GÖKTAN (BÖLÜM 4)

Hikayenin devamı konusunda

  • Devam et okuyoruz.

    Votes: 5 71.4%
  • Sarmadı devam etme, vaktine yazık.

    Votes: 2 28.6%

  • Total voters
    7

Users who are viewing this thread

Herkese Selam,

Sanırım 5 senedir warband oynuyorum, genelde de kergit oynarım ve hep aklıma kurduğum bir hikaye vardı, onu size anlatmak istedim. Bu hikayemde kergitli bir gencin hikayesini göreceğiz. Eksiklerim elbette vardır, umarım beğenirsiniz, yorumlarınız önemli. İyi Forumlar

                                             
  Tarih 21 mayıs  1263 , kaldradyaya beyaz gelinlik giydiren lanet kış üzerinden  2 sene geçmiştir, kış o kadar güçlüydü ki kıtlık ve soğuktan yakınlarını kaybeden insanlar o kıştan bahsetmekten son derece çekinirler.  Bir çok at ve çiftlik hayvanı telef olmuş, kıtlık ve soğuk  yüzünden pek çok yaşlı ve muhtaç insan ölmüştür. Ana karakterimiz  Göktan ise Annesi ile birlikte Tulug Noyanın Buyruğu altında olan Amashke köyünde yaşamaktadır,  yarım günlük yolda Akadan Noyanın mülkü olan Unuzdaq kalesi olmasına rağmen Sancar Han Ameshke köyünü Tulug Noyana bahşetmiş ve bunu yaparken de Akadan Noyan ile olan samimiyetini yitirmiştir.

  Tulug Noyan vergi konusunda insaflı bir bey olmasına rağmen her sene Temmuz ayında yaşı on yediyi geçmiş olan güçlü gençleri ordusuna yarı zorunlu sayılabilecek bir şekilde almaktadır. Göktan’ın babası ise 1242 den beri  Tonju Noyanın ordusunda süvari olarak vuruşan bir kargıcıdır, 1251 de çavuşluğa terfi etmiş,  beş sene de bir evine ancak uğrayabilen ancak ailesini çok seven yetenekli bir askerdir.

  Son mektubunu o büyük kıştan iki sene önce yazmış, mektubunda ise rodoklarla  Grunwalder kalesi önlerinde yapılan savaşta  Sancar hana gelen bir oku kalkanı ile durdurarak Sancar Han’ın hayatını kurtardığını, Sancar Han’ın ise bunun karşılığı olarak onu ordusuna Yüzbaşı olarak aldığını artık Sancar Han’ın mülkü olan Tulga Şehrinden mülk edinme izni olduğunu  ve şuanda Ichamur garnizonunda savaşa hazırlık yaptıklarını 5 sene sonra ki büyük savaşa için orduyu hazırladıklarını ama savaştan kimseye bahsetmemelerini  ve çok meşgul olduğundan bir süre eve uğrayamayacağını ama hayallerinde ki değirmen için para biriktirdiğini yazmış, o zamandan beridir ne mektup göndermiş ne de köye uğramıştı, belki de büyük kışta veya çekişmeli bir savaşta ölmüştü kim bile bilirdi ki ?

  Göktan kısık gözlerini ve asiliğini babasından,  gülüşünü, zekasını ve sarıya çalan kumral saçlarını sarranidli annesinden almıştı. Normalde Kergitler de kumral saç pek görülmez, hatta kısık gözleri olmasa onun kergit olduğuna inanmak hayli zor olurdu. Peki nasıl olmuşta soylarına büyük önem veren Kergitlerden bir asker gidip te bir sarranidli kızla evlenmişti ? 

  Aslında cevap oldukça basit, Göktan’ın babası  Batur gençlik yıllarında daha üç yıllık bir askerken, Svadyalıların  Halmar şehrini almak için yaptığı  saldırıda Tonju Noyanın ordusunda yer alıyordu. Tanju Noyan  büyük bir yenilgi almış Maraşel  Alagur Noyan’ın ordusu yardıma yetişemeyince Tonju Noyan  birkaç bin askeri ile geri çekilmek zorunda kalmış geri çekilme sırasında Kont Plais hızlı ve atik bir ikinici saldırı ile kalan birkaç bin askeri dağıtmış, Batur ise koltuk altına yediği arbalet okuna rağmen atı ile yol almaya çalışmış ama daha fazla dayanamamış uyandığında kendini  Sarranidlerin Mazgih köyünde bir ahırda bulmuştu.

  Dört kız kardeş babalarından gizli şekilde onu tedavi ediyorlardı, diğer üç kız kardeş evli, kocaları savaşta olduğu için baba ocağında kalıyor, babaları ise kocalarının gönderdiği tüm paraya el koyuyordu, üstelik tek bekar kızı Sarin’i de zengin bir Barriye Tüccarına satmakta kararlıydı, kızlar eğer babaları bu yaralı askeri görürse silahlarını, zırhını, atını ve parasını aldıktan sonra ihbar edeceğini biliyorlardı bu yüzden onu birkaç gün içinde at binebilecek hale getirmişlerdi. Batur ise Sarin’e onunla kaçması yalvarmış ve başarılı olmuştu da, ne var ki tek çocukları olmuş ama bu onların mutlu olmasına yetmişti

  Sarin ve oğlu Göktan köyde küçükbaş hayvancılıkla uğraşıyorlardı, kergit topraklarında tarım yapmak da pek mümkün değildi zaten, bahar ayları hariç yeşil çimen görmek çölde su bulmak kadar zordu.

  Göktan okumayı pek sevmese de köyün okuma bilen şifacısından az çok okuma yazma öğrenmiş, evde annesi ise ona biraz sarran dili öğretmişti ama bunların hiç biri ona at binmek ok atmak yada sopayla dövüşmek kadar ilgi çekici gelmiyordu. Kullandıkları sopa da sopa gibi sopaydı  hani, genelde kergit topraklarında yetişen ‘’şirik’’ denilen ağaçtan yapılıyordu, bu ağaç ev kolonlarından, ok ve yay yapımına kılıç kabzası yapımına hatta sandalye  yapımında bile kullanılıyordu, çok bulunması yönünden, elinden hiçbir iş gelmeyen kişiler bu odunları keserek geçimlerini sağlıyorlardı, tarım neredeyse kergitler de hiç olmamasına rağmen Kergitler de işsizlik diğer uluslara göre çok daha azdı.

  Göktan ise arkadaşları ile bu şirik denen ağaçlardan yaptıkları sopalarla, adeta kılıç kullanır gibi dövüşüyor, dövüşmeyi beceremeyenler bedelini günlerce geçmeyen morluklar ile ödüyordu. Göktanın babasının ona verdiği Tabe isimli kahverengi bir atı vardı, at ne çok hızlı ne çok güçlüydü ama bir köpek kadar sadıktı, köydeki diğer çocuklar ile kavga ederken at çitlerden atlamış Göktan’a şirik sopasıyla vuracak olan çocuğa çifte atıp kolunu kırmıştı o gün bu gündür diğer çocuklar onla oynamaz olmuştu, onu kıskanıyorlardı da, diğerleri at binemezken Göktan at üstünde ok atabiliyordu, hem ailesi hayvancılıkla uğraşan çocuklar, babası her köye geldiğinde tüm köyü etrafına toplayıp savaş macerası anlatan bir çocuğu nasıl kıskanmasınlar ki ?

  Hem daha 17 sine basmamış olmasına rağmen köyün en güzel kızı Talya  onu evlenecek kadar çok seviyordu.  Bazen ikisi de Tabe ye atlayıp koyunları otlata otlata Unuzdaq kalesinin çayırlarına varıyor Talya ona kaval çalıyor, evlilik hayalleri kurup dönüyorlardı.  Göktan onunla daha çok vakit geçirmek istediği için gün doğmadan hayvanları köyden çok uzaklaşmadan otlatıp geri ahıra kapamış ve Talyayı alarak tekrar çayırlara çıkmışlardı. Annesine hazırlattığı kuru et, ekmek ve balı yedikten sonra tekrar hayallere dalmışlardı ki vakit iyice geç olmadan köye dönmeleri gerektiklerini fark ettiler.

  Köye güle oynaya dönüyorlardı ki son tepeye geldiklerinde kara bir dumanın yükseldiğini fark ettiler. İkisinin de neşesinin  yerini korku almıştı, dört nala köye girdiler evlerin büyük çoğunluğu yanmış insanların bir kısmı yerlerde acıdan inliyor, bir kısmı evlerinde yaralıları iyileştirmeye çalışıyordu. Göktan ne yapacağını bilemiyordu. Hemen eve gidip annesini bulmak istedi ama yanında Talya vardı tek kendini düşünemezdi o sırada Talya  ‘’ sen evine gidip anneni  bul bende bizimkilere bakacağım kuyunun orada buluşuruz’’ deyip  attan inip evine doğru koşmaya başladı, Göktan  evine doğru dört nala sürüp  içeri girdiğinde annesi elinde sopa ile bekliyordu. Göktan nefes nefese 

-Anne ne oldu.
-Öğlen vakti bir grup haydut geldi belki elli altmış kişiydiler alçak herifler kimseye acımadılar, aç köpek gibi her yere saldırıp yakıp yıktılar.
Göktan şaşkın şaşkın
-Nasıl oldu da sana dokunmadılar anne
-Bir miktar yağmadan sonra herkesin mallarını saklayacakları, aramanın uzun olacağını anladılar birkaç saat sonra tekrar geleceklerini herkesin mallarını meydana yığmasını yoksa herkesi kılıçtan geçireceklerini söylediler.
-Anne ben hemen Unuzdaq kalesine gideceğim Akadan Noyan bize yardım eder, siz ne istiyorlarsa verin, birkaç gün içinde zararımız karşılanır, ben şimdi dışarıda Talyayı ve ailesini alıp buraya getireceğim siz bodruma saklanın ve birkaç gün bize yetecek erzağı saklayıp geri kalan malları verin. Koyunları çoktan almışlardır zaten.
-Oğlum.. Talyanın babası ilk direnenlerden oldu, artık o aileden sadece talya var.

  Bu haberden sonra beyninden vurulan Göktan dışarı çıktı, ama çok geç kalmıştı haydutlar tekrar gelmişti, atlıların atları ortalığı toz dumana karıştırıyordu, bu bozkır haydutları orduya katılıp şerefle savaşamayacak kadar korkak ve beceriksiz, namuslu bir iş yapamayacak kadar şerefsiz kişilerdi  kadın,çocuk acımadan onlara karşı çıkan herkesi öldürürler, yada esir pazarında satarlardı. Normalde bu kadar ileri gidemezlerdi ancak büyük kıştan sonra mağaralarında erzak biten haydutlar it gibi her yere saldırır olmuşlardı.

Göktan etrafında gezinen atlıların kaldırdığı tozlardan bir şey göremiyordu bir sağa bir sola kafasını çevirmekten aptallaşmıştı, her yer toz içinde kalmış, insanların bağırışları yanan odun çıtırdıları ve toynak seslerinden başka bir şey duyulmuyordu, tam bu sırada Göktan arkasını döndüğünde atlı bir haydutun bozdoğanı dudağında patladı ağzından kan boşalarak yere yığıldı Göktan.  Atlılar alacaklarını almış giderken uyandı Göktan, son gördüğü ise atlının atının üstünde yan yatarak yerdeki Göktan’a  bağıran Talya oldu…

  Gözlerini öğlenin kavurucu güneşinde açtı Göktan, yüzü koyun yattığı topraktan biraz doğrulup olduğu yere sersem sersem oturdu. Kıyafetleri toz, ağzı burnu kurumuş kan içindeydi. O an ki sersemlik ile neler olduğunu birkaç saniye idrak bile edememişti. O an sadece susuzluk ve dudağında ki acıyı hissediyordu, dudağı kötü patlamıştı doğrusu. Ayağa kalkıp kahve rengi şalvarını ve kuzu derisinden yeleğini  silkeleyip yine kuzu derisinden yapılmış şapkasını başına geçirdikten sonra evine doğru ağır ve yorgun adımlarla yürümeye başladı.
 
  Eve vardığında kapı birkaç parmak açıktı, kapıyı sonuna kadar ittirip korkak şekilde bir adım attı. İçerde ki tüm raflar talan edilmiş haldeydi, döşeklerin bile içi bile aranmış, yünler etrafa saçılmıştı. Kiler olarak kullandıkları bodruma da baktı ama oranın durumu da pek farklı sayılmazdı, Sarin hiçbir yerde yoktu. Aynı yorgun ve üzgün adımlarla evin önüne çıktı, artık hayatında kimsesi yoktu. Annesi kaybolmuş sevdiği kim bilir hangi haydut tarafından kaçırılmıştı, kimsesi kalmadığı gibi ne parası ne malı vardı. Belki tek tutunacağı dalı dokuz senedir görmediği babasıydı, tüm bunların sıkıntısı ile daha fazla ilerleyemeden evin eşiğine çöktü, bacaklarını göğsüne çekip ufak bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
 
  Bu sırada komşuları Burtun Hatun kuyu tarafından elinde bir leğen su ile koşar adım geliyordu, onu fark eden Göktan gözyaşlarını saklamak için yüzünü koluna silmeye çalıştı ama bu seferde yüzü iyice çamur olmuştu. Göktan’ı gören Burtun Hatun yanına gelip.
-Göktan nedir bu halin yavrum ne demeye ağlarsın.
-Anamı yitirdim, kimsem kalmadı ona ağlarım.
-Ananı falan yitirmedin, anan bizim evde, bizim gelinin sancısı tutunca ne yapacağımızı bilemedik, köyün ebesi ortalıkta yok. Senin ninen ebeymiş meğerse de anan da ben doğurturum dedi, eve su götürüyorum tabi bizim gelinle uğraşmaktan anan sana bakamadı gel yavrum elini yüzünü yıkarız.
  Bu haberi alan Göktan gözyaşlarını silip Burtun’un peşine düştü. Burtun hatun kırklarının sonunda tıknaz ama bir o kadar da güçlü bir kadındı, kocası büyük kışta ciğerlerini üşütmüş ve bahara çıkamamıştı. Burtun’un iki oğlu vardı, oğulları biraz saf olsalar da yardım sever ve çalışkan kişilerdi. Süt satarak geçinen iki kardeşten küçük olanın karısı doğum yapıyordu.
 
  Evin kapısına vardıklarında bebek ağlaması duyuluyordu anlaşılan su geç kalmıştı. İçeri girdiklerinde anne de bebek de sapasağlam, evin küçük oğlu kucağında yeni doğan kızını seviyordu , Sarin’in üstü başı kan içindeydi ama bu Göktan’ın ona sıkıca sarılmasına mani olmadı. Göktan elini yüzünü getirdikleri su ile yıkadıktan sonra evin büyük oğlu Muhan ile köyün haline bakmak için dolaşmaya başladı. Köy perişan haldeydi, köylünün tüm sene ki emeği zayi olmuş, hayvancılıkla geçinen  koca köy neredeyse tüm hayvanlarını ve tahılını kaybetmişti. Önlerinde ki kışı bu şekilde geçirmelerinin imkanı yoktu. Üstelik ellerinde ki erzak her yıl temmuz ayında gelen Tulug Noyan gelene kadar bile yetmezdi. Bunun sıkıntısı yetmezmiş gibi Talyayı kaybetmenin de sıkıntısı ile tekrar Burtun’un evine döndü. Akşam yatma saati gelmeden önce annesi ile konuşmaya karar veren Göktan annesini kenara çekip.
-Anam eğer erzak bulamazsak değil kışı temmuz ayını bile çıkaramadan telef oluruz. Ben yarın sabah Unuzdaq kalesine yola çıkacağım. Akadan Noyan ile konuşup ambarlarında ki erzaktan bize en az temmuz bitene kadar yetecek kadar istemeliyim. Sancar Han’ın noyanı değil mi ? Ellbet Sancar Han’ın halkına yardım eder.
- Gönlüm ve dilim ne kadar gitme dese de bilirim gideceksin, yollarda dikkat olasın, bu soysuzlar aç köpek gibi her yere saldırır oldular. Baban şimdi yok, tek dayanağım sensin seni de kaybedemem.
- Merak etme anam Tabe beni  şimşek gibi götürüp getirir merak etmeyesin.
  Ertesi sabah gün doğmadan hazırlanan Göktan annesinin verdiği içinde yufka ekmeği ve yemiş bulunan deri çantayı alıp hemen yola çıktı. Tek başına dört nala Unuzdaq kalesine doğru yok alıyordu, güneş batmadan kalenin kapısına vardı. Kapı da ki zırhlı mızraklı, atlıyı görünce gevşek duruşunu değiştirmiş, sert bir ses tonuyla.
-Kimsin, ne istersin ?
-Amashke Köyünden geldim, dün köyümüze büyük bir grup bozkır haydutu saldırdı, tüm erzakımızı aldılar, eğer Akadan Noyan’dan erzak alamazsam köyümüz açlıktan kırılacak.
-Hadi geç bakalım.
 
  Ana kapıdan içeriye ilk defa giriyordu, kale koca taş duvarlardan oluşmaktaydı, atıyla ağır ağır ilerlerken Noyan’ın kalesi nerededir acaba diye düşünüyordu ki düşüncesi uzun sürmedi. Ana kale kapısına gelince atından inip merdivenin önündeki piyadeye yaklaştı. Piyadenin ağır bir zırhı, sağlam bir kalkanı ve kazara dokunmak istenilmeyecek kadar keskin bir baltası vardı. Göktan piyadeye yaklaşınca piyade.
-Kimsin, ne istersin ?
-Amashke köyünde yaşayan bir köylüyüm, köyümüz yağmalandı, Akadan Noyan’dan erzak istemeye geldim.
-Hadi geç bakalım ama önce üstünü arayalım
 
  Piyade üstünü aradıktan sonra geçmesine izin verdi, merdivenin üstünde iki piyade daha bekliyordu ama aşağıda ki piyade başını sallayınca hiçbir şey sormadan kapıyı açtılar. İçerideki göze ilk çarpan şey Akadan Noyanın sancağı olan beyaz kumaşın üstünde ki atlı okçu figürüydü onun altında da Noyanın kaldığı odanın kapısı bulunuyordu. Hava henüz aydınlık olmasın rağmen içeride meşaleler yanıyordu, kapının yanında gene iki muhafız vardı ancak kabul salonu kapıdan itibaren ikiye ayrılmıştı, bunda bu kalenin yüz sene kadar önce svadyalılardan alınmış olmasının da etkisi vardı, alışılmış kergit tarzı yer sinisi ve minderlerin aksine uzun ahşap bir masa ve yüksek, güzel işçilikli omuz kısımlarında aslan figürleri olan sandalyeler vardı. Bunlarda svadyalılardan kalmış gibi görünüyordu, büyük ihtimalle de yüz, yüz elli senelik mobilyalardı. Akadan Noyan ise sandalyenin en başında oturmuş önün de ki kızarmış tavuğu yerken şarabını yudumluyordu. Göktan yavaş adımlarla Akadan Noyana doğru yürüyüp, iki sandalye boyu bir mesafede durup ellerini önünde bağladı ve Noyan’ın yemeğini bitirmesini beklemeye başladı ama Noyan yemeğini bitirmeden elini kucağında ki mendile silip, şarabından bir yudum alırken arkasına yaslanarak bir elini kolçağa koyduktan sonra
-Söyle bakalım derdin nedir, ne demeğe yemeğimi böldün.
-Beyim Amashke köyünden geliyorum, dün köyümüz büyük bir grup bozkır haydutu tarafından yağmalandı, çok yaralımız var ve tüm erzakımızı kaybettik bize ambarınızdan erzak vermenizi istemek için geldim.
-Size niye yardım edeyim ? Benim bu işten karım ne ? Hem size erzak verirsem kışın burada ki askerler ne yiyecek hiç düşünmedin mi ? Hem beyiniz Tulug Noyan’a niye gitmezsin sizin beyiniz o, o köy onun mülkü beni alakadar etmez.
-Beyim etme eyleme, tüm köy açlıktan kırılır, Tulug Noyan kim bilir nerededir şimdi, Temmuz ayına kadar dayanacak kadar erzakımız yok, dayansak bile Tulug Noyan’ın bize bir kervan hazırlaması birkaç ay sürer o zamana kadar dayanamayız beyim etme eyleme. Biz hem Tulug Noyan’dan da önce Sancar Han’ın tebaasıyız beyim.
-Sancar Han onu önce düşünecekti de sizin köyünüzü bana verecekti, şimdi gidin de çok değerli Tulug Noyan yardım etsin size.
-Etme beyim biz Sancar Han’ın tebaasıyız, eğer bu ettiğini Sancar Han duyarsa bununu yanına koymaz beyim.
-Ne ? Hadsiz sen haline bakmadan bir de beni tehdit mi edersin, bu ne küstahlık! Muhafızlar tutun şu veledi.
 
  O sırada iki muhafız da Göktan’ın kollarına girip sıkıca tutarlar, Akadan Noyan, elleri kollu bağlı olan Göktan’ın karnına sağlam bir yumruk atar, sandalyesine oturup kahverengi seyrek sakallarıyla oynarken şarabından bir yudum daha alır ve o sırada Muhafızlara el işareti ile Göktan’ı götürmelerini söyler. Artık kurtuluşu olmadığını düşünen Göktan son bir nefesle ‘’Benim babam Sancar Hanın Yüzbaşısı Batur, bunu senin yanına koymaz’’ diye haykırır, bunu duyan Akadan Noyan sinirden iyice kızarır ve muhafızlara ‘’Zindana atın şu eniği de asker babası gelsin kurtarsın bakalım’’ diye kükrer.
 
  İki piyade onu kollarından sürükleyerek merdivenlerden indirdi ve kalenin alt tarafında ki zindana kapattılar. Zindan parmaklıklarla birbirinden ayrılan 6 hücreden oluşmaktaydı, yerlerde yatmak için  saman yığınları, biri tuvalet biri su için iki kova bulunuyordu. Bu pislik yerden içi kararan Göktan samanların üzerine oturup kara kara düşünmeye başlamıştı ki hava  artık kararmıştı. Onun hücresi dışında bir hücre daha doluydu onda da sarhoşun biri yatıyordu, içip taşkınlık yapmasa burada olmazdı, en azından suçlu sayılırdı. Göktan’ın tam gözleri kapanmıştı ki zindan kapısının açıldığını duyunca doğruldu, karşısında Noyan’ın kalesinin içinde nöbet tutan piyade vardı. Piyade yavaşça yaklaşıp.
-Göktan sen misin ?
-Evet benim de sen kimsin ?
-Senin baban Batur mu ?
-Evet ama sen kimsin be adam ?
-Benim adım Kurtuk, babanla daha çok gençken Tonju Noyanın ordusundaydık beni kurtarmak için svadyalı şövalye ile arama girdi, şövalyeyi tek hamlede öldürdü ama kalkanını indirdiği için vuruldu, ona o anda yardım edemedim. Öldüğünü sanmıştım. Sonraları bir sarranid köyünde kurtulduğu, tekrar orduya katıldığını duydum ama ne yazık ki o savaşta ordu dağılınca ben Akadan Noyan hizmetine verildim ve yollarımız ayrıldı. O yüzbaşılığa kadar yükseldi ben ise kale nöbetçisi olacak kadar düştüm. Bugün babana olan borcumu ödeyeceğim, seni buradan kimse görmeden çıkaracağım. Noyan’ın binmeyi beceremediği için kırbaçlattığı çok hırçın bir atı var onu ahırın en köşe yerine attı, onu sana vereceğim, baban kadar iyi at bindiğini farz ediyorum, en kısa sürede gideceğin yere varırsın.

  Diyerek Göktanı kalenin arka kapılarından birinden çıkardı ve gerçekten dediği gibi simsiyah adı yıldırım olan bir atı arkadaki ağaçlığa bağlamış koşumlarını da Göktan’a vermişti.

  Göktan, Kurtuk ile vedalaştıktan sonra yıldırım atıyla yıldırım gibi yol almaya başladı, at pek hırçın ama bir o kadar da sadıktı. Sanki sahibinin gitmek istediği yolu o düşünürken biliyormuş gibi hiç itiraz etmeden gidiyordu. İyi ki Kurtuk büyük deri bir matara ile su vermişti, yoksa hali perişandı. Yollarda değil su birikintisi yeşil ağaç bile yoktu, daha bahar ayında her yer kuraklıktan kırılıyordu, toprak çatlamış, zaten seyrek olan ağaçlar kuraklıktan boy verememiş ayrıca sıska kalmıştı. O yüzden elma armut gibi meyveler kergit topraklarında çok değerli sayılıyordu çünkü rodoklardan epey pahalıya alınıyordu. Ancak uhhun kalesi yakınlardaki çulu ormanında güzel ceviz ve leblebi yetişiyordu. Üzüm gibi bağ meyveleri de yetiştirilebildiğinden yemiş karışımları kergitlerde bazen öğün yerine geçiyordu. Bu yemişlerin güç vermesi ve kıvrak düşünmeyi sağlaması da cabasıydı.
 
  Halmar’a vardığında güneş ufak ufak çekilmeye başlamıştı ama Kurtuk’un dediği gibi bir karanlığa iki saatten fazla olduğu kesindi. Daha önce şehre gelmediğinden biraz şaşkındı, insanlar köydekinden daha  süslü ve daha temiz giyiniyordu. Tabi pek adap görmediğinden şehir kapısına da dört nala girince başta iç kapıda duran iki piyade olmak üzere onun girdiğini gören herkes hayretle ona bakıyordu, insanların ona baktığını görünce durma ihtiyacı hissetti, önce nal çaktırmak için demirci veya nalcı bulması gerekiyordu. Şaşkın şaşkın etrafa bakarken az önce kapının önünde duran pala bıyıklı, elli yaşlarında , geniş omuzlu biraz esmer sayılabilecek üzerinde geçim zırh, kafasında yanları deri üzeri demir yuvarlaklar perçinli, üstü çelik olan bir miğfer bulunan  piyade sert ve hızlı adımlarla Göktan’ın yanına gelip.
-Şştt delikanlı burayı koyun otlattığın köy mü sandın sen, atını yavaş sür hatta en iyisi inip yanında yürü, milleti ezersen zindanı boylarsın.
-Kusura bakma beyim ilk defa şehre geliyorum, uzun yoldan geldim telaşım var. Nalları değiştirip gene yola koyulmam lazım, eğer bana atın nallarını değiştirebileceğim bir yer tarif edersen o kadar çabuk işimi halleder yola koyulurum.
-Şu sağındaki sokağı takip et, ikinci soldan dön biraz ileride sağda demirci var, o nal çakar atına, atında pek güzelmiş hani, çaldın mı yoksa bakayım sen bunu, senin gibi köylüde böyle at ne arar.
-Yok beyim ne çalması, ata yadigarıdır.
-İyi bakalım gözüm üstünde.
 
  Piyadenin tarif ettiği gibi sokağı takip etmeye ve ikinci solu kollamaya başladı, bu sokakta genelde dükkanlar vardı, kumaş alan kadınlar, mallarını satmak için bas bas bağıran tüccarlar bu sokaktaydı. Sokak epey kalabalık olunca atla ilerlemek epey zordu, neyse ki ikinci solu bulup dönmesi çok uzun sürmedi  bu döndüğü sokağın başı da az olsa da kalabalıktı ama demircinin dükkanının önleri boş görünüyordu. Görünüşe göre demirci sinek avlıyordu, demirci Göktan’ı görünce dövdüğü demiri bırakıp atın yanına geldi.
-Atın da pek güzelmiş beyzadem hoş geldin, ne istersin ?
-At uzun yoldan geldi gene uzun yola gidecek nallarının değişmesi lazım halledersin değil mi ?
-Hallederiz beyzadem sen otur dinlen şöyle.
-Ne kadara çakarsın dört nalı ? 
-Sana iki yüz dinar olur beyzadem.
-Dalga mı geçiyorsun be adam! Daha geçen hafta kardeşim sana yüz dinara yaptırmış beni mi kazıklamak derdindesin ?
-Yanlışın var delikanlı o paraya mümkün değil olmaz.
-İyi o halde sana yüz elli olsun beyzadem daha da bir şey yapamam.
-En fazla yüz otuz veririm, hayvanın da karnı aç onu da doyurursun artık.
-Tamam beyzadem gel halledelim.
-Yok oturmayacağım buralarda çeşme var mı ? Mataramı doldurayım.
-Dükkanı geçip ilerlersen meydana çıkarsın, orada çeşme var doldurabilirsin.
 
  Dükkanı geçip meydana doğru yürümeye başladı, meydana vardığında hava yavaş yavaş kararmaya başladığı için insanlar evlerine geçiyordu. Çeşme başına vardığında şansına kimse yoktu hemen matarasını doldurup tüm gün kavurucu güneşten yanan kafasını yıkamak için şapkasını çıkardı. Kafasını musluğun altına sokup kafasını, boyunu, ensesini ıslatıp şapkasını yeleğinin cebine koyup geldiği gibi demirciye döndü.
 
  Kısa bir para sayma faslından sonra atına atladı, neredeyse iki gündür durmadan at biniyordu bunun yorgunluğunu da tekrar ata binince fark etmişti. Ancak Kurtuk’un öğüdünü dinlemekte kararlı olduğu için sırtının ağrısına aldırmadan yola koyuldu. Gece karanlığında hiç bu kadar yol almamıştı, neyse ki ondan önce ki atlıların bıraktıkları izler çok bariz belli oluyordu da yolunu ay ışığı altında bulabiliyordu. Bir ara gözleri iyice ağrımaya başlamış ama köyünü, Talyayı düşündükçe sıkıntıdan uykusu kaçmıştı. Yolda aslında babasını çok özlediğini ama bunu köydeki günlük işlerin yoğunluğundan fark edemediğini anladı. Gece yolculuğunun gündüzden tek farkı artık o kavurucu güneşin yerini ay, sıcak havayı hafif serin ve rüzgarlı bir hava almış, cırcır böcekleri yol boyu ona eşlik etmişti.
 
  Tekrar güneş doğmuş, kavurucu güneş altında ki yolculuk faslı yeniden başlamıştı, sanki her yer birbirine benziyordu, hiçbir yaşam belirtisi yoktu bu uçsuz bucaksız bozkırda. Güneş batmaya yaklaşıyordu ki son tepeliğin üzerinden Narra’nın silueti görünmeye başlamıştı, çok kalmamıştı artık. Halmar tecrübesinden sonra bir şehre dört nala girilmeyeceğini öğrendiği için yaklaşınca yavaşlamış rahvan denebilecek bir sürüş ile şehre girmişti. Girince oradan geçmekte olan adamın birinden hanın yerini öğrendikten sonra hanın önüne gelmiş, hancıya seslenmişti.
-Ne bağırırsın be çocuk
-Kalacak yer ve yemek isterim atımı koyacağım yer var mıdır ?
-Hepsi var da sende para var mı bakalım delikanlı ?
-Ne kadar istersin bir geceliğe ?
-Yemek, yatak ve atın için yer hepsi sana elli dinara patlar parayı hemen alıyoruz. 
-Biraz pahalı ama el mahkum yapacak bir şey yok.
 
  Atını hancının dediği yere bağladıktan sonra içeri girmişti, hancı kırklı yaşlarda kel ve köse bir adamdı üstü başı eski sayılırdı. Yemek diye biraz soğuk koca bir tabak tavuk etli bulgur pilavı ve keçi sütü getirmişti, bunları afiyetle yiyen Göktan matarasını hancıya doldurtmuş ve uyumak için odasını istemişti. Hancı ise ona bir oda değil sadece keçi yününden bir döşek vermiş ve onu sermesi için bir köşe göstermişti, gerçi köyde bundan fazlasını görmediğinden itiraz edemezdi parasını da çoktan ödemişti.  Hancı da bunu kullanarak oda vermekten kar ediyordu. Kesesini koynuna koyduktan sonra kıvrılıp yatmıştı ki hanın kapısı tekmelenircesine açılmış, içeri insan azmanı gibi bir adam ve onun tam tersi denilecek bodur, otuz olmamış iki adam girmişti, iri olan da aynı hancı gibi keldi ama göğsüne kadar sarkan siyah sakalları vardı. Ufak olan oldukça kısa, sıska, ince bıyıklı ve pis gülüşlüydü.
 
  İkisi de soytarı gibi giyinmişti. Hancı onları tanıyor ve gelmelerinden oldukça rahatsız görünüyordu. İri tezgahın arkasında ki hancının karşısına dikilip ‘’bize iki şişe şarap iki de tavuk getir’’ diye kükredi. Hancı adamdan ne kadar korksa da ‘’Geçen seferden altı tavuk, on şişe şarap borcunuz var, kırdığınız sandalyeleri saymıyorum bile’’ deme cesaretini bulmuştu. Bu cevaba sinirlenen iri hancıyı yakasından yakalayıp havaya kaldırarak ‘’eğer şarap ve tavuğu vermezsen bu sefer kırdığım sandalyeler değil senin sıska kemiklerin olur’’ diyerek adamı yere fırlattı. Bu sırada Göktan biraz ürkmüş ve de uyuyor numarası yapıyordu.

  İki adam Göktan’ın çaprazında ki sinin başına oturmuş tavuk ve şarabı bekliyorlardı, hancı istemeyerek de olsa istediklerini getirmiş onlarda bir güzel yiyip içmişti. Yemekten sonra sıska olan paltosunun cebinden kesesini çıkartıp paraları saymaya başlamıştı. Göktan ise üstüne örttüğü postu kafasına kadar çekmiş onları dinliyordu. Sıska paraları saymayı bitirmiş ‘’üç yüz on dört dinarımız var bunla değil tavernada eğlenmek bizi dhirim’e almazlar’’ bunu söyledikten sonra sıska olan yerinden kalkmış Göktan’ın başına gelmişti ,zaten hancı hariç üçü vardı. Göktan’ı ayağıyla dürterek ‘’kalksana çocuk’’ diyordu, eğer yanında iri arkadaşı olmasa Göktan onu benzetmesini bilirdi ama arkadaşına güveniyordu alçak herif. Göktan tepki vermeyince üstünde ki koyun postunu çekip atarak ‘’paran var mı çocuk’’  diye tıslamış Göktan daha yok diyemeden göğsündeki keseyi görüp, ipini kopartacak kadar hızla çekerek almıştı. Sonra da pis pis gülerek iri olanın yanına oturmuş, Göktan ise bir şey diyememişti. Ama bunu yediremiyordu mutlaka parasını onlardan almak zorundaydı.
 
  Bu duruma hancının da canı sıkılmış ama bir şey diyememişti. Göktan ise tekrar yatarak dinlenmeye çalıştı, yatarken de intikamını düşünüyordu. Bu sırada  iki kılıksız da kafayı çekmekle meşgullerdi. Göktan en son hancıdan iki şişe daha şarap istediklerini duymuştu. İyice sarhoş olup kahkahalar atıyorlardı. Birkaç saat uykudan sonra Göktan uyanmış hancı ise rafları siliyordu Göktan doğrulup baktığında iki ayyaşın koyun koyuna  uyuduklarını büyük olanın küçük olanı kolunun altına aldığını fark etti, belki parasını gizlice alabilirdi ama hırsını böyle alamazdı hancıya sesiz olması için işaret verdikten sonra han kapısını yavaşça açarak dışarı çıktı, gün daha yeni doğuyordu.
 
  Handan çıkınca sol tarafta uzun süredir kullanılmayan bir at arabası gördü, çivileri paslı görünüyordu, tahtalardan birini kolayca sökebileceğini anlayınca oyalanmadan öyle yaptı. Tahtayı aldıktan sonra atın yanına gidip eyerin altından bir ip aldı. Sonra yavaşça içeri girdi iki ayyaş hala horul horul uyuyordu, hancı sopayı görünce gülümsemiş onun planını anlamıştı. Göktan hancının yanına yaklaşıp ‘’Bana yardım et uyandırmadan sağlam bir yere bağlayalım, sonra ben onları gene bayıltana kadar dövünce iplerini çözeriz, sende dükkanı kilitleyip garnizona gider, içip kavga ettiklerini küçüğün sopayla karşılık verdiğini söylersen ikisini de zindana atarlar bende görünmeden basıp giderim’’ deyince hancı başıyla onayladıktan sonra ‘’Zaten çok içtiler belki kendileri bile inanırlar bu duruma’’ diyerek kıkırdadı.

  İkisi de yavaş adımlarla önce ayaklarını sonra ellerini birbirlerine bağladılar. İyice sıkı olduğundan emin olunca hancı tezgahın arkasına geçip bir sopa da o çıkardı. İlk darbeyi küçüğün kafasına ilk Göktan indirdi küçük hemen fıldır fıldır olan gözlerini açtı ama bir tane daha yiyince kapanması uzun sürmedi. Büyük hala uyanmamıştı. Anlaşılan çok içmişti. İkisi beraber vurmaya başladılar sanki et döver gibi vuruyorlardı. Hancı zararının hırsını, Göktan ise köyünde olanların ve çalınan parasının hırsını çıkarıyordu. Kolları yorulana kadar dövdüklerinde iki serserinin de gözleri mosmor hatta bir miktar kapalı, dudakları patlak, burunları başta olmak üzere pek çok yerleri kırıktı, ortalık epey kan olmuştu ama ikisi de hırslarını almışlardı. Göktan sıskanın üstünü aradığında üç kese buldu, birini hancıya verip ‘’senin zararını karşılar bunlar’’ diyerek kalan iki keseyi kendi almıştı. Hancı böyle bir cesareti Göktan’dan aldığı için bu işe ses çıkarmamıştı. Adamların iplerini çözdükten sonra Göktan hemen toparlanmış hancıyla tekrar ihbar konusunu konuşup atına atlamıştı…

https://forums.taleworlds.com/index.php/topic,352187.msg8467910.html#msg8467910

https://forums.taleworlds.com/index.php/topic,352187.msg8498527.html#msg8498527
 
Bazı yerlerde ekten kaynaklı anlatım bozuklukları var. İmlâ hataları var. Word üzerinden kopyalayıp geçirdikten sonra burada bir göz atsaydınız. Çünkü bazı yerlerde 2 kez boşluk kullanılmış. Onun dışında hikâye pek sarmadı. Tipik olayları daha farklı bir bakış açısı ile ele alabilirdiniz.
 
Arsub said:
Bazı yerlerde ekten kaynaklı anlatım bozuklukları var. İmlâ hataları var. Word üzerinden kopyalayıp geçirdikten sonra burada bir göz atsaydınız. Çünkü bazı yerlerde 2 kez boşluk kullanılmış.
Düzeltirim o problem olmaz.

Arsub said:
Onun dışında hikâye pek sarmadı. Tipik olayları daha farklı bir bakış açısı ile ele alabilirdiniz.
Saygı duyarım.
 
Diyalogları daha geliştirmende fayda var dostum. Bunu görmezden gelirsek oldukça keyifle okudum diyebilirim. Başarılar. ..
 
Dörtyol hanının adım adım canlanmasını izlemek güzel.

Hikayeni derinlemesine incelemedim yalnız imla ile sorunun var gibi görünüyor, ikinci bölümde imla üzerine belli ki çalışmışsın ama tüm pürüzleri giderememişsin. Ayrıca yazına tuz biber olarak betimleme serpiştirmek de senin elinde, eğer olay yazısı kıvamında sürdürmeyi yeğlerim diyorsan yine sana kalmış. Ve bahsettiğim gibi hikayeni derinlemesine okumadığım için içerik konusuna girmeyi henüz düşünmüyorum. Başarılar.
 
İlk bölümünü okumaya daha yeni fırsat bulabildim.Hikaye oldukça başarılı birde imla hatalarını düzeltsen çok güzel olur.Şurada daha fazla betimleme yapabilirdin:

Dört kız kardeş babalarından gizli şekilde onu tedavi ediyorlardı, diğer üç kız kardeş evli, kocaları savaşta olduğu için baba ocağında kalıyor, babaları ise kocalarının gönderdiği tüm paraya el koyuyordu, üstelik tek bekar kızı Sarin’i de zengin bir Barriye Tüccarına satmakta kararlıydı, kızlar eğer babaları bu yaralı askeri görürse silahlarını, zırhını, atını ve parasını aldıktan sonra ihbar edeceğini biliyorlardı bu yüzden onu birkaç gün içinde at binebilecek hale getirmişlerdi. Batur ise Sarin’e onunla kaçması yalvarmış ve başarılı olmuştu da, ne var ki tek çocukları olmuş ama bu onların mutlu olmasına yetmişti
Burada ilk günü,ikinci günü ve üçüncü günü kısa bir şekilde de olsa betimleseydin çok güzel olurdu.Kızlar Batur'u nasıl sakladılar babalarından?Ne dedilerde ahıra sokmamayı başardılar babalarını?Bu sorulara cevap verilseydi hikayede çok güzel olurdu.Bazı geçişleri çok beğendim.Messela:

...Talyayı alarak tekrar çayırlara çıkmışlardı. Annesine hazırlattığı kuru et, ekmek ve balı yedikten sonra tekrar hayallere dalmışlardı ki vakit iyice geç olmadan köye dönmeleri gerektiklerini fark ettiler.

Köye güle oynaya dönüyorlardı ki son tepeye geldiklerinde kara bir dumanın yükseldiğini fark ettiler. İkisinin de neşesinin  yerini korku almıştı
...

Koyu yazıdaki geçişi çok beğendim.Hikayenin sonlarına doğruda ''Talya kaçırılsa ne güzel olurdu,ne heyecan olurdu ikinci bölümde'' derken sonunda Talya kaçırılmıştı.Bu yüzden bölümün sonunu çok beğendim.Ayrıca Talya'nın ailesinden tek onun kalmasıda beni ayrı bir etkiledi,ne yalan söyleyeyim?Kısacası ilk bölüm gayet başarılıydı.En kısa zamanda da ikinci bölümü okuyup görüşlerimi yazarım.Başarılar...
 
@Kaptan, Prosperus : Betimleme ve ufak ayrıntıların hepsi aklımda ama kafamdaki olay örgüsü epey uzun, eğer yaparsam epey uzar ama dikkate alacağım, teşekkürler.
 
Back
Top Bottom