Görev [Tamamlandı]

Users who are viewing this thread

Kaptan

Master Knight
  Üç gün önce yazmış bulunduğum kısa öykümü sizlere de paylaşmak istedim. Deniz temalı bir öykü olup, 2 bölümden oluşmakta. İyi okumalar.







İlk Bölüm: Kasırga


  Kara boyalı bir teknenin içinde sallanıp duruyordum. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Son gücümü harcıyordum kürekleri çekerken. Akıntı ters yönde sürüklüyor, kuzeye gitmeye çalışıyordum. Toprağım ve evim oralarda bir yerdeydi. Gece bastırmadan da varmam gerekiyordu.. Ben akıntıya kapılmamak için son gücümü harcarken, gittikçe çoğalan bir rüzgâr çıkageldi kuzeyden. Deniz daha da kabardı. Dalgalar akıntıyla bir olmuş, oradan oraya sallanıyorlardı. Ah o kapağı bir atabilseydim kıyıya! Dalgalar nasıl olsa atacak beni bir yere diyordum, sarsılıyordum. Korkunç bir hızla akıntıda sürükleniyor, yine de bırakmıyordum kürekleri. Âşığı olduğum mesleğim adına da olsa, bu görevi bitirmeye niyetli değildim. Bu sevgi canımdan büyük değildi, olamazdı da. Buradan kaçıp yine yıllar önceki gibi Bangladeş'e yerleşecek, geri kalan ömrümün sefasını sürecektim.

  Kürekleri çekmeyi bırakıp iki saniyeliğine arkama döndüm ve ufak, sürgülü bir çekmecedeki kayışı çıkarıp kendimi oturağa bağladım. Kendimi bağladıktan hemen sonra önüme dönüp kürek sallamaya devam ettim. Sanki teknem değil, ben dalgalarla çarpışıyordum adetâ. Artık tüm umudum yitmiş, yıldız rüzgârı fırtına olmaya yüz tutmuştu. Ne kadar gücüm varsa tükenmekle kalmamış, kollarım da uyuşmaya başlamıştı, erken gelen ayazın etkisiyle. Bu hâldeyken bırakamazdım. Hayır, hayır; pes edemezdim.

    Deri cebimden pusulayı çıkardım, kısa sürede ıslanmış ve buğulanmış camını kol paçam ile sildim. Yönüme baktım, ama teknem dalgaların etkisiyle çok çabuk yön değiştirdiği için tam olarak saptayamadım. Ve pusulayı aldığım yere, tekrar deri cebime koydum. Kollarım gerçek anlamda kürekleri taşıyamaz hâle gelmişti, dinlenmeye ihtiyacım vardı; çaresiz durumdaydım.

  Elimden gelecek son şey; görevden vazgeçip insanî içgüdülerimle ilk görünen karaya yönelmekti. Sonrasında ise yoluma bakardım elbet; hiç değilse hırdavatım vardı. Küreklerimle son kez sıkıca tutundum ve tüm şiddetimle sağ tarafa doğru çekmeye başladım. Amacım teknenin burnunu doğuya kırmaktı ve bunu başardım. Teknenin istediğim istikâmete tam açıyla oturabilmesi için de kıvrak bir hareketle, küreklerle aynı tarafa ufak bir baskı uyguladım. Ardından tekrar yelek cebime koymuş olduğum pusulayı çıkarıp yönüme baktım. Evet, istediğim gibi tekneyi tam doğuya çevirebilmiştim, istikâmet Avustralya açıklarıydı ve yönümü tamamiyle o yöne çevirmiş ilerliyordum. Fakat asıl sorun Hint Okyanusu'nun bir tekneyle nasıl aşılabileceğiydi, fırtına gözlerini üzerime dikmişken. Aslında bu, o an için pek önemli değildi. Çünkü gücümden kalan son kırıntıları da serpmiş ve oracıkta bayılakalmıştım...

Başımdaki fecî ağrıyla beraber tutulmuş boynumu kaldırdım. Güneşin yükselişine eşlik edercesine, sarp gecenin mahsülü olan mayhoşluğu gözlerimden atmaya çalıştım ve onları hiç fırtına görmemiş bir masumiyetle parıldamakta olan gökyüzüne kırptım: ne kadar güzeldi! Dün geceden eser kalmamış, martılar çoktan avlanmaya başlamıştı. O sırada tatlı bir meltem yüzüme okşuyor, midelerini doldurmuş martıların şarkıları gökyüzünde yankılanıyordu. Ardından içine kapılmış olduğum harmoniden uyanıp beynimi gerçek düşüncelerle doldurmaya başladım.

  Etrafıma biraz göz gezdirdiğimde ise içinde olduğum durum beni hayrete düşürdü. Yaşama dair beslediğim umutları bir bir yitirirken, art arda üç mucizenin beni bulmasının tanrının bana bir lütfu olduğunu düşündüm. Tanrı, önce yolculuğumu devam ettirebilmem için hayatımı bağışlamış ve tüm gece boyunca teknemi olası bir kazadan korumuştu. Ardından önümdeki en büyük engel olan fırtınayı sanki yolculuğa devam edebilmem için beni teşvik eden bir melteme dönüştürmüştü. Ve şimdi de, kara kara ardına nasıl geçeceğimi düşündüğüm Hint Okyanusu'nun sıcak kesimlerine varmıştım bile.

  Sırada ne olacağını düşünürken etrafımda seyir hâlinde olan birkaç tekne daha gördüm. Araştırma tekneleri olduklarını varsayıyordum, zirâ benimkinden daha büyük ve daha donanımlılardı. Ayrıca bu civarlarda araştırma ve büyük seyahat gemileri dışında pek fazla deniz aracı gözükmezdi, araştırmalarım bunu gösteriyordu. Ayrıca güvertelerindeki denizcilerin aynı üniformayı giymelerinden bu teknelerin aynı kuruluş tarafından gönderilmiş olduğunu farketmem uzun sürmedi. Hangi şirkete mensup olduklarını bilmesem de üzerlerinde inceleme yapacaklarını tahmin ettiğim balıkları, yakalama yöntemleri, hayvanseverleri memnun etmeyecek türdendi.

  Aralarından biri zıpkınını fırlattı ve tutturmuş gibiydi. Sürünün dağılmasına fırsat vermeden diğerleri de aynı hareketi yaptı ve yarım düzinesi etkisiz hâle geldi. Diğer ve daha çelimsiz görünümlü olan hemen bir ağ getirdi, hedef pür dikkat belirlenerek denize bırakıldı. Ağ, tüm ölü kafileyi içine almış olarak tekrar yükseldi ve tekneye göre daha geniş yapılı olan güverteye çekildi. Aralarından yapılı 5 kişi ağa yaklaştı ve kınından yeni çekilmiş palalarla ağ çözüldü.

    Hint şeytan balıklarını nasıl idare edeceklerini öğrenmemiş olmalılar ki oldukça kontrolsüz bir ağ çözümü sonrası balıklar hareketine devam etti ve aralarından biri ağa en yakın olan denizciye zıplayıp yere kolundan büyük bir parçayla indi. Vücudundan bir parça yitiren denizci acı dolu bir nara atarken, ağ etrafındakilere nispeten daha uzak olanlar tüfeklerine davranıp bir bir balıklara ateş etmeye başladı. O sırada henüz atılmış çığlık diğer balıkları da oraya toplamış olacak ki, çığlığa eşlik eder nitelikte büyük bir gümbürtüyle teknenin bana bakan tarafında orta çaplı bir delik açıldı. Avcı tekne hızla su alarak batarken, araştırma teknesinin de işgal edilmesi uzun sürmedi. An be an tanık olduğum şey karşısında dehşete düştüm ve hemen yerimden kalkmaya çalıştım, ama bir sorun vardı: kayış! Kayış beni oturduğum yere sabitliyordu. Ve en kötüsü, şeytan balığı kafilesinden birkaçı tekneme hareketlenmeye başlamıştı bile...



İkinci Bölüm: Şeytan


  Sabitlendiğim yerde etrafımda keskin bir şey aradım ve teknenin ahşap kademesinden sökülmüş bir çivi buldum. Yapabileceğim tek şey kayışı çiviyle kesmekti ve bundan başka seçeneğim yoktu. Daha fazla zaman kaybetmeden elimdeki çiviyle belimden tekne oturağına bağlandığım kayışa üst üste çizikler atmaya başladım.

  Çok geçmemişti ki kayışı koparmayı başardım ve özgür olma içgüdüsüyle yerimden fırladım. Fakat bu fırlayışı, teknenin aldığı bir darbeyle sallanmasının takip etmesiyle yerimden sıçradım ve korkuluklara çarptım. Şiddetli bir sağ-omuz ağrısıyla yerimden doğrulduğumda ilk yaptığım şey gözlerimle kürekleri aramak oldu; bunun yeterli olmayacağını anladığımda geniş bir adımla oturağın diğer tarafına geçtim ve dipte gördüğüm örtüyü kaldırdığımda tek küreğin orada olduğunu fark ettim. Zaman kaybetmek gibi bir lüksüm olmadığından bulduğum tek küreği elime alıp oturağa yerleştim ve var gücümle küreği çekmeye başladım. Tek kürekle o cehennemden kaçacaktım.

  Tekneye az da olsa sürat kazandırabilmiştim ve kafamı her geri çevirdiğimde karşı karşıya kaldığım manzaranın beni içine düşürdüğü dehşetle hızlanıyordum. Son kez arkama dönüp baktığımda, iki teknenin de dibi boylamış olduğunu ve balıkların ziyafetinden kalan, yüzeyde asılı kalmış ve tanınmaz hâlde olan birkaç ceset gördüm. Bir süre sonra, artık kurtulduğumu düşündüğüm sırada teknemin yararak ilerlediği denizden yükselen sesin daha bir gürültülü olduğunu fark ettim.

  Olası istilânın daha da yaklaştığını hissedebiliyordum, tanrı sanki daha temkinli olmam için beni uyarıyordu. Oturak dibinden çıkardığım ikinci bir kemeri belime çapraz bağladım ve tüm teçhizatımı kemerime yerleştirdim. Zaten ateşli silahlarım birinci kemerimde asılı olduğu için pek vaktimi almadı.

  Artık ayakta ve ayağımı dengemi en rahat sağlayabileceğim pozisyonda tutarak kürek çekiyordum. Çok geçmemişti ki benim teknemden de bir gümbürtü geldi, ardından yandan sıçrayan bir balık. Neyse ki teknenin boş tarafına düşmüştü ve kemerimde asılı olan palayla etkisiz hâle gelmesi uzun sürmedi. Henüz doğrulamıştım ki diğer bir tanesi tam üzerimden sıçrayıp sırtımda derin bir şerit açtı ve diğer yandan suya indi. Ve arkasından ben de dengemi kaybettim ve henüz yaramın sıcaklığını hissetmemiştim ki, koca Hint Okyanusu'nun boğucu soğukluğuna gömüldüm.

  Denize düşmüş de olsam hâlâ çırpınıp yüzeyde kalmaya çalışsam da gittikçe hareket yetimi kaybediyordum. Dip her saniye görünmeyen elleriyle beni daha çok çekerken, ben yukarıda kalan teknemin şeytanlar tarafından parçalara ayrılışını izliyordum. Damarlarda dolaşan sıcak kanın bahşettiği gerçeklikten uzaklaşmış bir ölü gibi hareketsiz ve soğuk. Ardından küçük bir hareketle göz bebeklerimi kaydırıyor, bu sefer de dibin kendine çekmeye devam ettiği ve sindirmek üzere olduğu cesetleri görüyordum.

  Denize düştüğüm sırada balık sürüsü dağılmıştı, yalnız balık olduğunu düşündüğüm -veya yetilerimi kaybetmemle düşünemediğim- bir karartı büyüyerek yaklaşıyordu. İyice yaklaştığında görüntünün bulanık olmasına rağmen seçilebildiği bir büyüklükteyken bunun da bir şeytan balığı olduğunu farkettim ve olası ölümümün bana sadece iki metre uzakta olduğunu anladım. Ellerimle yüzümü korumayı denedim ama bu sefer ellerime geçirilmiş iki düzine dişi hissettim. Bağırmaya çalıştım ama bu çokça su yutmamdan başka bir şeye yaramadı, üstüne üstlük bunun etkisiyle gözlerim kapanmaya ve kendimi iyice kaybetmeye başladım.

  Balık son kez üzerime gelirken onu delip geçen bir şeyin etkisiyle savruldu ve düşmeye başladı. O sırada gözlerime ufak da olsa canlılık serpilmiş, bakışlarım yüzeye çevrilmişti. Yüzeyde büyükçe bir gölge vardı, ve o gölgenin yanında hareketli bir gölge daha. Hareketli olan iyice hareketlendiğinde ve büyüdüğünde dışarıdan bir el içeri daldı ve beni yakamdan kavrayıp dışarı çekti.

  Gözümü tekrar açtığımda kendimi iç döşemesi gayet iyi yapılmış büyük bir salonda buldum. Yanımda üniformasında çokça madalya asılmış olan tuğ amiral apoletli bir adam vardı ve uyandığımı görünce yüzüme bakıp uzun uzun gülümsedi. Onunla konuşmaya çalışsam da hiçbir seferinde cevap vermiyor, tekrar yüzüne o sinir bozucu gülümsemesini takıyordu. Ardından bir takım tok ayak sesine ayağa kalkarak eşlik etti ve içeri giren iki kişiye selam verdi. Taşlar şimdi yerine oturmuştu: içeriye gelen kişi Amiral Kewell Dalian'dı. Kalkmaya çalışsam da vücudumu çepeçevre sarmış olan sargıların engellemesi ve altındaki yaraların verdiği muazzam acıyla olabildiğince sessiz bir şekilde inledim ve kalkamadan koltuğa geri düştüm.
"İyi misin Yuri?"
"Kesinlikle başkanım. Canımı size ve adamınıza borçluyum."
"Asıl biz hayatımızı sana borçluyuz Yuri. Ekonomik hayatımızı."
"Nasıl olur?"
"Şâhit olduğun saldırı. Sadece sen hayatta kaldın."
"Ya diğerleri?"
"Hint şeytan balıkları tarafından kemiklerine kadar çiğnenmiş olmalılar."
"Peki hayatta kalmamla ekonomimizin ne alakası olabilir?"
"Hayatta kalarak keşfetmiş olduğun bölge bu balıkların dünya üzerindeki tek habitatı konumunda. Dünyaca ünlü şirketlerin ve değerli hayvanları koruma altına alan örgütlerin aranan listesinde bir numaraydı, ve bu onları paha biçilemez yapıyor. Artık avucumuzda olduklarına göre uzun bir süre daha bulunmamasını sağlayabilir ve en önemlisi ekonomimizi üzerimizdeki şirketlerin bile hayal edemeyeceği bir seviyeye çıkarabiliriz."
"Yani o tekneler.."
"Evet, Yuri. O tekneler de bizim gönderdiğimiz araştırma filosundan sadece ikisi ve aynı zamanda şeytanlarımızın son ziyaretçisiydi." dedi. Ardından konuşmayı bırakıp biraz düşündü ve konuşmasını sürdürdü:
"Evinin Bangladeş'te körfeze kurulu olduğunu söylemiştin Yuri." dedi. Ona böyle bir şeyden bahsetmemiştim, hayrete kapılmış ve bunu belli etmemeye çalışan bir tutumda:
"Evet efendim, evim yaklaşık olarak... Oralarda bir yerde olmalı." dedim.
"Neden duraksadın?" dedi. Hafifçe gülümsedi.
"Uğramayalı çok uzun zaman oldu. Hâlâ orada olduğundan bile şüpheliyim." dedim.

  Üniformasının açık son düğmesini ilikledi, ciddi bir tavır takındı ve sesini kararlı bir tona sokarak:
"Peki" dedi. "Yeni evine hoşgeldin. Bu araştırma gemisini lütfen emeğine karşılık bir nişânemiz olarak kabul et. Artık şirketimizin emektar üyeleri arasındasın ve son görevini de başarıyla tamamladın. Emekliliğinin tadını çıkar."

  Burada düşlediğim uzun bir kariyerim vardı ama böyle büyük bir ödülü de geri çeviremezdim. "Emrinize amade olmaktan şeref duydum efendim!" dedim.
Ve kendisi de kalkıp selam durdu: "Nişânemize sahip çık, değerli bir parçadır." dedi.

  Aklıma beni nasıl buldukları sorusu takıldı:
"Efendim" dedim. "Hint Okyanusu açıklarında olduğumu biliyordunuz. Eğer bilmeseydiniz, güvenliğim için beni takip ediyor olsaydınız diğer araştırmacılara da müdahale ederdiniz. Neden bildiğiniz bir bölgenin keşfi için beni görevlendirdiniz?"

  Güldü:
"Akıllısın evlat." dedi. "İşte seni genç yaşında yanıma alma sebebim buydu. Küçükken de bu kadar zeki ve ayrıntılara dikkat eden biriydin. Görünüşe göre sana düzenlenen oyunu da çözmüşsün. Emin olmanı istiyorum ki diğer hiçbir ajanımız bunu başaramazdı."

  Şeytani bir gülümseme belirdi yüzünde. Ceketinin üst iki düğmesini sıyırıp gömlek cebinden piposunu aldı, yaverine hemen yanındaki ufak çaplı, ahşap süslemeli pencereyi açmasını söyledi ve piposunu yakıp derin bir nefes aldı. Ardından konuşmasını sürdürdü:

"Aslına bakacak olursan evlat, oranın şeytani hint balıklarına ait bir habitat olduğundan biz de bihaberdik. Yine de amacımızı saptayabilmişsin. Eğer ki bir şeytani balık tarafından öldürülseydin öylece kaybolacak, deniz tarafından yutulacaktın. Fakat hayatın bir cilvesi olmalı ki asıl gönderilen filoyla karşılaştın. Eğer onların gözü önünde çiğnenseydin ve biri bile kurtulsaydı raporunda senden bahsedebilirdi. Ve seni ölümünün kolaylaşması için donanımsız göreve yollamış ben büyük cezalar alabilir, hatta güneş ışığından bile mahrum bırakılabilirdim. Bu yüzden ölmene izin veremezdim.”

“Öyleyse benim için de önlem alman gerekirdi. Ve beni öylece bırakıp gidecek misin?” dedim. Aslında diyemedim; zirâ hemen yanımda oturan adam bir şeyi usulca koluma temas ettirdi. Her ne olduğunu bilmesem de hızla vücuduma nüfuz ederek tadına önceden bakmış olduğum uyuşukluğu geri getirmeye başladı. Ama bu sıradan bir uyuşukluk değildi, sanki vücuduma vermiş olduğu şey damarlarımda ölüm olarak akıyordu. Duyu ve yetilerim ellerimden tekrar kaymaya, gerçeklik tekrar kavranamaz hale gelmeye başladı ve göz kapaklarım birbirini yıllarca görmeyen iki kardeşin hasretini taşırmışçasına birbirlerine doğru ilerleri.

  Gözlerim tekrar açıldığında kendimi sonsuz maviliğin içinde hissettim. Yıllardır üzerinde görev yapmış olduğum deniz sonunda beni elde etmiş, denizin elleri sonunda beni dibe ulaştırmayı başarmıştı ve dip diğerlerine kıyasla en büyük balığı elde etmiş ve o balığı sindirmeye hazırlanan bir martı gibi halinden memnundu. Ve yıllardır deniz üzerinde görev yapmış, ölüm meleğinin hevesini sayısız kez kursağında bırakmış ben bu sefer en büyük düşmanıma, dip’e teslim olmuştum.
 
Back
Top Bottom