İlkbahar Lakırtısı

Users who are viewing this thread

Status
Not open for further replies.
2020’nin berbatlığı benim için 2016 ve 2010 seneleriyle yarışır düzeydeydi. Sonunda bitti diyeceğim de bu seneyi kötü yapan şeyler halen devam ettiğinden çok da bir anlamı olmayacak. Neyse herkesin yeni yılı kutlu olsun. ?
 
2012 küresel olarak krizin örtbas edildiği son yıldı, sonraki yıllar asla güzel olmadı. 2025'ten sonra bu çöplüğü düzene koymaya başlarız diye umuyorum.
 
2012 küresel olarak krizin örtbas edildiği son yıldı, sonraki yıllar asla güzel olmadı. 2025'ten sonra bu çöplüğü düzene koymaya başlarız diye umuyorum.

sanırım milenyum sonrası türkiyesi için kriz sonrası 2000 ile 2012 arası çok iyi. kendim o zamanlarda yaşamadığım için bilmiyorum ama nerede ne araştırsam hep bu senelerde olmuş. hep bu senelerde huzur ve mutluluk daha yüksekmiş. vsvs. çok ilginç.
 
2006, 2008, 2012, 2013 hatırımda güzel şeyler bırakmış kendi adıma. 21. yüzyıl deyince aklıma olumlu anlamda bu yıllar geliyor. 2014'ten itibaren her sene bir öncekini arattı.
 
C.tesi günü bir kız arkadaşım ile köpek gezdirdiğimiz için ceza yedik. İşin trajikomik tarafı; bize ceza yazarken başka bir kadına ceza yazmadan serbest bıraktılar. Kızcağız ev de tek başına kalmaktan korktuğu için yanımda geldi diye ceza yedik şaka gibi. Ağzımızda maske vardı, sigara içmiyorduk vb.
 
Last edited:
Geçmiş olsun bu tarz durumlarda her zaman güme gitme olasılığı olduğundan boş sokakta bile maskeyle geziyorum, kim ceza alır kim almaz ortada net bir şey yok.

Evde peder ses olsun diye televizyonu açmış, bir tane sağlıkçı programda gazeteciler de soru soruyor. Adam bir soruya iki saat cevap veriyor ve aslında soruya cevap verdiği filan da yok. Kafayı yiyorum, bu televizyon programları ve gündem, tartışma ve konuşma kültürü harbiden ömür törpüsü.
 
Bir şeyi fark ettim, bir ara gorzil diye bir eleman vardı hatırlarsanız. Herhangi bir ekonomi muhabbetinde 1 sayfa yazı yazardı. Eleman yazdığı şeyleri liberlizm tv diye bir kanaldan araklıyormuş ya la. Baya sanki kendi yorumuymuş gibi yazıyordu.
burası ütopya değil. tozpembe karelerle donatılmış, israf dolu bir komün distopyası. maddelerde iktisatta geri kalmışlık görüyorum.

kamulaştırılan çiftliklerde "erişime açık kaynakların sorunu" vardır. kısacası, ortak malların kaderi kötü sonlanır çünkü insanlar bu durumdan direkt olarak bir fayda sağlarken, onun kullanım maliyetinin sadece çok çok azını üstlenirler. fırsat maliyeti analizi yapılamaz ve bazı ürünlerde aşırı üretim (kaynak israfı), bazı ürünlerde ise kıtlık olur. bunun örnekleri çok. mesela soyu tükenmek üzere olan afrika filleri, amazon yağmur ormanlarının yok edilmesi veya dünyanın çeşitli balık alanlarındaki aşırı avlanma olabilir. göletlerdeki aşırı avlanma bile olabilir. erişime açık bir otlak düşünürsek demokratik ve ortak mülke sahip komünal toplumlarda her isteyen ineğini buraya otlamaya getirebilme imkanını kazanır. çiftçilerin daha fazla inek otlatmaya getirmek için nedenleri olur çünkü ineklerini otlatmanın faydasını doğrudan görürler. böyle bir illüzyonda işin arka planını görmekte zorlanıyorsunuz. ne yazık ki, fazla kullanılan, sömürülen otlağın maliyetini para sistemi olmadığı için çok az kısmını üstlenebilmekteler. bu yüzden de daha fazla ineği otlağa getirmeye devam edecekler, ta ki otlak artık otlaklık vasfını yitirene kadar. burada toplumsal çıkar kisvesi altında bütünün tükenmesine yol açmış olursunuz. otlağın gitgide yok olduğunu görüp, gitmeye ara vermek istese bile, başkalarının gitmeye devam edeceğini bildiği için ineğini orada otlatmaya devam edecektir. buna engel olmanın da tek yolu o marinaleda liderinin bu konuda engel (dikta) koyması gerekir. çünkü otlağın yok edilmekte ve tüketilmekte olduğunun farkındadırlar fakat sadece kendileri kullanmayı bırakıp, bunu önlemeye çalışırlarsa bir başkası kaynağı tüketmeye devam edecektir. buradaki en büyük problem dışlanabilirliğin eksikliği. çiftçilerin diğerlerinin otlağa ekstra inek getirmesini engelleme şansları yoktur. bu şansı yaratmak için özgürlüğü es geçmeniz, liderinize güç ve yetki vermeniz gerekecek. yani göründüğü gibi "özgürlükçü" bir toplum değil.

bunlardan daha büyük bir problem daha var. o da karar vericilerin eylemlerin maliyetine katılmıyor veya verdikleri iyi kararlar için ek kazanç sağlamıyor oluşları. bu gelişim ve yatırım adına elinizde bir şeyin olmaması demek. çünkü mülkiyeti ortaklaştırarak herkesin sahip olmasını sağladığınız. herkesin sahip olması aynı zamanda hiç kimsenin sahip olmaması demek.

1991 öncesi ispanya iktisat tarihini iyi araştırın. ben sizin için öncesindeki ekonomik düzenleri ve iktidar partilerini sıralayayım:
- 1982'den 1996'ya kadar socialist worker's party.
- 1976'dan 1982'yi kadar da union of the democratic centre.
bu adamlar zaten 1982 yılında karma ekonomiden çıkıp sol ekonomi rejimine geçtiler. yani onedio gibi altruist sosyal medyaların çevirisini yapıp duran wannabe siteden de ancak böyle bir yalan beklenebilir. diyor ki "ardından açlık grevleri, eylemler, işgaller vs. yoluyla, yıllarca sürdürülen mücadeleler sayesinde çiftlik kamulaştırıldı."
e gülüm, sen zaten 6 yıl boyunca piyasaya müdahalelerle bir sürü işsizlik yaratmışsın. 82 yılından sonra bunun daha radikali olan psoa ile raising minimum wage politikaları yüzünden bir sürü küçük işletme sahiplerinin piyasadan düşmesine, tekelleşmeye yol açmışsın. toplumcu ekonominin getirdiği sorunları da şimdi kamulaştırarak toplumcu ekonomiyle çözmeye çalışıyorsun. buradaki ikiyüzlülüğün farkına varan bir tek ben miyim? saydığım problemleri, human capital israflarını aşabildiklerini mi sanıyorsunuz? bu adamlar zaten kapitalist değildi ki antikapitalist bir evrimleşme olsun. zaten capitalism ile crony capitalism arasındaki farkı bir bilseniz, crony capitalism içinde yaşadığımızı bilseniz o nefret ettiğiniz şeye aşık olacaksınız, o da ayrı bir durum.

ben bu "işsizlik bitti" laflarını görünce de friedman'ın mao zedong dönemindeki çin ziyaretini hatırlıyorum. adam tarla teknolojisini görünce şoka uğruyor. toplum yüksek teknolojiyle kısa sürede yüksek verimli üretim yapabilecekken herkesin elinde kazma kürek olduğunu görüyor. neden böyle olduğunu soruyor ve bürokratlar "yüksek teknolojiyi getirirsek bu kadar işçiye gerek kalmayacak, atmak zorunda kalırız" diye yanıtlıyor. bu güzel 3000 nüfuslu köycükte kısa vadede olsa da ekonomik kriz yaşamıyorsunuz. 7 milyar insanı böyle beslemeye kalkınca sonuçlarının ne olacağını düşünün. buradan almanız iki ders var:
- işsizliği bitirmek =/= refah
- doğal işsizlik teorisi

iktisat 1. sınıfta kalmış insan sloganıdır bu da. özel mülkiyeti kaldırsan bile x toprağının nasıl kullanacağı arasında farklı görüşte insanlar ortaya çıkar ve bu gruplar arasında çatışmalar baş gösterir. "çatışma"ları önlemen kıtlık-ertesi (post-scarcity) olarak adlandırılan hiçbir şeyin kıt olmadığı dönem gelmeden mümkün değildir.

"hmm, proletarya diktatörlüğü diyemiyorum. sevimli bir cümle kurayım."
özel mülkiyet sahipliğinin olmaması ve her üretimi işçilerin yönetmesi, bireylerin kendi başlarına girişimde bulunamamaları demek. insanlar aldıkları ücretleri yatırım olarak kullanamayacakları için birikimleri ve sermaye dolaşımını düşüyürorlar. ekonomik kalkınma ve büyüme için en gerekli şeyler bunlar. ortak mülkiyet toplumunun uzun vadede bu küçülmeden tek kurtulma imkanı var. o da her insanın ihtiyacı olduğu kadar tüketmesi. böyle bir dünya mı istiyorsunuz? sen ihtiyacından fazlasını tüketirken, insanları buna haklarının olmadığı bir sisteme nasıl zorlarsın? bir diğer saçmalık ihtiyaç/lüks belirsizliği. sigara içmek bir ihtiyaç mıdır lüks müdür? komünist yaşam tarzının saçmalığı buradan gelir. neyin ihtiyacınız olduğuna siz karar veremezsiniz. toplum her üretimi belirli bir oyla seçip educated guess ile bireyleri diktatörce yönetir. diktatör deyince aklınıza hemen asker şapkalı, kızgın bakışlı ve bağıran bir asker geliyor tabii. bu köylü ve sevimli insanlar, bireylerin lükslerini gözardı ederek hiç diktada bulunmuyordur...

"bir kuş kafes içinde tıkılıyken güvenli ve ihtiyaçlarını gidermiş hisseder" sözü tamamen uyuyor bu zihniyete. hayat =/= belirli ihtiyaçların ötesine gitmemek. insanların subjektif değerlerini ve zaman tercihini yok sayıyor komünler. belki de bu özleminizden dolayı hapishaneye girmek isteyebilirsiniz. sonuçta orada internet'e giremezsin, neyi yapıp yapamayacağına büyük oranda lider -hapishane müdürü- karar verir. hayat kalitesi çok yüksek değildir ama yemek bedavadır. kar yoktur, iş vardır. ciddi bir hastalığın varsa tedavisi yoktur ama sağlık hizmetleri bedavadır. ısınma bedavadır falan filan... ne dersiniz, hapishane de sizin için bir cennet değil midir?

toplumcu üretim marketlerden daha irrasyonel davranma eğilimdedir çünkü bir kar/zarar mekanizması yok bu "iş yaratmak" sisteminde. piyasada bir sermayedar yanlış bir karar aldığında bunun bedelini ödeyen kendisi oluyor. ama toplum her şeyi kamulaştırarak ve kooperatifleştirerek bireylerin elinden kaynağını zorla alırken ve kaynak israfı ile büyümeyi azaltırken şirketler kaynağını tüketicilerin kendilerini tercihinden sağlıyor. komün yöneticileri daha kısa vadeli düşünürken (çünkü görev süreleri seçimden seçime kadar, dörder yıl oluyor genelde. sürekli yenileniyorlar, o yüzden uzun vadeli düşünmek gibi bir dertleri olmuyor.) üreticiler kendi devamlılıklarını sağlamak için uzun vadeli düşünmek durumundalar. gibi. farklar daha da sıralanabilir, şimdilik aklıma gelmiyor.

bu dümdüz human capital israfıdır. "ne kadar çok çalışıyorsan toplum sana şu kadar para veriyor." piyasa olmadan hangi işin ne kadar para değer olduğuna karar verme imkanı var mı? yani devletin işlettiği bir markette kasiyerlik yapmayı, fabrikada işçilik yapmayı ve mühendislik yapmanın değerini ortada gerçek bir piyasa olmadan nasıl değerlendirebilirsin? kasiyer günlük 8 saat çalışsın, işçi 6 saat, mühendis 4 saat, ama topluma en çok faydayı mühendis sağlasın, ama paralar çalışmaya göre belirlendiği için kasiyer daha mı çok almalı? neyin ne kadar ettiğini komündeki demokratik kararlarla çoğunluk "kafaya göre" mi belirlemeli? burada azınlık hakkı ne olacak? piyasa dışında bunu ölçmenin bir yolu yok. hiç öyle marx ile ülkücü diyaloğu karikatürü atmayın. imkansız çünkü her şeyi kamulaştırarak fiyat sistemini ve parasal olguyu yok ettiniz.

buraya yukarıda anlattığım friedman'ın anısı gelmeli. adamların kafası "işsizlik olmasın da gelişmesek de olur." şaka gibi.

homesteading/seasteding problemleri doğuruyor.

bak, sevdiğim tek olayı bu sanırım. polis yok çünkü güvenlik için talep yok. ama komik olan şu ki, bu komünlere özgü bir durum değil. new hampshire'da kurulan anarko-kapitalist şehirleşmede de aynı durum söz konusu. yani olay karizmatik sosyalist liderlerinin bahsettiği tüketim toplumu ve bencillikle alakasız.



o kadar özgür bir yer ki fiyat sistemi invisible hand ile belirlenemediğinden kendi başlarına yatırımda bulunamıyorlar. aşırı özgürlükçü yav.



sen kapitalizmi de anlamamışsın sanki. özel mesajdan attığım videolara da hiç bakılmamış anlaşılan. klasik "%1 owns everything" geyiğini de yalayıp yutmuşsun. bunu yıllardır bir komünistten duymuyordum, hala kullanıyor musunuz bu argümanı ya? attığın video da arkaya verilen epik müziklerle donatılmış, cehalet dolu "the lie whe live" videosunu aklıma getirdi. orgazm oldum. bakalım sanayi devriminden ve sermayecilikten sonra gdpler ne kadar yükselmiş, ne kadar da köle etmiş bizi.
P0fW5.jpg
IuNQ4.jpg
paranın birikimi sanılanın aksine fakirlere dışsal fayda getirmektedir. ülkenin en zengin insanı biriktirdiği milyar dolarlarla ülkeye tekrar istihdam olarak geri dönüyor. fakat ne zaman ki gelir dağılımının adaletini herkesin birbirine yakın gelirlere sahip olduğu yani eşitliğe bağlandığı bir öneri görürsek, herkesin o çok beğendiğin komündeki gibi fakirlikte eşitlendiğini görüyoruz.
serbest piyasalarda insanlar, yeteneklerine verilen kıymetle ücretlendirilirler. karşıt argüman kullanırken "siz şunun kölesisiniz" iddiasını atmadan önce iyi bir düşün. tamamen arz talep ilişkisi içerisinde olan bir sistem bu. eğer bir kişi bunu kanunlar yoluyla değiştirmeye çalışırsa, fiyatlar da değişecektir. fiyatları kanunlar yoluyla sabitlemeye çalışırsa, risk yükseleceği için yatırımlar ve üretim azalacaktır. bunun sonu da açlık ve sefalettir. hangi ülkede herkese eşit ücret ya da gelir dağılımını kanun yoluyla zorlama yoluna gidilse, o ülkede üretim azalıyor.
ücretlerin "iyi" olması ya da "adil" olması, insanların talep ettiği ürünlerin üretiminde çalışan kişilerin refah içinde yaşaması demektir. salt eşit maaş demek değildir. salt eşitlik getirdiğin zaman üstün çalışma yetenekleri olan bireylerde human capital israfı görülüyor. şu anda dünyadaki gelir dağılımındaki adaletsizliği de yaratan yine devlettir. devlet eliyle zenginleştirilen ve fakirleştirilenler vardır. marksistler devletçiliğin getirdiği sorunları devletçilikle çözmeye çalışmakta.

attığın videoda kapitalizm ile savaşlar bağdaştırılmış. sürekli liberal ekonomi deyip duruyor. akp'yi liberal sanan kafa tüm dünyayı da liberal sanar. oysa liberland ve new hampshire eyaleti dışında vergiden muaf bir yer yok. şu wannabe siteniz oraların viralini yapmak istemiyor tabii.
kapitalizm ve savaş çok daha hoş bir mevzu aslında çünkü serbest piyasanın savaşları önleyici bir etkisi var. burada detaylıca okuyabilirsin: http://pages.ucsd.edu/~egartzke/publications/gartzke_ajps_07-1.pdf
işin doğrusu şu: piyasa en iyi savaş olmadığı zamanlarda çalışıyor. savaş zamanları yükselen vergiler, fiyat kontrolleri, kısıtlı kaynakların askeriyeye kaydırılması vb. piyasanın işleyişini olumsuz yönde etkiler. immanuel kant'ın ebedi barış teorisi var misal, kant diyor ki uluslararası ticaretin geliştiği ve demokrasinin olduğu devletler birbiriyle savaşmaktan kaçınır. demokrasinin ve küresel ekonominin gelişimi barışı da beraberinde getirir. gartzke'nin verdiğim linkteki epey popüler çalışması da bunu doğruluyor. özellikle serbest piyasanın etkisi bir hayli yüksek. savaşın zararları kapitalizm savunan entelektüellerce milyon kere anlatıldı. savaş=kapitalizm çok saçma bir denklem. savaş devletlere içkin bir şey. videoda romantik resimlerle hayal süslemek de cabası. devletlerin yarattığı sorunları piyasaya meyletmeyi bırakamadınız. thomas piketty'nin kitapları bile bu kadar fiyasko değil.

Vidyo:

Adam bildiğin üşenmeden kopyalamış her yazıyı. Sanki kendi yorumuymuş gibi yedirmiş bize hep. Baktım çoğu yorumu bu kanaldan kopyalamış.
 
Godzilla vs Kong'un fragmanını bir tek ben mi beğenmedim? Bu adamlar Kong'a tek atacak bir yaratığı neden onunla savaştırıyorlar ve neden Godzilla dayak yiyor gibi görünüyor fragmanda? Her film Godzilla'nın boyutu git gide neden küçülüyor? İlk filmi açıkcası iyiydi bunun, ikincisi tek kelimeyle berbattı, bu da 2.'nin yolundan gidiyor anlaşılan. Doğru düzgün bir Godzilla filmi çıkmayacak mı hiç?
 
Status
Not open for further replies.
Back
Top Bottom