inceledi. Bu eşyaları incelerken dirseği sert bir eşyaya çarpmıştı. Yere düşen bu eşyayı görmek Faer'e eskileri hatırlatmıştı. Çünkü düşen eşya ona Reysa tarafından verilmiş bir tabaktı. Üzerinde büyük harflerle R&F yazıyordu. Altın sarısı rengi ve uzun süredir temizlenmemiş olması onu sanki değerli bir antika gibi gösteriyordu. Gören tabağı, uzun süre toprak altında kalıp sonra onu bulanlar tarafından dirilen bir definenin parçası olduğunu düşünebilirdi. Pek değerli bir tabak sayılmazdı ama Faer ona verildiği zaman tabağı hayatının sonuna kadar saklayacağına yemin etmişti.

***
 
      Ertesi sabah uyandıklarında yine iç karartıcı bir haber aldılar. Bir kadın ve kimsesiz bir çocuk sokakta ölü bulunmuştu. Bu kadın ve çocuk Faer'in beklediği gibi yangından önce gördüğü kız ve kadındı. Faer'e gözünün önünde yaşanan bütün bu olaylar artık bir rüya gibi geliyordu. Divus'un ılık rüzgarları, on beş gün boyunca kulak memelerine kadar uzamış olan saçlarını dalgalandırıyordu. Adımlarını denize doğru yöneltmiş, son zamanlarda üzerinde hissettiği yükü yalnızlık koyunda atmak istiyor gibiydi. Gerçi bu yalnızlık koyunu nerede bulabileceğini bilmiyordu.

        Adımlarım beni oraya götürür.
 
        Gözlerinin kenarlarını dışarı çıkmak isteyen bir su doldurmuştu. İçmediği halde tadının acı olduğunu hissedebiliyordu. Yüzüne karşı uğuldayan rüzgar, deniz kokusunun yanında ufak bir yanık kokusunu da taşıyordu. Faer arkasına bakmak istemiyordu. Adımlarını sıklaştırarak hızlandı. O hızlandıkça ona karşı olan rüzgar da hızlanmış ve sertleşmişti. Faer ona karşı esen rüzgarla boğuşmaya başladı. Boğazı yanıyordu. Sanki rüzgar onun arkasında onu çekmeye çalışan bir yaratığa dönüşüyordu. Faer bu yaratığın  bir kelebek kanadı takmış olağanüstü güçte bir insan olduğunu düşündü. Ancak ona insan demek olanaksızdı. Faer karar veremiyordu yaratığın sesinin neye benzediğine.

        Köpeğin hırlamasına benzer... Hayır hayır yılanın tıslamasına...

      Adımlarının üzerine ıslak damlalar düşmeye başlamıştı. Önce yağmur yağdığını düşündüğü için kafasını kaldırıp gök yüzüne baktı. Bulutlar onla alay eder gibiydiler sanki o kafasını kaldırır kaldırmaz kaçıp güneşin önünü açmışlardı. Güneş olağanca sıcaklığıyla yanaklarına vuruyordu. Rüzgar da yavaşlamıştı. Fakat yanaklarında süzülen sıcaklığı hissediyordu. Çok geçmeden ağladığının farkına varmıştı.


      Ağlarken bulanık gözleriyle sağ bacağını tutan başka bir yaratığa baktı. Yaratığın boyu Faer'in beline anca geliyordu. Ruhani bir varlığı andıran bu yaratık Faer gözünü sildikten sonra insana hatta minik bir çocuğa dönüşmüştü. Onun bacağını çekiştiriyor, ağzını sürekli aynı şekilde oynatıyordu. Çok geçmeden insan dilini konuşmayı öğrenen bu yaratığın zekası Faer'e alışılmadık gelmişti.
Yaratıklara özellikle beynimde olanlarına alışmalıyım.
 
        "Niye ağlıyorsun ağabey?" Minik kız Faer'in pantolonunu çekmeye devam ediyordu. "Hey, niye ağlıyorsun yoksa seninde mi annen öldü?" Faer hançerlenmiş gibi annesini hatırladı. Annesinin kestane rengi saçlarına, nur topu gibi parlayan kahverengi gözlerine ağlayan gözlerle baktığı o günleri anımsadı. Az sonra minik kızın annesine benzerliğini görünce minik kızı alnından öptü. "Annem değil bir arkadaşım.." diye fısıldadı.

        Kızın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Benim de.." diye fısıldadı. Faer minik kıza şaşırmış ve üzülerek baktı. Tekrar alnından öpmeyi düşünürken onun sessizliğini minik kız bozdu: "Sabah cesedini bir kadının yanında bulmuşlar..." Kız, baya üzgün gözüküyordu. Yaşının küçüklüğüne rağmen ölümlere dayanabilecek bir kalbi vardı.

        Faer az sonra kendisini toparladı. "O kızı.. Tanıyor muydun?"  Kız evet anlamında başını salladı. "Ama, kadını tanımıyorum." derken amayı uzatarak söylemişti.

        "Kızın adı neydi?" Faer, bulduğu fırsatı değerlendirmesini bilen biriydi.

        "Farya'ydı. Oyuncak bebekleri severdi. Ama onlara elbise dikmeyi hiç sevmezdi. Sonra Tomya onu kovdu."

        "Tomya kim?"

        Minik kız sesini alçaltarak "Ben" dedi.

        Cadı gibi mi görünmek istiyor?

        Faer anlamamıştı. "Sen mi?" diye sordu .

        "Ve tabi ki o yaşlı annemiz. Sevmezler bazıları ama o bizim annemiz saygı duymak zorundayız değil mi?" Sonra kafasını kaldırıp balkondan sokaktaki çocukları izleyen yaşlı bir kadını gördü. Elinde mor bir iplik vardı ve dikiş yapıyor gibi gözüküyordu. Faer onun kimsesiz çocuklara bakan yaşlı bir kadın olduğunu anlamıştı.

        "Nasıl kovdu?"

      "Tomya Nene aslında çok iyidir. Ama Farya onu da sevmiyordu. Dikiş dikmek istemiyor, hatta erkekler gibi oyuncak bebekleri dövüştürüyordu."

      Sonra duraksadı ve Tomya'nın onları göremeyeceği bir yerde olduklarını anlayınca devam etti:

      "Tomya, ona dayanamadı ve kızdı. Ağzından fazlalık gibisin diye bir şey çıktı. Sonra Farya, bir sabah baktığımızda..."

    Kız iki elini yana açarak "Pof olmuştu." dedi. Sonra devam etti:

    "Yaramaz olduğu için onu eci ile bücü alıp götürmüştü."

  "Eci ve bücü mü?"

  "Evet onlar yaramaz çocukları gelip yakalarlar. Sonra götürürler. İçecek çorbaları olmaz, oynayacak bebekleri olmaz..."

  Faer sabırlı bir şekilde kızın anlattıklarına dinliyor gibi gözükürken balkona baktı. Tomya Nine, kalkmış ve aşağıdaki seyyar satıcıya bir sepet salmıştı. Seyyar satıcı alışmış olacak ki iki eliyle sürdüğü arabasından beşer tane beyaz ve kahverengi yumurtayı koydu. Sepetin içinden parasını sayarak aldı. Yaşlı kadına baş salladıktan sonra yoluna devam etti.

  Faer kızın konuşmasını bittikten sonra sepeti çekmekte olan yaşlı Tomya'nın balkonunun tam altına geldi. Yaşlı kadından olayla ilgili bildiği şeyleri anlatmasını isteyecekti. "Tomya Ana, hey.." diye bağırınca yaşlı kadın irkildi ve sepetin ipini yanlış yöne çekti. Bunun üzerinde Faer'in sağında kalan sepet sola doğru yattı ve dik vaziyete geldi. İçindeki yumurtalar da teker teker Faer'in üstüne düşmeye başladı. Faer gözlerini açmaya ve kaçmaya fırsat bulamadan iki beyaz yumurtayı kafasının tam üstüne, bir siyah yumurtayı da sağ omzunun üstüne yemişti. Diğerlerinin de çevresinde kırılıp üzerine sıçramasından dolayı tam bir yumurta adama dönmüştü.

  Ona çoktan bu deyişi arkasından gülmeye başlayan bir erkek çocuk takmıştı. Faer kafasının üstündeki yumurta kabuklarını temizlemeye çalışırken çevresine çocuklar toplanmış ve gülerek aşağıdaki şarkıyı söylemeye başlamışlardı:

  "Yumurta adam. yumurta adam.
  Dön de arkana bak kargam.
  Yumurta adam yumurta adam
  Dön de arkana bak kargam."


  Faer rezil olmasının üzerine o da bu eğlenceli maniye kahkaha atarak karşılık vermişti. Gelen geçen Faer'e bakıyordu. Hatta Faer, Tomya Ana'nın da gülmeye başladığını gördü. Bu durum karşısında Faer kendisini baya mutlu hissetmişti.Çok geçmeden bu kahkaha tufanını elindeki zili sallayarak çocukları susturan Tomya Ana durdurmuştu:

    "Gel oğlum gel.Üstünü başını temizleyelim."

***

      Faer'e verilen elbiseler azıcık dardı. Ancak Faer biraz hareket edince yumuşayıp açılacaklarını düşünüyordu. Tomya Ana'nın karşısına geçmiş ve sorgulama müdürü edasıyla bazı sorular sormuştu. Tomya Hatun'un yanıtı beş aşağı altı yukarı şöyleydi:

    "Farya, çok tatlı bir kızdı. Ama söz dinlemez iş yapmazdı. Dediğim dedik olsun derdi. Bir oyuncak bebeği vardı hiçbir çocukla paylaşmazdı. Böyle altın sarısı saçlara sahip. Onu sürekli yanında taşırdı. Hatta kimse görmesin diye sırtına saklardı. Eninde sonunda kaçtı gitti."
Buraları gerçekten üzülerek anlatmıştı: "Ardından onu tekrar bulmak için çok uğraştım. Malum tekin değil... İnsanlar da tekin değil. Birisini bulmuş olsa gerek. Böyle pasaklı bir yoksul bir fahişeymiş galiba. Bakın ben ölen birisinin arkasından laflar etmiyorum. Onun hakkında söylenenler öyle diyorum. Doğrusunu Tanrı bilir, e ben nereden bileyim?"

        Faer, kadının samimiyetine inanmıştı. Sonra sordu:
     
      "Bu bebeği falan ne yaptınız,  onu da mı yanında götürdü?"

      "Hay... Evet evet, tuhaf bir kızdı zaten. Bebeği sırtına saklamadığı zamanlar onunla konuşurdu."

      "İyi de her çocuk bebeğiyle konuşur."

      "Ama o çok kötü şeyler konuşurdu. Böyle büyükçe şeyler... Büyüklere özel..."

      "Nasıl yani?"

      Kadın gülerek gencin yüzüne baktı.

      "Farya... Tuhaf fantezileri olan bir kızdı. İlk kanını zaten kaçmadan üç hafta kadar önce yaşadı."

      Faer şaşırmıştı. "O yaşta kanadı yani."

      "Evet, tuhaf değil mi..."

        Faer'in geri kalan konuşmalar hakkında diyebileceği tek kelime "tuhaf"tı. Gerçekten sadece tuhaf...

***

      Faer, sokağa çıktığında gözüne bir kız çocuğu çarpmıştı. Altın sarısı saçlara sahip olan bu kız diğerlerine nazaran biraz daha büyük duruyordu. Onun da Farya ile ilgili bildiği şeyler olabilirdi. Kızın yanına gidince, elinde ki bebek Faer'in kuşkusunu arttırmıştı.

    "Bebek senin mi?"

    Küçük kız ona doğru baktı. "Ta...Tabi ki"

  Faer bebeği incelemek istemişti. Altın sarısı saçlara sahip olan bu bebek yaşlı kadının anlattığı bebeğe çok benziyordu. Kız usanmış bir biçimde bebeği ona uzattı. Faer oyuncak bebeğin tahtadan yapılmış olduğunu anlamıştı. Tahta, özenli bir boyayla boyanarak bir insana benzetilmişti.

    Ardından bebeğin saçlarını kaldırarak ensesine baktı. Ensesinde yazan ismi görünce kızın yalan söylediğini hemen anlayıvermişti. Çünkü orada yazan isim Farya'ydı. Bunu Farya yazmış olabilir miydi bilmiyordu. Tomya Ana kızların genelde okuma yazma bilmediğini söylemişti. Karşısında ki kıza bebeği nerede bulduğunu sorarsa büyük ihtimalle kızı korkutacaktı. Anlaşılan kız onu cesedin yanından almıştı. Ancak yine de emin olmak için sormalıydı.

    "Bu bebeğin sana ait olduğuna emin misin?"

    "Evet. Ver onu bana yoksa seni babama söylerim. O seni döver."

    Faer kızın sinirli haline gülümseyerek baktı. "Bebeği istemiyorum al. Baban mı verdi peki bunu sana?"

    "Kısmen"

    "Ne demek kısmen?"

    Sonra kız umursamaz gözlerle yerden bir taş alarak ileride ki dükkanın duvarına attı. "İşte oradan aldık."

    Faer, kızın gösterdiği yeri buraya gelirken fark etmemiş olmalıydı. Oranın oyuncak satan bir dükkan olduğunu anlamıştı. Bu bebeği nereden bulduğunu oraya sormak daha uygun olacaktı. Yolun karşısına geçecek iken duyduğu sesle irkildi. Bu, tam dükkanın önünde duran oldukça konforlu bir at arabasıydı.

      Kızın arabaya hayranlıkla baktığını görünce ona onların kimler olduğunu sormaya karar verdi. "Shireen'ın babası" diye fısıldayarak yanıt veren kız inenleri görmek için daha da arabaya yaklaştı. Faer, Shireen'ın kim olduğunu bilmiyordu. Tam soracakken kız "Shireen'ı tanıyamazsın. O senin tanımanı istemediği sürece." diye ekledi.
 
      Faer, kızdan umudunu kesmişti. Oyuncakçıya da giremeyeceğini anlayınca geri dönüp öğrendiklerini Armagun'a iletmeye karar verdi. Bir kaç adım attıktan sonra herkes gibi o da bir an kıyamet kopuyor sanmıştı. Arkasından duyulan patlamanın sesi hem çocukları hem de orada ki bütün insanların sesini bir anda bastırmış ve herkesin deliler gibi kaçışmasına sebep olmuştu. Yere iki elinin üzerine düşen Faer, üzerine silerek neler olduğunu görmek üzere arkasına döndü ve patlayan binanın oyuncakçının kendisi olduğunu anladı. Patlamanın etkisiyle araba parçalanmış , atlardan birisinin göğsü yarılmış, diğer beyaz at zar zor yaşarken gözlerine bulanan kandan etrafı göremez hale gelmişti. Faer, bütün bu kargaşa içinde en çok da az önce konuştuğu kızı aradı.

Ama bulamadı.
 
Yeni bölümle karşınızdayım. İyi okumalar. İkinci bölümün devamını okuyorsunuz  :party:
5. Bölüm:İmparatorluk Ruhu [Rowus]

  "Rowus, Rowus!"
 
  Hala kulaklarında yankılanıyordu. Başta Yzira'nın o yumuşak sesine benzeyen bu ses şimdi onu rahatsız eden bir cadının sesine dönüşmüştü. O an kendisi hakkında dehşet bir şey fark etti.Bir eli alnından, diğer eli kafasının arkasından çıkıyordu. Karanlıkların arasında kayboluyordu. Bir süre sonra acıktığını hissediyor ve alnından çıkan eli kemirmeye başlıyordu. Bu döngü böyle sürüp giderken iki kolunun da normal yerinde olduğunu hissettiği bir an Yzira ve Hesare'yi gördü. Ona doğru pek çok askerin arasından bakıyorlardı. Yzira'nın belinden tutan askeri görünce öfkelenip ayağa kalkmak istediğini hatırlıyordu.
 
  Şimdi ise Yzira yoktu. Hesare yoktu. Askerler yoktu. Morlu adam yoktu.  Kendisi bile yoktu. Sadece bir boşluğun içindeydi. Nereye gittiğini bilmiyordu. Hissetmiyordu. Ölmüş müydü? Aklına en son yediği yemekler geliyordu. Yemekleri düşünecek bir aklı olduğuna göre kendisi de olmalıydı. Olmalı mıydı?

  Ya hiçbir şey olmasaydı?

  Bir an yokluk ve durgunluk hissine kapıldı. Hiçbir şey yok. Sepsessiz...Kapkaranlık... Yok. Sessizlik de yok ses de yok. Karanlık da yok ışık da yok. Hiçbir şey yok.

  Yokluk da yok.
 
  Ama artık bir şeyler vardı. Yeri hissedebiliyordu. Ölmemişti. Nedense buna sevindi. Rahatlamıştı. Şimdi yanan bir çadırın karşısındaydı. Çadır cayır cayır yanıyordu. Birdenbire çadırın iki tarafından da yer altından iki tane büyük toprak el çıktı. Bunlar, Taş Eller tapınağının ellerine benziyordu. Ama bunlar taş değil topraktı. Zaman bir ara hızlandı. Ne oldu ne bitti demeden alev söndü etraf karanlığa büründü. Şimdi karşısında bir karanlık ve karanlığın içerisinde daha da karanlık şişman birisi duruyordu. Saçları kısa gibiydi; erkek olmalıydı.  Onun olduğu yerden şeytani bir kahkaha sesi yükseldi.
 
  Adamın kahkahası birden bire canlı bir yaratığa dönüştü ve bir sel halini aldı. Rowus kıyafet giymiş bir balık gibi suların arasında kaldı. Saçlarının su da dalgalandığını hissediyordu. Su ayaklarını yerden kesmişti. Rowus, boğulduğunu hissediyordu. Ardından su aldı onu götürdü ve bir kayanın üstüne bıraktı.Bu kaya da tanıdıktı. Teof'un çevresinde olan kepezlerden birisiydi.

Deniz kenarında bulunan iri taşlar...

  Rowus, Teof'u görmüştü. Evine dönmek istiyordu. Oraya doğru koşarken birden bire şimşek çaktı, gök gürledi. Ardından yeşil bir yağmur yağmaya başladı. Rowus yukarı baktığında gökyüzünün yeşil bulutlarla dolu olduğunu görmüştü. Yeşil bulutlardan birisi kepezlerin üzerine geldi ve içindeki tüm sıvıyı kusarcasına kepezin üzerine akıttı.
 
  Bu sıvı yoğun, lava benzeyen bir sıvıydı. Az sonra gökyüzünden kocaman bir devin eli geldi. Bu el o kadar büyüktü ki bir parmağıyla Teof'un bir surunu yıkabilirdi. El baş parmağı ve işaret parmağıyla kocaman bir mühür tutuyordu. Taşların üzerindeki sıvının üzerine büyük bir gürültüyle elindeki mührü bastı. Rowus, mührü kocaman el çektikten sonra anca görebilmişti. Bu mühür, Sadya Krallığı'nın özel mührüydü.

  Hesare'de olanından...
 
  Rowus, ağzında büyük bir kuruluk hissederek uyandı. Sanki günlerce hiçbir şey yemeyip su içmemiş gibiydi. Gözleri bir kararıyor bir aydınlanıyordu. O an sağ gözünde çok büyük bir ağrı duyumsadı. Sol gözü tamamen açılmıştı ve etrafı görebiliyordu. Ancak sağ gözü için aynı şey söylenemezdi. O an elini gözüne götürdü ve sağ gözünü örten bandajı hissetti. Uyandığındaki sersem hali yavaş yavaş geçiyordu.
Keşke bütün her şey bir rüya olsaydı.
 
  Nerede olduğunu anlamak için tek gözüyle etrafa bakmaya başladı. Tek gözü olduğu için görüşünün üçte birini burnu kaplıyordu. Buna alışana kadar anlaşılan uzun bir süre geçecekti. Yattığı yatak sırtını rahatsız ediyordu. Soluna dönüp tanıdık yüzler aramaya başladı. Hemen gözünün hizasında acılar içinde böğürerek yatan bir adam vardı. Adamın karnı deşilmişti. Bağırsakları sarkıyordu.Yattığı yatağın neredeyse yarısına kan bulaşmıştı. Adamın görünüşünden ve böğürmesinden çok zamanı kalmadığı anlaşılıyordu. Rowus yaralı askerlerin bakımının yapıldığı bir çadırda olduğunu anlamıştı.

  Etrafa bakarak Hesare ve Yzira'ya bulmaya çalıştı. İkisinin de olmadığını görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Çadır, düşündüğünden daha büyüktü. Sağına dönerek orada Yzira ve Hesare'yi görmeyi umdu. Ancak umduğunu bulamamıştı. Biraz gözünü kaldırınca tanıdık bir simayla karşılaşmıştı. Buna pek sevindiği söylenemezdi çünkü bu onları savaşın ortasında bırakıp kaçan Aserai elçisinin kendisiydi.
 
  Rowus'un içini çok büyük bir öfke doldurmuştu. Açlığını, susuzluğunu ve yorgunluğunu unutarak büyük bir hışımla Aserai elçisine doğru kalkıp koşmaya çalıştı.  Ancak o an yatağa zincirle bağlı olduğunu fark edebildi. İçinden bu duruma sövdü.
 
  Bir süre sonra uyandığı fark edildi ve durumunu görmek için yanına tuhaf bir adam geldi. Üzerinde açık krem renkli bir kıyafet giyiyordu. Ellerini daha yeni yıkamış olmalıydı ki elleri kan lekeleriyle dolu giysilerine nazaran çok daha temizdi. Yanında  muhafız ve bir asker dikiliyordu. Rowus, konuşmayı gücünün olduğunu umarak muhafıza bağırdı:

  "Bu lanet olası halim ve zincirler de ne!"

  Doktor bunun üzerine gülümseyerek muhafıza bakarak "Kesinlikle durumu sandığımızdan daha iyiymiş Bıyıksız Nebatu. Onu sana teslim ediyorum." dedi.

"Ne iyisi!" Rowus ayaklarından ve ellerinden bağlı zincirleri çekiştirmeye başladı. "Buna mı iyi diyorsun?"
 
  Muhafız o an zincire bastı. Bunun üzerine Rowus tamamen yatağa gömülmüştü. "Bana bak, burası benim kampım, bunlar benim adamlarım ve sen de..." Az önce Bıyıksız Nebatu denilen adam konuşuyordu. Yüzündeki kirli sakallara rağmen bıyığının olmaması düşündürücüydü. Konuşmasına kirli dişleriyle gülümseyerek devam etti. "Sen de benim esirimsin. Dua et o sarı çıyan arkadaşının dili pek uzundu."
 
Rowus, Hesare'den bahsedildiğini anlamıştı. "Ne yaptınız onlara?"

Askerler birbirine bakarak gülümsediler. İçlerinden ciddi gibi gözüken birisinin kararlı sesi ortalığı susturdu. "Az sonra görüşmelerine izin verilecek. Hele kız olan pek bir yaramaz, ille de seni istiyor on gündür."

  Rowus şaşırmıştı. "On gün mü?" O an "Evet, 10 gün! On gün boyunca komadaydın" diye bir ses duyuldu.Bu Yzira'dan başkası değildi. Hemen diğer yanında da Hesare belirmişti. Ona gülümseyerek "İyileşmenin çok zor olduğundan bahsediyorlardı. Gerçi senin gibi güçlü birisinin bunun altından kalkacağını biliyorduk." dedi.

  Yzira "Sus bunak Hasır. Onunla ben konuşacağım." diye Hesare'yi susturdu ve Rowus'un tek gözünün içine uzunca süre baktı. Sonra saçını kaşıyarak "Bandaj yakışmış aslında" diye Rowus'u teselli etmeye çalıştı.

    Rowus üzerinden şaşkınlığı geçince hemen neden tutuklu olduğunu sordu. O zaman Hesare de "Biz de aynıyız senin gibi." Yzira onaylayarak ekledi "Biz de tutukluyuz. Şu an..." Yzira etrafındaki askerlere baktı. Askerler oflayarak yatağın başından ayrıldılar. "Şu an Sarrdak İsyancıları'nın kampındayız. Bizi tutukladılar, gerçi öncekiler de tutuklamıştı."

  "Ne demek istiyorsun?"

Yzira Hesare'nin getirdiği suyu Rowus'a içirirken acıyan gözlerle Rowus'a baktı ve olanları anlatmaya başladı:
 
  "Bilmen gereken birinci kural, buradakiler çok tuhaf insanlar. Komutanları da öyle. Son on gündür buradayız. Buradakiler kendiler isyancı olarak değil, bir dava peşinde koşan insanlar olarak görüyorlar. O yüzden onların yanında isyancı kelimesini ağzına almamalısın."

        Bu kadarını pekala Rowus'ta düşünebilirdi.

      "O geceyi hatırlıyor musun? Benim muhteşem planımı..." Gözleri sulanmıştı. Ağlayarak "Böyle olacağını bilmezdim Rowus, affet." dedi. Ancak sonra da Rowus'un konuşmasına izin vermeden sözüne devam etti:

      "O gece dolabın içinden çıkan adam genç bir adamdı. Onu ne askerler o zamana kadar görmüşlerdi ne de sorduğumuz başka biri. Onu bıçaklayarak öldürdüm.
   
    Ardından gelip bizi tutukladılar. Başta ben dövüşecektim ancak Hesare kılıcını yere atınca ben de yere atmak zorunda kaldım."

    Çadırdaki kanlar içinde yatan diğer insanları gözünün ucuyla baktıktan sonra konuşmasına devam etti:

  "Bizi tutukladılar. Lordun karşısına çıkıp ondan çok büyük bir azar yedik. Hesare bir kaç kelimeyle bizi savunmaya çalıştı ancak, Lord bizi ikinci bir emre kadar tutukladı. Ancak o gece baya sancılı geçecekti."

  Yzira  doğru kelimeleri bulmaya çalışıyor gibiydi:
 
"O gece kamp bir gece baskınıyla Sarrdak İsyancıları tarafından talan edildi." Sonra ağzını kapattı "Pardon asil Sarrdak ordusu tarafından." Rowus olayın geri kalanını pekala anlamıştı.

  "Peki beni nasıl böyle bir bok çukuruna getirebildiniz?"

  "Hesare, senin tedavi edilene kadar konuşamayacağımızı söyledi. Sonra da bizi tutukladılar ve sana iyileşmen için on beş gün süre verdiler."

  "Neden?"
 
  "Burada on beş gün kamp kuracaklarmış da o yüzden. Eğer uyanamasaydın seni... "
 
  Duraksadı. "Öldüreceklerdi." Yzira'nın gözü yine yaşla dolmuştu. Rowus'a sarıldı ve "İyi ki uyandın... İyi ki uyandın..."
 
  Onların bu haline gören doktor hızlı adımlarla yanlarına yaklaştı ve bağırarak "Hastamız oyuncak değildir hanımefendi, hala tam anlamıyla iyileşmedi." dedi. Yzira doktora gülümseyerek teşekkür etti.
 
  Az sonra Hesare ve yanında zengin kıyafetli bir adam çadıra girdi. "Asil Sarrdak Ordusu'nun muhteşem komutanı, Yüce Sultanımız Hekmer'in en başarılı komutanı,  Gecedağıtan Karlo'nun huzuruna çıkacaksınız."

***
 
    Kısa bir süre sonra onlar da iyi sayılabilecek kıyafet giyiyorlardı. Dahası Rowus artık zincirle bağlı olmadığı için mutluydu. Yzira Rowus'un kolundan tutarak onu Karlo'nun çadırına doğru götürmeye başladı. "Savaştan sonra baya şey değişti. Hala ne olduğunu bilmiyoruz. Senden isteğim içerdeyken dilini tutman."
 
    Rowus zaten öyle yapmayı düşünüyordu. Durduk yere diğer bir gözünü de kaybedesi yoktu. Kendisine saldıran mor elbiseliyi düşündü. Bu morluların efsanelerini daha önce çok duymuştu. Epsilonlar'ın bu tarz yeraltı çeteleri olduğu iddia edilirdi.
 
    Askerlerin Yzira'ya bakışı Rowus'u rahatsız etmişti. Bunun üzerine Yzira'nın elini daha sıkı bir şekilde kavradı. Yzira bunu fark etmiş ama tepki vermemişti. Onun da yüzü baya kararmıştı. Uzun süredir yıkanmadığı belliydi ve büyük ihtimalle Teof'tan ayrılmadan önce aldığı kokusu da uzun zaman önce bitmişti.
 
  Bir süre Karlo'nun çadırına girdiler. Rowus, çadırı görünce şaşırmıştı. Daha çok yıkılan imparatorluğun anlatılan çadırlarına benziyordu. Tek farkı çadırın en iyi görülebilecek yerinde asılı olan isyancıların bayrağıydı. Sarrdak Kralı Areb'in bayrağından farklı olarak bu bayrak da güneş daha üst taraftaydı ve biraz da turuncuydu. Sarrdak Krallığı'nın bayrağı beyaz bir zemin üzerine sarımsı bir güneşti. İsyancıların bayrağı ise sarı bir zemin üzerinde biraz daha yukarıda olan turuncumsu bir güneşti.
 
    Karlo, işte bu güneşli sancağın altında onun için hazırlanmış oldukça rahat gözüken bir sandalyede oturuyordu. Tahta bir yükseltinin üzerinde bulunan sandalyenin rengi zemine göre daha koyuydu. Tahta yükseltinin üstünde üzerinde çeşitli kağıtla, haritalar ve kitaplar bulunan bir masa Karlo'nun önünde uzanıyordu. Masanın her iki tarafında da iyi giyinimli adamlar oturuyor ve bir şeyler hakkında konuşuyorlardı.
 
  Rowus, Hesare , Yzira ve Aserai elçisi komutanın karşısına çıkınca herkes konuşmayı bıraktı. Gelenleri süzmeye başladılar. Rowus, tek gözüyle bile hepsinin gözlerinden akan hırsı görebiliyordu. Komutan onlara baktı ve yüzünde hoş bir tebessümle onları masanın diğer ucuna davet etti.

  Davetliler temkinli bir biçimde kendilerine gösterilen yere oturdular.  Birbirlerine baktılar. Rowus, dilini tutacağına söz vermişti ve içinde nedense kötü bir his vardı. Karlo'nun yüzünü incelemeye koyuldu. Karlo, alnındaki çizgilerden dolayı kırklı yaşlarında görülen bir komutandı. Rowus, askerler arasındaki konuşmalardan önceleri Sarrdak Sultanı Arep'in emrinde olduğunu ancak sonra ona bir savaşta sırt çevirerek arkadan vurduğunu duymuştu. Rowus, bu savaşın hikayesini duymuştu.
 
    İsyanın ilk yıllarında eğer Karlo böyle bir harekette bulunmasıydı, isyancıların yenileceği söyleniyordu. İsyancılar tarafına geçmesindeki en büyük faktör, Sarrdak ordusunun en büyük kampını bir gecede talan etmiş olmasıydı. Zaten Karlo'yu bu kadar ünlü yapan da buydu. 'Gecedağıtan' ünvanı boştan yere verilmemişti.
 
    Karlo bu süre içinde isyancıların pek çok başarısında adını zikrettiren bir komutan olmuştu. Evli olmadığı ancak yanından ayırmadığı büyücü bir kadının olduğu söylenirdi. Büyücü kadının ruhlarla iletişime geçtiği söylenirdi ve dünyada çok az bir kişiye verilen bir ödül olan iki çift mor göze sahip olduğuna inanılırdı. Bu büyücü kadını görmek için Rowus etrafa baktı. Az sonra çadırın perdeli kısımlarının arasından kendileri süzen iki çift mor gözü fark edebildi. Büyücünün aslında göründüğünden daha yaşlı ve çirkin olduğu düşünülürdü ancak şu an Rowus onun hemen hemen kendisiyle yaşıt olduğunu söyleyebilirdi. Yzira da o büyücü kadını fark etmiş olacak ki Rowus'un bacağını dürttü. Bunun üzerine Rowus her şeyiyle masada yapılan konuşmalara odaklandı.
 
    İlk olarak Aserai elçisi söze başladı. "Sultanımız Talmut'un siz haklı savaşçıları içtenlikle selamladığını söylemeliyim. Sarrdak Sultanı Arep, söz ettiğiniz gibi Jeremus'taki o tahtı hak etmeyen, gaspçı, düzen bozan ve Sarrdak Hanedanlığı'nın bekasını tehdit eden bir müfteridir. Sultanımız..."

    Bunun üzerine Karlo elçinin sözünün kesti ve "Madem öyle, Sultanınız Talmut neden şu an bu müfteri Sarrdak topraklarını işgal etmiş kabile ile savaş içinde değildir?"

  "Bu bizimle alakalı değil, Sarrdak'lılarla sekiz yıl önce imzaladığımız Lehud Anlaşması gereğidir. O zamanlar hatırlarsanız Sarrdak Sultanlığı'nın başında Üçüncü Hakim vardı. Bu anlaşma bizim ve onların arasında on yıllık bir barış öngörmektedir. Biz Aserai'ler sözümüzü tutarız."

    Rowus, bu anlaşmayı biliyordu. Yaklaşık sekiz yıl önce Sarrdak ve Aserai Sultanlıkları arasında çok büyük  kanlı bir savaş yaşanmıştı. Buna Lehud Savaş'ıydı. Lehud Ovasında gerçekleşen bu savaşta taraflardan herhangi birisi diğerine üstün gelmemişti. Bunun üzerine önce bir sürelik ateşkes ve sonra da on yıllık barış anlaşması imzalanmıştı.

  Aserai Elçisi sözüne devam etti:

  "Sultan Hekmar'ın ünvanını elbette ki eleştirmiyoruz. Hepimiz Bhratran Dininden gelen yüce Bhronova'nın kutsadığı insanlarız." Bhratran dininde Tanrı'ya
   
  Bhronova denirdi, ancak bu uzun süredir kullanılmayan bir deyişti.

  "Ancak, biz daha büyük planların peşindeyiz. Her iki tarafında kabul edebileceği yüzyıllardır denenilmemiş bir şey!"

  Rowus, Aserai elçisinin boğazını hala sıkmak istiyordu.

  Lanet elçiler, lanet görüşmeler...

  Bütün salon sessizlik içinde Aserai elçisine bakmaktaydı. Aserai elçisi sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. "Bir Bhratran Konfederasyonu! İşte biz size bunu öneriyoruz. Barış zamanı kendi krallıklarımızı yöneteceğimiz ama savaş zamanlarında birleşip atlarımızı ve develerimizi düşmanın karşısına süreceğimiz bir konfederasyon!"

    Karlo, Aserai elçisine bakarak "Teşekkür ederim sayın elçi." dedi. Bahsedilen ve ortaya atılan fikrin büyüklüğüne rağmen komutan sakin bir biçimde "Sultanımız Hekmar'ın emri olmadan böyle bir şey hakkında yorum yapamam." diye yanıtladı. Komutanın sakinliğine herkes şaşırmıştı.

  Sonra "Evet, Sadyalılar... Sıra sizde..." Rowus'a dönerek gülümsedi ve "Hikayenizi dinledim, Hesare'nin dediği gibi güçlü bir bedene sahipmişsiniz."  Rowus da gözündeki siyah renkli bandı elleyerek "Sizin doktorlarınız olmasaydı iyileşemezdim, komutanım." şeklinde yanıtladı. Yzira, Rowus'a bakarak başını salladı. Bu davranışının onaylandığına işaretti.

  Karlo gülümseyerek Hesare'ye baktı. Bunun üzerine Hesare'de ayağa kalkarak "Çok sayın Komutan'ım... Öncelikle bizi ve özellikle arkadaşımı kurtardığınız ve barındırdığınız için teşekkür ederim. Biz, size anlattığım gibi Kralımız tarafından Asil Sarrdak Ordusu ile görüşmeye gönderildik. Ancak, burada kendi krallığımızdan bir ordunun sizinle savaştığını görüyoruz. Hatta sizi burada Teof''a bir haftalık mesafede görmemiz bizi şaşırttı. Biz Sadyalılar sizin davanızın güneyde olduğunu düşünüyorduk. Ancak sizi birdenbire Sadya topraklarında bulduk. Bunların bir açıklaması olması lazım."

  Karlo tekrar gülümsedi ve "Bizi buraya kadar getirenler de zaten Sadyalılar'dı. Ancak bunun diyarda duyulmaması için çok gizli bir şekilde yapılması gerekiyordu. Nitekim bazı hainlere de cezası verildi. Bizim derdimiz Sadyalılarla değil. Yendiğimiz kontun amacı kralınıza karşı bir isyan bayrağı açmak ve bütün diyara Sarrdak Asil Ordusu'nu desteklediğinizi anlatmaktı. Siz yola çıktıktan bir süre sonra Teof'tan uğrayıp saklandığımız ikinci kaleye bir kuzgun gönderilmiş olmalı..."

  Hesare Komutan'a baktı. "Ama gördüğümüz mektup... Kral bize bu mektuptan bahsetmeliydi .Sadyalılar da o mühür bir tek kralda vardır, biliyorsunuz."

    "Ah evet o mektup. Kralınız zeki bir adam ama böyle bir şeyi lorduna yollamış olmasının bir sebebi mutlaka vardır. O mektubu ele geçirdik ve anlaşılan bu sorunun yanıtı için kralınıza gitmek zorundasınız."

  "Evet, evet... Ortada çok büyük bir oyunun döndüğünü düşünüyorum."

  "Siz de Kral tarafından mühürlendirilmiş üç kişiden birisiniz değil mi?"
     
  Hesare irkildi.

  "O zaman sizde potansiyel suçlusunuz demektir. " Karlo gülümsemesini bitirdi ve kaşlarını çatarak devam etti "Bu olayın aslını bilmiyorum, ben sadece ordumu korumakla görevliyim."

    Hesare sus pus kalmıştı. Rowus, arkadaşının böyle bir şey yapacağını aklının ucundan bile geçirmiyordu.


    "Şunu bilmenizi isterim." diye devam etti Karlo. "Biz buradan çok kısa süre içinde ayrılacağız. Doğuda bildiğiniz üzere Sarrdak'ların kontrolünde olan bir kale var. İmparatorluk yıkıldığından beri siz Sadyalılarca unutulan, Sultan 3. Hakim tarafından zamanında İmparatorluk'tan alınmış bir kale. Bizim buradaki amacımız o kaleyi ele geçirmekti."

    Sonra konuşmasına devam etti. "Bizim Sadyalılarla bir problemimiz yok. Hele ki Sadyalılar'ın kuvvetli kralıyla... Benim sorunum yendiğim lord ileydi. Yendim, yakaladım ve hatta öldürdüm."

  Rowus, bunu duyunca sinirlenmişti. Bir şey söylememek için dilini zor tuttu.

  "Ve sorun bitti. Şimdi siz değerli misafirlerime iki tane seçenek sunacağım. Ya mektubu alıp kralınıza gider ve olayın aslını öğrenirsiniz ancak bunun için sizden bir şey rica etmem gerekecek."

  "Ya da size verilen görevi tamamlamak için Yüce Sultanımız Hekmar'ın karşısına çıkarılmanız için küçük grup askerimle sizi güneye gönderirim. Karar sizin.."

  Sonra gülümsemeye başladı. "Sadyalılar..." diyerek de konuşmasını sonlandırdı.

  Hesare, Rowus, Yzira birbirleriyle bakıştılar ve düşünmek için biraz süre isteyip çadırın dışına çıktılar. İçinde bulundukları durumu anlayamıyorlardı. Rowus yerdeki taşa bir tekme savurarak Hesare'ye dönüp bağırdı. "Bu başımıza gelen saçmalık da neyin nesi! Senin Kral'ın..."

  "Sakin ol Rowus" diye Rowus'u tuttu Yzira. Rowus Yzira'ya "Sakin mi?" dercesine baktı ama sonra Yzira'nın arkasından yaklaşan mor gözlü büyücü kadını gördü.
 
  Üzerinde siyah bir elbise vardı. Saçları dalgalıydı, ve güneşten dolayı gözleri pembe rengini almıştı. Onlara yaklaşarak "Hepiniz sakin olun, imparatorluğun çocukları. İmparatorluk ruhu hepinizi kutsadı." diyerek Yzira'nın yanında belirdi.

  Üçlü de hiçbir söz söyleyemeden "Beni takip edin, gelin çadırıma." dedi mor gözlü kadın. Bu kadının ismi Ceilin'di. Yzira istemeyerek, diğer iki erkek de meraklı bir şekilde kadının arkasından yürümeye başladılar. Rowus, Yzira'nın kadına kıskanç gözlerle baktığını fark etmişti.

  Kadının çadırı büyük çadırın arkasındaydı. Çadır beklediklerinden daha küçüktü. Çadırın içinde yere basit bir kilim serilmişti. Çadırın ortasında bir direk yükseliyordu. Buraya kadar normal bir çadır olduğu düşünülebilirdi ancak direğin önünde, tahta bir yükseltinin üstüne konulmuş kristal küre çadıra girenlerin gözüne ilk çarpan nesneydi.
 
  Büyücü kadın, siyah bir elbise giymişti. Direğin arkasındaki sandıklarından birisinin önüne çöktü. Sandığı yüksek bir gıcırtıyla açtı ve içinden bir şişe ve kap çıkardı. Şişenin içinde yeşilimsi bir sıvı vardı. Rowus, Ceilin'in hareketlerini anlamıyor, ne yapacağını merakla bekliyordu. Hesare dalgın gözlerle direğin solunda yanan ateşe bakıyordu. Yzira ise kaşları çatık ellerini önden bağlamış şekilde mor gözlü büyücüyü izliyordu.

  Ceilin, aldığı kabı kristal kürenin yanındaki masaya koydu. İçine masanın altındaki şişeden su döktü. Ardından şişede bulunan yeşil sıvıyı suya akıttı. Bu sudan tuhaf bir buhar çıkmasına neden olmuştu. Sonra iki elini havaya kaldırıp gözlerini kısarak içinden tuhaf bir dilde bir şeyler mırıldandı ve ardından şunları söylemeye başladı:

"Toprak duyuyor musun sesimi!" Yavaşça kabı olduğu yerden kaldırdı.
"Kadim topraklar, kanla boyandı şu zamana kadar!" Kristal kürenin önüne geçti ve sıvıyı dökmek için kabı yukarıya kaldırdı.
"Yönetendir yalan dokuyan, yönetilendir barınan."

Bu şiirimsi sözleri kristal kürenin üzerine sıvıyı dökerken yüksek sesle söylüyordu.

"Hissedebiliyorum, onu buradan kadim kalbin yanından.
  Mühürlü kalpler, görmeyen gözler
  Hissedebiliyorum ölmemiş hala yaşıyor
  İmparatorluğun ruhunu taşıyan askerler!"


    Kristal küreye tüm sıvıyı döktükten sonra; üzerinin kirlenmesine aldırmadan üçlüye döndü ve şöyle dedi:
   
   
    "Yöneten olmaz mı yalancı?
    Ya yalansa  o koruyan tacı.
    Yönetilen görmek istemiyor mu?
    Hak etmiyor mu bütün kelleler birer dar ağacı?"


      Üçlü bu sözlerden hiçbir şey anlamamışlardı. Bir tek Hesare "Evet..." diye mırıldanmakla yetindi.
 
      Ceilin küreye döndü:

    "CEİLİN... CEİLİN! Seni görmek istiyor ey ruh, göster bana nedir gerçeğin yolu şu üçlü yoldaşa?"

    Sonra üzerinde yer yer yeşilimsi sıvı bulanan, yerdeki kilime damlayan küreye dokundu ve kürenin içini izlemeye başladı. Üç yoldaş da bu sırada birbirine bakmakla yetiniyordu.

    "Gördüm!" diye haykırdı büyücü kadın.

    Siyah elbisesinin yarsından çoğu kirlenmişti. Saçları birbirine dolaşmıştı. Rowus, sinirli bir şekilde onu izleyen Yzira'ya baktı.

    Yzira'dan daha fazla ruh hastası.

    Hesare sonunda dayanamayıp sordu: "Ne gördün?"

  "Kanlı büyük taşlar, hani şu Teof Boğazı tarafından yükselen! Bu kanı temizleyen dalgalar. Ama burası Teof değil, Sadya değil. Korsanlar var... Korsanların her biri kemikten yapılma taçlar takıyor. Ela gözlü tanıdık bir sima! İki tane çubuk var gökten gelen.. Biri bembeyaz, biri de simsiyah. Yine tanıdık bir gölge. Bu çubuklar birer harabeyi yıkıyor... Uzun yıllardır iskelet taçlılara mesken olmuş bir harabeyi..."

  Yzira sinir eşiğini aşmış olmalıydı ki kadına bağırdı:


  "Ruh hastası falan mısın? Ne söylemek istiyorsan evirip çevirmeden söyle!"

  Bunun üzerine kadın Yzira'ya küçümser bakışlar attı. Mor gözleri parıldıyordu.Kadın Yzira'ya bakarak bir çırpıda şunları söyledi:

  "İki erkek kaplan arasından yalnız bir dişi..."

  Yzira yumruğunu sıkmıştı. Büyücü kadın aldırmadan devam etti. Sadece durarak sanki heykelmiş gibisine konuşuyordu:

"Kendisine verilen fıtratı reddetti, o yüzden şanssızlardan oldu. O bunu anlamadan kıyametini göremez."

  Bu, Yzira'ya çileden çıkarmak için yeterliydi. Bir hışımla büyücü kadının boğazından tuttu. Kadının gözlerine baktı. İki kadında neredeyse eşit boyluydu. "Seni öldürürüm!" diye bağırdı Yzira. Eli iki hançerinden siyah olanına gidiyordu ki Hesare iki kadının arasına girdi. Rowus, Yzira'nın koluna girerek dışarı çıkardı.

***
 
  Üçlü kararlarını vermişlerdi. Kral'a giderek mektubu soracaklardı. Bunun için Karlo'nun onlara verdiği görevi yerine getirmeleri gerekiyordu. Karlo'nun onlara verdikleri görev hem onları kızdırmış hem de şaşırtmıştı. Görevleri kampa yaklaşık iki günlük uzaklıkta bulunan zengin bir çiftliğin sahibini kaçırmaktı. İlk duyduklarında üçlü buna sert bir şekilde karşı çıkmıştı. Karlo ise omuzlarını silkerek "Mektup bende, ordu bende. Eğer o mektubu istiyorsanız o adamı bana canlı bir şekilde yakalayıp getireceksiniz. Sorgulama istemiyorum."diye yanıtlamıştı. Bunun üzerine Rowus istemeye istemeye teklifi kabul etmişti.

  Bunun üzerinden yaklaşık iki gün geçmişti. Ufukta yeni yeni çiftlikten daha çok bir köyü andıran bu yerleşim yeri ortaya çıkmıştı. Güneş batarken bu küçük köye ulaşacaklarını düşünüyordu Rowus.
 
  Köy kadar büyük olan çiftliğe vardıklarında meydanda çiftliğin tüm sakinleri toplanmıştı. Burası çiftlik denilemeyecek kadar büyük, köy de denemeyecek kadar küçük bir yerdi. Kendine has bir hanı, tarlalara, hayvanlara sahip olan çiftçilerin kalacakları evler vardı. Bu böyle olmasına rağmen bütün bu arazilerin sahibi , üçlünün kaçırması gerektiği kişi, Bernato denilen bir adamdı.

  Üçlü kalabalığın neden toplandığını bulmak için atlarından indiler. Rowus seyise bu telaşenin sebebini sordu. Seyisin yanıtı üçlüyü tamamen şoka uğratmıştı:

"Vah vah sormayın başımıza geleni.Bu sabah çiftliğimizin sahibinin ortadan kaybolduğunu fark ettik."


Ve üzülerek belirtmek isterim ki elde olmayan sebeplerden dolayı hikayeme üç haftacık kadar ara vermem gerekiyor. Geldiğimde tam gaz hızla Osealion'un arayışındaki tuhaf insanların tuhaf maceralarını okumaya devam edeceksiniz efendim. Esen kalınız.


 
Back
Top Bottom