Onların Destanı, 2.Bölüm "Karaya Dönüş"

Users who are viewing this thread

Evet arkadaşlar, yine ben. Aklıma böyle bir proje geldi yapayım dedim. Gelecek bölüm ne zaman gelir bilemem ama siz yine de takipte kalın. Kısa oldu biraz ama gelecek bölümleri daha uzun yapmayı planlıyorum. Eleştirilerinizi bekliyorum. İyi okumalar  :lol:

GİRİŞ

"Doğuda, bozkırların yeni efendisi Moğollar yükseliyordu. Garpta ise; Hilalin altında Müslümanlar, Haçın altında Hristiyanlar kutsal şehir "Kudüs" için mücadele ediyorlardı. Tam bu iki olayın merkezinde iki gizemli tarikat büyük bir mükafat için harbe girmek üzereydiler. Tüm bunların ortak noktası ise, "Onlar" idi.

O'nun Destanı:Avcı



Tüm acun yeni gelecek bir ilkbaharın sevincini yaşıyordu o sırada. Orta Asya’nın tekinsiz bir ormanın içinde doğal denge aksamadan devam ediyordu. Orman yukarıdan bakıldığında ağaçlık görünebilirdi lakin içine girdiğinizde etrafta kardan bol başka bir şeyin olmadığı beşer gözüne ilk çarpan detaydı.


Karlar içinde sükûnet dolu bir öğlen yaşıyordu yine. İri ve yaşlı bir geyik umutsuzca beyaz bir örtünün arasında kendi karnını doyurmak için bir şeyler arıyordu. Bir adım attı, başıyla yerdeki örtüyü kaldırmaya çalıştı ama nafile. Yiyecek hiçbir şey bulunmamaktaydı. Tekrar birkaç adım attı. Bu sefer bir gariplik var gibiydi. Yeri koklayınca ona tanıdık gelmeyen bir rayiha hissetti. Bu da neyin nesiydi? Diye düşündü içinden.

Birkaç saniye düşünmeye kalmadan karların arasında bir çehre fırladı. Geyiğin boğazını hızlıca kavradı ve aynı hızda zavallı hayvanın boynunu kırarak öldürdü. Onun adı ya da namı “Avcı” idi. Türklere has, badem iri gözlere sahip, sırık lakabını alabilecek kadar uzun, avcı adını alabilecek kadar cesur ve sinsi, Alp olabilecek kadar iyi dövüşebilecek biriydi.

Esmer yüzünü beyazlaştıran karları elinin tersiyle sildi. Kaşlarını bulaşan karları ise kahverengi gözlerini kapatıp yine ayını eliyle karları buradan arındırdı. Bugün aç kalmayacağı belli olmuştu. İri bir geyiği midesine indirecekti. Fakat hızlı olmalıydı yoksa buralarda dolaşan diğer yabani yırtıcı yaratıklar başına üşüşebilirdi.

Fazla vakit kaybetmeden geyiği yakınlarda bulunan mağarayı andıran geçici kulübesine götürdü. Sivri ve bir o kadar keskin hançeriyle geyiğin dersini bir güzel yüzdü. Az sayıdaki ağacıyla minik bir ateş yaktı. Malum bu soğukta ateş yakmak imkânsıza yakındı.
Uzun bir dal yardımı ile parçalara ayırdığı geyik etini pişirdi. Afiyetle karnına indirdikten sonra geçip biraz uzandı. Ateşini söndürmemişti çünkü etraftaki yırtıcılar gelebilirlerdi. Avcı, düşüncesine bu cehennem yerde ondan başka insan yaşayamazdı.
Uzun bir uyku girmişti…


***************************************************************************

Avcı’nın kulağına garip ses geldi. Bu da neyin nesiydi böyle, diye geçirdi içinden. İki adam sessiz ama telaşlı bir vaziyette konuşuyorlardı. Avcı, başta pek bir mana veremedi bu hasbihale fakat bir müddet sonra hem muhabbet daha da anlaşılır olmuştu hem de seda daha yakından geliyordu.



“Sence bu işin sonunda kaç para alabiliriz,” dedi, içlerinden sesi ince olan. Bir süre ses yine kesildi.


“Eğer işi yine eline yüzüne bulaştırmaz isen kolaylıkla hal olur.” Dedi. Bu sefer diğeri konuşmuştu.

İki kişi olmalıydılar, şeklinde düşündü Avcı. Ama emin olmamakla birlikte kılıcını kendine doğru yaklaştırdı. Hiç ses çıkmamıştı bu hareketinden. Kılıcının kabzasını, dallara asılan maymunlar gibi sıkıca tuttu. Adamlar biraz daha yaklaşmış gibiydiler. Artık mağaranın içine girmiş olmalıydılar.



“Ne! Ama burası boş,” dedi Avcı’nın düşmanlarından biri. “O pis hergele nereye gitti böyle!”




"Birisi bize şaka yapıyor olmalı,” dedi diğeri. Sesinde telaş daha fazla olmakla beraber şimdi kulağa daha genç geliyordu. “Dedikleri bölgeye geldik ama kimse yok.”

İkisi daha etrafı kolaçan etmeye varmadan Avcı saklandığı yerden çıktı. Elindeki kılıcıyla rakiplerinin üstüne doğru koştu. İki düşmanın da tipi kaymıştı. Buralara pek alışkın değildiler. Birisi daha kılıcını yukarı kaldırmadan Avcı çevikliğini kullanarak kendi kılıcıyla düşmanın kılıcını hapsetti. Ardından yine aynı şahsa sertçe kafa attı. Sonra, yüzüne aynı hızda bir yumruk ve kılıcı ile adamın dizlerinin arkalarına birer kesik. İlk rakibi yere düşmüştü bile. Sıra diğerine geldi. Arkadaşının yere düştüğünü fark etmeye kalmadan, Avcı kılıcını adamın karnına saplamaya kalktı ama düşman iyi çıktı. Bir anda geriye çekildi ve kılıcını Avcıya doğru savurdu.

Avcı, kıvrak bir manevra ile kılıcın altından geçti. Avcı, doğadaki hayvanların karması gibiydi. Aslan kadar güçlü, çakal kadar sinsi, atlar kadar hızlı, maymun gibi çevik ve insan kadar zeki... Adama bir kez daha savurdu kılıcını. Bu sefer o kadar hızlıydı ki adam hareket yapamadan karnından yara aldı. Yere düştü. Birkaç saniye içinde adamın ağzından mide bulandırıcı kanlar gelmeye başladı. Lakin Avcı o kadar soğukkanlıydı ki hiçbir şey olmamış gibi yerde yatan rakibinin başına gitti, zavallı adamın karnının üstüne oturarak eylemde bulunmasını engelledi.


“Bre gafil! Söyle bakalım kimin adamısın, adın sanın nedir?” dedi. Sonrasında adamın tamda burnuna gelecek şekilde yumruk atarak.
“Söylemez isen seni diri halde kurtların önüne atar ve iştahla yemelerini izlerim. Yok, eğer söylersen yine seni öldürür fakat bu sefer bir mezara koyarım.”



“Yapmayın beyim! Biz sizin kim olduğunuzu dahi bilmemekteyiz,” dedi. Konuşurken birkaç kez duraksadı korkusundan. “Size her şeyi anlatırım. Lütfen bana acıyın!”



“O zaman durmadan anlat hele, neymiş derdin?” dedi Avcı. Sesinde hiçbir farklılık yoktu. Sanki çok yakından bir dostuyla hasbihal ediyordu.



“Bizi tanımadığımız bir adam gönderdi. Daha sizin kim olduğunuzdan bile emin değilim. Sadece Alp olduğunuzu biliyorum. Başka bir malumatım yok lakin sizi ormanın dışından bekleyen büyük…” dedi. Sesi kesildi. Arkadan gelen az önce Avcı’nın öldü diye bildiği adamın elinde hançeriyle gelişiydi. Avcı anında yana savurdu kendisini. Adam yanlışlıkla mı, bilerek mi olsa arkadaşının karnına sapladı elindeki silahını.



Avcı hemen olayı kavradı. Her vakit belinde tuttuğu hançerini adama son darbe vurmak için bir daha savurdu. Bu sefer direk boğazına yaptı hamlesini. İki düşman da gebermişti. Avcı, sorguladığı adamın son dediklerini bir daha düşündü. Bu doğru bir malumat olabilirdi. Malum, düşmanları pek fazla idi. Onun başına büyük ödüller bile konmuştu. Cihanın birçok yerinde Beyler onun kellesini almak için sabırsızlanıyordu.



Şimdi uzun bir düşünme faslıydı. Ne yapmalıydı, nereye gitmeliydi ve bu tekinsiz yerde kime güvenmeliydi? Aklındaki soruların cevabını şimdilik bilmiyor idi ama bir müddet sonra öğreneceği kesindi.



O bunları düşünedururken burnuna bir koku ilişti. Mağaranın dışına baktığında hiç de iyi olmayan bir manzarayla karşı karşıya kaldı.
 
Öncelikle hayırlı olsun. İlk bölümden bir şey söylemek zor ama ilgi çekici buldum. Yalnız ana karakteri abartılı buldum. Sanki bir destan karakteri gibi tarif etmişsin. Çok zeki, çevik, hızlı... Hiç falsosu yok :smile:
 
Konu düzenin biraz gözüme battı. Satır aralıkların uzun geldi. Onun dışında iyi bir bölümdü.  Ek olarak hikayeyle ilgili Homeros'un dediği gibi bir çıkarımda bulunmak için erken. Ama genelde sıfırdan bir hiç olarak başlayan ve beklentinin düşük olduğu ana karakterlerin gelişimini ve bununla beraber yükselişini okumak daha zevkli oluyor. Şimdi Avcı açıkçası kusursuz bir kahraman profiline sahip. Cüneyt Arkın'ın oynadığı Kılıç Aslan filmine benzetebiliriz. Ya da Battal Gazi. Tabii arka planını yazdın mı bilmiyorum. Bu becerileri doğuştan mı geliyor? Yoksa böyle mi yetiştirilmiş. Bunu yazmanı isterim ilerleyen bölümlerde.
 
Yorumun için teşekkürler. Aslında evet Avcı biraz destansı bir karakter. Lakin ilerleyen bölümlerde onun içine düşeceği durumlar o kadar da kusursuz olmadığını gösterecek.
 
Nadir Şah said:
Yorumun için teşekkürler. Aslında evet Avcı biraz destansı bir karakter. Lakin ilerleyen bölümlerde onun içine düşeceği durumlar o kadar da kusursuz olmadığını gösterecek.

Rica ederim. Zaten kusurlar sadece fiziksel görünüm ve güçle de alakalı olmaz. Belki karakteriyle alakalı bir zayıflığını yazabilirsin.
 
ana karakterin battal gazi olması dışında hiçbir sıkıntı yok. devamını beklerim. zamanım olursa bunu da kesinlikle okuyacağım. beğendim. :smile:
 
Jacques Collin said:
ana karakterin battal gazi olması dışında hiçbir sıkıntı yok. devamını beklerim. zamanım olursa bunu da kesinlikle okuyacağım. beğendim. :smile:

Desteğin için teşekkürler. Daha bekeleyin. Aslında başka bir karakterden esinlenmiştim yani Battal Gazi değil. Ayrıca ilerleyen bölümleri başka karakterlerin gözünden anlatacağım.
 
bazi bolumlerin arasini doldururken sanirim biraz sikinti olmus, "adamlar yaklasmaktaydi"dan bir anda "dusmanlardan biri geldi" gecisi gibi. keza kelimesel secimlerde de biraz az kullanim ve cok tekrar var; ama onun disinda gayet de guzel, kendini okuttutabilecek bir oyku olarak gorunuyor, su an icin. ilgiyle takipte olacagim efenim.
 
zéro de conduite said:
bazi bolumlerin arasini doldururken sanirim biraz sikinti olmus, "adamlar yaklasmaktaydi"dan bir anda "dusmanlardan biri geldi" gecisi gibi. keza kelimesel secimlerde de biraz az kullanim ve cok tekrar var; ama onun disinda gayet de guzel, kendini okuttutabilecek bir oyku olarak gorunuyor, su an icin. ilgiyle takipte olacagim efenim.

Desteğiniz için teşekkürler. Eleştirilerinize kulak vereceğim  :grin:
 
Yeni bölüm, yeni karakter.

Geminin güvertesine insanın içini huşuyla dolduran rüzgâr esintileri vuruyordu. Bu denizcilerin alışık olduğu, onların en rahat ve güven hissettikleri zaman dilimiydi. Selenge işte böyle keyif olan denizcinin kızıydı. O deniz suyunu anne sütüne tercih etmişti. Aylarca, kara görmemiş ve korsanlardan babasıyla kaçmıştı.

Sarı saçları, geminin güvertesine çıktığı zaman havaya savruluyordu. Mavi gözleri ile bir ahenk oluşturan yüzü en soğukkanlı erkeği bile baştan çıkarabiliyordu. Bazı Yunanların rivayetlerine göre güzelliği Yunan tanrılarından Afrodit’i bile kıskandırıyormuş. Selenge, bunu duyunca kahkahalara boğulmuştu. O küçüklüğünden beri babasından eğitimi almıştı. Ve o tahsillere göre sadece bir Tanrı var idi. O da kendi kullarını ne kıskanır ne de onlardan etkilenirdi.

“Kaptan, limana ulaştık,” dedi tayfadan biri, kaptana bakarak. “Malları çıkarabiliriz.” Derken yeni üye olduğu belli ediyor idi. Konuşurken ses telleri hafifçe titriyordu.

Selenge ve babası birbiriyle kısa bir bakışmanın ardından döndüler. Tam güvertede iken, “Baba, mallardan kazanacağın paranın bir kısmını da bana vereceksin,” dedi Selenge. Hafifçe sırıtarak, “Yoksa darılır ve senle küserim, istediğim oran yüzde kırk.”

Babası omzunu silkti, kendini biraz geriye çekerek, “Sanki yapmadığın şey,” dedi. Denizin içine tükürerek tekrardan kızın gözlerine baktı. “Daha önce de dediğim gibi kızım, yollar çok tehlikeli artık fazla mal getiremiyoruz. Cihanın dört bir tarafında beşerler harp ederler,” dedi. Yine duraksadı. Yanlarından geçen ve genişçe bir kutuyu götüren iki kişiye küçük bir fırça attı. “Tüccarlar pek bulunmuyor, bulsak bile çok düşük fiyata mal satıp, çok yüksek fiyata mal alıyoruz. Eğer önceden biriktirdiğim meblağ olmasa idi çoktan karaya geri dönmüştük.” Dedi.

Karaya geri dönmek, deyimi denizcilikten ayrılıp başka mesleklere yönelmeye denirdi. Ve bu denizciler arasında pek de hoş karşılanan bir durum değildi. Ayıplanır veyahut meyhanelerde içerken dalgası geçilirdi. Selenge, bir erkek gibi büyüdüğü için böyle durumları iyi tebliğ etmişti.

Son zamanlarda babasının bunaklaşması ve yaşlanması sebebiyle gemiyi o kontrol etmeye başlamıştı. Babasının yerine bir gün o geçecekti biliyordu bunu. Hiçbir zaman karada oturan diğer kadınlar gibi olmak istememişti. İçinde hep bir denizci yattığına inanırdı.

Bununla ilgili usundan hiç çıkmayan bir hatırası vardı. Bir gün, İspanya’nın bir kentine ticaret için gitmişlerdi. Limana vardıklarında her zaman yaptıkları rutin hareketleri yaptılar. Malları yükledikleri sırada limanda dolaşan kötü giyimli bir kadına rastlamışlardı. Kadını yaşı seksenin üstüydü, elbiseleri en az üç yıllıktı. Yavaşça Selenge’ye yaklaşmış ve herkesin içinde bağırarak şunları söylemişti:

“Bu kız… Bu kız!  Bu geçmişteki Türk kadınları gibi, Dünya’yı değiştirecek işler yapacak ama kimse adını hatırlanmayacak!” demişti. Ve bir daha hiç karşılaşmamışlardı.

Aslında herkes Selenge’nin içinde böyle bir potansiyel olduğunu bilmekteydi fakat kimse açık açık dile getirmiyordu. Belki de kıskanıyorlardı.

Malları dışarı götürmeye başladıkları sırada her zamanki gibi İskenderiye’nin büyük tüccarlarından Kasım nam-ı diğer Arap Kasım o her zamanki yapmacık güler yüzüyle kaptan ve kızını karşıladı. Elleri altını hissetmişti ki ellerini ovdu:

“Tekrardan hoş geldiniz,” dedi “R” harfini vurgulayan aksanıyla. “Sizi burada görmek benim için büyük bir şeref kaynağı oldu!” şeklinde yalakalığına devam etti.

“Sağ olun,” dedi Babam tevazuyu eksik etmeyerek. “Sizi görmek ne hoş Kasım Efendi! Son zamanlarda buralara pek uğrayamıyorduk. Sonunda Allah yine buranın toprağını görmeyi nasip eyledi.”

“Tabii efendim,” dedi Kasım, güler yüzü altındaki maskeyi görüyordu sanki Selenge. “Sizinle ticaret yapmak benim için hep zevk kaynağı olmuştur.”

“Sizden bir iyilik isteyecektim, Kasım Bey,” dedi babam. Kasım, başıyla onaylarcasına baktıktan sonra devam etti. “Malumunuz son zamanlar deryada kâfir sancak açmış kimseye huzur vermemekte,” Selenge’nin babası Hamza Kaptan bir an duraksadı. Yere tükürerek, “Tabii korsanda kastım ufak Haçlı filoları, hiçbir Müslüman gemisini sağ bırakmazlar. Elbet ben de isterdim onlarla baş etmeyi ama elimden ne gelir?”

“Sizi anlıyorum lakin bu ricanızı kabul edecek vaziyette ben de bulunmamaktayım,” dedi. Gözlerinden sanki kibir ve sinir fırlıyordu. “Bu Haçlı işi, sadece sizin değil bizim işlere de balta vurdu. Elimden bir şey gelmez.”

“Fakat durumumuz kötü tayfamın dağılma tehlikesi bile var.” Dedi babam. Gözlerinden adeta ateş püskürmüştü.

Bu işi sana ben yap demedim, Hamza Bey” dedi Kasım. Yüz ifadesi yavaşça değişti.

“Ben olmaz isem sen de bir iş yapamazsın.” Dedi Hamza Kaptan. Bu tartışmanın sonucu kavgaya dönüşecek gibiydi.

Bu ateşli tartışma devam ederken, Selenge elini babasının göğsüne koyarak geriye doğru çekti. Babasını kulağına yaklaşarak:

“Bu kadarı yeter bence, şansımızı daha fazla zorlamayalım.” Dedi. Sesi sakin, ruhu sinirliydi. Fakat bu beyhude çabaydı. Babası koluyla kızını hafifçe itti. Arap Kasım’a doğru biraz daha yaklaştı.

“Bak tüccar, bu münakaşanın bir sonu olmayacağa benziyor,” dedi. Her söylediği kelimede biraz daha yumuşuyordu. “En iyisi ortak bir sayıda buluşalım.”

“Tamam, o zaman,” diye karşılık verdi tüccar. Selenge’ye bir bakış attıktan sonra devam etti. “Şimdilik düşük bir fiyattan alacağım ama sözüm olsun bir dahaki gelişine senin istediğin ücretten karar kılacağız.”

Bu tartışmada son bulmuşa benziyordu. Şimdi yapacak daha önemli işler vardı, en azından Selenge için. Gemiye bir kere daha uğradı. Büyük bir miktarda para alarak dışarı çıktı.

Limanın olduğu yere varınca babası ona seslendi:

“Fazla geç kalma, handa olacağım her zamanki yerde.” Selenge nereye gideceğini biliyordu akşam saat geç olmadan Ateşkoyu Hanına varmalıydı. Babasının eski bir arkadaşının yeriydi.

Şimdi onun eğlence vaktiydi. Gönlünce dolaşacak ve yeni yerler hatta yeni kişilerle tanışacaktı belki de…

Vakit kaybetmeden şehrin cadde ve sokakları arasına daldı. İlk başta bir pazarın içine girdi. Sıcaktan şimdiden bunalmıştı. O denizlerin kızıydı karada fazla durunca içine kötü bir his doğardı hep.

Tezgâhlarda, başta Arap giysileri olmak üzere çeşit çeşit farklı kültürlerden elbiseler bulunmaktaydı. Giysilere şöyle bir göz gezdirdi. Çoğu eskimişti. Son zamanlarda bu coğrafyada çok fazla cenk yapılıyordu. Bu da halkın maddi durumunu kötü etkiliyordu. Giysilerin eski olması uzun süredir satılmadığına işaretti.

Küçük yaşlarda bir oğlan, Selenge’ye yaklaştı, Türk aksanı şeklindeki Arapçasıyla, “Ne isterdiniz, efendim!” dedi. Ela gözlerinin verdiği tatlılık bal ile eşitti.

“Baban buraya bakmana izin veriyor mu, ufaklık?” dedi. Selenge. Çocuğun al yanakları daha kızardı. Selenge şaşırmıştı. “Niye böyle üzüldün, yoksa bir şey mi oldu?”

Çocuk daha azını açamadan onun arkasından yaşça daha büyük biri geldi. Çocuktan 4-5 yaş daha büyüktü. Onun da gözleri elaydı.

“Ne oluyor, kardeşim?” diye sordu büyük olan.

“Yok, bir şey sadece bu hanımefendi tezgâhımıza geldi.” Dedi. Sesinde çekingenlik gizliydi.

“İyi o zaman, bir şey yok ise hanımefendi ekmek teknemizin önünü kapatmayın!” Selenge yine merakının cezasını çekmişti.

“Babanız, izin veriyor mu?” dedi Selenge. Çocuklar bir müddet bakıştılar. Sonra küçüğü bir şeyler söyler gibi oldu lakin nafile.

“Babamız öldüler,” dedi büyük olan. Yüzü yine sinirliydi ama ruhu ve ağzından çıkan sesler yavru bir kedinin miyavlaması gibi kulağa geliyordu. “Kendisi bir Haçlı saldırısı sırasında Hakk’ın rahmetine kavuştu.”

Selenge’nin içi sızladı. Bu iki gariban çocuk karınlarını doyurabilmek için çocukluklarını yaşayamadan ekmek derdine düşmüşlerdi. Selenge’nin de pek bir alametifarikası yoktu gerçi. O da küçük yaşlarında “denizci” mahlasını alarak babasının yanında işe başlamıştı.

“Başka bir sorun yoksa gidebilirsin.” Dedi büyük olan çocuk.

“Milletiniz nedir?” diye sordu Selenge.

“Türk’üz,” dedi büyük olan. Bunu derken gururla çıktı ağzından laflar. Atalarından gurur duyduğu her hâlinden belliydi. “Anamda, babamda Türk idi, bundan mütevellit bizde Türk’üz.”

“Bende Türk bir denizcinin, Türk kızıyım,” dedi Selenge. Bu sefer Arapça değil Türkçe konuşmuştu. Bunu duyan çocukların yüzünde gülümse oluştu.

Selenge sattıkları mallardan bir tanesini aldı. Fazladan para da bıraktı ki bir hayra vesile olsun.

“Aman efendim, bu paralar fazla değil mi?” dedi küçük olan. Ağabeyi kafasıyla kardeşinin onayladı.

“Fazla değil, sizin gibileri için az bile,” diye mahcup olmuş çocuklara cevap verdi. “Kendinize iyi şeyler almak ve yemek için harcayın, siz akıllı çocuklarısınız vesselam.”

Başka tezgâhları da sırayla dolaştı. Pazarın kalabalığı yüzünden bir müddet sonra az önceki çocuklar gözükmemeye başladı.

Etraftaki esnaflar bağırarak yanlarına müşteri çekmeye çalışıyordu. Etrafta ise kuru bir kalabalık vardı. Fazlasıyla müşteri ama satılan tek bir mal bile yoktu.  Etrafa biraz daha göz attıktan sonra şehrin ünlü hanlarının olduğu cadde tarafına yola çıktı. İstediği yere gelince rastgele hanlardan birine girdi. Han yine doluydu. Özellikle denizciler ve paralı askerler başat nüfustu handa.

Kuytu köşede bir masaya oturdu. Belli bir vakit sonra hancı yanına geldi. Sarı dişleri ve beyaz saçlarıyla çok çirkin gözüküyordu. Birkaç yalaka sözden sonra Selenge istediklerini söyledi. Kımız ve tavuk budu istemişti.

Arkasına doğru yaslandı ve çevresinde bulunan insanlara baktı. Hepsi eğleniyordu. Sesi güzel olan biri Selenge’nin daha önce duymadığı bir şarkıyı söylüyordu. Diğer müşteriler ise şarkının güzelliğinden etkilenip dansa kalkmışlardı. Diğer kesim ise bira bardaklarını tokuşturup espriler yapıyorlardı.

Bu şen şakrak ortamda Selenge biraz da olsa rahatlamıştı. Aklından tefekkürler edip, gelecekle ilgili tahayyüller kuruyordu. Her şey iyi giderken arkadan tanıdık ama huzursuz bir seda ilişti Selenge’nin kulaklarına. Kim olduğunu görmek için arkasına döndüğünde ise tüm kaderini değiştirecek o kişiyle karşılaşacaktı.
 
İlk hikaye battal gazi olmuş ama bölümün girişi çevre tasviri çok güzeldi. İkinci hikayeye baktığımda ise içinde beni çekemedi ama tasvirler yine hoş. Sadece şu eski kelimeleri kullanmak yerine modern şekilde yazabileceğine inanıyorum insan demek yerine beşer demek çok kulak tırmalayıcı. Anadolu Selçuklu halk hikayeleri anlatacaksan iş başka tabi  :smile:
 
Döneme uygun olması bakımından eski kelimeler kullandım. Aslında evet bu bölüm pek de bir aksiyon olmadı. Ama daha 2.bölüm, daha girişinin yapmam gereken birkaç karakter daha var. Sonrası ise dolu dolu macera. Eleştirilerin için sağ ol, kulak vereceğim  :smile:
 
Ne bileyim, 'bre gafil!' , 'beşer' falan çok itiyor beni benim açımdan sonuçta günümüz yazarları günümüze göre yazar eski bir dönemi anlatsa da. O dönemlerde yazılmış eserleri okurken de bazen aynı hisleri hissederim. Tabi sen bilirsin.
 
Back
Top Bottom