GÖKTAN (BÖLÜM 4)

Hikayenin devamı konusunda

  • Devam et okuyoruz.

    Votes: 5 71.4%
  • Sarmadı devam etme, vaktine yazık.

    Votes: 2 28.6%

  • Total voters
    7

Users who are viewing this thread

  Narradan güneş daha göğe varmadan çıktığı için rahat ediyordu. Yolun bir kısmını gene serinlikte gitmişti ama bu uzun sürmemiş, o kahrolası kavurucu güneş tekrar çıkmış, kumral kafasına işlemeye başlamıştı. Böyle uzun gidemeyeceğini, atın da serinlemesi gerektiğine karar verince  sıska olsa da bir ağaçlık kollamaya başladı. Ama nafile. Hiçbir yerde gölgesinde soluklanacak doğru düzgün ağaç yoktu. Biraz daha gittikten sonra bir köye varmıştı. Neresi olduğunu yoldan geçen ufak bir kıza sorduğunda, Zagush köyü olduğunu öğrenmişti. Burası kavurucu güneş biraz dinene kadar konaklamak için iyi bir yerdi ama bu yolunun daha dörtte birini ancak gittiğinin de acı habercisiydi.

  Amacı güneş biraz çekilinceye kadar burada yatıp dinlenmekti  ve öyle de yaptı, atını bir ağacın altına bağlayıp kendi de o ağacın altına uzanarak şapkasını yüzüne siper etmişti. Uyanmasına sebep olan şey şapkasının rüzgardan uçmasıydı. Sabah ki dayak faslı onu epeyce yormuş olacak ki birazcık dinlenmek için uzandığı ağacın altında saatlerce uyuyakalmıştı. İyice gece çökmüş, hava epey serinlemişti. Üstelik onun üstünde bahara güvenerek, sadece yarım günlük yol için giydiği şalvarı, gömleği ve ince kolsuz deri bir yeleği vardı. Gerçekten üşümeye başlamıştı, karnı açtı ve bu karanlıkta daha önce hesaba katmadığı bir rota olan bu köyden Ichamura giden yolu tayin etmesi mümkün değildi. Neyse ki atı yıldırım orada kımıldamadan duruyordu. Hayvanın da karnın acıkmış olabileceğini ve üşümüş olacağını anladığında ikisi için bu geceyi geçirebilecekleri bir ahır arama işine girişmişti, atını da yelerlerinden tutup peşi sıra çekiyordu.

  Yattığı yer köyün merkezine biraz uzak olacak ki bir süre yürümenin ardından ortasında kuyu bulunan köyün  meydanı olduğunu düşündüğü yere varmıştı. Etrafta açık ahır kapısı var mı diye bakınırken kapılardan biri açılmış ve altmışlı yaşlarda, beyaz saçlı, beyaz sakallı, üzerinde koyu sarı bir yelekli elbise olan yaşlı bir adam ‘’yolunu kaybettin herhalde delikanlı, istersen gel misafirimiz ol. Gelmek istersen atını arkadaki ahıra bağla içerde saman da var hayvan da yorulmuştur rahat eder gariban ’’ diyerek onu içeri davet etmişti. Göktan hemen ihtiyarın dediği gibi atını arkada ki ahıra bağlayıp önüne saman dökmüş ve hemen evin önüne dönüp kapıyı çalmıştı. Kapıyı az önce ki yaşlı adam açmıştı. İçeri girdiklerinde Göktan hiç tanımadığı halde kanı çok ısınan yaşlı adama nereden geldiğini nereye neden gittiğini her şeyi tek tek anlatmıştı. Yaşlı adamın adı Monyat idi, üç kızı bir de ortalıkta gezinen yedi sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Yaşlı adam geçimini yün yaparak kazanıyordu. Üç kızdan en küçük olanı Göktan’a bir farklı bakıyordu ama hem Göktan Talyayı seviyordu hem de ona kapısını açan bir adamın kızına o gözle bakamazdı. Zaten için de ki sıkıntılar buna müsaade etmiyordu. Küçük yaşına rağmen omzuna çok yük binmişti. Akşam yatma saati olunca kızlar odalarına çekilmiş kadın ise küçük çocukla yatmaya gitmiş, yaşlı adamla Göktan, adamın Göktan için hazırladığı döşeğin başında sohbet ediyorlardı. Göktan kafasına takılan bir soruyu sormaktan çekinmedi.

-Monyat amca sizin ve eşinizin yaşı epey büyük ama gördüğüm kadarı ile en  büyük kızınız bile yirmisine yeni girmiş gibi, evlenmekte biraz geç mi kaldınız ?
-Bak delikanlı sen bana geldiğinden beri her şeyi anlatıyorsun ben de sana bir şeyler anlatayım ; o kızlar ve dünya tatlısı oğlan benim çocuklarım değil, karım da anneleri değil. Onlar benim torunlarım, tanrı bana sadece tek bir oğlan bahşetti. Onu da köyden bir kızla evlendirdim. Beş çocukları oldu. En büyüğü gördüğün on dokuz yaşında ki kız Yesmen, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki Bören, onun bir küçüğü on yedi yaşında ki oğlan çocuğu Atuk, diğeri bize servis yapan on beş yaşında ki küçük kız Hesse işte en ufakları da az önce sofrada gördüğün, tepinip  duran yedi yaşında Takkan.

-Diğer oğlan yok herhalde buralarda, oğlunuz ve gelininizi de göremedim.

-Atuk pek yaramaz bir çocuktu. Köyde durmak istemedi. Hep özendiği babası Ayasan’ın yanında orduda olmak istedi, daha on yaşında gizlice bir çok kez garnizonlarda ki fıçılara saklandığı için babası onu yanına almaya karar verdi. Oğlum Ayasan dört sene önce rindyar kalesine yapılan başarısız kuşatma da vefat etti. Karısı Cuhun ile birbirlerini çok severlerdi, oda kocasının acısına dayanamayınca birkaç ay sonra da o vefat etti. Bu Takkan o zamanlar çok küçüktü o yüzden beni babası bilir, diğer çocukların aklı erdiğinden Büyükbabaları olduğumu biliyorlar, her şey bu afacan Takkan üzülmesin diye.

-Peki Atuk babası ölünce dönmedi mi ?

-Niye dönsün ? Buralarda ne iş yapabilir ki ? Hem oralarda rahmetli oğlumun bir arkadaşı onu oğlu gibi bağrına basıp arkasını kolluyor. Köye gelse hiçbir iş gelmez elinden. Para kazanmak için tek yapabileceği şey savaşmak. İhtiyacımız olmadığı halde bize para gönderir, şimdi neredir tanrı bilir ama her fırsat bulduğunda kardeşlerini ve bizi görmeye gel ir, biraz delidir ama çok iyi yürekli çocuktur Atuk. Sen artık yatsan iyi olur uzun yol gideceksin dinlenmelisin.

    Monyat da yatmaya geçtikten sonra Göktan sabah öten horozun sesine kadar deliksiz güzel bir uyku çekmişti ve uzun bir yolculuk için yeterli enerjiye sahipti. Monyat’ın karısının adını bile bilmiyordu ama çok sevecen tonton bir kadındı, Göktan’a büyük bir paketle, keçi peyniri, bal, kuru et, ekmek ve bol bol yemiş koymuş sabahta aynı tarz bir kahvaltı ile karnını iyice doyurmuştu. Monyat ise kullanmadığı güzel bir parkasını onun eyerinin altına sıkıştırmıştı. Ayrıca at içinde bir miktar saman almıştı. Geriye tek kalan dört nala Ichamur’a ulaşmaktı. İki günlük yolu vardı. Öğle vakti olmadan çıkması onun için biraz yarar sağlasa da her türlü kavurucu güneşe maruz kalıyordu ama artık alışmış sayılırdı. Tek düşündüğü artık babasına ulaşıp biraz olsun şu sırtında ki yükten kurtulmaktı . İkinci gün de sadece dört nala at binme işi sadece izler kısa süreliğine kaybolduğunda ve tuvalet durmaları dışında bölünmüyordu. Kurtun’un dediği gibi yemeğini bile at üstünde yemekteydi, hatta buna alışmıştı, hatta bazen hızı yavaşlatıp atı da besliyordu ama asla tamamen durmuyordu.

  İkinci günün öğlen vakitlerinde Ichamur’un güneybatısında kalan dashbigha köyünün kuzey batılarından amur eteklerine kadar uzanan Ich ormanlarına yaklaşmıştı Ichamur da adını bu dağ ve ormandan alıyordu. Tüm bunları Kurtuk’un verdiği harita sayesinde biliyor ve buluyordu, Kurtuk ve Monyat olmasa buralara kadar gelebilir miydi ? Birisi ciğersiz bir noyanın elinden biri de ciğerden eden bir havadan kurtarmıştı onu. Bu insanları asla unutamazdı.

  Dashbigha köyünün batısında kalan Ich ormanlarının girişinde bir grup Kergit atlı okçu akıncı grupları devriye gezmekteydiler ve bir kontrol noktası kurulmuştu. Atlar ağaçlara bağlı şekilde beklemekteydi. Yolcular durduruluyor, nereye gittikleri ne taşıdıkları tek tek inceleniyordu. Sıra Göktan’a geldiğinde yerde giyiminden atlı okçu olduğu anlaşılan bir Kergit askeri Göktan’a yaklaşıp.

-Kimsin hangi millettensin nereden gelir nereye, ne için gidersin, ne taşırsın, ne istersin ?  söyle bakalım
-Kergitim,  ameshke köyünden Ichamur’a giderim, orada babam askerdir, köyümüz yağmalandı onla görüşmek için geldim. Atım üstündeki yolculuk malzemelerinden başka yüküm yoktur. Orman içinden geçerek Ichamur’a varmak isterim.
-Bilmez misin be çocuk bu orman beş yıldır Sancar Han’ın emri ile abluka altına alındı, eğer Ichamur’a gitmek istersen ormanın dışından Dashbigha köyünün güneyinden geçip Distar uçurumuna varmadan kuzeye gitmen gerekir. Eğer geçişini yaptıracağın malın yoksa boşuna gelmişsin buraya kadar.
-Etme beyim oradan gitmem en az iki gün daha demek bu çok acil bir durum babama çok acil ulaşmam lazım kaybedecek zamanım yok.
- Beş yıllık işten haberi olmayan sensin çocuk bu senin suçun.

  Göktan olanlara anlam veremiyordu neden Monyat veya Kurtun bu ablukadan bahsetmemişti belki de buraya gelmedilerse haberlerinin olmaması normaldi. Peki bu ablukanın sebebi neydi ?

-Beyim bu ablukanın sebebi nedir hastalık falan mı var yoksa ?
-Laflarına dikkat et çocuk ! Bütün bu topraklar Sancar Han’ın toprağıdır isterse tüm ormanı kestirir isterse yakar isterse de ablukaya alır bunu sorgulamak kimseye düşmez !

  Göktan olanları düşünüyordu eğer yolu uzatırsa her şeyi riske atacaktı. Bu ablukayı yarması gerektiği aşikardı. Düşünecek fazla zaman yoktu çünkü asker lafını birden çok tekrar edecek birine pek benzemiyordu. İlk başta atın dizginlerini sanki sağa çevirip geri dönecek gibi yaptı, sonra gevşekçe sağa çektiği dizginleri sertçe kendine çekerek üzengi yardımı ile ata acil bir durum olduğu sinyalini verdi ve atı şaha kaldırdı, atın hemen sol yanındaki atlı okçu hiç beklemediği bu ani darben sonucu üzerinde durduğu  taşlık zemine düştü. Askerin düşmesini fırsat bilen Göktan güçlü bir nara ile atı Dört nala koşturmaya başladı yere düşen asker kervan kayıtlarını tutan ve yorgunluktan sağa sola kaykılmış arkadaşlarına bağırıyordu ama artık çok geçti. Göktan atıyla,  atın göğüs hizasına gelmesi için gerilen ipten atlamıştı, aslında Göktan bu ipi fark etmemişti bile eğer Yıldırım gibi iyi bir at değil de Tabe veya sıradan bir at olsaydı o iplere takılıp kesinlikle düşerdi. Gerçekten  şanslı günündeydi. Dört nala ormana dalmıştı.

  Diğer atlılar toparlanana kadar epey bir yol almıştı, görüş mesafelerinden çıkmış gibi görünüyordu. Ancak bu ormanda bir tuhaflık vardı. Orman çok sık ve uzun ağaçlarla doluydu, Ichamur biraz yüksek ve yağış alan bir yerde olsa da bu ağaçlar bu coğrafyanın ağaçlarına benzemiyordu. Sıska Kergit ağaçlarının su görmüş halinden çok sanki Rodok ve Svadya masallarında ki ormanlardaki kalın ve bol yapraklı ağaçlara benziyordu ve tuhaf şekilde çok sıktı. Sanki yıllar önce oralardan getirilip de burada elle ekilmiş gibi. Bunları düşünürken yüzünde hafif bir gülümseme vardı ama ormanın içi daha nemli ve serindi, çünkü hem yükselti olarak yüksekteydi ve hava yavaştan  kararıyordu. Bu sırada Monyatın koyduğu parkayı da giymiş gidiyordu. Hedefine ve bu kadar uğraşın yavaş yavaş sonuna geliyor olmasından dolayı neşeliydi. At üstünde gülümseyerek, köyüne Talyayla beraber döndüğünü düşünüyordu aslında işte güçte çalışmakta pek gözü yoktu. Yemek bulsa ve Talya onla olsa yeterdi onun için.

  Bu hayaller eşliğinde hızlandıkça hızlanıyordu hatta uzun süredir sıcak havada gitmenin verdiği sıkıntının intikamı almak için yüzüne vuran soğuk havada ellerini dizginlerden çekmiş kollarını bir kuş gibi açmış gözlerini kapatmış, yolu ata bırakarak serin akşam rüzgarının dört nala giderken yüzüne çarpmasına izin veriyordu.

  Tam iki ağaç arasından dört nala geçerken toprağın altına gizlenmiş bir ip bir anda iki ağaç arasında gerilince Göktan’ın ipi fark etmesiyle çarpması bir oldu. Zaten erken fark etse de o hızla pek bir şey değişmezdi. İp tam atın boynunun altına çarpmış, at tepetaklak takla atarken Göktan ileri düşmüştü. At uzun bir kişneme ile düştüğü yere yan yatmış, belki de yaralanmıştı. Göktan ilk başta atı kontrol  etmek istediyse de çok kötü düşmüştü ama hissettiği kadar ile bir yerinde kırık yoktu, at ufak kıpırdamalar yaptığı için yaşadığı kesindi, ama yola devam edemeyeceği de besbelliydi. Dizlerinin üstünde durup kafasını kaldırdığında ağaçların sağlı sollu devam ettiğini,  yokuş yukarı bir at yolunda olduğunu ve sağ tarafta ormanın derinliklerine doğru inen bir patika olduğunu fark etti.

  Tam elinden destek alıp doğrulmuştu ki aşağıdaki patikadan, atın çarptığı halatın bir ucunun bağlı olduğu ağacın yanından, üstünde başlıklı kırmızı tunik tuniğin üstünde zincir zırh onun üstünde çelik geçim zırh, kafasında yüzüne sinsi bir gülüş verecek maskeli tepesi yuvarlak komple çelik bir miğfer miğferin üstünde ise tuniğin tunikle aynı renk olan kırmızı başlılığı kapalı olan bir adam çıktı. Anlaşılan ipi bu adam germişti. Adamın üstünde güzel bir kılıç, belinde sadak ve tirkeşiyle iyi bir kergit yayı, farklı uçlarda okları ve dirseğini kapayan ama bileğini geçmeyen koluna takılı çelik kalkanı vardı. Zırhının ve kalkanın çeliği ile kırmızı kumaş göz kamaştırıyordu. Silahlarının hiç  biri hatta belindeki kama bile çekili değildi. Göktan adamı izlerken adam kalkanın takılı olduğu sol koluyla çenesine bir tane yumruk attı, tabi Göktan’a isabet eden adamın kemiği değil çelik kalkandı, ağzındaki tüm kan toprağa baloncuklar çıkararak dökülüyordu, köyde uğradığı saldırının aksine bu sefer biraz suçlu sayılabilirdi. Nedensiz şekilde adama tekrar bakmak istedi, değişen tek şey kalkan yumruk bu sefer ağzına değil çenesine gelmişti, ama bu çok daha sertti. Bu sefer burnu da kanamaya başlamıştı. Ağzı ve burnundan kan dökülmesinden dolayı kafasını daha fazla yukarda tutamamış, ağırlığa uyarak bırakmıştı… 
 
Devam et çok hoşuma gitti bir oturuşta okudum hepsini. Önemsiz bir detay sadece merakımdan soruyorum.

Son bölümdeki kırmızı zırhlı adamın oklarının ucunu Göktan nasıl görüyor sadağın içinde değil mi oklar?
 
Elvaniire said:
Devam et çok hoşuma gitti bir oturuşta okudum hepsini. Önemsiz bir detay sadece merakımdan soruyorum.

Son bölümdeki kırmızı zırhlı adamın oklarının ucunu Göktan nasıl görüyor sadağın içinde değil mi oklar?
Teşekkür ederim dostum. Soruna gelirsek şu tarz sadaklar da var, bir kaç yerde görmüştüm adı şuan aklımda değil ama cwe itemlerinde de var mesela.


 
  Gözlerini açtığında kafasında güneşten sararmış kahve rengi bir çuval vardı ve kafa aşağı şekilde taşınıyordu. İlk başta bir at sırtında olduğunu düşünse de birinin omzunda olduğunu anlamıştı. Çuvalı biraz diliyle sıyırmayı denedi.  Görebildiği kırmızı bir tunikti. Biraz kulak kesilip de demir zırhın yürürken çıkardığı sesi duyunca kendisini benzeten adamın onu omzunda taşıdığını anladı. İçinden her ne kadar ben bir şey yapmadım demek geçse de, Kergit yasalarına karşı çıkmış belki bilmeden bir muhafızı da atıyla yaralamıştı o yüzden sesini çıkaramıyordu.  Gene de son bir umut adamın omuzundan kendini atmak için bir hamle yaptı, ama nafile, adam hiç zorlanmadan bacaklarından kırarcasına kavradı. Göktan küçük bir çocuğun elindeki kuş kadar çaresiz çırpınıyordu, o çırpındıkça adam daha çok sıkıyordu. Göktan en son adamın zırhına bir tekme atmayı başarmıştı ama bu sadece ayaklarında çizme olmadığını fark etmesini sağlamıştı.
 
  Adam bu harekete sinirlenmiş olacak ki bir elini Göktan’ın omuzuna diğer elini karnına yaslayıp havaya kaldırdı ve sırtı yere gelecek şekilde yere çaldı. Göktan’ın epey canı yanmıştı ama ağlayamazdı bu kadar küçülemezdi, sadece inlemekle yetindi. Adam sol eliyle göğüs kafesine bastırıp belinde ki kamasını hızla çekti ve Çuvalı Göktan’ın başından çıkardı. Işık biraz gözünü aldığından ilk başta afallasa da yüzüne bakan kamayı ve onu kavrayan maskeli miğfer giyen adamı hemen üstünde görmüştü. Adam kamayı kafasına dik şekilde tutarak konuşmaya başladı ‘’Eğer bir daha bana diklenirsen gırtlağını şuracıkta keser seni buraya gömerim’’ bu lafın üzerine Göktan sadece başını sallayabildi. Adamın kafasındaki miğferin yüzü sinsi sinsi gülse miğferin altında ki pek gülmüyordu, ama tesadüftür ki hem miğfer de ki hem onun altındaki kaşlar oldukça çatıktı. Göktan onu yakalayan kişinin gücünden dolayı otuzlarının başında olduğunu düşünüyordu, ama yüzüne haykıran kişinin sesi belki yirmisine yeni basmış bir genç gibi çıkıyordu. Göktan bunları çuval tekrar başına geçirilene kadar düşünmüş şimdi ise nereye götürüldüğünü düşünüyordu.
 
  Genç adamın omuzunda ki kısa bir yolculuktan sonra zemini çiğnenmiş bir çimen olan bir alana girmişlerdi, insan sesleri, gene yürüyen zırh sesleri geliyordu. Tek görebildiği şey yerdi. Biraz sonra genç adam onu bir çadıra sokmuştu, çadır deriden yapılmıştı ve dayanıklı duruyordu, onu oturttuktan sonra çadırdan çıkmıştı. Çok geçmeden birkaç ayak sesi duyuldu içeri birkaç kişi daha girmişti genç adam Göktan’ın kafasında ki çuvalı çıkardıktan sonra Göktan karşısında dört adam görüyordu. Adamlardan biri hariç hepsi aynı çelik zırhı giyiyordu. Tunikleri ise renkleri hariç aynı tipteydi. Maskeli miğferleri bile hemen hemen aynıydı ama miğferlerinde farklı işlemeler vardı. Karşısında kendisini bayıltan kırmızı tuniklinin  yanında gene çelik geçim zırhlı ama siyah tunikli bir asker, onun yanında kahverengi tunikli bir asker onun  yanında kapıya en yakın yerde duran deri geçim zırhlı, koyu mor tunikli bir asker vardı.
 
  Dört askerin de miğferlerinden yüzleri görünmüyordu , içlerinde en iri olan siyah tunikli olan konuşmak için erken davranmıştı ‘’eğer bu çocuk casus ise dilini kendi ellerimle keseceğim’’ siyah lafını bitirmeden kırmızı  araya girdi ‘’kim olduğunu bilmiyoruz dinleyelim, bakalım kimin nesiymiş’’  elleri arkadan bağlı olan Göktan’ın yanına gelip dizinin üstüne çömeldi, diğer üç askerde ayakta dikiliyorlardı.
-Kimsin sen yasak ormanda ne işin var ? Kimin casusluğunu yaparsın !
-Ben casus falan değilim etme beyim.
-Ne halt etmeye gizlice girdin ormana de bakalım.
-Ameshke köyünde yaşayan bir köylüyüm köyümüz yağmalandı köyümüzün Beyi Tulug Noyan ortalıkta yoktur.  Erzak bulmaz isem tüm köylü telef olac..
-BU ORMANA GİRMENİ AÇIKLAMAZ NE YAPMAYA GELDİN BU ORMANIN YASAK OLDUĞUNU BİLMEZ MİSİN SEN !
-Babam Ichamur’da yüzbaşıdır ondan yardım istemeye gidiyordum, ormanın abluka olduğundan haberim yoktu, eğer sizin izin verdiğiniz yerden gitseydim yolum iki gün daha uzardı mecburdum.
-Babanın adı ne ? Ichamur’a haber yollarız eğer oda oğlu olduğunu kabul ederse gitmene izin veririz ama yok yalan söylüyorsan seni bu ormana gömerim leşini aç köpekler bile bulamaz.
-Söylediklerimde tek bir yalan yoktur. Babamın adı Batur.
-Ne ! Batur mu ? Baban nasıl biri tarif et bakalım.
-Sim siyah biraz uzun saçları ve çok uzun olmayan siyah sakalları vardır, bazen arkadan bağlar saçlarını. Boyu da senden benden uzundur, omuzları ve pazıları geniştir. Dudağının sağ altında bir kesik var orada sakal çıkmaz.
 
  Göktan lafını bitirince dört asker birbirine bakmaya başladı. Deri geçim zırh giyen sakalını kaşıyıp ‘’Ya yalan söylüyorsa ?’’  bu sefer atılan sesinden anlaşıldığı kadarıyla yaşı diğerlerinden büyük olan kahve rengi tunik giyen asker kafasını kırmızı Tunik giyene çevirip ‘’Bunu Binbaşıya sormadan karar veremeyiz. Çocuğu komutana götür Atuk’’ dedi. Ne demişti o ihtiyar ? Atuk mu demişti ? Bu Monyat’ın torunu Atuk muydu yoksa isim benzerliği miydi ? Bunu düşünmek için doğru bir vakit olmadığını düşünürken Atuk dedikleri Kırmızı Tunikli onu yerden kaldırıp çadırdan dışarı çıkardı. Dışarısı beklediğinden çok daha kalabalıktı, dizilmiş sıra sıra çadırlar vardı. Kimisi renk renk keçeden yapılmış yuvarlak çadırlardı. Kimisi ise deri ve bezden yapılmış çatısı sivri altı dikdörtgen şeklinde ki çadırlardı. Daha ufak içinde tek kişinin kalabileceği üçgen çadırlarda vardı . Anlaşılan ormanın en iç kısmında ki tüm ağaçlar kesilmiş ve buraya kocaman bir kamp kurulmuştu sadece Göktan’ın  gördüğü kadarı ile bile içlerinde binlerce kişinin kalabileceği kadar çok çadır vardı. Birde yerden tahta bir kaidenin üstünde duran çadır vardı. Ufak bir merdivenle çıkılıyordu, kapısında siyah giyimli iki asker duruyordu.
 
  Etrafta gezinen, bir şey taşıyan, kazanlarda yemek pişiren bir çok asker vardı. Zırhları pek farklı sayılmazdı. Askerlerin büyük çoğunluğu çelik geçim zırh onun altına zincir zırh en alta da siyah kırmızı ve mor renklerde tuniklerden giyiyorlardı. Diğer bir kesim asker de mor tunik üzerine siyah veya kahverengi deri geçim zırh giyiyordu. Kafalarında aynı maskeli miğferlerden vardı. Her ne kadar Atuk miğferinin maskesini açmasa da Göktan dışarı çıkınca maskeli diğer a maskelerini yukarı kaldırdıkları ve için yüzlerini görebilmişti tipik Kergitliydi bunlar. Yürürken çıktığı deri çadırda bir kartal başı figürü olduğunu gördü. Deri üzerine beyaz iplik ile dikilmişti. Atuk koluna girmiş onu götürüyordu, tahminince komutana götürüyordu onu.İçinde merak ve korku olsa da etrafı incelemekten kendini alamıyordu. İlk defa bu kadar kalabalık bir erkek topluluğu içine girmişti. Çekicin dövdüğü demir sesleri, atılan kahkahalar, kılıçların çınlaması, bağıran adamlar, kişneyen atlar ve ses yapan her şeyi duyabiliyordu. Yürürken birkaç çadır daha görmüştü, üstlerinde kartal, akrep, manda ve at kafası figürleri vardı.  Ne olduklarına kafa yoramayacak kadar yorulmuş ve korkmuştu. Adam onu komutanlarına götürmekten rahatsız görünse de yapıyordu işte.
 
  Göktan gelirken etrafa bakmaktan nereye geldiklerini fark etmemişti bile. Tahta kaidenin üzerinde duran büyük çadıra gelmişlerdi kapıda ki iki asker Atuk’u ve Göktan’ı elleri bağlı görünce hiçbir şey demeden çadırın örtüsünü kaldırdılar. Atuk Göktan’ı kolundan ittirip içeri soktu. İçeride oturmak için minderler, bir tahta iskeletin üstünde asılı geçim zırh ve diğerlerinden boyun biraz daha farklı maskeli miğfer, tahta bir sandığın üstünde birkaç kılıç, sandığın kenarına dayalı kalkan, kalkanın üstünde sadak içinde oklar ve kurulmamış, kaplaması siyah deri olan bir Kergit yayı vardı. İçerde ışık vermesi için pek çok kandil ve yağ lambası yanıyordu ve büyük bir çadırdı. Çadırın orta kısmında arkası dönük iki adam yere attıkları deri bir harita üzerinde bir çubuk ile yerler işaretleyip konuşuyorlardı. Atuk konuşmayı kesmek için ufak bir öksürmeden sonra ‘’Komutanım Yasak ormanda birini yakaladık. Size getirmek zorunda kaldık. Babasının adının Batur olduğunu köyünün bozkır haydutları tarafından yağmalandığını ve kestirmeden gitmek için ormana girdiğini söylüyor’’ elinde çubuk olan adam sağ tarafında ki adama dönüp ‘’Tamsir sen çıkabilirsin yarın devam ederiz’’ dedikten sonra sağ tarafta ki adam çadırdan çıktı. Çıkan adamda Kahverengi tunik giyiyordu saçlarına biraz ak düşmüştü ama siyah saçlarını örmeyi ihmal etmiyordu.
 
  Adam arkasını döndü ve ‘’Yaklaştır onu’’ Atuk emri ikiletmeden Göktan’ı Komutanın yanına yaklaştırmaya başladı. Göktan yorgunluktan mıdır  yoksa orman havasından mıdır bilinmez kafasını dik tutamıyor ve biraz bulanık görüyordu. Göktan adama yaklaşınca  bir tek onun karnını, göğsünü ve koyu yeşil tuniğininin eteklerini görüyordu çünkü kafasını adama kaldıracak mecali yoktu. Adam çok dayanamadı Göktan’a sımsıkı sarıldı ‘’Oğlum’’ dedi ‘’Anasını gibi kokan oğlum’’ . Göktan o uyuşukluk ile idrak edemiyordu, Göktan’ın arkasında ki Atuk’ta şaşkın şakın bakıyordu olan bitene. Evet Göktan babasının yüzünü görmemişti ama kokusunu tanıyamamıştı bu onu üzüyordu. Babasına sarılmak istedi, ipler müsaade etmedi Batur durumu anlayınca Atuk’a işaret verip ipleri kestirdi ve gene Atuk’a dönüp ‘’Çabuk botlarını çıkar, görmez misin ayakları çıplaktır’’ diyerek hemen eğilip Göktan’a Atuk’un botlarını giydirdi Atuk biraz bozulsa da belli etmiyordu. Batur Göktan’a bir yer gösterdi ve o da yanına oturdu. Atuk ise ayakta onları dinliyordu. ‘’Anlat bakalım oğlum ne yağması ne der bu Atuk ? Annen iyi mi ?’’ dedikten sonra Göktan her şeyi tek tek anlattı, köye gelen haydutları, Talya’nın kaçırılmasını, Akadan Noyan’ın yaptığı zalimliği, Kurtuk’un ona ettiği yardımı, Narra hanında dövdüğü iki sarhoşu, at sürdüğü yolları, ormanı nasıl geçtiğini Atuk’un onu nasıl yakaladığını ve Monyat hariç her şeyi ona anlatmıştı. Monyat’ı anlatmak istememişti çünkü yanı başlarında Atuk vardı, belki de isim benzerliği idi ama gene de o riske girmek istemedi, eğer bahsederse Atuk’un onu soru yağmuruna tutacağını biliyordu ve buna yetecek gücü yoktu. Şimdilik çok konuşmamak en iyisi idi sonradan tek kaldığında babasına anlatabilirdi.
 
  Göktan olan biten her şeyi anlattıktan sonra babası çok sinirlenmiş ama oğlunu da gördüğü için bir nebze mutlu olmuştu. Bu sefer anlatma sırasının babasında olduğunu düşünen Göktan lafa atıldı.
-Baba burası nedir ? Ne yapıyorsunuz burada.
-Bana bak Göktan burada gördüğün şeyleri kimseye anlatmaman lazım yoksa hanına ve devletine ihanet etmiş olursun bunu anlıyor musun ?
-Anlıyorum.
-Bu orman tüm Kergit toprakları gibi Sancar Han’ın mülküdür bunu sakın aklından çıkarma. Bura da gördüğün tüm askerler onun kama ordusudur ve gördüğün bu koca oba onun ordugahıdır. Bende bu ordunun Komutanıyım aynı zamanda Sancar Han’ın sağ koluyum ama asla bir Noyan’ı değilim bunu da unutma.  Ancak pek çok Noyan’dan daha fazla yetkiye sahibim .
-Kama mı ? Bıçak olan kama mı ? Nedir bunun anlamı.
-Kama sözcüğünün kökü eski Kergit dilinde ki parçalamaktan gelir. Aslında anlamı  bıçak değil parçala demektir. Burada bunun iki anlamı vardır, birincisi ordunun adıdır yani görevimiz gibi adımız da parçalamaktır, ama aynı zamanda bölüklerimizin de kısaltmasıdır. Kartal, Aygır, Manda ve Aslan. Kartallar kargı, kılıç kalkan zor durumda ve avlanma amaçlı yay kullanan, atları da atları da kendileri gibi çelik zırhlı süvari birliğidir. Kargıları kollarından farklı değildir. Çelik zırh altına kırmızı tunik giyerler, renklerini kargılarına bulaşan kandan almışlardır. Bak Atuk’a  o bir Kartal.
-Ya aygırlar ?
-Aygırlar bizim bozgun birliklerimizdir, amaçları düşman ordusuna zırhsız rüzgar gibi giden aygırlarıyla hızlıca vur kaç yaparak düzeni bozarlar ve düşmanları kucağımıza oturturlar. Kargı kullanacak kadar ve ok gezleyecek kadar vakitleri olmadığı için cirit kalkan ve kılıçla vuruşurlar, aynı zamanda elçilik yapar ve kaçan esirleri yakalar bizim adımıza takasları gerçekleştirirler.
-Herkes atlı mıdır bu orduda ?
-Tabi ki hayır. Sadece haydutların birlikleri tek tip askerden oluşur düzenli ordu da her tipten asker vardır. Mandalar bizim kaya gibi olan piyadelerimizdir. Baltaları ve bozdoğanları ile parçalayamayacakları zırh üretilmemiştir. Kalkanlarını okla delmekle uğraşırsan büyük ihtimal ikinci okunu atamadan yanına koşup kafanı kesmiş olurlar.
-Güçlü derken bir kütüğü kaldırmaktan mı bahsediyoruz ?
- Aslında esas işleri o ağır zırhlarla koşmaktır. Ayrıca uzun boylu kişiler seçilmelidir çünkü bir manda yanına gelen at üstünde ki süvariyi kılıç ve balta ile doğrayabilmelidir. Ayrıca  güçlü bacaklı kişiler önceliklidir, bir manda  mızrağını zırhlı üç yüz kilo bir ata sapladığında sırt üstü düşmemeli ve zırhına rağmen doru bir at gibi hızlı koşabilmelidir. Siyah Tuniklerinin üzerine Çelik geçim zırh giyerler ve emin ol kavga etmek isteyeceğin son kişilerdir. Ve Elbette her ordunun ihtiyacı olan okçu birlikleriniz Akreplerdir.Akrepler ikiye ayrılır, adlarını akrebin iğnesini sinsice saplamasından alırlar. Akrebin iğnesini sapladığı gibi onlarda oklarını düşmana saplarlar. Onları kendi içinde ikiye böldük ama birinin yaptığı işi diğeri de yapabilmektedir. Birisi okunu at üstünde birisi toprak üstünde atmaktadır. Oklarını o ağır demir zırhlarla da atabilirler ama bir okçunun  bir savaşta birkaç bin ok atması gerektiğini düşünürsek bu onlara sadece işkence olur o yüzden çelik zırhın dörtte biri ağırlığında ki deri geçim zırhlardan giyerler. Yayları çocukları gibidir. Sürekli bakımını yaparlar, oklarını kendileri tek tek hazırlarlar. Siyah deri giyenler at üstündekilerdir kahverengi giyenler yaya okçularımızdır bura da ki ordu böyle bir ordu işte.
-Baba peki sebebi nedir bu kadar gizliliğin ?
-Bu ordu Sancar Han’ın ordusundan ayrı bir ordu ve çok daha deneyimli askerlerden oluşuyor.
-Ama neden bu kadar gizlilik ? Sancar Han güçlü ordusunu göstererek neden düşmanlarını korkutmuyor ki ?
-Korku baş edebilirsen geçicidir evlat. Düşmanına gücünü gösterirsen hiçbir zaman eskisi kadar güçlü olamazsın. Sancar han gizli gücünü bir koz olarak görüyor ve bu da böyle kalmalı.
-Düşmanlar savaşta sizi görünce sırrınız kaybolmuyor mu ? Yoksa hiç savaşmadınız mı ?
- Hiç savaşmadık mı ? Hahaha evlat daha öğrenmen gereken çok şey var ama şunu unutma biz kazanamayacağımız hiçbir savaşa girmeyiz ve girdiğimiz hiçbir savaşı da kaybetmeyiz. İyice geç oluyor artık yatmalısın.
-Peki köyümüz ne olacak baba ? Anam ne yapar ? Belki ben kendimi kurtardım ama diğer köylü ne yapacak. 
-Sen bunlara canını sıkma . Sabah yola çıkması için Atuk’a üç at arabası erzak hazırlatacağım. En güvendiğim askerlerim gizli kıyafetler ile yola çıkacaklar. Annene ise bir mektup yazacağım, yıllar sonra beraber oturmamız için Tulga’nın en güzel yerinden büyük bir ev aldım iki sene önce. Büyük kışta ki kıtlıktan sahibi çok ucuza satmıştı. Eğer isterse de içini döşeteceğim adamlarım mektubu da götürecekler Annen rahat içinde yaşayacak, düzenli para göndereceğim işlerim bitince bende yanına taşınırım artık. Böyle şeylere üzülmek zorunda kalmayacak. Yemin ederim soyuma bu eziyeti yapanı bulduğumda kafasını kopartıp mızrağıma takacağım. Şimdi lafımı ikiletme de yat.
 
  Göktan bunların üstüne daha fazla bir şey soramayacağını anladı ve Atuk’un serdiği döşeğe yattı. Günlerin verdiği yorgunlukla hemen uyuya kalmıştı. O uyurken Batur dediği gibi mektubu hazırladı Atuk’u çadırına çağırıp erzak arabalarını ve yapması gerekenleri anlattı. Ayrıca Akadan Noyan’ın yaptıkları ile ilgili Sancar Han’a bir mektup yazmış onu da güvercinle Tulgaya göndermişti. Atuk komutanının emri üzere çıkıp dediklerini hazırladı ve o da çadırına çekilip yattı. Batur da biraz oğlunu seyretmek istiyordu, öpmek istedi ama uyanır diye kıyamadı ona. Ne kadar da büyümüştü, kaç sene olduğunu kendi bile hesap edemiyordu. Onu çok özlemişti ama hırsları sevgisini köreltiyor muydu ? Bunu düşünmek içini kararttığından düşünmek istemiyordu. Kumral saçları ona karısı Sarin’i hatırlatıyordu, gençken yaralarını saran kadın kalbinde başka bir yara açmıştı. Göktan’ın kurumuş dudaklarını görünce daha ona hiçbir şey ikram etmediğini fark etti birde buna üzülmüştü. Ona saatlerce bakabilirdi. Bir ara niye ailemden bu kadar uzak kaldım düşüncesi ile gözleri dolsa da bunu kendine yediremedi , hemen sildi göz yaşlarını. Sonra baş ucuna oturup saçını okşadı uzunca. Neredeyse sabah olacaktı ve ona sabah güzel bir şeyler ikram etmek istiyordu. Bunu düşünürken tavşan etinin ne kadar lezzetli olduğunu düşündü, evet tavşan eti ikram etmeliydi .
 
  Bunu kafasından geçirirken öten kargaları duydu hava ağarıyor olmalıydı hemen çadırdan çıktı merdivenlerden inince Atuk’a bağırmaya başladı. Sesi duyan Atuk üstünü başını doğru düzgün toplayamadan çadırından çıktı Batur ;
-Atuk tavşan etimiz var mı bana 2 tane tavşan lazım.
-Şuan yok beyim keçi, dana ve tavuk etimiz var isterseniz At da keseriz.
-Hayır tavşan istiyorum yayımı al ve atımı hazırla bir iki saatliğine ava çıkacağız.
 
  Bunu Atuk’a söylerken Göktan’ın çadırda uyuduğunu söylemeyi unutmuştu Atuk’da her zaman ki gibi koşarak çadıra girdi. Tam yayı, sadağı ve eyeri almıştı ki çıkarken uyuduğunu fark etmediği Göktan uyandı ve şaşkın şaşkın Atuk’a bakarak ;
-Ne oluyor ?
-Baban ava çıkıyor yayını ve eyerini götürüyorum.
-Beni Götürmeyecek mi ?
-Bilmiyorum uyuduğunu fark etmemiştim kusura bakma.
-Bekle bende geliyorum.
  Beraber çadırdan çıktılar Batur Göktan’ı görünce Atuk’a biraz ters ters baksa da onu da ava götürebileceğini düşündü. Nedense açıklama yapmak ihtiyacı duyuyordu;
-Senin için tavşan vuracaktım uyanmanı istemedim ama istersen sende gelebilirsin.
-Tabi ki geliyorum.
-Sana belki de bindiğin en hızlı atı vereceğim belki böylece affettirebilirim kendimi ne dersin ?
 
  Baba oğul gülümseyerek ahıra doğru yürümeye başladılar. Ahır dört ayaklı tepesi samanlı büyük bir  çatıdan ve atların önüne konan saman balyalarından oluşuyordu içeride çok fazla at vardı Batur Atuk’a dönüp ;
-Göktan için İnciyi eyerle, getirdiği siyah at hala yaralı mı ?
-Beyim atın ön ayağında kırık var iyileşmesi pek mümkün değil, haşşaş yedirdik ama hayvan acı çekiyor ateşlenmeden uyutalım diyoruz.
-At Göktan’ın o isterse uyutacağız.
  Göktan babasına asık bir suratla dönüp.
-Kurtulmasının hiçbir yolu yok mu ?
-Bacağı kırılan bir at genelde ölü kabul edilir ve savaşta dahi hemen başı kesilip acı çekmesine müsaade edilmez. İnsanların aksine atların ayakları kırıldığında genelde ilik kana karışır ve ateşlenip titreyerek ölürler. Ateşli gecesini atlatırsa yaşayabilir ama atlatamaz ise acı çekerek ölür. İstersen bu riski alabilirsin ama unutma bacağı hep sakat kalacak yani koşması mümkün değil bir daha binemeyeceksin belki ufak çocuklar biner ama istersen damızlık olarak kullanabilirsin hızlı ve güçlü bir aygırın hızlı ve güçlü yavruları olur.
-O bana Kurtuk’un hediyesi, eğer ateşi çok olursa o zaman uyuturuz.
-Pekala evlat tercih senin.
 
  Göktan’ın üzüldüğünü gören Atuk ona bir özür borçlu olduğunu düşünerek.
-Atın için üzgünüm böyle olsun istemezdim. Belki o kadar hızlı olmasan atın bir şansı daha olabilirdi.
-Olan oldu artık, problem değil . Sen görevini yaptın.
  Atuk bu konuşmanın ardından yanlarından ayrılıp atların yanına gitti ve birkaç dakika sonra bir bulut kadar beyaz bir kısrak ile beraber geri geldi. Göktan bu kadar beyaz bir at görmemişti hayran hayran kırpılmış yelelerini okşuyordu. Hayvan kendini sevdirmeyi seviyordu anlaşılan. Batur Göktan’a gülerek ‘’seni sevdi baksana’’ diyerek atın dizginlerini Atuk’dan alıp Göktan’a verdi. Göktan atı yanında yürütürken Atuk çadırına gidip elinde bir yay ve içi dolu sadakla geri geldi. Göktan’a yayı ve sadağı uzatırken;
-Bu benim acemilik yayımdı senin için daha uygun olacaktır, seridir yormaz seni. Oldukça da hızlıdır. Oklar yeni sayılır. Daha önce hiç ok attın mı ?
-Köyde vurduğum tüm kuşları toplasak bir ordu doyar herhalde.
 
  Batur bu dediğinden memnun kalmış olacak ki kendi atına atlayıp ‘’O zaman avlar korksun bizden’’ diyerek ormana doğru koşturmaya başladı. Baturun atı da çok koyu kahve rengi idi. Babasından geri kalmak istemeyen Göktan hemen atına atladı ama yavaş binmiş olacak ki Atuk’dan önce davranmasına rağmen Atuk daha hızlı düşmüştü Batur’un peşine. En önde Batur, arkasında Atuk en arkada Göktan büyük bir heyecanla yemeklerini avlamaya gidiyorlardı. Biraz dört nala at sürdükten sonra Batur bir şey hissetmiş olacak ki yumruğunu sıkarak herkesi durdurdu ve atından indi aynı şekilde diğerleri de.
 
  Atının çantasından yayını belinde ki sadaktan okunu aldı ve gezledi. Tutuş tarzı biraz farklıydı okun altına işaret ve orta parmağını koyarak yavaşça gerdi henüz ne Göktan ne de Atuk bir av görememişlerdi  etrafta ama Batur okunu bıraktı ok ağacın gövdesine kamufle olmuş gri bir tavşana saplandı, tavşan çok ufak bir inleme çıkarmıştı ama ölümü çok hızlıydı. Tavşanı vuran Batur sırıtırken Göktan ve Atuk şaşkındı nasıl gördüğünü anlayamamışlardı. Baturun yaşı ikisinin yaşının toplamından fazlaydı ama onlardan daha keskin gözleri olduğu kesindi. Atuk’un şaşkınlığı uzun sürmedi oda hızlıca bir ok gezleyip bıraktı o da Baturun vurduğu tavşanın sesini duyarak otlandığı çalıdan kaçan bir tavşanı vurmuştu. Göktan da bir ok gezledi ama daha ne yayını germiş ne de bir tavşan görmüştü bunun için yüzünü asmak üzere idi ki başka bir tavşan da diğer çalıdan çıkmıştı ama tavşan hızlı olduğundan Göktan bırak vurmayı yayını bile gerememişti ve tavşan kaçıyordu. Batur ve Atuk da ona gülmeye başladılar Batur ‘’anlaşılan senin av biraz hızlı çıktı ha’’ diyerek basıyordu kahkahayı. Göktan bunu kendine yediremediği için oku gezinden almadan hemen atına atladı amacı tavşanı yakalayıp vurmaktı dört nala tavşanın peşinden gidiyordu biraz gittikten sonra tavşanı önüne almıştı ve babasından gördüğü gibi derin bir nefes alıp yayı onun gibi gerdi ve bıraktı. Vurmuştu, hatta hızlı koşan tavşan sırtına oku yiyince ciyaklamış ve takla atmıştı Göktan acı çekmemiş olmasını umuyordu. Yanına gelince oku çıkarmadı onu atla ezdiğini düşünmelerini istemediğinden saplanmış okla beraber atta ki torbasına koydu. Tam ata binecekken arkasında bir çıtırdı duydu. Arkasına dönmeden okunu gezlemiş parmaklarını kirişe koymuştu. Arkasına usulca döndüğünde genç, boynuzları küçük bir geyik gördü. Hayvan yerdeki çalılardan yiyordu ve Göktan’ı fark etmemişti. Göktan onu fark ederse kaçacağını bildiğinden çok yavaş bir şekilde yayını gerdi. Boynunu hedefliyordu ve kirişi bıraktığında hedefine ulaşmıştı, ama tavşan kadar olay ölmeyeceğini bildiğinden hemen yanına gitti hayvan henüz ölmemiş arka bacaklarını hızlı hızlı ileri geri çırpıyordu boynu kan içindeydi Göktan onun acı çekmesini istemediğinden boğazını kesmek istedi ama bıçağı olmadığını yeni fark etmişti. Sadağından bir ok çıkardı, neyse ki Atuk’un oklarının temrenleri keskindi. O da temrenle boğazını keserek can çekişmesini önleyebilmişti.
 
  Önce boynunda ki oku iki taraftan dikkatlice kırdı. Sonra kucakladı. Kaldıramayacağı kadar ağır değildi ama at olmasa sürüklemek zorunda kalırdı. Vurduğu büyük ihtimal genç bir geyikti bunu boynuzlarından anlayabiliyordu. Kendini çok yormadan geyiği eyerin önüne koyup kendi de dikkatlice atına binip iyice düzeltmişti. Şu an atın üstünde iki kişi gibi bir yük olduğundan dört nala giderek yeni atını yormak istemedi. Yavaşça babasının ve Atuk’un tavşanları vurduğu yere geliyordu. Vardığında sadece tavşanların kanlarını görmüştü o yüzden  ordugaha dönmenin daha mantıklı olduğunu düşündü çünkü babası da öyle yapmış olmalıydı. Az öncekinden daha hızlı bir tempo ile ordugaha girdi. Diğer askerler avladığı geyiğe bakıyorlardı o da bunun özgüveni ile atı üstünde gerinerek babasının çadırına  gidiyordu. Çadırın önüne geldiğinde Atuk’da çadırdan çıkıyordu geyiği görünce ;
-Vay vay bak şuna, bir de geyik vurmuş. Onu içeri taşıyabilir misin yoksa yardım edeyim mi ?
-Halledebilirim ama güçlü bir elin faydası olurdu.
 
  Atuk yanına gelip geyiğin ön bacaklarını omuzladı,  arka bacaklarını da Göktan’ın omzuna yükledi .  Beraber merdiveni yavaş yavaş çıkıyorlardı. Göktan Atuk’a merakla;
-Neden babamın bütün işlerini sen yapıyorsun ? Başka adam mı yok ?
-Ben onun yaveriyim.
-Genç olduğun için mi yaveri yaptı seni ?
-Ona vefa borcum var. Babamın kan kardeşiydi ve eğer alınmazsan bana senden daha çok babalık yapmıştır.
 
  Göktan bunu duyunca artık Monyat’ın anlattıklarından emin olmuştu ama bunun şimdi zamanı olmadığını düşündüğü için daha fazla bir şey söylemedi. Beraber çadıra girdiler. Batur içeride bağdaş kurmuş bir şey okuyordu, Göktan’ın içeri girdiğini ve geyiği görünce.
-Geyik ha, yakalaman zor oldu mu ?
-Aslında epey şanslıydım oku atmam için bekliyor gibiydi.
Batur Atuk’a dışarı çıkması için başıyla işaret yapıp Atuk çıkınca da Göktan’a bir yer gösterdi.
-Dün gece Akadan Noyan’ın yaptığı adilik için Sancar Han’a bir mektup yazmıştım, bu sabah güvercinlerle haber geldi. Sancar Han bizi Tulgaya çağırıyor.
-Biz mi ?
-Senden de bahsettim mektubumda. Sancar Han bana çok güvenir ve değer verir. Bir çok kez onu kurtardım ve yardımcı oldum sayemde pek çok zafer kazandı ben de sevgisini ve altınını. Olanları senden dinlemek istiyor.
-Ne zaman gideceğiz ?
-Hemen yarın gün ağarırken on kişi yola çıkacağız Atuk’da  gelecek onunla konuştum adamları ayarlamaya çıkmıştı sonra beraber geyikle geldiniz. Dikkat çekmemeliyiz. Gene silahlı olacağız ama zırhlarımız olmayacak en azından üzerimizde. Tavşan yahnisi birazdan gelir. Açsın değil mi ?
-Her zaman.
 
  Batur bunu dedikten birkaç dakika sonra tipinden aşçı olduğu anlaşılan şişman eski giyimli bir adam yahni, ekmek, peynir bal ve sütün olduğu iki kişilik bir tepsi  getirip yer sinisine koydu. Batur adamı dışarı yolladıktan sonra ikisi de çok aç olan baba oğul iştahla yemeye giriştiler… 

Yusuf Kaya kardeşimle bir ana sayfa resmi denedik, pek profesyonel bir şey olmadı ama daha iyisini bulana kadar boş kalmasın dedik :smile:.
 
Şuan okuyorum da yeni yazdığın ve paylaştığın bölümlerin linkini ilk posta atarsan iyi olur. 4. ve 5. bölümü görmesem okumayacaktım.
 
Back
Top Bottom