O gün hayatımda unutamayacağım olaylar yaşayacağım belliydi. Gördüğüm manzaranın vahameti beni hayata bağlayan ideallerime zincir vuracak düzeydeydi. Kergit nökerleri Svadya şövalyelelerine güç yetiremez vaziyetteydi. Öyle ki, geride duran Noyanlardan birkaçı savaş meydanını terk etmek üzere arkalarını dönmüşlerdi. Bu sırada Ulusamai ile yaptığımız kavgayı unutup savaşın heyecanına yenik düştüm. Kılıcımı kınından çıkarıp haykırdım:
"Noyanlar, komutanlar, nökerler! Ne kaçıyorsunuz, geri dönün, kaçmayın!"
Yaklaşık 1000 küsür kadar nöker arkamdaydı. Svadyalılar ise bizimkileri kovalamakla meşguldü. Bu esnada savaş meydanına çıkmak için atıldım. Derken Kurtbaş kolumdan yakalayarak şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan, sayı olarak azınlıktayız. Tulga'ya dönelim."
-"Ben kimseye Kergitler savaştan kaçtı dedirtmem. Şunu da unutma, Gaddar Noyan işini yarım bırakmaz!"
Bu sözlerim, askerleri savaşmak için şevklendirmişti. On binlerce Svadyalı, karşısında kendilerinin on katı kadar az olan Kergitleri bulacaktı. Tabi bu iş masallarda gerçek olabilirdi. Bir de benim hayal dünyamda...
Atıma atladıktan sonra nökerlere tepeyi dolaşarak meydana çıkmamız gerektiğini söyledim. Diğer yandan, Ulusamai Noyan ve nökerleri çoktan topuklamıştı. Onunla görülecek hesabımız vardı. Diğer taraftan tahta giden bu yolda sağ kalırsam, onu ve akrabalarını karşımda görecek olmanın hüznünü de yaşamıyor değildim. Bu düşünceleri bir kenara bırakarak savaşa odaklandık. Kergit atlılarının önünde savaş meydanına doğru hızlıca atımı sürdüm. Biraz sonra bu atağımızla Svadyalılar gafil yakalanmıştı. Onlar diğer nökerlerin peşinden giderken arkalarındaki tehlikeyi fark etmeleri zor olmuştu.
Arkalarından geldiğimizi gören Svadyalı askerler, lordlarının da emriyle bir anda savaşın seyrini tamamen kendi lehlerine çevirecek o hamleyi yaptı.
Bu hamle öyle muhteşem zeka gerektiren bir hamleydi ki, adeta elimizdeki kılıçları bırakıp seve seve teslim olmayı bile aklımdan geçirmiştim. Nökerler ise gördükleri bu manzarayla birlikte oldukları yerde donup kalmışlardı.
Svadyalıların üzerine hücum ederken duraklamamıza sebebiyet veren bu olay, onlarca Svadya askerinin yerin altından dışarıya fırlaması olmuştu.
Evet, ilk gördüğümde ben de şaşkına dönmüştüm ama bu gerçekti. Yerin altından asker fışkırmıştı. Üstelik bu askerler sadece karşımızda değil aynı zamanda arkamızda da belirmişti. Demek ki, Svadyalılar Sancar gibi sarayda karı kız avlamak yerine çalışmıştı. Savaşı kazanmak için mücadele etmişti. Bizden evvel savaş meydanına gelip askerlerini toprağa gömüp gitmişlerdi. Vakti geldiğinde de o askerler yardım için uyudukları hücrelerden uyanmışlardı. Toprağın altında nasıl nefes aldıkları konusu da ayrıca sorgulanabilirdi. Bu müthiş hamle Svadyalılara karşı hayranlık beslememe sebep olmuştu. Zamanı geldiğinde beni kendilerine hayran etmelerinin bedelini de Svadyalı kızları nökerlerin dudaklarına teslim ederek ödetecektim. Bir Kergit, asla başka bir ulusa hayran olamazdı. Onu taklit edemez, onun kültürünü benimseyemezdi. Eğer bunu yapıyorsa suç o Kergit'te değil, hayran olduğu kişide veya toplumdaydı. Bunun cezası da katliamdı.
Evet, sefil duruma düşmüştük. Svadyalılar ise bizi çembere almış, kahkahalar eşliğinde ölümümüzü kutluyorlardı. Bu esnada Hancıbey'in bana gösterdiği mühür ve onun sağ kalıp yanına gitmem yönündeki tavsiyesi aklıma gelmişti. Kılıcımı kınına geri sokup mırıldanmaya başladım:
"Üzgünüm Hancıbey. Buraya kadarmış..."
Evet, buraya kadar olduğunu düşünmüştüm. Bariyye'nin o kızgın sıcağında başlayan bu maceram, Melihan'da düşman tarafından öldürülerek son bulacaktı. Bu biraz da benim fevri davranmam yüzünden olacaktı.
Fakat Svadyalılar'ın unuttuğu bir şey vardı. Sadece Svadyalılar mı, hayır bizim de unuttuğumuz hatta bilmediğimiz ve daha önce karşılaşmadığımız bir şey vardı. İşte o bahsettiğim şey, birazdan ortaya çıktı.
"Hey! Siz Svadyalılar... Kergit Hanlığı'nın değil bir Noyan'ını, bir atını bile aşağılayamazsınız!"
Ardından biri daha seslendi:
"Bizi öldürebilirsiniz ama asla alaya alamazsınız!"
Derken bir anda üzerimize ok yağmaya başladı. Oklar öyle sert fırlatılıyordu ki, Svadyalı askerlerin korunmak için kaldırdığı kalkanların bile delindiğini ve kalkanı tutan askerlere okların saplandığını gördüm. Bu normal bir ok değildi. Daha evvel bu kadar kuvvetli bir temrene sahip ok görmemiştim. Bu oklar bizim üzerimizden ziyade Svadyalıların üzerine yağıyordu. Biz de tedbir amaçlı olarak kalkanlarımızla okların bize isabet etmemesi için savunmaya geçtik. Bu sırada Kral Harlaus'un arkalardan sesi duyuldu:
"Savunmaya geçin, geri çekilin!"
Kral Harlaus'un emri üzerine Svadyalılar geri çekildiler. Ama hâlâ bizden sayıca üstünlerdi ve bizim karşı koymamız mümkün değildi. Svadyalıların geri çekilmesini fırsat bilip nökerlerimle birlikte savaş alanından ayrılmak üzere hızlıca hareket ettik. Orada duramazdık çünkü okçuların oku bittiği anda Svadyalılar hücuma geçecekti. Sancar Han ve askerleri de çoktan Tulga'ya geri kaçmıştı. Yapabilecek başka bir şeyimiz yoktu. Bizim şansımız beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan okçular olmuştu.
Melihan Tepesi'ni tekrar dolanırken okçuların bu tepeden atış yaptığını fark ettim.
Tepenin etrafını dolaştığımızda okçuların bir anda ortadan kaybolduğunu görmemizle yeniden şaşkınlığa uğramamız bir olmuştu. Bunlar kimdi? Neden bize yardım etmişlerdi? Bütün bu soruların yanıtını ilerleyen zamanlarda alacağımı umuyordum.
Şimdi bize düşen Tulga'ya geri dönmekti. Acele etmeliydik zira Svadyalılar toparlanıp peşimizden gelebilirdi. Melihan bölgesinden çok kısa bir sürede ayrıldık. Canımızı kurtarmamızın mutluluğu ile savaşı kaybetmiş olmanın üzüntüsünü aynı anda yaşıyorduk. Senelerdir bizim olan ve oradan ciddi bir tarım geliri elde ettiğimiz Melihan, artık Svadyalılarındı.
Nihayet tehlike geçmişti. Svadyalıların peşimizden gelmediğine emin olduğumuz yer Uhhun Kalesi civarlarıydı. Bundan sonra Kergit Hanlığı'nın hudutları içerisine girmiş bulunuyorduk. Svadyalılar bu bölgeyi taciz edemezdi. Zira asker gücü olarak yetersizdiler. Uhhun Kalesi'ne yaklaştığımızda yoldaşlarım savaşın sonucunu ve hayatımızı kurtaran meçhul okçuları tartışmaya başlamıştı. Kargılı:
-"Hâlâ anlamış değilim. Bu herifler kimdi Noyan?"
Sessiz kaldım. Sessizliğimin nedeni aynı soruyu benim de sürekli kendime sormuş olmamdı. Kurtbaş'ın ise konuştukları beni iyice kendisine karşı şüphelendirmişti.
-"Kergit fedailerinin olmadığı kesin. Onlar ok kullanmazlar. Bunlar daha derinlerden bana kalırsa."
Kurtbaş'ın, "daha derinlerden" ifadesi aklımı kurcalamıştı. Derin derken neyi kastediyordu? Yoksa bildiği bir şeyler mi vardı?
Tulga'ya gelmeden evvel devamlı dinlendiğimiz Taşlık vadisine geldik. Geleneği bozmayarak buradaki pınardan su içtik. Kurtbaş'ın sözleriyle alakalı aklımdaki sorulara yanıt bulmak için kendisini tenha bir köşeye çekip sorgulamaya başladım.
-"Kurtbaş, bir şeyler biliyorsan söyle!"
-"Gaddar Noyan senin bilmediğin neyi bilebilirim?"
-"Sen bu ülkenin komutanlığını yaptın yıllarca. Devleti en iyi sen bilirsin."
-"Devlet dediğimiz ardına bile bakmadan kaçmadı mı Noyan? Savaştan kaçmayarak devletin kim olduğunu cümle aleme göstermedik mi?"
Kurtbaş haklıydı. Devlet dediklerimiz tepeden tırnağa kadar ödlek gibi kaçmıştı. Biz ise şerefimiz adına cenk meydanında durarak itibarımızı artırmıştık. Kurtbaş hakkında kafamda bir kuşku kalmamıştı. Orhun gibi onu da kaybetmek istemiyordum. Çünkü bu kutlu yolda en çok kendisine ihtiyacım olacaktı.
Taşlık vadisinden ayrıldıktan sonra devletin otoritesini sorgulamaya başladım. Tulga'ya doğru atlarımızla ağır ağır ilerlerken, bundan sonra ne olacağını düşünmeye koyuldum. Sancar ve beraberindeki Noyanlar kaçmıştı. Savaşa katılmayan Noyanlar da vardı elbette. Onların bu yenilgi karşısındaki tutumunun ne olacağı da merak konusuydu. Tabi bir de Ulusamai meselesi vardı. Kendisiyle girdiğimiz münakaşa, hanlığın bünyesinde yalnız başıma kalmama neden olacak gibiydi. Mutlaka bana destek olan birileri olmak zorundaydı. Mutlaka kendi safıma çekebildiğim kadar devlet adamı ve komutan çekmem gerekiyordu. Aksi takdirde töreyi ayakta tutacak bir dayanağım bile olmayacaktı.
Akşam olmak üzereydi. Ufukta Tulga şehri görünmeye başladı. Şehre girer girmez Hancıbey'in yanına giderek bana gösterdiği mührün ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Şehre girdiğimizde halkın hezimeti duyduğunu öğrendik. İnsanlar bu ağır yenilgiyi üzülerek tartışıyor, bazıları ileri giderek Svadyalıların Tulga'yı istila edeceğini bile dillendiriyordu. Bütün bu hengamenin arasında halkı etrafıma toplayarak atımın üzerinde onları teselli edecek konuşmayı yaptım.
"Yüce Kergit Halkı!
Şunu bilin ki, bu aldığımız ilk yenilgi değildi. Kergit Hanlığı ihtiyar bir kurt olmaktan çıkıp yeniden küllerinden doğacaktır. Kergit Han'ın devleti kurmadan önce ordularıyla Sungetche'de aldığı mağlubiyeti ne çabuk unuttunuz? Kergit Han bu yenilginin ardından göçebe yaşayan kavmine devlet kurma sözü vermemiş miydi? Sonra da o devleti kurup, Sungetche'yi Sturgia soylularının başına yıkmıştı. Vaegirlerin bize karşı kinleri de bundan dolayı değil midir? Öyleyse ümitsizliğe kapılmayın ve bize güvenin!"
Bu konuşmamın ardından halkın benim için attığı sloganlar asla aklımdan çıkmayacaktı. İnsanların gönlünde biraz daha yer edindiğimi anlayarak huzurlu bir şekilde Hancıbey'in yanına gittim. Hana girdiğimde Hancıbey benim savaştan sağ olarak kurtulduğumu görmüştü. Bu yüzden sevinmiş olacaktı ki, boynuma sarılıverdi.
"Nihayet geldin Gaddar Noyan. Benimle mahzene gel sana diyeceklerim var."
Hiçbir şey söylemeden Hancıbey'in peşinden gittim. Bu esnada Hancıbey elemanına müşterilerle ilgilenmesini söyledi.
Mahzene girdiğimizde Hancıbey daha önce bana gösterdiği mührü yeniden önüme getirdi. Mühür o kadar eskiydi ki, üzerindeki işaretler biraz silinmişti. Mührün üzerinde atam Kergit Han'ın sancağındaki üç ok vardı. Bu üç ok aynı anda bir yay tarafından gerilmiş vaziyetteydi. Merakıma yenik düşerek sordum:
"Bu nedir? Neden bana bunu gösterdin Hancıbey hayrola?"
Cümlemi bitirir bitirmez bir anda mahzeni aydınlatan meşaleler sönüvermişti. Sadece Hancıbey'in yüzünü görüyordum. Korkmaya başladım çünkü Hancıbey'i daha önce bu kadar sır dolu görmemiştim. İstemeden de olsa elim kılıcıma doğru gitti.
Birazdan bir ses işittim. Sesin sahibi öyle gür ve etkileyici konuşmuştu ki, onun bu tok ve haşin sesi, beni kendisine esir etmişti. Konuşan kişinin söyledikleri neden burada olduğumu açıklar gibiydi. O günden sonra ise hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
"Ulular meclisine seçildin! Uluların himayesindesin!"