Gökyüzü açık gri bir renge bürünmüş, ay fazlasıyla kızıldı bu gece. Gök Şaman, biraz huzursuz görünüyordu. Rüzgar, genç bir kadınının şehvetiyle çadırın giriş kapısını üflüyor, Şamanı biraz olsun ferahlatıyordu. Bugün diğerlerinden farklıydı, doğan erkek bebekler ululanacak, aileleri kutsanacaktı.
Yağlakar Boyu’nun beyinin oğlu da ululunacak bebeklerin arasındaydı. Gök Şaman ellerinin arasına aldığı bebeklerin kulağına bir şeyler fısıldayarak, gökyüzüne doğru kaldırıyor, Tanrı’dan onların iyi birer savaşçı olması için dualar ediyordu.
“-Ulu Tanrım, sen Türk’ü ve Türk yurtlarını koru. Namussuz bir tek Türk yaratacağına dünyayı yık daha iyi!.”
Duaların ve törenin sonuna gelindiğinde Şaman iyice sıkılmaya başlamıştı, huzursuzluğunun ne kadar gereksiz olduğunu düşünerek derin bir nefes aldı. Son bebeği de kaldırıp duasını bitirdikten sonra, bebeği annesine uzattı. Oğlunu kucağına alırken üçgeni andıran kundağın sol tarafı açılmıştı. Şaman’ın gözleri kundağın açılmasıyla, yeni doğmuş bebeğin sol koluna ilişti. Küçük bir güneşe benzeyen doğum lekesi olması gerektiğinden farklıydı. Siyah ve tüylü olması gereken bu leke aksine yeni doğan bir güneşin kesik bir damardan gelen kan kızıllığını andırıyordu. O günden sonra Gök Şaman’ı bir daha gören olmayacaktı.
Yıllar sonra...
Oktan ve Oktar her zaman gibi ok talimi yapıyorlardı, attıkları oklar hedefi vurmakta hiç zorlanmıyordu. Başarılı ok atışları yapan iki kardeş, hedeflerine o kadar odaklanmıştı ki atıyla dört nala gelip hemen arkalarında onları izleyen Kuyaş’ı fark etmemişlerdi bile.
“-Tanrı okunuzu şaşırtmasın!” dedi gür ve dikkatleri üzerine çekmek isteyen bir sesle. Oktan ve Oktar yaylarında ki okları unutup birden arkalarına döndüler. Bu sırada okları yerinden fırlamış ve farklı yönlere doğru yol almıştı bile.
“-Duam biraz yanlış anlaşıldı sanırım.” Dedikten sonra Kuyaş’ın yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. “-Kuyaş! Dedi, Oktar, “-Ne zaman geldin, Oktan’dan ne kadar iyi olduğumu görmüşsündür umarım.” Diyerek kendine özgü bir gülümsemeyle tek kaşını kaldırarak kardeşine baktı.
Oktan daha cevap veremeden Kuyaş tekrar lafa girdi; “-Atışmalarınıza vakit yok şimdi, atlarınıza binin ve benimle gelin.“ diyerek, atının dizginini hafifçe sola çekti ve gideceği yöne doğru atını hareketlendirdi. Kardeşler soru sormamaları gerektiğini anlamıştı, birbirlerine bakarak atlarına atlayıp Kuyaş’ın peşine at sürdüler.
Kuyaş atını yavaşlatmış hafif bir tempoda yürütmeye başladığında, önce Oktar sonra Oktan atlarıyla ona yaklaşıp sağına ve sola geçerek atlarının dizginlerini hafifçe kendilerine çekerek yavaşlattılar. Bu şekilde sessizce yürümeye biraz daha devam ettiler ve üç atlıda ağzını hiç açmadı. Kuyaş atını biraz hızlandırdı öne geçti ve atını iki kardeşe doğru çevirdi. Atlılar çoktan durmuştu ve konuşmanın biraz sonra başlayacağını fark etmişlerdi.
“-Dostlarım!” dedi Kuyaş, sesi çok tok çıkmıştı. Onu tanıyan herkes bu sesin devamında söyleneceklerin oldukça mühim olduğunu bilirdi. Konuşmaları bittikten sonra Tanrı’dan yardım dileyip, aynı anda atlarını farklı yönlere doğru dörtnala koşturarak ayrıldı. Bu konuşmalara tanık olan biri daha vardı. Mağrur ve parlak bir görüntüsüyle dolunay olan biten herşeyi tepeden seyretmiş, onların yolunu aydınlatmak için gizlendiği bulutların arkasından çıkmıştı.
Aylar sonra...
Kuyaş’ın içinde belli belirsiz bir heyecan vardı, aylar sonra yine çocukluk arkadaşı olduğu, Oktar ve Oktan ile son konuştukları yerde yeniden buluşacaklardı. Kımızından bir yudum daha aldıktan sonra eliyle başını destekleyerek çocukluğunu düşündü. Bir keresinde annesine adının anlamını sormuştu. Annesi de sorusuna, soruyla cevap vermişti. Gülümsedi. Sabah erkenden yola çıkacağını hatırlayarak yatağına uzandı gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
Buluşma yerine her zaman ki gibi herkesten önce gelmişti. Küçük bi gurur vardı yüzünde. Arkadaşlarını sabırsızlıkla bekliyordu. Başını bir sağa bir sola çevirerek önce kimin geleceğini merak ediyordu. Merakı çok uzun sürmedi Oktan atını ağır adımlarla yürütüyordu. Kuyaş yine gülümsedi, Oktan’ın erken gelmesine şaşırdı. Erken gelmek onun pek yapacağı bir şey değildi. Oktan’ın ağır adımlarla yaklaşmasını izlerken, tekrar batıya baktı. Oktar’da tıpkı kardeşi gibi ağır bir şekilde tepeyi aşmış ona doğru yaklaşıyordu. Kuyaş durdurduğu atının kasıklarına doğru sert bir vuruş yaparak hızlandırdı ve buluşma noktasına doğru hızla yaklaştı. Aynı şeyi Oktar ve Oktan’da yapmıştı. Ortada buluştular. Söze önce Kuyaş girdi.
“-Oktar!” dedi ve Oktar’ın arkasına doğru baktı. Yüzlerce atlı Oktar’ın komutasında onu bekliyordu. Sonra Oktan’a döndü yüzünü ve aynı şekilde onun arkasına baktı. Yüzlerce atlı Oktan’ın komutasında bekliyordu... Sonra üçü aynı anda Kuyaş’ın arkasına baktı. Yüzlerce atlı Kuyaş’ın emrindeydi...
Bu atlılar Türk boylarından toplanmış Kutlu bir amaç için bir araya gelmiş bir orduydu. Kutlu devlet II.Göktürk Kağanlığı, İlteriş Kutluk Kağan’ın liderliğinde yeniden kurulacaktı. O Kutlu gün gelmişti. Savaşlar, cenkler yapıldı.
İlteriş Kağan savaş meydanını gezerken, bir askerin yanında durdu. Eğildi, üzüntüsü her halinden belliydi. Yüzlerce askerini kaybetmişti ama savaşı kazanmıştı. Asker için dua etti, ağaya kalktığı esnada uçmağa varmış olan askerin kolunda ki iz dikkatini çekti, gözleri doldu. Kuyaş ona adının hakiyesini anlatmıştı. İlteriş Kağan’ın aklına Kuyaş’ın kendisine anlattığı annesiyle olan konuşması geldi.
“-Kolunda ki izi hiç merak ettin mi?”
“-Doğum lekesi olduğunu sanıyordum.” Dedi Kuyaş koluna bakarak.
Önce gülümsedi annesi sonra; “-Oktan’ın doğum lekesine baktın mı hiç?”
“-Evet, ama bununla adımın ne ilgisi var ki? Dedi. Annesinin lafı dolandırmasından biraz sıkılmıştı.
“-Güneş ışığı...” Dedi annesi. Kuyaş yine bir şey anlamamıştı. Sorduğu soruya biraz pişman olmuş gibiydi. Annesi devam etti. “O bir doğum lekesi değil, Gök Şaman senin farklı olduğunu düşündü her zaman. Gitmeden önce söylediği son şey ise, çok istediği özgürlüğüne kavuşacak fakat o bunu göremeyecek.”ti.
Yağlakar Boyu’nun beyinin oğlu da ululunacak bebeklerin arasındaydı. Gök Şaman ellerinin arasına aldığı bebeklerin kulağına bir şeyler fısıldayarak, gökyüzüne doğru kaldırıyor, Tanrı’dan onların iyi birer savaşçı olması için dualar ediyordu.
“-Ulu Tanrım, sen Türk’ü ve Türk yurtlarını koru. Namussuz bir tek Türk yaratacağına dünyayı yık daha iyi!.”
Duaların ve törenin sonuna gelindiğinde Şaman iyice sıkılmaya başlamıştı, huzursuzluğunun ne kadar gereksiz olduğunu düşünerek derin bir nefes aldı. Son bebeği de kaldırıp duasını bitirdikten sonra, bebeği annesine uzattı. Oğlunu kucağına alırken üçgeni andıran kundağın sol tarafı açılmıştı. Şaman’ın gözleri kundağın açılmasıyla, yeni doğmuş bebeğin sol koluna ilişti. Küçük bir güneşe benzeyen doğum lekesi olması gerektiğinden farklıydı. Siyah ve tüylü olması gereken bu leke aksine yeni doğan bir güneşin kesik bir damardan gelen kan kızıllığını andırıyordu. O günden sonra Gök Şaman’ı bir daha gören olmayacaktı.
Yıllar sonra...
Oktan ve Oktar her zaman gibi ok talimi yapıyorlardı, attıkları oklar hedefi vurmakta hiç zorlanmıyordu. Başarılı ok atışları yapan iki kardeş, hedeflerine o kadar odaklanmıştı ki atıyla dört nala gelip hemen arkalarında onları izleyen Kuyaş’ı fark etmemişlerdi bile.
“-Tanrı okunuzu şaşırtmasın!” dedi gür ve dikkatleri üzerine çekmek isteyen bir sesle. Oktan ve Oktar yaylarında ki okları unutup birden arkalarına döndüler. Bu sırada okları yerinden fırlamış ve farklı yönlere doğru yol almıştı bile.
“-Duam biraz yanlış anlaşıldı sanırım.” Dedikten sonra Kuyaş’ın yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. “-Kuyaş! Dedi, Oktar, “-Ne zaman geldin, Oktan’dan ne kadar iyi olduğumu görmüşsündür umarım.” Diyerek kendine özgü bir gülümsemeyle tek kaşını kaldırarak kardeşine baktı.
Oktan daha cevap veremeden Kuyaş tekrar lafa girdi; “-Atışmalarınıza vakit yok şimdi, atlarınıza binin ve benimle gelin.“ diyerek, atının dizginini hafifçe sola çekti ve gideceği yöne doğru atını hareketlendirdi. Kardeşler soru sormamaları gerektiğini anlamıştı, birbirlerine bakarak atlarına atlayıp Kuyaş’ın peşine at sürdüler.
Kuyaş atını yavaşlatmış hafif bir tempoda yürütmeye başladığında, önce Oktar sonra Oktan atlarıyla ona yaklaşıp sağına ve sola geçerek atlarının dizginlerini hafifçe kendilerine çekerek yavaşlattılar. Bu şekilde sessizce yürümeye biraz daha devam ettiler ve üç atlıda ağzını hiç açmadı. Kuyaş atını biraz hızlandırdı öne geçti ve atını iki kardeşe doğru çevirdi. Atlılar çoktan durmuştu ve konuşmanın biraz sonra başlayacağını fark etmişlerdi.
“-Dostlarım!” dedi Kuyaş, sesi çok tok çıkmıştı. Onu tanıyan herkes bu sesin devamında söyleneceklerin oldukça mühim olduğunu bilirdi. Konuşmaları bittikten sonra Tanrı’dan yardım dileyip, aynı anda atlarını farklı yönlere doğru dörtnala koşturarak ayrıldı. Bu konuşmalara tanık olan biri daha vardı. Mağrur ve parlak bir görüntüsüyle dolunay olan biten herşeyi tepeden seyretmiş, onların yolunu aydınlatmak için gizlendiği bulutların arkasından çıkmıştı.
Aylar sonra...
Kuyaş’ın içinde belli belirsiz bir heyecan vardı, aylar sonra yine çocukluk arkadaşı olduğu, Oktar ve Oktan ile son konuştukları yerde yeniden buluşacaklardı. Kımızından bir yudum daha aldıktan sonra eliyle başını destekleyerek çocukluğunu düşündü. Bir keresinde annesine adının anlamını sormuştu. Annesi de sorusuna, soruyla cevap vermişti. Gülümsedi. Sabah erkenden yola çıkacağını hatırlayarak yatağına uzandı gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
Buluşma yerine her zaman ki gibi herkesten önce gelmişti. Küçük bi gurur vardı yüzünde. Arkadaşlarını sabırsızlıkla bekliyordu. Başını bir sağa bir sola çevirerek önce kimin geleceğini merak ediyordu. Merakı çok uzun sürmedi Oktan atını ağır adımlarla yürütüyordu. Kuyaş yine gülümsedi, Oktan’ın erken gelmesine şaşırdı. Erken gelmek onun pek yapacağı bir şey değildi. Oktan’ın ağır adımlarla yaklaşmasını izlerken, tekrar batıya baktı. Oktar’da tıpkı kardeşi gibi ağır bir şekilde tepeyi aşmış ona doğru yaklaşıyordu. Kuyaş durdurduğu atının kasıklarına doğru sert bir vuruş yaparak hızlandırdı ve buluşma noktasına doğru hızla yaklaştı. Aynı şeyi Oktar ve Oktan’da yapmıştı. Ortada buluştular. Söze önce Kuyaş girdi.
“-Oktar!” dedi ve Oktar’ın arkasına doğru baktı. Yüzlerce atlı Oktar’ın komutasında onu bekliyordu. Sonra Oktan’a döndü yüzünü ve aynı şekilde onun arkasına baktı. Yüzlerce atlı Oktan’ın komutasında bekliyordu... Sonra üçü aynı anda Kuyaş’ın arkasına baktı. Yüzlerce atlı Kuyaş’ın emrindeydi...
Bu atlılar Türk boylarından toplanmış Kutlu bir amaç için bir araya gelmiş bir orduydu. Kutlu devlet II.Göktürk Kağanlığı, İlteriş Kutluk Kağan’ın liderliğinde yeniden kurulacaktı. O Kutlu gün gelmişti. Savaşlar, cenkler yapıldı.
İlteriş Kağan savaş meydanını gezerken, bir askerin yanında durdu. Eğildi, üzüntüsü her halinden belliydi. Yüzlerce askerini kaybetmişti ama savaşı kazanmıştı. Asker için dua etti, ağaya kalktığı esnada uçmağa varmış olan askerin kolunda ki iz dikkatini çekti, gözleri doldu. Kuyaş ona adının hakiyesini anlatmıştı. İlteriş Kağan’ın aklına Kuyaş’ın kendisine anlattığı annesiyle olan konuşması geldi.
“-Kolunda ki izi hiç merak ettin mi?”
“-Doğum lekesi olduğunu sanıyordum.” Dedi Kuyaş koluna bakarak.
Önce gülümsedi annesi sonra; “-Oktan’ın doğum lekesine baktın mı hiç?”
“-Evet, ama bununla adımın ne ilgisi var ki? Dedi. Annesinin lafı dolandırmasından biraz sıkılmıştı.
“-Güneş ışığı...” Dedi annesi. Kuyaş yine bir şey anlamamıştı. Sorduğu soruya biraz pişman olmuş gibiydi. Annesi devam etti. “O bir doğum lekesi değil, Gök Şaman senin farklı olduğunu düşündü her zaman. Gitmeden önce söylediği son şey ise, çok istediği özgürlüğüne kavuşacak fakat o bunu göremeyecek.”ti.