[KADER] Anka'nın Savaşı (9.Bölüm!!) Kaldığımız yerden Devam

Users who are viewing this thread

Evet arkadaşlar. Size daha önce bahsettiğim eş zamanlı iki hikaye yazma projeme başlıyorum.
Anka'nın savaşı ve İki Ruh adlı hikayelerim aynı zaman diliminde geçiyor. Son İmparator'un devamı niteliğinde olan iki hikaye de Yüküntür'ün ölümünden 16 yıl sonrasında geçiyor.

Önemli; Lütfen Anka'nın Savaşı ve İki Ruh adlı hikayelerin ikisini de okuyunuz. Çünkü, ikisi de birbiri ile bağlantılı. Olayları anlamak için, İkisini de mutlaka okumak gerekiyor...

Not; Son İmparator adlı hikayeyi okumadıysanız, bunu okumanızı kesinlikle tavsiye etmiyorum.

Yüküntür öldükten kısa bir süre sonra, onun tarafından kurulan ittifak İmparatorluğa dönüştürülür. Swadyanın da imparatorluğa katılımıyla, İmparatorluk dört ulusun hükümdarlarından oluşan bir konsey tarafından yönetilmeye başlanır.
Büyük savaşta yenilgi alan Nord Krallığı ise parçalanmıştır. Kabileler şeklinde parçalanan Nordlar, kendi içlerinde savaşmaya başlar. Nord Toprakları tamamıyla kaosa bürünmüştür. Bir süre sonra Nord kabileleri, İmparatorluğun Swadya sınırındaki köylere de saldırmaya başlar...

Vaegir Krallığında durum iç açıcı değildir. Büyük yenilgiden sonra, Krallıkta iç savaşlar başlamıştır. İmparatorluk Ordularının da müdahalesiyle ülke çapındaki isyan bastırılsa da, ülke hala diken üstündedir. Halkın büyük bir çoğunluğunun desteğini alarak Vaegir tahtına çıkan Groew ülkesinin kurtuluşunu, İmparatorluğa katılmakta buluyordu...

Kalradya'da, geçen zaman içerisinde paralı asker loncaları da kurulmuştu. Ülke çapında çok yaygın olan bu paralı asker loncalarının kurulma amacı, bellirli bir ücret karşılığında haydutları temizlemek yada kervanları korumaktı. İmparatorluk, bu loncaların sayısının artmasını destekledi ve yardımcı oldu. Çünkü bu loncalar sayesinde, İmparatorluk askerleri haydutlarla daha az savaşıyordu. Ve herhangi bir savaş durumuna karşı da lonca askerleri kullanılabilirdi. Bu loncaların en güçlüsü ise, Kalradya'da kendi ait kalesi bulunan tek lonca olan Kızıl Şahin loncasıydı. İmparatorluktan bağımsız olarak çalışan  ve Yüküntür'ün yoldaşlarından olan Lezalit'in kurduğu bu loncanın askeri gücü, Kalradya'nın her tarafına yayılmıştı...   
Harita biraz kötü oldu. Kusura bakmayın  :sad:
pydbg.bmp

Yazım hatalarım çok olabilir. Onlar için özür dilerim. Umarım okurken zevk alırsınız.  :grin:

Kral Archer ve ordusu, Clael surlarına çok yaklaşmıştı. Archer, eve dönüyor olmanın verdiği neşe ile atını daha da hızlandırdı. İki yıl gibi uzun bir süre boyunca, karısından ve halkından uzak kalmıştı. Birçok adamını, bu anlamsız savaşta yitirmişti. Ama buna rağmen,en ufak bir kazanç bile sağlayamamıştı bu savaştan. İki yıl! İki yıl boyunca, bir hiç için savaştığını artık anlayabiliyordu. Seferi bitirmesinin nedeni de buydu zaten. Bu savaşın onlara getirdiği tek şey acı olmuştu. Birçok adam, iki yıl boyunca karılarını ve çocuklarını görememişti. Ama onlar şanslı olanlardı. Birçok oğul ve baba ise, bu anlamsız savaşta yitip gitmişti. Ailelerini hiç göremeyeceklerdi bir daha.

Archer bunları düşünürken, şehir surlarının üstündeki nöbetçiler, şehre doğru gelmekte olan büyük orduyu gördüler. Şehri doğru gelen ordu, nöbetçilerde büyük bir tedirginlik ve şaşkınlık yaratmıştı. Devriyelerden, şehre doğru gelen bir ordu ile ilgili rapor almamışlardı. Bu nasıl olabilirdi ki? Koskoca bir ordu, devriyelere yakalanmadan şehrin önüne kadar nasıl gelmişti ki? Nöbetçilerin başında duran çavuşlardan biri, elini güneşe karşı siper ederek, yaklaşan orduya baktı. Ordu yaklaştıkça, taşıdıkları sancaklarda görünür hale geliyordu. Çavuş bir süre bekledikten sonra, işaret parmağıyla yaklaşan orduyu göstererek "Kral Archer!" diye bağırdı. "Kral Archer geri dönmüş!!". Surlarda, bir heyecan dalgası oluştu. Bütün nöbetçiler, surların burçlarından kafalarını çıkartarak, gelen orduya baktı. Evet, ordu gerçekten de Kral Archer'ın sancağını taşıyordu. Siyah renk üzerine, kızıl renk ile işlenmişbir anka kuşu.

Nöbetçilerden biri, çavuşun yanına giderek "Efendim" dedi. "Kral Archer'ın dönüşü ile ilgili bize bir bilgi verilmemişti. Kral Archer'a bir...". Çavuş, askerin ne demek istediğini anlamıştı. Eliyle onu susturduktan sonra, "Saçmalama" dedi. "Kralımızı tanımıyor gibisin". Yüzünde, küçük bir tebessüm oluştu. "Dönüşünü haber vermemek! Bu tamda onun yapabileceği bir hareket".

Archer şehir kapısına yaklaşarak surlara baktı. "Nöbetçiler! Ben Kralınız Archer Clael! Kapıyı açmanızı emrediyorum!". Askerler, aşağıya doğru baktı. Aşağıdaki kapının hemen önünde iki kişi duruyordu. Aşağıda duranlardan biri, omuzlarından sırtına doğru inen kırmızı pelerinli ve başında krallık tacı bulunan Archer'dı. Onun hemen yanında ise, şövalyelerin lideri Daniel vardı. Askerlerden biri, arkasına dönerek bağırdı. "Heyy!! Kapıyı açınnn! Kralımız geri döndüüü!!". Kapı gürültülü seslerle açıldıktan sonra, Archer ve Daniel atlarını hızlı bir şekilde, kraliyet sarayına doğru sürdü. Onların hemen peşinden, zırhlarla donatılmış şövalyelerde şehre girdi. Archer ve şövalyeler şehir sokaklarında ilerlerken, halkta şaşkın bakışlarla olup biteni anlamaya çalışıyordu.

Kısa bir süre sonra, Kraliyet sarayına geldiler. Archer karşısında duran muhafızlardan birine bakarak "Hey! Sen!" dedi. "Çabuk atımı ahıra götür". Muhafız, başıda bir taç ile karşısında duran kişiyi ve arkasındaki şövalyeleri görünce bir süre donup kaldı. Kendine geldikten hemen sonra, hızlıca atın yanına koştu. Ve onu ahıra doğru götürmeye başladı. Diğer muhafız da ufak çaplı bir şok geçiriyordu. Archer arkasını dönerek Daniel'e baktı. "Daniel, sen şövalyelerle ilgilen". Daniel başını eğerek "Emredersiniz efendim" dedi.Archer tam adım atmak üzeriydi ki, Daniel'in sesini duydu. "Efendim, Kraliçeyi görmeden önce Lens'in yanına gitseniz iyi olacak. Onun yanına gittiğinizde. Ona, zamanın geldiğini söyleyin. Ne demek istediğinizi anlayacaktır".

Archer, hızlı adımlarla saraya girdi. Sütbeyazı mermerler ile döşenmiş olan koridorlarda ilerlemeye başladı. Karısını göreceği için çok heyecanlıydı. Ama ondan önce, Lens'i ziyaret etmeliydi. Daniel'in sözlerini anlayamamıştı. Koridordaki odalardan birinin kapısının önünde durdu. Tam kapıyı açmak üzeriydi ki, odadan yükselen "İçeri gir!" sesini duydu. Kapıyı açarak içeriye girdi. Karşısında, en güvandiği dostu olan Lens vardı. Gülümseyerek Lens'e baktı. "Şişmanlamışsın!". Lens başını kaldırmıyordu. Archer, kötüye giden birşeyler olduğunu anlamıştı. Dostuna bakarak "Lens" dedi. "Neler oluyor? Önce Daniel. Sonra da sen. İkinizde çok garip davranıyorsunuz".

"Daniel ne dedi?". Lens, bu soruyu sorarken, Archer'ın gözlerinin içine baktı. Archer olanlardan hiçbirşey anlayamıyordu. "Zamanın geldiğini söyledi" diye cevapladı. Lens gözlerini kapatarak yutkundu. "Anlıyorum". Pencerenin önüne geçerek, gözünü dışarıya dikti. "Archer!" dedi zorlukla. "Sana birşey itiraf etmek zorundayım". Archer, şu anda yaşadıklarına hiçbir anlam veremiyordu. Elini arkadaşının omzuna götürerek "Söyle bakalım" dedi. "Yoksa evlenmek için bir kadın mı buldun?". Bunu söylerken gülümsüyordu. Arkadaşının sıkıntısını unutturmak için çabalıyordu. "Merak etme. Kızın babasını ben ikna ederim". Arkadaşının omzunu daha da sıkı kavradı. Bu şaka, Lens'i güldürmemişti. Aksine, daha çok canını yakmıştı.

"Archer, özür dilerim" dedi. "Denedim! İnan bana, gerçekten denedim! Ama karşı koyamadım. Kalbimin sesine karşı koyamadım Archer!" Bunları söylerken, Lens'in gözyaşları akmaya başlamıştı. "Onun bir suçu yoktu! Hatalı olan bendim Archer. Suçumu kabul ediyorum. Ama onu sakın suçlama". Archer, Lens'in söylediklerinden hiçbirşey anlamıyordu. Daha doğrusu, anlamak istemiyordu. Geriye doğru birkaç adım sendeleyerek "Sen.. Sen neden bahsediyorsun" dedi. Lens ona doğru dönerek diz çöktü. "Ben... Ben Elis'i seviyo...." Midesindeki acı yüzünden kelimelerini tamamlayamamıştı. Archer, biraz önceki sert tekmenin acısı nedeniyle yerde kıvranan Lens'i yakalarından tutarak kaldırdı. Yüzüne sert bir yumruk geçirdikten sonra "Sen benim arkadaşımdın!!" diye bağırdı. "En yakın arkadaşımdın!! Nasıl yaparsın bunu bana!! Seninle ben kardeş gibi değilmiydik!! Ha?!" Bir yumruk daha geçirdikten sonra, Lens'i yere fırlattı. Lens kalkmaya çalışırken "Üzgünüm Archer" dedi. "Bana istediğin kadar vurabilirsin. Vur ve öfkeni çıkar. Bunu hak ettim. Dostluğumuza ihanet ederek, bunu hak ettim".

Archer, yumruklarını sıkarak "Bunu nasıl söylersin?!!" diye haykırdı. "Böyle bir acının, böyle bir hissin, bu şekilde geçeceğini nasıl düşünürsün?!! Sana güvenmiştim!! Savaşa giderken, karımı ve ülkemi!! Herşeyimi sana emanet etmiştim!!". Archer'ın sözleri, Lens'in canını bir hançermişcesine deşiyordu. Lens, dostunun her sözünde ölmek istercesine acı çekiyordu. Archer, öfke dolu bakışlarla, yerdeki adama baktı. Bir zamanlar kardeşi gibi sevdiği bu adamın, kendisine nasıl ihanet ettiğini anlayamıyordu.

Bir anda, aklına bir soru geldi. Gözleri irice açıldı Tüm suç Lens'temiydi? Hayır böyle bir şey söz konusu olamazdı. Karısını, halkını bırakıp giden kendisi değil miydi? Elis, iki yıl boyunca kocasının ölüm korkusuyla yaşamamış mıydı? Her gün, kötü bir haber almamak için göklere yalvarmıştı. Archer, Elis'e yaşattıklarını düşününce hatasının farkına vardı. Bu süre zarfında Lens ne yapmıştı? Her gün Elis'i teselli etmişti. Archer'ın döneceğini, herşeyin eskisi gibi olacağını söylemişti. Bu kötü günlerde Elis'in yanında Archer yoktu ki! Lens vardı. Elis'i sevmeyi en çok hak eden Lens değil miydi o zaman?! Archer başını eğerek Lens'e baktı. Kapının önüne muhafızlar koyacağım. Sakın bu odadan çıkma!"

Lens daha birşey söyleyemeden odadan çıktı. Koridorlardan koşarak geçerek kendi odasına gitti. Büyük kapıdan geçerek yatak odasına girdi. İşte! Elis karşısında duruyordu. Giydiği beyaz kıyafet ve başındaki altın taç ile ölümsüz bir tanrıça gibi gözüküyordu. Elis kollarını açarak "Archer!" dedi. Koşarak ona sarılmaya çalıştı. Ama Archer onu hafifçe iterek kendinden uzaklaştırdı. Başını eğerek "Lens'le senin... Sizin aranızda birşey oldu mu?" Elis, kalbinde ani bir acı hissetti. Kocasına bakarak "Archer..." dedi Ben... Özür dilerim. Sana layık bir eş olamadım..". Archer, başını yerden kaldırmadan konuşmaya devam etti. "Elis... Lens'i idam ettirmekten başk çarem yok!". Elis başını yavaşça iki yana sallayarak "Hayır" dedi. "Lütfen bunu yapma. Archer, lütfen. Sana yalvarıyorum". Archer, karısının seslenişinin ne kadar içten olduğunu anladı. Elis'in kalbinin içinde artık ona yer yoktu. "Burada bekle" dedi. "Gün batmadan, kararımı açıklayacağım..."
*****

Lens, iki muhafız eşliğinde büyük salona girdi. Elis de onu salonda bekliyordu. Etrafına bakarak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Etrafta birkaç muhafız vardı. Ve tahtın yanında, ihtiyarlar konseyi vardı. Kralın baş danışmanlarıydılar. İhtiyarlar konseyinden bir kadın elinde Archer'ın tacını taşıyarak Lens'e yaklaştı. Lens neler olduğunu anlayamıyordu. Yaşlı kadın Lens'in önünde durarak diz çökmesini istedi. Lens'in bütün vücudu titriyordu. Neden yaptığını bilmiyordu. Ama kadının dediğini yaptı ve diz çöktü. Kadın tacı Lens'in başına zarifçe yerleştirerek "Sen Lens Heneas! Kral Archer'ın uygun gördüğü kişi olarak Yeni Clael Kralı ilan edildin!" Odadakilere bakarak "Yeni Kralı selamlayın!" diye seslendi. Odadaki kişiler diz çökerek Lens'i selamladı. Lens, olanlara hala anlam veremiyordu. Etrafına baktı. Gözleri Archer'ı arıyordu. Herkes ayağa kalktıktan sonra, Elis, Lens'e doğru yürümeye başladı. Zarif adımlar ile onun yanına geldi. Başını eğerek "Kralım" dedi. "Sizden önceki krala karşı, kraliçelik görevimi yerine getirememiştim. Şimdiki istediğimi geri çevirmenizi anlayabilirim. Eğer izin verirseniz, sizin kraliçeniz olmak istiyorum". Lens, olup bitenlere anlam veremiyordu. Bu bir oyun muydu? Archer, onu böyle bir oyunlamı cezalandırıyordu?

Lens kekeleyerek "Ama..." dedi. Bu.. Bu kanunlarımıza aykırı...". Yaşlılar konseyinden bir adam "Merak etme genç kral" dedi. "Şu anda burada olan herşey, Archer'ın istediği doğrultusunda gerçekleşiyor. Tahtını sana bırakmak isteyen oydu. Ve Elis ile evlenmenize de izin veren oydu. Bu evlilik için yaşlılar konseyini ikna etti". Lens, bu sözleri söyleyen adama dönerek "Archer! Peki o nerede şimdi?" diye sordu. Adam gülümseyerek "O yeni bir hayata doğru yola çıktı" dedi. "Kaderi onu nereye götürürse, oraya gidecek. Gökler yolunu nasıl çizdiyse, öyle yaşayacak. Onun için gerçek yaşam şimdi başlıyor. Eski kralımız, bir kahraman olma yolunda ilerliyor..."

Daniel, Archer'a bakarak "Kralım, şimdi nereye gideceğiz?" diye sordu. Archer, gülümseyerek, tepelerin ardında kaybolmaya yüz tutmuş güneşin yaydığı son ışıklara baktı. "Daniel, bana kralım diye seslenmekten vazgeçebilirsin. Artık kral değilim" Bunları söyledikten sonra, başını yukarı kaldırarak gök yüzüne baktı. "Bundan sonra! Göklerin bize çizdiği yolu izleyeceğiz" dedi. Bu sözünden sonra, atını daha da hızlandırdı. Daniel ve yanındaki sekiz kişi de Archer'a yetişmek için atlarını hızlandırdı. On atlı, gelecekte zorlu mücadelelerle karşılaşacakları Kalradya'ya ilerlemeye başladılar...

http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5279560.html#msg5279560
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5301001.html#msg5301001
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5358354.html#msg5358354
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5414223.html#msg5414223
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5518576.html#msg5518576
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5599658.html#msg5599658
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg5821126.html#msg5821126
http://forums.taleworlds.com/index.php/topic,219262.msg6626542.html#msg6626542
 
Thermicias said:
Güzel olmuş, tekrar eline sağlık da, Archer, krallığından çok çabuk feragat etmemiş mi sence de?

Archer'ın karakterini tam yansıtamadım henüz. O nedenle, krallığından erken vazgeçmiş gibi görünebilir. Ama bölümler ilerledikçe, Archer'ın karakterini daha iyi anlayacaksınız. Ve krallığından neden vazgeçtiğini de tabii.  :grin:
 
Kızıl $aman said:
Thermicias said:
Güzel olmuş, tekrar eline sağlık da, Archer, krallığından çok çabuk feragat etmemiş mi sence de?

Archer'ın karakterini tam yansıtamadım henüz. O nedenle, krallığından erken vazgeçmiş gibi görünebilir. Ama bölümler ilerledikçe, Archer'ın karakterini daha iyi anlayacaksınız. Ve krallığından neden vazgeçtiğini de tabii.  :grin:
Patron sensin :wink:
 
Vee, ikinci bölüm ile karşınızdayım. Bu bölümde yazım hatalarım bol olabilir. Kusuruma bakmayın.
Beğenmeniz dileğiyle

Nizar, karşısında duran güzel kadına baktı. "Erza! Bu gerçekten sen misin? Büyümüşsün!". Erza ona bakarak "Ve sen de çok yaşlanmışsın" dedi. "Eskiden olduğundan çok farklı görünüyorsun". Nizar gülerek "Evet" diye yanıtladı. "Zaman hepimize, sana davrandığı kadar nazik davranmıyor". Sonra kollarını açarak karşısındaki kadına sarıldı. "Ama beni nasıl buldun?". Erza gülerek karşısındaki adama baktı. "Yüküntür ve Adamlarının efsanesi, Krallığımıza kadar geldi" dedi. İsimleriniz,dilden dile dolaşıyor. Yüküntür'ün nasıl öldüğü. Yoldaşlarının nasıl dağıldığı. Kaderin onları nasıl ayrı yollara savurduğu...". Nizar karşısındaki kadının yüzüne iyice baktı. Onu en son gördüğünde, Erza küçücük bir çocuktu. Onun, yanındaki atlılarla beraber ufukta nasıl gözden kaybolduğunu hala hatırlıyordu. Erza'nın sağ gözünün hemen altında, taç giyen bir güneş motifi vardı. Aynı, On dokuz yıl önce onu almaya gelen kadınların yüzünde bulunduğu gibi. "Yüzündeki işaret" dedi Nizar, bir cevap beklercesine. Erza, sağ gözünün altına dokundu. "Bu mu? Bu işaret, Miras krallığının koruyucu meleklerini taşıdığı bir semboldür. Krallığın büyük savaşçılarının, güneşin korumasını kazandığını ifade eder". Nizar gözlerini yere dikerek "Anlıyorum" dedi. "O işareti aldığına göre, bir çok savaş görmüş olmalısın."

Sonra kafasını iki yana sallayarak "Ahh!" dedi. "Ben nelerden bahsediyoru böyle. Sen bu yaşlı adama aldırma Erza. Bu konuları konuşmaya değmez. Lütfen beni affet". Sonra tekrar Erza'ya baktı. "Söyle bakalım. Buraya neden geldin?". Onun mezarını ziyaret etmeye gelmiştim" dedi. "Ona verdiğim sözü tutmak için. Senin de burada Dhirim'de olduğunu öğrendim. Ve seni ziyaret etmek istedim". Nizar'ın gözlerinin içine bakarak gülümsedi. "Biliyormusun Nizar" dedi. "Senin, Yükünür'ü öldüren kadının baş danışmanı olacağını hiç düşünmezdim.  Ama zamanın seni getirdiği hale bir bak". Nizar, çaresizliğini belli edecek bir şekilde ellerini iki yana açarak "Yapabileceğim bir şey yok" dedi. "Ölürken, Kraliçe Sofya'yı bana emanet etti. Onun yanında olarak, Yüküntür'ün bana verdiği son görevi yerine getiriyorum." Yüzüne acı bir tebessüm yerleştirerek "Yaptığım şey için Lezalit'le bile kavga etmek zorunda kaldım".

Erza "Anlıyorum" diye yanıtladı. "Demek Lezalit'le konuşmuyorsun". Başını yukarı kaldırarak "Ölürken bile insanın başına büyük sorunlar açabiliyor" dedi. Sonra gözlerine özlem dolu bir ifade yerleşti. Ellerini, göğsüne yakın bir noktada birleştirerek "Peki bu Sofya" dedi. "Nasıl biri? Abimi etkilediğine göre çok güzel bir kadın olmalı! Başka türlü ona, Sara'yı unutturamazdı." Nizar "Abinin Sara'yı unuttuğunu sanmıyorum" dedi. "Bence Sofya'nın içinde, Sara'dan bir parça buldu. Ve kendini, onun Sara olduğuna inandırdı. Ama Kraliçe de gayet iyi kalpli bir kadın. Halkına çok değer veriyor. Ve harika bir anne!"

Aniden odanın kapısı açıldı. Sarı saçlı, mavi gözlü bir genç kız, başını eğerek odanın içine baktı. Gözlerini Nizara çevirerek "Nizar! Antremana geç kaldın" dedi. "Bana söz vermiştin, bu gün benimle beraber kılıç talimi yapacaktın". Nizar başını eğerek "Anna!" dedi. Burada bir misafirim var. Görmüyor musun?" Anna somurtarak "Ve benim de bir kılıç antremanım var" dedi. "Seninle beraber yapmam gereken bir kılıç antremanı!". Erzanın yüzüne büyük bir gülümseme yayıldı. Verdiği bu cevaptan, Anna'nın kimin kızı olduğunu anlayabiliyordu. Nizar gözlerini kısarak, "Genç hanım" dedi. "Bu yaptıklarınız, bir prensese göre bir davranış değil". Anna, odanın içine girerek "Prenses olmak kimin umrunda ki!" diye cevapladı. "Ben savaşçı olmak istiyorum. Kalradya'yı tek kılıç altında toplayan bir savaşçı!". Erza'nın yüzündek tebessüm, daha da büyümüştü. Nizar başını eğerek "Ben gelene kadar hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?" diye sordu. Anna, hayır anlamında, başını iki yana salladı gülerken. Nizar'ın yüzünde bir tebessüm oluştu. "Anna!" dedi kurnaz bir ses tonu ile. "Ben böyle şeyler için artık çok yaşlandım. Neden yaşlı bir adamla antreman yapmak yerine, gerçek bir savaşçıyla yapmıyorsun". Bunu söylerken, gözlerini Erza'ya çevirdi. Anna karşısındaki kadını gözüyle süzdükten sonra, o senden daha mı iyi kılıç kullanıyor" diye sordu. Erza başını eğerek "Beni küçümseme küçük hanım" dedi. "Ben babanın öğrencisiyim". Bunu söylerken, başını kaldırarak, Anna'nın gözlerinin içine baktı.

Anna şaşkınlıkla Nizar'a bakarak "Bu kadın neden bahsediyor?" diye sordu. Nizar'ın yüzüne yaşlılara özel bir gülümseme geldi. "Ne diyebilirim ki! Sonuçta o, babanın kız kardeşi". Anna'nın yüzü sinirli bir hal aldı. "Bu olamaz" diye haykırdı Nizar'a. "Babamın bir kız kardeşi yoktu! O.." Anna'nın sözleri, yüzünde hissetiği acı nedeniyle kesildi. Erza, çok kısa bir süre içerisinde, bulunduğu yerden kalkarak Anna'ya sert bir tokat atmıştı. "Bana bak!" dedi Anna'nın elbisesinin yakalarına yapışarak. "Benim Yüküntür'le olan bağımı sorgulamayı kalkma. Çünkü sen baban hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Onun neler yaşadığını, nasıl biri olduğunu... Senin, baban hakkında en ufak bir bilgin yok!". Anna'nın bu söylenenlere verebilecek bir cevabı yoktu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken "Bırak beni" dedi se tonu düşük bir şekilde. "Bırak beni". Erza, kendi söylediklerine inanamamıştı. Karşısındaki kızın, nasıl bir acı çektiğini tahmin ediyordu. Ellerini kızın üstünden usulca çekti.

Nizar ise olup bitenleri sadece izliyordu. Çünkü Erza'yı da, Anna'yı da ne yaparsa yapsın durduramayacağını biliyordu. İkisi de Yüküntür'e çok benziyordu. Anna, gözyaşlarını silmeye çalışarak "Bir prensese tokat atmanın cezasını ödeyeceksin!" dedi. Sonra odadan koşarak çıktı. Anna'nın canını yakan şey tokat değildi. Erza'nın sözleriydi. Her zaman babasını örnek almıştı şu ana kadar! Onun gibi büyük bir kahraman olmak istemişti. Kalradya'ya barışı getirmek için savaşmak. Ama gerçekten de babasını ne kadar tanıyordu? Annesinin ve Nizar'ın anlattıklarından ve kitaplarda anlatılanlardan başka onun hakkında ne biliyordu ki? İşte! Anna'nın canını yakanlar, bu düşüncelerdi.

Nizar, Erza'ya bakarak "Sanırım yeni bir düşman kazandın" dedi Anna'yı kast ederek. Erza'nı yüzünden, pişmanlığı anlaşılabiliyordu. "Evet!" dedi. "Sanırım öyle". Nizar, kapının birazdan nöbetçiler tarafından çalınacağını biliyordu. Anna, bu olanları Kraliçe Sofya'ya söylemiş olmalıydı. Bir süre odada sessizce beklediler. Koridorda ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Erza, gözlerini yerden ayırmadan "Sanırım geldiler" dedi.
*****

Erza karşısındaki kadına baktı. Taht'ında oturan kadın da Erza'yı gözleriyle süzüyordu. Sessizliği bozan Sofya oldu. "Söyle bakalım, buraya getirilme nedenini biliyor musun?". Erza karşısındaki kadına, küçümseme dolu gözlerle baktı. "Demek onu öldüren sendin...". Salonda bulunan askerler bu cümle karşısında şaşırmıştı. Ama Kraliçenin hemen solunda olan Nizar, Erza'nın bunu söyleyeceğini biliyordu. Sofya, karşısında duran kadına, şimdi daha öfkeli bakıyordu. "Sana bir sor...". Erza, Sofya'nın sözünü keserek "Sana acıyorum" dedi. "Böyle bir acıdan sonra, tek bir gece bile huzurlu uyumuş olamazsın. Kızının gözlerine bakarken hissettiğin acı...". Sofya, etrafındakileri hayrete düşürecek olan bir şey yaptı. Yükses sesle bağırdı. "Kes sesini! Olanlar hakkında hiçbir bilgin yok senin! Ayrıca sen kim oluyorsun da beni yargılamaya çalışıyorsun?!"

Erza'nın gözleride nefret alevleriyle kaplanmıştı şimdi. "Ben onun kardeşiyim!" diye yanıtladı. "Ve abimi öldüreni yargılamak benim en büyük hakkım!". Sofya, taht'ından kalkarak "Böyle olmasını istediğimi mi sanıyorsun?!" diye atıldı. Nizar, olaya müdahale etmezse, Yüküntür'ü öldürenin bir kılıç yarası değil, zehir olduğunu herkes öğrenecekti. "Kraliçem!"  diyerek araya girdi. "Bu konuları konuşmanın gereği olduğunu sanmıyorum. Özellikle de böyle bir ortamda!". Sofya etrafındaki askerlere baktı. Hepsi de, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sofya gözlerini kısa bir süreliğine kapattı. Biraz sakinleştikten sonra açarak, işaret parmağıyla Erza'yı gösterdi. "Sen! Bu günden sonra, Swadyan topraklarında dolaşmanı yasaklıyorum. İmparatorluk topraklarında dolaşmanı yasaklamak içinde konseyde çaba sarf edeceğime emin olmalısın. Eğer bir daha karşıma çıkarsan, ölüm cezasına çarptıralacağını bil!".

Erza, Sofya'nın söylediklerini gülümsemeyle karşıladı. Sofya'nn çektiği acıyı, sözlerinden anlayabiliyordu. "Birdaha bu topraklara gelmeyeceğime emin olabilirsin!" dedi. Sofya, karşısındaki kadını neden idam ettirmediğini bilmiyordu. Belki de haklı olduğu için idam ettirmemişti onu. Yüküntür'ü öldürenin kendisi olduğu doğruydu. Bu yaptığı için pişman olmadığı tek bir gün bile olmamıştı. Tek bir gün bile huzurlu uyuyamamıştı. Kızının gözlerine her baktığında, Yüküntür'ün bir parçasını buluyordu. Bu, çektiği acıyı kat ve kat arttırıyordu.

Erza, Miras krallığına geri dönmeyi düşünüyordu. Artık burada, onu bağlayan bir şey kalmamıştı. Kaderin ona hazırladığı gelecekten henüz habersizdi...
 
Evet arkadaşlar. Üçüncü bölüm ile karşınızdayım. Size tavsiyem, Bu hikayeyi "İki Ruh" isimli hikayem ile beraber okumanızdır. Çünkü önceden de söylediğim gibi, bu iki hikaye aynı zamanda geçiyor. Ve birbiri ile bağlantılı. Yani bu iki hikayeyi, birleşik tek bir hikaye olarak görebilirsiniz. Çünkü, KADER serisinin son hikayesi olacak Avalon Efsanesi, bu iki hikaye ile bağlantılı olacak. Eğer iki hikayeyi de okumazsanız, Avalon Efsanesindeki bazı olaylara anlam veremeyebilirsiniz.  :grin: :grin:

Bu arada yazım hatalarım için kusura bakmayın. İyi okumalar.

Güneş, göğün en tepe noktasına yükselmişti. Havadaki kuş cıvıltıları, Kalradya'ya baharın geldiğini müjdeliyor gibiydi. Erza, kendini kuş cıvıltılarının verdiği huzura kaptırmıştı. Ama bu huzur, kısa sürdü. Ormanda ilerlerken, atı aniden irkildi. Erza kısa bir süre için kontrolü kaybetsede, yeniden kazanarak hayvanı sakinleştirdi. Hayvanı ürkütenin ne olduğunu merak ederek etrafına baktı. Ama tek görebildiği uzun ağaçlardı. Bu ormanlık alanda başkada bir şey görmeyi beklemiyordu zaten. Bu hisle biraz olsun rahatlamıştı ki, etrafta bir ses duydu. "Atının içgüdüleri iyiymiş! Tehlikeyi çok çabuk fark etti!".

Erza kendine seslenen kişiyi bulmak için etrafına göz gezdirdi. Ama ağaçlardan başka hiçbirşey görünmüyordu. Erza, çevik bir hareketle kılıcını kınından çıkarttı. Atını etrafta döndürerek "Neredesin!" diye bağırdı. "Buraya bak! Yukarı!" diye bir ses duydu. Hemen arkasında ki ağacın yukarısana doğru baktı. Ağacın tepe noktasına yakın bir noktada, sağlam bir dalın üzerinde duran bir adam vardı. Elindeki yayın kirişini gererken, yüzünde büyük bir gülümseme oluştu. Adam yüzündeki gülümsemeyi bozmadan "Şimdi sakince atından in ve kılıcın yere at" dedi. "Senin gibi güzel bir kadına zarar vermek istemem". Erza atını ona doğru döndürerek şaha kadırdı. "Hah! Demek elinde ok varken kendine bu kara güveniyorsun. Peki bunu benim önümde, elinde bir kılıç varkende söyleyebilir misin?". Adam "Bir kadın olarak kendine çok güveniyorsun!" dedi. "Seni yere sermem bir dakikamı alır". Erza kılıcını adama doğrultarak "Dene öyleyse" diye yanıtladı.

Adam üstünde durduğu dala oturarak bacaklarını aşağı doğru sarkıttı. "Bunu neden yapayım ki? Şu anda sana karşı üstünüm. Ayrıca bu üstünlüğümü bozmak için hiçbir sebep yok!". Erza, yukarıdaki adamın üstünlüğünün farkındaydı. Konuşmanlarındaki özgüvenden dolayı, nişancılığının da iyi olduğunu tahmin ediyordu. Ne yapması gerektiğini düşünürken, etrafından yükselen kahkahaları duydu. Ağaçların arasından, sekiz kılıçlı adam çıktı. Erza'nın etrafı tamamiyle sarılmıştı. Kılıcını daha da sıkı kavradı. Adamlardan biri erzanın gözünün altındaki işareti gördü. Adamın yüzündeki alaycı ifade aniden silindi. Yukarıdaki adama bakarak "Hey, Daniel!" diye seslendi. Bu kadının gözünün altında işaret var. Tıpkı, Miras'ın koruyucu meleklerinde olduğu gibi". Daniel'ın yüzü, belirsizlik dolu bir ifade aldı. Aşağıdaki kadını yüzüne daha dikatli baktığında, oda işareti gördü. Şaşkınlıkla "Bir koruyucu meleğin burada ne işi olabilir ki?" diye sordu kadına bakarak. Erza, etrafındaki adamlara şaşkınlıkkla baktı. Bu bir gurup haydut, koruyucu melekleri nerden biliyordu ki? O anda, yükselen başka bir ses Erza'nın düşüncelerini bozdu.

"Çocuklar! O kadının etrafından çekileniz iyi olur. En azından yaşamak istiyorsanız". Erza, sesin geldiği yöne baktı. Yeşil çalılıkların arasından çıkan adamın yüzünü görünce, şaşkınlığı birkaç kat daha artmıştı. Kılıcını ona doğru çevirerek "Kral Archer!" dedi şaşkınlıkla. "Burada ne arıyorsun?". Archer sırtında taşıdığı geyiği yere bırakarak gülümsedi. "Ah! Sanırım bilmiyorsun" dedi şakacı bir ses tonu ile. "Ben artık Kral değilim. Bu yüzden bana sadece Archer dersen sevinirim". Sonra da Erza'nın etrafındaki adamlara bakarak "Evet beyler" dedi. İşaret parmağıyla ölü geyiği göstererek "Sanırım aranızda yemek pişirmeyi bilen biri vardır!". Beklenti dolu gözlerle etraftakileri süzdü. Ortamın gerginliği ve ciddiyeti, Archer'ın gelişiyle tamamen bozulmuştu. Erza'nın çevresindeki adamlar, Archer'a bakarak bir adım geri çekildiler. Ağacın tepesinde duran Daniel "Efendim" dedi. "Bu kadını tanıyor musunuz?". Archer tek ayağını, getirdiği geyiğin üstüne atarak "Evet" diye yanıtladı bu soruyu. "Onu nasıl unutabilirim ki! İki yıl uğraşmama rağmen, onu yenemedim. Hatta bir keresinde canımı zor kurtardım". Bunları söylerken, üstündeki beyaz tuniği göğsüne kadar çekerek, göğsündeki bir yara izini gösterdi. Yara izinden, kılıç darbesinin ne kadar öldürücü olduğu anşlaşılabiliyordu. "Eğer tedavi eden doktor çok iyi olmasaydı ölmüştüm. Bu yüzden onun etrafından çekilseniz iyi olur" dedi.

Erza olanlardan hiçbirşey anlayamıyordu. Etrafındaki adamların, yavaşça çekildiğini gördü. Hepside Archer'ın bulunduğu yere doğru gidiyordu. Archer gülümseyerek Erza'ya baktı. "Hah! Demek Swadyan Kraliçesine karşı çıkan sendin! Buna hiç şaşırmadım". Erza şaşkınlığnı biraz da olsa üstünden atarak "Ne.."dedi. "Sen bunu nereden öğrendin". Archer "Swadyan topraklarında herkes bunu konuşuyor" diye yanıtladı. "Duyduğuma göre Swadyan topraklarından sürgün edilmişsin". Erza, karşısındaki kişinin Kral Archer olduğuna kendini inandıramıyordu. Burada olup bitenlere de bir türlü anlam veremiyordu. "Archer" dedi. "Sen burada ne arıyorsun?". Kılıcını hala sıkı bir şekilde tutuyordu. Archer gülümseyerek "Bu uzun bir hikaye" dedi. "Bunu yemek sırasında konuşursak daha iyi olur". Erza'ya doğru bir kaç adım attı. Elini ona uzatarak "Bizimle beraber yemek istermisin?" diye sordu. Bu sırada Daniel'ın sesi duyuldu. "Sanrım yemeği yine ben yapacağım". Elindeki yayı ve içinde okların bulunduğu sadağı aşağı atarak, dallar sayesinde ağaçtan inmeye başladı. Erza, kendisine uzatılan ele birsüre baktı. Sonra oda Archer'a elini uzatarak attan indi. Archer'ı buraya neyin getirdiğini çok merak ediyordu. Ayrıca burada tanıdık bir yüz görmek onu mutlu etmişti. O yüz düşmanının bile olsa!
 
Ya çok çabuk ayrılmış tahtan ya.Keşke olayları felan biraz daha açıklasaydın.Niye bıraktığını felan.
 
Numethon said:
Ya çok çabuk ayrılmış tahtan ya.Keşke olayları felan biraz daha açıklasaydın.Niye bıraktığını felan.

Önceden açıklamıştım bunu. Archer'ın karakterini tam yansıtamadım sizlere. Hikaye ilerledikçe, Archer'ın karakterini, düşüncelerini anlayacaksınız.  :grin: :grin:
 
Karakter bakımından benziyorlar ama farkları şu:
-Archer artistlik yapmıyor.
-Yüküntür ise gösteriş meraklısı
yani benim çıkardığım görüş, öyle değilse kusura bakma...
 
Onatcan3 said:
Karakter bakımından benziyorlar ama farkları şu:
-Archer artistlik yapmıyor.
-Yüküntür ise gösteriş meraklısı
yani benim çıkardığım görüş, öyle değilse kusura bakma...

Evet bu da bi nevi doğru. Ama şöyle düşün; Yüküntür biraz çocuksu. Her şeyi dalgaya alabilen bir kişi. Archer ise, bir krallığın varisi olarak doğmuş, üzerinde hep büyük sorumluluklar taşıyor. Yani ağır başlı ve sakin. Aralarındaki farkı böyle açıklayabiliriz.  :grin: :grin:

Numethon said:
Ya çabuk yaz o zaman merak ediyorum.Ama saçma bir neden olmasın ha.

Nedeni bana göre saçma değil. Ama siz saçma bulabilirsiniz. Ona bir şey diyemem.  :grin:
 
Back
Top Bottom