[E] Mâtem Evi

Users who are viewing this thread

Kurnαz

Sergeant Knight at Arms
MÂTEM EVİ

rJQoWB.jpg



Sahildeyim. Etraf alabildiğine açıklık, tek bir ağaç bile yok. Önümde berrak ve az dalgalı deniz; arkamda ise yer yer tümsekler barındıran, üstünde sarı otlar bitmiş, kuru bir toprak var. İçimde, denizle kıyının birleştiği noktaya gitme isteği filizleniyor. Yürüyorum. Öğlen vakti olacak ki güneş, tam tepemde, nereye gitsem beni takip ediyor hissi uyandırıyor. Yürürken bir taraftan da civarda gölgelik herhangi bir yer arıyor gözlerim. Fakat nafile. Bu arada topraklı kısmın sonuna varıyorum. Buradan sonrası ise ekseriyeti ufak taşlardan oluşan taşlık sahil. Öyle ki yürüdükçe yere bir parça batıyor, çıkıyorum. Güneşten bunalmış bir vaziyette, girsem, sıcaktan o an kurtulabileceğim denize doğru derin derin bakıyorum. Suyun berraklığına hayret ediyor, suya bir adım daha yaklaşıyorum. Gözüme bir balığın iliştiği an, o da ne?! Yer bir anda sarsılmaya başlıyor. Telâş içinde, tutunabileceğim herhangi bir sabit nesne bulmaya çalışıyorum. Fakat yine hüsran. Çaresizce yere çömeliyorken bacağıma bir şeyin tırmandığını hissediyorum. Ve büyük bir uğultu… Yerden binlerce, belki de milyonlarca sineğin havalandığını görerek hayretler içinde kalıyorum. Düşünmek için birkaç saniye vaktim oluyor. Meğer en başında dikkatimi çeken o ufak taşlar aslında sinek larvalarıymış. Ancak her şey için artık çok geçti. Havadaki tüm sinekler hücuma geçmişti. Sanki onların ezelî düşmanlarıymışım gibi kulaklarıma saldırıyorlardı.

*  *  *

Kalbinin, yerinden çıkacakmış gibi attığını hissedebiliyordu. Kafasını biraz kaldırdı ve etrafını kısık gözleriyle süzmeye koyuldu. Oda zifirî karanlıktı. Kulağının yanındaki vızır vızır titreyen telefonu eline alıp ekranına baktı. Ekranın ışığı gözlerini almış olacaktı ki gözlerini seri bir şekilde kırpıştırmaya başladı. Sol gözünü kısarak arayan kişinin ismini okumaya çalıştı. Rehberinde kayıtlı olmayan bir numaraydı. Ağız dolusu bir küfür savurarak telefonunu, yakınındaki sehpaya koydu ve birkaç saniye içinde tekrar uykuya daldı.

Sabah uyandığında kendini epey yorgun hissediyordu. Yeni edindiği, geceleri dizi izleme alışkanlığından dolayı, son iki haftadır uykusunu alamaz duruma gelmişti. Telefonuna kurduğu alarmı susturup yatağın içinde gerinmeye başladı. Kemikleri esnemekten ve yorgunluktan isyan edercesine ağrıyordu artık. Sonunda yataktan çıkması gerektiğine kanaat getirince yatağın içinde doğrularak oturdu. Terliğinin içine iliştirdiği, dünden kalma çorabı alıp hızlıca ayağına geçirdi. Karşısındaki duvarla uzun uzun bakıştıktan sonra saatin dokuza geldiğini fark etti. Aceleyle mutfağa girip çaydanlığa su koydu, ocağı açtı. Su kaynayıncaya kadar tuvalet ihtiyacını giderdi ve odasına gidip hazırlandı. Tekrar mutfağa döndüğünde çabucak bir kahve hazırladı. Onun için sabahları kahve içmek, adeta dinî bir ritüel hâlindeydi. İhmâl ettiği görülmemiş bir şeydir. Kahvesini soğutmasını asla sevmez, o yüzden hızlı hızlı içerdi. Bu sırada mutfağın içinde bir ileri bir geri yürüyerek o günün işlerini kafasının içinde prova ediyordu. Öncelikle yaşlı bir müvekkilinin evini ziyaret edecek, ondan sonra da ofise geçip randevu sözü verdiği kişilerle görüşme yapacaktı. Fazla yoğun bir gün sayılmazdı onun için. Kupanın dibini nihayet gördüğüne göre artık çantasını alıp çıkabilirdi.

Merdivenlerden yavaşça inip apartmandan çıktı. Nisan ayında olmalarına rağmen hava gayet güzel sayılırdı. En azından havada tek bir bulut bile gözükmüyor ve güneş, insanın içine hoşluk verecek bir sıcaklık yayıyordu. Sol eline çantasıyla ceketini aldı, sağ eliyle arabasının anahtarını bulmaya çalıştı. İlk denemede evin anahtarının yerine doğru anahtarı bulabilmişti. Düğmeye basıp arabayı açtı. Sağ ön koltuğa çantasını ve ceketini titizlikle yerleştirdi. Ardından şoför koltuğuna geçip kontağı çevirdi. Günün ilk işini halletmek üzere yola koyulabilirdi artık. İlk trafik ışıklarına gelince sessizlikten rahatsızlık duydu, radyoyu açtı. Bir önceki günün akşamında dinlediği radyo açılmıştı. Bir kadın sabah haberlerini sunuyordu. Yurt genelinde havanın açık olacağını, bir sonraki hafta uygulamaya geçecek olan 10 kuruşluk benzin zammını, Rusya’yla yapılan yeni ticaret anlaşmasını, Başbakan Binali Yıldırım’ın hafta sonunda Konya’da, yapılması plânlanan çılgın bir projeyi duyurmak için miting hazırlığında olduğunu, olağanüstü hâlin 3 ay süreyle daha uzatılacağını söylüyordu spiker. Olağandışı bir şey yok, diye geçirdi içinden.

Gideceği müvekkilinin evi şehir dışında, epey ücra bir yerde kalıyordu. O yüzden yolculuğu aşağı yukarı kırk, trafik varsa elli-elli beş dakika kadar sürecekti. Dar sokakları aştıktan sonra nihayetinde geniş yollara çıkabilmişti. Şehirlerarası yollardaki gibi geniş yollarda araç kullanmaktan büyük keyif alıyordu hiç şüphesiz. Bu sırada dinlediği haber programı bitince radyoyu tümden kapattı. Fakat çok geçmeden, tekrar sessizlikten rahatsız olmuştu. Yeniden açmakta karar kıldı. Bir yandan radyoda müzik kanalı arıyorken diğer yandan ise göz ucuyla yolu takip ediyordu. Uzun süren araması sonucunda Türkçe pop müzik yayını yapan bir kanal bularak onda durmaya karar verdi. Her ne kadar sevmediği bir müzik türü olsa da motor gürültüsünün sesini duymaktan çok daha iyidir, diye düşünüyordu.

Yaklaşık yarım saatin sonunda anayoldan ayrılması gerekti ve toprak yola doğru saptı. Bu yola girdiğine göre eve oldukça yaklaşmış olmalıydı. Araba sarsılarak ve arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak yoluna devam ediyordu. Ön lâstiklerden sekip tekrar arabaya çarpan taş sesleri eşliğinde yolculuğunu tamamlamıştı. Evin dış bahçe kapısının önünde durup kontağı kapatmadan indi. Yavaşça yaklaştıktan sonra tozlu büyük demir kapıyı itmeye çalıştı. Ama nafile. Kapı yapışmış olacaktı ki santim hareket etmiyordu. Mecburen arabasını yol kenarında bırakacaktı. Arabasına tekrar binip, yoldan geçecek diğer araçlara mâni olmayacak şekilde kenara yanaştırdı. Yan koltuktan ceketiyle çantasını alarak bahçe kapısının önüne döndü. Ceketini sırtına geçirip bel hizasındaki demir kapının üstünden atladı. Zemine yumuşak iniş yapınca etrafı izlemeye başladı.​

Fazlasıyla geniş bir bahçeye sahiplik eden, iki -belki de üç- katlı, oldukça eski, ahşap, adeta korku filminden çıkmış gibi bir ev vardı karşısında. İlk defa gidişi değildi bu. Fakat bir farklılık sezmişti. Çok geçmeden neyin böyle düşünmesine yol açtığını kavradı. Bahçedeki tüm ağaçlar, sanki yakılmış gibi duruyorlardı. Öyle ki bahar olmasına rağmen dallarında tek bir çiçek, yaprak bile yoktu. Gövdeleri artık kömür rengini almış, çıplak ağaçlardı sadece. Evin ahşap duvarlarında da is izleri bulunuyordu. Kesinlikle yangın çıkmış olacağına karar verdi. En azından eve sıçramamış olması sevindiriciydi.

Çamura dönmüş yolda bata çıka ilerlemeye çalışıyordu. Yerde irili ufaklı su birikintileri olduğuna göre bu taraflara yağmur yağmış olabileceği aklına geldi. Pantolonunun paçalarını kirletmemek uğruna güç bela yürüyebiliyordu. Tüm çabaları sonuç vermiş, temiz bir vaziyette evin kapısına varmıştı. Kapıyı tıklattı. Ceketinin kolunu sıvayıp saatine baktı. Sonra tekrar kapıyı tıklattı. En ufak bir sesi dahi kaçırmamak için yavaş nefes almaya çalıştı. Yine bir hareketlilik yoktu. Kapının yanındaki pencerenin önüne gelerek içeri baktı. Karanlıktan gözleri hiçbir şeyi seçemiyordu.

Geri gelip iki basamaklık küçük merdiveni inerek toprak yola döndü. Sağına dönünce, kapalı pencerelerden dışarıya ışıkların sızdığını fark etti. Muhtemelen evin o kısmını kullanıyorlardır, diye düşündü. Bu kısımdaki kapı epey görkemli bir şeydi. Ayrıca çok ince ahşap işçiliğinin eseri olmalıydı. Daha önce de buraya uğramıştı, ancak hiç yakından inceleme fırsatına erişememişti. Kapının önünde kısa bir süre durarak diyeceklerini aklından hızlıca geçirdi. Boğazını temizleyip ceketini düzelttikten sonra kapıya vurdu.

Kapıyı genç bir bayan açmıştı. Muhtemelen yirmili yaşların ortasında olan, suratı makyajsız, bir parça soluk, bembeyaz tenliydi.
“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın kibarca.
“Öncelikle başınız sağ olsun. Ben Zehra Hanım’ın avukatıydım. Kendisi bana, öldüğü takdirde, akrabalarına okumam üzere bir vasiyetname tevdi etmişti. Eğer yakınları ve akrabaları buradaysa son görevimi ifa etmek isterim.”
“Elbette, dışarıda kaldınız.” diyerek içeri buyur etti.

İçeri girer girmez suratına sıcaklık vurmaya başladı. Beyaz taşlardan yapılma büyük şömine, cayır cayır yanmaktaydı. Salonda kapıyı açan kadının dışında iki kadın, iki adam ve üç de erkek çocuk bulunuyordu. Hepsi büyük bir sessizlik ve dikkatle, eve gelen bu yabancı adama bakıyorlardı.

“Merhabalar, ben Zehra Hanımefendi’nin avukatı Umut. Tekrardan başınız sağ olsun. Rahmetli, ölmeden evvel vasiyetnamesini yazıp bana saklamam ve gerektiği zaman siz yakınlarına okumam için görevlendirmişti. Acınız tazeyken bu işlerden bahsetmenin hoş olmayacağını düşünerek biraz geç gelmekte karar kıldım. Umarım hata etmemişimdir. Herkes buradaysa başlayalım isterseniz.” dedi, gayet ciddî bir tavırla.
“Ayakta kaldın evlâdım, gel otur önce şöyle.” dedi, içlerindeki en yaşlı olanı. Muhtemelen merhumenin kocasıdır diye tahminde bulundu kendince.

Hemen solunda bulunan tekli bir koltuğa oturup çantasını önüne, dizlerinin üstüne aldı. İçinden siyah bir dosya çıkartıp çantasını koltuğa dayanır bir vaziyette yere bıraktı. Dosyanın içinden, okuması gereken vasiyetnameyi bulmaya çalıştı. Bu sırada kapıyı açan kadın, çay içip içmeyeceğini sordu. “Zahmet olmazsa eğer bir bardak alabilirim.” diyerek aramasına devam etti. Çok geçmeden de bulmuştu. Aynı zamanda çayı da gelmişti. Kadın bir sehpa çekip üstüne çay bardağını bıraktı. “Çok teşekkürler.” deyip çayından bir yudum aldı ve elindeki kâğıdı, sesli bir şekilde okumaya başladı:

“Ben, Zehra Kara. Bu vasiyetnamenin, ben vefat ettikten sonra akrabalarıma açıklanmasını arzu ediyorum. Öyle ki mal-mülk konusunda hiçbir şekilde ihtilâfa, kavgaya düşmesinler. Öncelikle baba yadigârı evimi, tıpkı babamın da en küçük kızı olan bana bıraktığı gibi, küçük kızım Büşra’ya verilmesini arzu ediyorum. Büyük kızım Kübra’ya şehir merkezinde bulunan 2 apartman dairesinin verilmesini arzu ediyorum. En büyük evlâdım, biricik oğlum Furkan’a da Fethiye’deki yazlık evimin verilmesini arzu ediyorum. Sevgili eşime ise bankada bulunan tüm malvarlığımı bırakıyorum. Şayet o benden önce ahirete göç etmiş ise torunlarıma bırakılmasını arzu ediyorum. Yirmi Ocak iki bin on altı. İmza, Zehra Kara.”

Odaya, can sıkıcı bir sessizlik hâkim olmuştu. Çocuklar bile, yetişkinler gibi oturmuş, yere bakıyorlardı. Çayını eline alıp içmeye devam etti. Hızlıca bitirerek bir an önce iç karartıcı bu evden gitmek istiyordu.

“Allah razı olsun evlâdım, eksik olmayasın. Senin de işin bu elbette. Zahmet edip buralara kadar geldiğin için teşekkür ederiz.” dedi yaşlı adam titrek bir ses tonuyla. Rahmetli eşinden son olarak bir şeyler işitmek, onu duygulandırmış olmalıydı.
“Aklınıza takılacak bir şey olursa veya yardım almak isteyeceğiniz bir konu olursa beni aramaktan çekinmeyin. Veraset işlemlerini artık başlatabilirsiniz.” diyerek kâğıdı yaşlı adama uzattı. Çayını bitirmiş, nihayet gidebilirdi. Fakat burada son olarak yapması gereken ufak bir işi kalmıştı.
“Tuvalet ne taraftaydı acaba?” diye sordu.
“Hemen soldaki ilk kapı.” şeklinde cevapladı yaşlı adam, parmağıyla ileriyi göstererek.

Yere bakarak tuvaletin önüne kadar yürüdü. Burası fazlasıyla pis kokan ve salona göre epey soğuk bir yerdi. Hızlı bir şekilde tuvaletini yapıp ellerini yıkadıktan sonra çıktı. Oturduğu koltuğun yanına tekrar gelerek çantasını eline aldı.
“Benim gitmem gerek, ofiste işler bekliyor. Çay için çok teşekkürler. Tekrardan başınız sağ olsun.” diyerek kapıya doğru yöneldi. Diğerleri de kalkarak kapıya kadar eşlik ettiler. Ayakkabısını giyip hafifçe başıyla selâmladı insanları. Arkasını döndü ve yürümeye başladı. Yolun ortasına geldiğinde cep telefonunun yanında olmadığını fark etti. Evde mi unutmuştu acaba? Yok, hayır. İçeride telefonunu hiç çıkartmamıştı bile. O hâlde arabasında olmalıydı. Kimsenin, bu süre zarfında aramamış olmasını umarak adımlarını sıklaştırmaya başladı.

Demir kapının üstünden atlayıp uzaktan kumandayla arabanın kilidini açtı. Sağ ön kapıyı açınca telefonunu gördü. Yalnızca bir tane cevapsız araması vardı. Arayan numara rehberinde kayıtlı değildi. Geri araya tıkladı. Dördüncü çalma sesinin ardından bir kadın açtı telefonu.

—Alo.
—Telefonum yanımda olmadığı için açamamıştım. Beni aramışsınız sanırım.
—Gece de aramıştım. Sabah dönmeyince tekrar arayayım dedim. Ben Zehra Kara, tanıdınız mı beni?
—Zehra Kara mı? Ama nasıl olur?
—Başka numaradan arayınca çıkaramadınız beni tabii. Telefon da gidince mecburen böyle aramak durumunda kaldım. Belki haberlerde denk gelmişsinizdir, evimde dün gece çok büyük bir yangın çıktı. İtfaiye zar zor söndürdü vallahi. Sizden yardım alabilmek için rahatsız etmiştim. Şu an devlet hastanesindeyim. Bizim çocuklar gece bende kalıyorlardı, dumandan etkilenmişler. Doktorlardan durumlarını da öğrenemiyorum. Müsaitseniz uğrar mısınız diyecektim.
—Sizin öldüğünüzü söylemişlerdi bana. Bu nasıl olabiliyor? Az önce sizin evinizdeydim. Sapasağlam duruyor yerinde.
—Size kim verdi öldüğümün haberini?

Hafızasını yokladı. Gerçekten, ona bu haberi kim vermişti? İçeridekilere söylediği şeye göre en az üç-dört gün öncesinden beri biliyordu. Sabah uyandığında gitme kararı aklındaydı. Onun öncesinde buna dair en ufak bir düşüncesi bile yoktu. Kimin söylediğini de hatırlayamamıştı. Aklından, “Ev yandıysa ben nereye girdim peki? Hadi onu da geçtim konuştuğum kimseler kimdi? Çayını içtiğim, tuvaletine girdiğim ev nasıl olur da yanmış olabilirdi? Bana şaka yapıyorlar kesin.” diye geçirdi. Kafasını çevirip eve doğru baktığında şok oldu. Gerçekten orada harabeden başka bir şey yoktu. Telefon elinden kayıp yere düştü. O vaziyette bir dakikadan fazla, hiçbir şey düşünmeyerek durdu.​
 
Eline sağlık. Özellikle ikinci bölümün son kısımlarında merak ve gizem unsurları oluşunca heyecanım arttı. Devamı vardır umarım.
 
Teşekkür ederim. Aslında hikâyeyi ucu açık bir şekilde sonlandırmaktı en başından beri amaçladığım. Sonunu okuyucunun hayal gücüne havale ediyorum. O yüzden devamını yazacağımı pek sanmıyorum.
 
Back
Top Bottom