Narradan güneş daha göğe varmadan çıktığı için rahat ediyordu. Yolun bir kısmını gene serinlikte gitmişti ama bu uzun sürmemiş, o kahrolası kavurucu güneş tekrar çıkmış, kumral kafasına işlemeye başlamıştı. Böyle uzun gidemeyeceğini, atın da serinlemesi gerektiğine karar verince sıska olsa da bir ağaçlık kollamaya başladı. Ama nafile. Hiçbir yerde gölgesinde soluklanacak doğru düzgün ağaç yoktu. Biraz daha gittikten sonra bir köye varmıştı. Neresi olduğunu yoldan geçen ufak bir kıza sorduğunda, Zagush köyü olduğunu öğrenmişti. Burası kavurucu güneş biraz dinene kadar konaklamak için iyi bir yerdi ama bu yolunun daha dörtte birini ancak gittiğinin de acı habercisiydi.
Amacı güneş biraz çekilinceye kadar burada yatıp dinlenmekti ve öyle de yaptı, atını bir ağacın altına bağlayıp kendi de o ağacın altına uzanarak şapkasını yüzüne siper etmişti. Uyanmasına sebep olan şey şapkasının rüzgardan uçmasıydı. Sabah ki dayak faslı onu epeyce yormuş olacak ki birazcık dinlenmek için uzandığı ağacın altında saatlerce uyuyakalmıştı. İyice gece çökmüş, hava epey serinlemişti. Üstelik onun üstünde bahara güvenerek, sadece yarım günlük yol için giydiği şalvarı, gömleği ve ince kolsuz deri bir yeleği vardı. Gerçekten üşümeye başlamıştı, karnı açtı ve bu karanlıkta daha önce hesaba katmadığı bir rota olan bu köyden Ichamura giden yolu tayin etmesi mümkün değildi. Neyse ki atı yıldırım orada kımıldamadan duruyordu. Hayvanın da karnın acıkmış olabileceğini ve üşümüş olacağını anladığında ikisi için bu geceyi geçirebilecekleri bir ahır arama işine girişmişti, atını da yelerlerinden tutup peşi sıra çekiyordu.
Yattığı yer köyün merkezine biraz uzak olacak ki bir süre yürümenin ardından ortasında kuyu bulunan köyün meydanı olduğunu düşündüğü yere varmıştı. Etrafta açık ahır kapısı var mı diye bakınırken kapılardan biri açılmış ve altmışlı yaşlarda, beyaz saçlı, beyaz sakallı, üzerinde koyu sarı bir yelekli elbise olan yaşlı bir adam ‘’yolunu kaybettin herhalde delikanlı, istersen gel misafirimiz ol. Gelmek istersen atını arkadaki ahıra bağla içerde saman da var hayvan da yorulmuştur rahat eder gariban ’’ diyerek onu içeri davet etmişti. Göktan hemen ihtiyarın dediği gibi atını arkada ki ahıra bağlayıp önüne saman dökmüş ve hemen evin önüne dönüp kapıyı çalmıştı. Kapıyı az önce ki yaşlı adam açmıştı. İçeri girdiklerinde Göktan hiç tanımadığı halde kanı çok ısınan yaşlı adama nereden geldiğini nereye neden gittiğini her şeyi tek tek anlatmıştı. Yaşlı adamın adı Monyat idi, üç kızı bir de ortalıkta gezinen yedi sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Yaşlı adam geçimini yün yaparak kazanıyordu. Üç kızdan en küçük olanı Göktan’a bir farklı bakıyordu ama hem Göktan Talyayı seviyordu hem de ona kapısını açan bir adamın kızına o gözle bakamazdı. Zaten için de ki sıkıntılar buna müsaade etmiyordu. Küçük yaşına rağmen omzuna çok yük binmişti. Akşam yatma saati olunca kızlar odalarına çekilmiş kadın ise küçük çocukla yatmaya gitmiş, yaşlı adamla Göktan, adamın Göktan için hazırladığı döşeğin başında sohbet ediyorlardı. Göktan kafasına takılan bir soruyu sormaktan çekinmedi.
-Monyat amca sizin ve eşinizin yaşı epey büyük ama gördüğüm kadarı ile en büyük kızınız bile yirmisine yeni girmiş gibi, evlenmekte biraz geç mi kaldınız ?
-Bak delikanlı sen bana geldiğinden beri her şeyi anlatıyorsun ben de sana bir şeyler anlatayım ; o kızlar ve dünya tatlısı oğlan benim çocuklarım değil, karım da anneleri değil. Onlar benim torunlarım, tanrı bana sadece tek bir oğlan bahşetti. Onu da köyden bir kızla evlendirdim. Beş çocukları oldu. En büyüğü gördüğün on dokuz yaşında ki kız Yesmen, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki Bören, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki oğlan çocuğu Atuk, diğeri bize servis yapan on beş yaşında ki küçük kız Hesse işte en ufakları da az önce sofrada gördüğün, tepinip duran yedi yaşında Takkan.
-Diğer oğlan yok herhalde buralarda, oğlunuz ve gelininizi de göremedim.
-Atuk pek yaramaz bir çocuktu. Köyde durmak istemedi. Hep özendiği babası Ayasan’ın yanında orduda olmak istedi, daha on yaşında gizlice bir çok kez garnizonlarda ki fıçılara saklandığı için babası onu yanına almaya karar verdi. Oğlum Ayasan dört sene önce rindyar kalesine yapılan başarısız kuşatma da vefat etti. Karısı Cuhun ile birbirlerini çok severlerdi, oda kocasının acısına dayanamayınca birkaç ay sonra da o vefat etti. Bu Takkan o zamanlar çok küçüktü o yüzden beni babası bilir, diğer çocukların aklı erdiğinden Büyükbabaları olduğumu biliyorlar, her şey bu afacan Takkan üzülmesin diye.
-Peki Atuk babası ölünce dönmedi mi ?
-Niye dönsün ? Buralarda ne iş yapabilir ki ? Hem oralarda rahmetli oğlumun bir arkadaşı onu oğlu gibi bağrına basıp arkasını kolluyor. Köye gelse hiçbir iş gelmez elinden. Para kazanmak için tek yapabileceği şey savaşmak. İhtiyacımız olmadığı halde bize para gönderir, şimdi neredir tanrı bilir ama her fırsat bulduğunda kardeşlerini ve bizi görmeye gel ir, biraz delidir ama çok iyi yürekli çocuktur Atuk. Sen artık yatsan iyi olur uzun yol gideceksin dinlenmelisin.
Monyat da yatmaya geçtikten sonra Göktan sabah öten horozun sesine kadar deliksiz güzel bir uyku çekmişti ve uzun bir yolculuk için yeterli enerjiye sahipti. Monyat’ın karısının adını bile bilmiyordu ama çok sevecen tonton bir kadındı, Göktan’a büyük bir paketle, keçi peyniri, bal, kuru et, ekmek ve bol bol yemiş koymuş sabahta aynı tarz bir kahvaltı ile karnını iyice doyurmuştu. Monyat ise kullanmadığı güzel bir parkasını onun eyerinin altına sıkıştırmıştı. Ayrıca at içinde bir miktar saman almıştı. Geriye tek kalan dört nala Ichamur’a ulaşmaktı. İki günlük yolu vardı. Öğle vakti olmadan çıkması onun için biraz yarar sağlasa da her türlü kavurucu güneşe maruz kalıyordu ama artık alışmış sayılırdı. Tek düşündüğü artık babasına ulaşıp biraz olsun şu sırtında ki yükten kurtulmaktı . İkinci gün de sadece dört nala at binme işi sadece izler kısa süreliğine kaybolduğunda ve tuvalet durmaları dışında bölünmüyordu. Kurtun’un dediği gibi yemeğini bile at üstünde yemekteydi, hatta buna alışmıştı, hatta bazen hızı yavaşlatıp atı da besliyordu ama asla tamamen durmuyordu.
İkinci günün öğlen vakitlerinde Ichamur’un güneybatısında kalan dashbigha köyünün kuzey batılarından amur eteklerine kadar uzanan Ich ormanlarına yaklaşmıştı Ichamur da adını bu dağ ve ormandan alıyordu. Tüm bunları Kurtuk’un verdiği harita sayesinde biliyor ve buluyordu, Kurtuk ve Monyat olmasa buralara kadar gelebilir miydi ? Birisi ciğersiz bir noyanın elinden biri de ciğerden eden bir havadan kurtarmıştı onu. Bu insanları asla unutamazdı.
Dashbigha köyünün batısında kalan Ich ormanlarının girişinde bir grup Kergit atlı okçu akıncı grupları devriye gezmekteydiler ve bir kontrol noktası kurulmuştu. Atlar ağaçlara bağlı şekilde beklemekteydi. Yolcular durduruluyor, nereye gittikleri ne taşıdıkları tek tek inceleniyordu. Sıra Göktan’a geldiğinde yerde giyiminden atlı okçu olduğu anlaşılan bir Kergit askeri Göktan’a yaklaşıp.
-Kimsin hangi millettensin nereden gelir nereye, ne için gidersin, ne taşırsın, ne istersin ? söyle bakalım
-Kergitim, ameshke köyünden Ichamur’a giderim, orada babam askerdir, köyümüz yağmalandı onla görüşmek için geldim. Atım üstündeki yolculuk malzemelerinden başka yüküm yoktur. Orman içinden geçerek Ichamur’a varmak isterim.
-Bilmez misin be çocuk bu orman beş yıldır Sancar Han’ın emri ile abluka altına alındı, eğer Ichamur’a gitmek istersen ormanın dışından Dashbigha köyünün güneyinden geçip Distar uçurumuna varmadan kuzeye gitmen gerekir. Eğer geçişini yaptıracağın malın yoksa boşuna gelmişsin buraya kadar.
-Etme beyim oradan gitmem en az iki gün daha demek bu çok acil bir durum babama çok acil ulaşmam lazım kaybedecek zamanım yok.
- Beş yıllık işten haberi olmayan sensin çocuk bu senin suçun.
Göktan olanlara anlam veremiyordu neden Monyat veya Kurtun bu ablukadan bahsetmemişti belki de buraya gelmedilerse haberlerinin olmaması normaldi. Peki bu ablukanın sebebi neydi ?
-Beyim bu ablukanın sebebi nedir hastalık falan mı var yoksa ?
-Laflarına dikkat et çocuk ! Bütün bu topraklar Sancar Han’ın toprağıdır isterse tüm ormanı kestirir isterse yakar isterse de ablukaya alır bunu sorgulamak kimseye düşmez !
Göktan olanları düşünüyordu eğer yolu uzatırsa her şeyi riske atacaktı. Bu ablukayı yarması gerektiği aşikardı. Düşünecek fazla zaman yoktu çünkü asker lafını birden çok tekrar edecek birine pek benzemiyordu. İlk başta atın dizginlerini sanki sağa çevirip geri dönecek gibi yaptı, sonra gevşekçe sağa çektiği dizginleri sertçe kendine çekerek üzengi yardımı ile ata acil bir durum olduğu sinyalini verdi ve atı şaha kaldırdı, atın hemen sol yanındaki atlı okçu hiç beklemediği bu ani darben sonucu üzerinde durduğu taşlık zemine düştü. Askerin düşmesini fırsat bilen Göktan güçlü bir nara ile atı Dört nala koşturmaya başladı yere düşen asker kervan kayıtlarını tutan ve yorgunluktan sağa sola kaykılmış arkadaşlarına bağırıyordu ama artık çok geçti. Göktan atıyla, atın göğüs hizasına gelmesi için gerilen ipten atlamıştı, aslında Göktan bu ipi fark etmemişti bile eğer Yıldırım gibi iyi bir at değil de Tabe veya sıradan bir at olsaydı o iplere takılıp kesinlikle düşerdi. Gerçekten şanslı günündeydi. Dört nala ormana dalmıştı.
Diğer atlılar toparlanana kadar epey bir yol almıştı, görüş mesafelerinden çıkmış gibi görünüyordu. Ancak bu ormanda bir tuhaflık vardı. Orman çok sık ve uzun ağaçlarla doluydu, Ichamur biraz yüksek ve yağış alan bir yerde olsa da bu ağaçlar bu coğrafyanın ağaçlarına benzemiyordu. Sıska Kergit ağaçlarının su görmüş halinden çok sanki Rodok ve Svadya masallarında ki ormanlardaki kalın ve bol yapraklı ağaçlara benziyordu ve tuhaf şekilde çok sıktı. Sanki yıllar önce oralardan getirilip de burada elle ekilmiş gibi. Bunları düşünürken yüzünde hafif bir gülümseme vardı ama ormanın içi daha nemli ve serindi, çünkü hem yükselti olarak yüksekteydi ve hava yavaştan kararıyordu. Bu sırada Monyatın koyduğu parkayı da giymiş gidiyordu. Hedefine ve bu kadar uğraşın yavaş yavaş sonuna geliyor olmasından dolayı neşeliydi. At üstünde gülümseyerek, köyüne Talyayla beraber döndüğünü düşünüyordu aslında işte güçte çalışmakta pek gözü yoktu. Yemek bulsa ve Talya onla olsa yeterdi onun için.
Bu hayaller eşliğinde hızlandıkça hızlanıyordu hatta uzun süredir sıcak havada gitmenin verdiği sıkıntının intikamı almak için yüzüne vuran soğuk havada ellerini dizginlerden çekmiş kollarını bir kuş gibi açmış gözlerini kapatmış, yolu ata bırakarak serin akşam rüzgarının dört nala giderken yüzüne çarpmasına izin veriyordu.
Tam iki ağaç arasından dört nala geçerken toprağın altına gizlenmiş bir ip bir anda iki ağaç arasında gerilince Göktan’ın ipi fark etmesiyle çarpması bir oldu. Zaten erken fark etse de o hızla pek bir şey değişmezdi. İp tam atın boynunun altına çarpmış, at tepetaklak takla atarken Göktan ileri düşmüştü. At uzun bir kişneme ile düştüğü yere yan yatmış, belki de yaralanmıştı. Göktan ilk başta atı kontrol etmek istediyse de çok kötü düşmüştü ama hissettiği kadar ile bir yerinde kırık yoktu, at ufak kıpırdamalar yaptığı için yaşadığı kesindi, ama yola devam edemeyeceği de besbelliydi. Dizlerinin üstünde durup kafasını kaldırdığında ağaçların sağlı sollu devam ettiğini, yokuş yukarı bir at yolunda olduğunu ve sağ tarafta ormanın derinliklerine doğru inen bir patika olduğunu fark etti.
Tam elinden destek alıp doğrulmuştu ki aşağıdaki patikadan, atın çarptığı halatın bir ucunun bağlı olduğu ağacın yanından, üstünde başlıklı kırmızı tunik tuniğin üstünde zincir zırh onun üstünde çelik geçim zırh, kafasında yüzüne sinsi bir gülüş verecek maskeli tepesi yuvarlak komple çelik bir miğfer miğferin üstünde ise tuniğin tunikle aynı renk olan kırmızı başlılığı kapalı olan bir adam çıktı. Anlaşılan ipi bu adam germişti. Adamın üstünde güzel bir kılıç, belinde sadak ve tirkeşiyle iyi bir kergit yayı, farklı uçlarda okları ve dirseğini kapayan ama bileğini geçmeyen koluna takılı çelik kalkanı vardı. Zırhının ve kalkanın çeliği ile kırmızı kumaş göz kamaştırıyordu. Silahlarının hiç biri hatta belindeki kama bile çekili değildi. Göktan adamı izlerken adam kalkanın takılı olduğu sol koluyla çenesine bir tane yumruk attı, tabi Göktan’a isabet eden adamın kemiği değil çelik kalkandı, ağzındaki tüm kan toprağa baloncuklar çıkararak dökülüyordu, köyde uğradığı saldırının aksine bu sefer biraz suçlu sayılabilirdi. Nedensiz şekilde adama tekrar bakmak istedi, değişen tek şey kalkan yumruk bu sefer ağzına değil çenesine gelmişti, ama bu çok daha sertti. Bu sefer burnu da kanamaya başlamıştı. Ağzı ve burnundan kan dökülmesinden dolayı kafasını daha fazla yukarda tutamamış, ağırlığa uyarak bırakmıştı…
Amacı güneş biraz çekilinceye kadar burada yatıp dinlenmekti ve öyle de yaptı, atını bir ağacın altına bağlayıp kendi de o ağacın altına uzanarak şapkasını yüzüne siper etmişti. Uyanmasına sebep olan şey şapkasının rüzgardan uçmasıydı. Sabah ki dayak faslı onu epeyce yormuş olacak ki birazcık dinlenmek için uzandığı ağacın altında saatlerce uyuyakalmıştı. İyice gece çökmüş, hava epey serinlemişti. Üstelik onun üstünde bahara güvenerek, sadece yarım günlük yol için giydiği şalvarı, gömleği ve ince kolsuz deri bir yeleği vardı. Gerçekten üşümeye başlamıştı, karnı açtı ve bu karanlıkta daha önce hesaba katmadığı bir rota olan bu köyden Ichamura giden yolu tayin etmesi mümkün değildi. Neyse ki atı yıldırım orada kımıldamadan duruyordu. Hayvanın da karnın acıkmış olabileceğini ve üşümüş olacağını anladığında ikisi için bu geceyi geçirebilecekleri bir ahır arama işine girişmişti, atını da yelerlerinden tutup peşi sıra çekiyordu.
Yattığı yer köyün merkezine biraz uzak olacak ki bir süre yürümenin ardından ortasında kuyu bulunan köyün meydanı olduğunu düşündüğü yere varmıştı. Etrafta açık ahır kapısı var mı diye bakınırken kapılardan biri açılmış ve altmışlı yaşlarda, beyaz saçlı, beyaz sakallı, üzerinde koyu sarı bir yelekli elbise olan yaşlı bir adam ‘’yolunu kaybettin herhalde delikanlı, istersen gel misafirimiz ol. Gelmek istersen atını arkadaki ahıra bağla içerde saman da var hayvan da yorulmuştur rahat eder gariban ’’ diyerek onu içeri davet etmişti. Göktan hemen ihtiyarın dediği gibi atını arkada ki ahıra bağlayıp önüne saman dökmüş ve hemen evin önüne dönüp kapıyı çalmıştı. Kapıyı az önce ki yaşlı adam açmıştı. İçeri girdiklerinde Göktan hiç tanımadığı halde kanı çok ısınan yaşlı adama nereden geldiğini nereye neden gittiğini her şeyi tek tek anlatmıştı. Yaşlı adamın adı Monyat idi, üç kızı bir de ortalıkta gezinen yedi sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Yaşlı adam geçimini yün yaparak kazanıyordu. Üç kızdan en küçük olanı Göktan’a bir farklı bakıyordu ama hem Göktan Talyayı seviyordu hem de ona kapısını açan bir adamın kızına o gözle bakamazdı. Zaten için de ki sıkıntılar buna müsaade etmiyordu. Küçük yaşına rağmen omzuna çok yük binmişti. Akşam yatma saati olunca kızlar odalarına çekilmiş kadın ise küçük çocukla yatmaya gitmiş, yaşlı adamla Göktan, adamın Göktan için hazırladığı döşeğin başında sohbet ediyorlardı. Göktan kafasına takılan bir soruyu sormaktan çekinmedi.
-Monyat amca sizin ve eşinizin yaşı epey büyük ama gördüğüm kadarı ile en büyük kızınız bile yirmisine yeni girmiş gibi, evlenmekte biraz geç mi kaldınız ?
-Bak delikanlı sen bana geldiğinden beri her şeyi anlatıyorsun ben de sana bir şeyler anlatayım ; o kızlar ve dünya tatlısı oğlan benim çocuklarım değil, karım da anneleri değil. Onlar benim torunlarım, tanrı bana sadece tek bir oğlan bahşetti. Onu da köyden bir kızla evlendirdim. Beş çocukları oldu. En büyüğü gördüğün on dokuz yaşında ki kız Yesmen, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki Bören, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki oğlan çocuğu Atuk, diğeri bize servis yapan on beş yaşında ki küçük kız Hesse işte en ufakları da az önce sofrada gördüğün, tepinip duran yedi yaşında Takkan.
-Diğer oğlan yok herhalde buralarda, oğlunuz ve gelininizi de göremedim.
-Atuk pek yaramaz bir çocuktu. Köyde durmak istemedi. Hep özendiği babası Ayasan’ın yanında orduda olmak istedi, daha on yaşında gizlice bir çok kez garnizonlarda ki fıçılara saklandığı için babası onu yanına almaya karar verdi. Oğlum Ayasan dört sene önce rindyar kalesine yapılan başarısız kuşatma da vefat etti. Karısı Cuhun ile birbirlerini çok severlerdi, oda kocasının acısına dayanamayınca birkaç ay sonra da o vefat etti. Bu Takkan o zamanlar çok küçüktü o yüzden beni babası bilir, diğer çocukların aklı erdiğinden Büyükbabaları olduğumu biliyorlar, her şey bu afacan Takkan üzülmesin diye.
-Peki Atuk babası ölünce dönmedi mi ?
-Niye dönsün ? Buralarda ne iş yapabilir ki ? Hem oralarda rahmetli oğlumun bir arkadaşı onu oğlu gibi bağrına basıp arkasını kolluyor. Köye gelse hiçbir iş gelmez elinden. Para kazanmak için tek yapabileceği şey savaşmak. İhtiyacımız olmadığı halde bize para gönderir, şimdi neredir tanrı bilir ama her fırsat bulduğunda kardeşlerini ve bizi görmeye gel ir, biraz delidir ama çok iyi yürekli çocuktur Atuk. Sen artık yatsan iyi olur uzun yol gideceksin dinlenmelisin.
Monyat da yatmaya geçtikten sonra Göktan sabah öten horozun sesine kadar deliksiz güzel bir uyku çekmişti ve uzun bir yolculuk için yeterli enerjiye sahipti. Monyat’ın karısının adını bile bilmiyordu ama çok sevecen tonton bir kadındı, Göktan’a büyük bir paketle, keçi peyniri, bal, kuru et, ekmek ve bol bol yemiş koymuş sabahta aynı tarz bir kahvaltı ile karnını iyice doyurmuştu. Monyat ise kullanmadığı güzel bir parkasını onun eyerinin altına sıkıştırmıştı. Ayrıca at içinde bir miktar saman almıştı. Geriye tek kalan dört nala Ichamur’a ulaşmaktı. İki günlük yolu vardı. Öğle vakti olmadan çıkması onun için biraz yarar sağlasa da her türlü kavurucu güneşe maruz kalıyordu ama artık alışmış sayılırdı. Tek düşündüğü artık babasına ulaşıp biraz olsun şu sırtında ki yükten kurtulmaktı . İkinci gün de sadece dört nala at binme işi sadece izler kısa süreliğine kaybolduğunda ve tuvalet durmaları dışında bölünmüyordu. Kurtun’un dediği gibi yemeğini bile at üstünde yemekteydi, hatta buna alışmıştı, hatta bazen hızı yavaşlatıp atı da besliyordu ama asla tamamen durmuyordu.
İkinci günün öğlen vakitlerinde Ichamur’un güneybatısında kalan dashbigha köyünün kuzey batılarından amur eteklerine kadar uzanan Ich ormanlarına yaklaşmıştı Ichamur da adını bu dağ ve ormandan alıyordu. Tüm bunları Kurtuk’un verdiği harita sayesinde biliyor ve buluyordu, Kurtuk ve Monyat olmasa buralara kadar gelebilir miydi ? Birisi ciğersiz bir noyanın elinden biri de ciğerden eden bir havadan kurtarmıştı onu. Bu insanları asla unutamazdı.
Dashbigha köyünün batısında kalan Ich ormanlarının girişinde bir grup Kergit atlı okçu akıncı grupları devriye gezmekteydiler ve bir kontrol noktası kurulmuştu. Atlar ağaçlara bağlı şekilde beklemekteydi. Yolcular durduruluyor, nereye gittikleri ne taşıdıkları tek tek inceleniyordu. Sıra Göktan’a geldiğinde yerde giyiminden atlı okçu olduğu anlaşılan bir Kergit askeri Göktan’a yaklaşıp.
-Kimsin hangi millettensin nereden gelir nereye, ne için gidersin, ne taşırsın, ne istersin ? söyle bakalım
-Kergitim, ameshke köyünden Ichamur’a giderim, orada babam askerdir, köyümüz yağmalandı onla görüşmek için geldim. Atım üstündeki yolculuk malzemelerinden başka yüküm yoktur. Orman içinden geçerek Ichamur’a varmak isterim.
-Bilmez misin be çocuk bu orman beş yıldır Sancar Han’ın emri ile abluka altına alındı, eğer Ichamur’a gitmek istersen ormanın dışından Dashbigha köyünün güneyinden geçip Distar uçurumuna varmadan kuzeye gitmen gerekir. Eğer geçişini yaptıracağın malın yoksa boşuna gelmişsin buraya kadar.
-Etme beyim oradan gitmem en az iki gün daha demek bu çok acil bir durum babama çok acil ulaşmam lazım kaybedecek zamanım yok.
- Beş yıllık işten haberi olmayan sensin çocuk bu senin suçun.
Göktan olanlara anlam veremiyordu neden Monyat veya Kurtun bu ablukadan bahsetmemişti belki de buraya gelmedilerse haberlerinin olmaması normaldi. Peki bu ablukanın sebebi neydi ?
-Beyim bu ablukanın sebebi nedir hastalık falan mı var yoksa ?
-Laflarına dikkat et çocuk ! Bütün bu topraklar Sancar Han’ın toprağıdır isterse tüm ormanı kestirir isterse yakar isterse de ablukaya alır bunu sorgulamak kimseye düşmez !
Göktan olanları düşünüyordu eğer yolu uzatırsa her şeyi riske atacaktı. Bu ablukayı yarması gerektiği aşikardı. Düşünecek fazla zaman yoktu çünkü asker lafını birden çok tekrar edecek birine pek benzemiyordu. İlk başta atın dizginlerini sanki sağa çevirip geri dönecek gibi yaptı, sonra gevşekçe sağa çektiği dizginleri sertçe kendine çekerek üzengi yardımı ile ata acil bir durum olduğu sinyalini verdi ve atı şaha kaldırdı, atın hemen sol yanındaki atlı okçu hiç beklemediği bu ani darben sonucu üzerinde durduğu taşlık zemine düştü. Askerin düşmesini fırsat bilen Göktan güçlü bir nara ile atı Dört nala koşturmaya başladı yere düşen asker kervan kayıtlarını tutan ve yorgunluktan sağa sola kaykılmış arkadaşlarına bağırıyordu ama artık çok geçti. Göktan atıyla, atın göğüs hizasına gelmesi için gerilen ipten atlamıştı, aslında Göktan bu ipi fark etmemişti bile eğer Yıldırım gibi iyi bir at değil de Tabe veya sıradan bir at olsaydı o iplere takılıp kesinlikle düşerdi. Gerçekten şanslı günündeydi. Dört nala ormana dalmıştı.
Diğer atlılar toparlanana kadar epey bir yol almıştı, görüş mesafelerinden çıkmış gibi görünüyordu. Ancak bu ormanda bir tuhaflık vardı. Orman çok sık ve uzun ağaçlarla doluydu, Ichamur biraz yüksek ve yağış alan bir yerde olsa da bu ağaçlar bu coğrafyanın ağaçlarına benzemiyordu. Sıska Kergit ağaçlarının su görmüş halinden çok sanki Rodok ve Svadya masallarında ki ormanlardaki kalın ve bol yapraklı ağaçlara benziyordu ve tuhaf şekilde çok sıktı. Sanki yıllar önce oralardan getirilip de burada elle ekilmiş gibi. Bunları düşünürken yüzünde hafif bir gülümseme vardı ama ormanın içi daha nemli ve serindi, çünkü hem yükselti olarak yüksekteydi ve hava yavaştan kararıyordu. Bu sırada Monyatın koyduğu parkayı da giymiş gidiyordu. Hedefine ve bu kadar uğraşın yavaş yavaş sonuna geliyor olmasından dolayı neşeliydi. At üstünde gülümseyerek, köyüne Talyayla beraber döndüğünü düşünüyordu aslında işte güçte çalışmakta pek gözü yoktu. Yemek bulsa ve Talya onla olsa yeterdi onun için.
Bu hayaller eşliğinde hızlandıkça hızlanıyordu hatta uzun süredir sıcak havada gitmenin verdiği sıkıntının intikamı almak için yüzüne vuran soğuk havada ellerini dizginlerden çekmiş kollarını bir kuş gibi açmış gözlerini kapatmış, yolu ata bırakarak serin akşam rüzgarının dört nala giderken yüzüne çarpmasına izin veriyordu.
Tam iki ağaç arasından dört nala geçerken toprağın altına gizlenmiş bir ip bir anda iki ağaç arasında gerilince Göktan’ın ipi fark etmesiyle çarpması bir oldu. Zaten erken fark etse de o hızla pek bir şey değişmezdi. İp tam atın boynunun altına çarpmış, at tepetaklak takla atarken Göktan ileri düşmüştü. At uzun bir kişneme ile düştüğü yere yan yatmış, belki de yaralanmıştı. Göktan ilk başta atı kontrol etmek istediyse de çok kötü düşmüştü ama hissettiği kadar ile bir yerinde kırık yoktu, at ufak kıpırdamalar yaptığı için yaşadığı kesindi, ama yola devam edemeyeceği de besbelliydi. Dizlerinin üstünde durup kafasını kaldırdığında ağaçların sağlı sollu devam ettiğini, yokuş yukarı bir at yolunda olduğunu ve sağ tarafta ormanın derinliklerine doğru inen bir patika olduğunu fark etti.
Tam elinden destek alıp doğrulmuştu ki aşağıdaki patikadan, atın çarptığı halatın bir ucunun bağlı olduğu ağacın yanından, üstünde başlıklı kırmızı tunik tuniğin üstünde zincir zırh onun üstünde çelik geçim zırh, kafasında yüzüne sinsi bir gülüş verecek maskeli tepesi yuvarlak komple çelik bir miğfer miğferin üstünde ise tuniğin tunikle aynı renk olan kırmızı başlılığı kapalı olan bir adam çıktı. Anlaşılan ipi bu adam germişti. Adamın üstünde güzel bir kılıç, belinde sadak ve tirkeşiyle iyi bir kergit yayı, farklı uçlarda okları ve dirseğini kapayan ama bileğini geçmeyen koluna takılı çelik kalkanı vardı. Zırhının ve kalkanın çeliği ile kırmızı kumaş göz kamaştırıyordu. Silahlarının hiç biri hatta belindeki kama bile çekili değildi. Göktan adamı izlerken adam kalkanın takılı olduğu sol koluyla çenesine bir tane yumruk attı, tabi Göktan’a isabet eden adamın kemiği değil çelik kalkandı, ağzındaki tüm kan toprağa baloncuklar çıkararak dökülüyordu, köyde uğradığı saldırının aksine bu sefer biraz suçlu sayılabilirdi. Nedensiz şekilde adama tekrar bakmak istedi, değişen tek şey kalkan yumruk bu sefer ağzına değil çenesine gelmişti, ama bu çok daha sertti. Bu sefer burnu da kanamaya başlamıştı. Ağzı ve burnundan kan dökülmesinden dolayı kafasını daha fazla yukarda tutamamış, ağırlığa uyarak bırakmıştı…