Buzların Hakanı-Yeni Bölüm+ Karalama

Users who are viewing this thread

Evet arkadaşlar, yeni bir bölüm ile daha karşınızdayım, yorumlarını ve eleştirilerinizi bekliyorum. İyi Okumalar  :wink:




GÖNÜLLÜ

Biraz dinlenmeye karar verdik. Bu benim hayatımda yaptığım en uzun yolculuktu, belki de grupça yapılan en uzun yolculuktu. Birçok yeri görmüştüm, kaç defa ölümle burun buruna geldiğimi hatırlayamıyorum. Karlı dağlardan,uçurumlara kadar birçok tehlikeli bölgenin toprağına ayağımı basmıştım. Bu yolculuğumda benim her daim yanımda olan iki şey vardı; yeni dostlarım ve kurdum Buz, Buz çok hızlı büyümüştü. Bu yolculuk sanki hem beni hem de Buz'u olgunlaştırmıştı. Artık kendimi daha güçlü ve dinç hissediyordum. Kılıcımı birkaç ay öncesine nazaran daha kabiliyetli ve kontrollü kullanıyordum. Karşıma günlerdir; yanımda kurdumu, dostlarımı;gökyüzünün en üst semalarında krallıklarını kurmuş ve diğer kuşlara baskın gelmiş, kartallar ve dağlarda yalnızlığın sembolü olarak bilinen dağ keçilerini görmüştüm.

Günlerce dağ keçilerini avlamış idik, onların kötü kokan ve tadı pek de güzel olmayan etlerini, soğuktan dolayı bir türlü yanmayan ateşte pişirmeye çalışmış, ki bir çoğunda başarısız olmuştuk. Günlerce yemek yemeğimi hatırlıyorum. Şimdi daha iyi bir durumdaydım. Artık dağlardan süren maceramız son bulmuştu çünkü daha aşağılara inmiştik, burada daha fazla avlayacak hayvan olmalıydı. Burası pek görmeye alışkın olduğum bir coğrafî yapı değildi, ben bozkırların hüküm sürdüğü ve buradan daha güneyde olan İchamur'dan gelmiştim. Dağların soğukluğunu anlatmadım, tabiî diğerleri bu duruma pek aşina gözüküyorlardı. Burası biraz daha sıcaktı. Sıcaktan kasıt genel olarak kitaplardan okuduğum Svadya'nın sahilleri gibi veyahut Nord diyarının yağmurlu arazisi gibi değildi.

Burada bozkırın etkileri fazla görünmezdi. Çünkü bu topraklarla Kergit topraklarını ayıran büyük dağlar vardı. Soğuk; teninizi yakardı,kimi zaman ellerinizin hareket ettiğini hissetmezdiniz, burnunuzun geçirdiği soğuk evrelerinde öldüğünüzü sanırsınız çünkü nefes alış-verişini anlayamazdınız. Bunu engellemek için ise genelde burnunuzdan biraz daha sıcak ellerinizle bir kalkan örüp hızlı bir hâlde nefes alıp verirdim.

Bu sırada hem ellerimi hemde burnumu ısıtmış olurdum. Lakin en kötüsü kulaklarınızın üşümesi idi. Sanki hançer gibi kesici bir aletle kulağınızı kesip atmış gibi hissederdiniz.

Bu saydığım olaylara rağmen yolumuza kararlı ve öz güvenli bir şekilde devam etmiştik. Etrafta ağaç veyahut altına uzanabilecek büyüklükte bir çalılık arıyordum. Şanssızdım ki etrafta böyle bir şey bulamadım Uzaklara baktığımda da göremedim. Yapacak bir şey yoktu. Yere bağdaş kurarak oturdum, diğerleri de ben,m yaptığımı yaptılar ve sohbet etmeye başladılar. Kurdum Buz hafifçe yanıma sokuldu,tüyleri sayesinde sıcaklığım az da olsa artmıştı. Pelerine benzeyen, avladığım dağ keçilerinin derisinden yaptığım, 1,75 m boylarında genişliği bir kaç avuç kadar olan bezi yere hafifçe serdim. Ardından yere serdiğim pelerinimsi şeyden genişlik ve uzunluk olarak biraz daha küçük olan diğer bezi de çıkardım. Bu battaniye görevi görerek beni öldürücü soğuklardan korumaya çalışacaktı. İşlerimi bitirdikten sonra yaptığım mini yatağın yarım metreden biraz daha kısa olan bir uzunluğa ateş yakmaya başladım. Neyse ki yanıma ve atımın üstüne birkaç odun parçası koymuştum. Bunlar bize birkaç gün yetecek vaziyetteydi.

Ağaçları belli bir nizama soktuktan sonra işin zor kısmına geçiş yaptım, ateşi yakmak... Bu beni bir hayli zorluyordu. Yolculuğumun her günü bu kahrı çekiyordum. Elime aldığım birkaç yaprak parçası ki bunları da yanımda getirmiştim. Sebebi ise tamamen öngörülerim idi. Kendimde en sevdiğim özellik buydu. Elime aldığım yaprakları üst üste dizdim. Elime yanımda getirdiğim küçük dal parçasını aldım. İki elimin arasına koyarak, ellerimi bir ileri bir geri getirip bir umut ateş yakmayı denedim.

Bu beş dakika boyunda sürdü. En sonunda ateş yanmayı başardı. Ateş yavaş yavaş etrafındaki odunlara yayılıyordu. Hepsini kendi hegemonyası altına alıyor gibiydi. Aklıma, Arslan'ın okuduğu bir kitaptan aldığı her yere ve herkese anlattığı, şu pasaj geldi;

"Ölüler, Kalradya'nın doğusundan işgale başladı, önlerinde hiçbir krallık ya da lord duramıyordu. Her yere ölüm getiriyorlardı. Çocuklar daha annelerinin karnından doğduklarında bir ölü olarak hayata başlıyorlardı. Öldürdükleri tüm insanları kendilerine benzer yaratıklara çeviriyorlardı..."

-Svadya Efsaneleri

Arslan okumaya çok meraklıydı. Evimizdeki tüm kitapları bitirmişti. Kergit destanlarını, Svadya efsanelerini, Nordların savaşlarını, Veagirlerin liderlerini, Sarranid'in coğrafyasını ezbere bilirdi. Bir zamanlar bildikleri ile ilgili kitap yazmaya karar verdi. Lakin maddî imkânsızlıklar dolayısıyla bu hayali yarıda kaldı.

Ateş büyüdükçe ben de daha rahatlıyordum. Kaç haftadır hayatımdaki en büyük zevk bu olmalıydı. Ateşin o koruyucu ve ısıtıcı ışınları yüzüme geldikçe daha derin düşüncelere dalıyordum. Bazen uzak diyarlarda bir şatoda, bazen bir savaşın ortasında, bazen kıyıya vurmuş bir geminin olduğu bir sahilde, kimi zamanlarda da bir boşlukta gibiydim. Sabit bir konumum yoktu. Bu rüyalarımda da, gerçekte de böyleydi.

Bu günün yorgunluğunu atma vakti sanırım gelmişti. Gözlerimi yavaşça kapattım. Vücudum yavaşça minik yatağıma doğru düşüyordu. Battaniyeye benzeyen deri parçasını da alıp üstüme attım. Bu gün benim için artık bitmişti ,ya da ben öyle sanıyorum. Ben yatmaya çalışıyordum lakin Orhun'un gülüşme sesleri kulağımı bir türlü rahat bırakmıyordu, Orhun iyi bir savaşçıydı ancak gündelik hayatta daha çok bir ozana benziyordu. Aybek'inde, Orhun'dan aşağı kalır bir yanı çok yoktu. Bu ikisi bazen masallarda duyduğumuz garip ikililere benzerdi. Sürekli birbirleriyle laf dalaşına girerlerdi, bu çoğu zaman beni eğlendirirdi. Çünkü bu ıssız bölgelerde insanı güldürecek iki şey vardı bence;birincisi kendi ayağına gelen veya kolayca avladığın nefis tadı olan bir hayvan, ikincisi ise böyle bir ikili. Orhun yine o abartı savaş hikayelerini anlatmaya başladı, "Karşımda benden bir metre büyük bir ayı vardı. Devasa savaş baltamı aldım ve sonra..." dedi. Ancak sözlerini Aybek kesti, "Senden bir metre büyük olabilecek tek yeteneğe sahip olan benim aletimdir." dedi alaycı bir tonla. Bu herkesi güldürmüştü, buna ben de dahildim. Daha sonrasındaki konuşmalar bana fısıltı gibi gelmeye başladı. Tekrardan zihnimin çağrısına uyarak, derin düşüncelere daldım.

Küçüklüğümden gelen bir alışkanlık olsa gerek, her gece yatmadan önce uzun uzun düşünürüm. Aklıma kimi zaman fantastik fikirler gelir, kimi zaman geçmişi anımsardım. Bu sefer geçmişi anımsadım. Aslında kaç haftadır anımsadığım buydu. Geçmişi hatırlamak. İnsanlar çok hata yaparlar, bu onların doğasında vardır. Çoğu zaman hataları onların yüzüne bir ceza olarak döner. Ceza yaptıkları suç ile doğru orantılıdır. Ancak benim durumum biraz daha farklı ben hiçbir şey yapmamışken ceza alacağım. Hemde Dünyanın en büyük cezalarından birini belkide. Aklımda hâlen cevaplayamadığım bazı sualler vardı. Bunlar uykularımı kaçırıyorlar son zamanlarda.

Bu sefer düşündüğüm şey geçmişte yaşadığım absürt bir hadise üzerineydi. Bundan daha birkaç yıl önce ben Arslan ve semtimizdeki diğer bazı çocuklar ile kendimizi muhafız ilan etmiştik. Mahallenin ulu muhafızları, yani bizler. Bu olayı o kadar büyütmüştük ki kendimize özel bir yeminimiz bile vardı, yemin yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi:

"Ben muhafızım, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer muhafız arkadaşlarımı dıştan gelecek tüm tehditlere karşı koruyacağım. Kergit'in, İchamur'un ve tüm mahallelerin son kalesi benim. Saydıklarımı koruyacağıma ant içerim."


Başta sadece birkaç ufak çocuğun kendi aralarında şakalaşmak ve oyun malzemesi yapmak için oluşturduğu bir oluşum diye düşünebilirsiniz, şuan bakınca ben de o görüşler içerisindeyim ama boyumuz ufak yaptıklarımız büyüktü. Kendimize tahtadan kılıçlar , deriden küçük zırhlar yapmıştık ve ufak bir kulübeyi kendimize mesken tutmuştuk. Bu kulübe de yapacağımız harekatları planlıyorduk. Yaptıklarımız bizim yaşımızdaki diğer çocukları da etkilemiş olacak ki diğer bölgelerde de böyle hareketlenmeler ortaya çıkmıştı. Bu noktadan sonra iş daha da ciddiye binmişti bizim için. Resmen çeteler arası savaş çıkmıştı.

Onlar bizim bölgemize gelirdi bazen de biz başkalarının bölgesine giriş yapardık. Bu izinsiz girişlerin çoğunda ufak çarpışmalar olurdu. Bu çarpışmalar birkaç yumruk ve tekme hareketinin ardından gelen bir şehir muhafızı ya da çevredeki yetişkinlerden birinin ayırmasıyla son bulurdu. Ayrıldığımızda ise birbirimize ağız dolusu küfürler yağdırır ve oradan uzaklaşır idik. En kötüsü de buydu zaten ayrılmak. İnsan bir kavga sırasında aldığı darbeleri ya hiç hissetmez ya da çok az hissederdi. Ayrılmamızdan birkaç dakika sonra yediğim; yumruk, kafa ve tekme darbeleri yeni etkisini gösterirdi. Eve çoğu zaman kırık bir burun, patlamış bir dudak ve kırık bir dişle dönerdim. Benim grubumdaki arkadaşlarım benim en kuvvetli kişi olduğuma inanırlardı. Bu yüzden hep ön safta en dövüşürdüm ve sonuç olarak en çok darbeyi ben alırdım. Aldığımız darbeler bizim için savaş ganimeti gibiydi. Bu çocuklar arasında bir böbürlenme kaynağıydı. Bu kavgalar üç aydan biraz daha sürdü. Bu olaylar beni büyüten olaylar ile son bulmuştu, o olay babamın ölümüydü.

Babam ben on altı yaşındayken ölmüştü. O zamanlar ruhen fazla büyüyemediğim için üzerimde koca bir şok dalgası olarak gelmişti. O zamanlar evde hep babam çalışırdı. Farklı işlerde çalışıyordu. Evden çıktığı zamanı çok iyi biliyordum. Her sabah hazırlığını yapar, kapıdan dışarı çıkıp, aynı yoldan işe giderdi. Ben o çıktıktan birkaç dakika sonra, onun uzaklaştığından iyice emin olduğunda sokağa çıkar yine eve dönmeden birkaç dakika önce eve giderdim. Zamanlamam çok uygundu. Çok nadir yakalandığım olmuştu. Yakalandığımda çoğu zaman dayak yiyordum lakin dayak genelde hafif olurdu. Lakin bir gün babam geri gelmedi, günlerce dışarıda soğuk altında bekledim. Arkadaşlarımla gündüzden sabaha kadar babamı arardık. Babamın cesedi birkaç gün sonra geldi ama benim bakacak cesaretim yoktu. Hiçbir zaman nasıl öldüğünü öğrenemedim. Sanırım hiç bir zaman da öğrenemeyeceğim.

Babam öldüğü zaman ilk defa yoksuluğun anlamını öğrendim. Yoksulluğu sadece istediğin şeyi almama olarak biliyordum. Şimdi yoksulluğun gerçek manâsını öğrendim. Yoksulluk; gece yatağa aç gitme, dışarıya ilk başlarda eski elbiselerle çıkamam deyip ardından yırtık elbiselere çıkmak ve en kötüsü zengin insanların o garipseyen bakışlarına maruz kalmak. Bu bakışlar sizi insanlardan ötekileştirir ve intihar edecek raddeye getirir.

Düşünmek beni yormuş olacak ki gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı.

****************************************************************************************************************

Rüyama kaldığım yerden devam ediyordum sanki. Yine o adam karşımda duruyordu.Adam "Sen hâlâ burada ne yapıyorsun.", duyduklarıma bir türlü bir anlam veremiyordum. Adam tekrar arkasına döndü, tedirginlik verici bir şey görmüş olmalıydı ki arkasına döndüğünde yüzünde bir endişe vardı. Kısa Kergit kılıcını havaya kaldırarak "Geliyorlar!" diye bağırdı. Arkama baktığımda hafif zırhlı altmışa yakın adam, bir savunma hattı kurmuş gibi duruyorlardı. Karşımda duran adam da bu savunma hattına katıldı, Yukarıda yükselen güneş görüşümü zorlaştırıyordu. Elimi kaşlarımın üstünde bir kalkan gibi tutup ileriyi görmeye çalıştım. Şimdi ilerimi daha net görebiliyordum. Ancak gördüğüm manzara pek de iç açıcı değildi. İleride bir eliyle kalkan diğer eliyle balta veyahut kılıç tutan yüzlerce adam üzerimize doğru koşuyordu.

Bu benim için pek de iyi olmayan bir manzaraydı. Yerde kılıç ve kalkan aramaya başladım. Sokağın kenarında ölmüş bir asker gördüm. Askerin karnı balta ile birden fazla kez vurulmuşa benziyordu. Bağırsakları ve diğer organlarının bir kısmı parçalanmış, bir kısmı da dışarıya fırlamıştı. Bu mide bulandırıcı görüntü bir hayli canımı sıkmıştı. Ölen askerin yerdeki kılıcını ve yarı parçalanmış baltasını elime aldım. Tekrardan sokağın ortasına dizilmiş askerlerin arasına katıldım. İleride büyük ihtimalle bize saldırmayı planlayan askerlerin görüntüsü vakit geçtikçe netleşiyordu.

Netleşme içimi pek de ısıtmıyordu aksine daha korkutuyordu. Sıcak temasa çok az kalmıştı. Önce sol ayağımı öne attım, ardından kalkanı önüme savunma pozisyonuna koydum ve son olarak kılıcımı kalkanın ilerisine getirerek pozisyonumu aldım. Bize doğru koşan adamlar ilk olarak yaptığımız kalkan duvarına çarptılar, kalkanımızın fazla büyük olmamasından dolayı bu hareket sadece saldırının hızını dindirmişti.

Bu sefer şanslıydım, karşıma gelen adam ince ve zayıf biriydi. Kılıcıyla sağ taraftan olan ve aynı zamanda yukarından gelen bir hamle yaptı, bunu kılıcımla kolayca püskürtmeyi başardım. Aynı hamleyi sol taraftan yapmaya kalkıştı. Bu sefer kılıcımı değil çevikliğimi kullanarak eğilerek kılıç darbesinden kaçtım. Adam yorulmuş olacak nefes alış verişini zor yapıyordu. Bunu hemen değerlendirerek sağ elimle tuttuğum kılıcı sol çapraza doğru çektim sonra adamın boğazını kestim. Boğazından fışkıran kanların bir kısmı üstüme gelmişti.

Öldürdüğüm adamın yüzüne baktım, belki evli ve çocuk sahibi biriydi, belkide bir nişanlıydı. Yüzüne biraz daha odaklanınca yüzünün bana benzediğini fark ettim. Bu nasıl olabilirdi diye düşünmeye başladım uzun bir süre. Bu düşünce dalışını kalın ve tedirgin bir bağırış bozdu. "Geri çekilin!.." dedi biri. Bizden biri olmalıydı ki az önce oluşturduğumuz hatta yanında durduğum adamlar kaçmaya başlamıştı. Biri omzuma çarptı, dengemi kaybettim ancak tam anlamıyla yere düşmedim, ardından biri daha çarptı ve biri daha... En sonunda yere çakıldım. Kalkmaya çalışıyordum lakin kaçan askerler ve onların peşinden koşan diğer askerler bunu engelliyordu. Karşıma uzun boylu ve elinde büyük bir baltası olan adam geldi. Yüzüme bakarak şeytani bir gülümsemeyle içimdeki nefret duygusunu tekrar uyandırdı. Elinde büyükçe bir balta vardı. Baltanın keskin tarafı düzdü, bir Nord baltasına benziyordu, baltanın kabzasının uzunluğu bir metreden biraz daha küçüktü.
Baltanın üstünde kanlar vardı. O rüyada son hatırladığım o andı.




****************************************************************************************************************




Güneş beyaz tenime vurarak beni uyandırmayı başarmıştı yine. Güneş bugün etrafa tüm gücünü saçıyor gibiydi. Bu iyi bir hadiseydi, bu diyarlara pek güneş vurmazdı, tabiî ben bunu yeni tecrübe ediyordum. Bu diyarlar hakkında sadece ozanlardan ve bana zorla okutulan birkaç kitaptan edindiğim bilgiler ile yola çıkmıştım başta. İnsanlar efsaneler türetmeyi sever özellikle de uzak diyarlar hakkında. Misal, Kergit topraklarında en çok efsanenin dolaştığı bölge Nord ve Veagir coğrafyalarıdır. Sanırım birçoğu birer propaganda aracıydı. Örnek olarak:

"Nord diyarında yaşayan büyük ve savaşçı bir berserker varmış. Bir savaş içinde ölünce tanrı(lar) onun Kahraman Cennetindeki savaşçılardan çok daha üstün olduğunu dile getirip onu dünyaya geri göndermişler. Adamın ruhunun da bedenini terk etmesi sonucunda, kudretli ve güçlü bir vücut kimsesiz kalmış. Bunun haberini alan kötü güçler bu bedenin içine girmişler. Savaşçı yıllar boyunca köyleri yağmalamış nice askerleri öldürüp etlerini, öldürdüğü insanların kemikleriyle yaktığı ateş üzerinde pişirdikten sonra yermiş. Bu sayede gücüne güç katarmış. Karşısına kimse çıkamaz olmuş hatta tanrı(lar) ve melekler bile ondan korkar olmuşlar. Ondan daha güçsüz olan biri onu bir gün uykusunda yakalayıp öldürmüş."

Tüm Kalradya derin bir nefes çekmiş. Aslına bakıldığında çocukluğum bu tür hikâyeler üzerine geçmişti. Veagirin yetileri, çöllerin devasa yılanı, Rodokların ayı adamı, Svadya'nın aslan sövalyesi... Geceleri yatmadan önce bu hikayeleri okuyarak büyür, en güvenli toprakların İchamur ve Kergit toprakları olduğunu düşünürdüm. Ne kadar yanıldığımı şimdi daha iyi anlıyordum. Söylediğim şeylerden hiçbiri karşıma çıkmamıştı ve çıkacağını da pek sanmıyordum.

Şimdi bu düşüncelere ayıracak pek bir vaktimizin olduğu söylenemezdi. Hemen yola çıkıp Sungecthe Kalesine varmalıydık. Aslında hâlâ bir esir sayılırdım, ancak Baybars benim başarılarımdan dolayı daha serbest bırakmışlardı. Sanırım Baybars bana güveniyordu. Batur'u öldürdüğüm gün bana gelip, kendilerine katılıp katılmayacağımı sormuştu, ben ise hiç beklemeden evet demiştim. Bu sayede kimse benden şüphe duymayacaktı. Ekipteki diğer kişilerle de samimi olmaya başlamıştım lakin onlarda hâlen devam eden bir karamsarlık vardı. Kaç yıllık arkadaşları onlara ihanet etmişlerdi, gerçi ben daha neyin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama öğrenmeme uzun sürmeyecek gibiydi. Komutan Baybars yanıma geldi, önce gözleriyle beni baştan aşağı süzdü ve bir şeylerden tatmin olmuş gibi kafasını salladı. Yüzüme kısa bir süreliğine daha baktıktan sonra:

"İlteriş, sana borçluyum," dedi. Bu sözden sonra başımı yavaşça öne eğdim, "Sen olmasan ne o haydutların izini sürebilirdik, ne de içimizdeki haini bulabilirdik. Artık sen de benim nökerim sayılırsın, sana anlatmam gereken bazı önemli olaylar var." dedikten sonra sırtıma dokundu ve yaptığımız küçük çadırların olduğu kamptan yavaşça uzaklaşmaya başladık. Etrafına bir attıktan sonra bana döndü, "Eminim aklında cevaplanmamış bazı soru işaretleri vardır, bunları basit askerlere kolay kolay söylemem ama içimde sana karşı oluşan bir duygu ve bu yüzden sana olanları basit ve şeffaf bir dilde anlatacağım. Batur ve senin daha önce öldürdüğün diğer haydutlar devlete karşı gelen büyük bir oluşumun parçası, kendilerine "Kara Kergitler" diye hitap ediyorlar. Bunlar tahta bulunan Janakir Han'ı indirip kendi istedikleri lideri baş getirmek istiyorlar." dedi. Aklıma bir soru gelmişti ve hiç bekletmeden sordum, "Peki, bunlar sadece basit birkaç haydut değil mi?" dedim. Komutan bana hak payı verircesine başını salladı ve omzunu silkerek devam etti, "Haklısın, aslında birkaç bozkır haydutu olsa işlerinden kolayca gelirdik ancak işler düşündüğünden daha derin, ülkenin iktidarını sarsmak isteyen bazı komşu devletler bu ve bunun gibi oluşumlara destek veriyorlar. Maddi açıdan büyük paralar harcıyorlar. Hatta, belki inanmayacaksın ama geçenlerde ele geçirdiğimiz bir Kara Kergit bir Kergit bile değildi." dedi. Bu sözünden sonra yüzümde bir şaşkınlık ifadesi belirdi, komutan bunu fark etmiş olacak ki sözlerine söyle devam etti, "Evet, doğru duydun bir Kergit değildi, sanırım bir Vegirliydi." diyerek sözlerini noktaladı. Kafam bir hayli karışmıştı yere bakarken komutan yine söze girdi, "Ha, unutmadan belki duymuşsundur, geçenlerde bir Kergit Noyanı İchamur'da alçak bir saldırıya uğrayarak can verdi, o gün sadece o ölmedi. Bu alçaklar aynı zamanda kısa süreliğine oraya gelmiş olan bir tüccarı ve Svadyalı bir paralı askeri de öldürdüler."dedi. Ardından Orhun komutana seslendi ve komutan benim yanımdan ayrıldı.

Aklım daha bir karışmıştı, ölenlerden biri Arslan değildi. Ancak bu beni istemediğim bir sonuca itiyordu, o da Arslan'ın bütün suçu üstüme atmış olmasıydı. Bu canımı bir hayli sıktı, çocukluk arkadaşım Arslan hem devletine hem de kardeşine ihanet etmiş bir hain miydi? Ural benim yanıma geldi; çocuksu yüz hatları, ortalama boyu ve beyaz teniyle birlikte bir güzellik yaratan kıvırcık saçlarıyla yüzüme baktı, "Hadi hazırlan gidiyoruz." dedi. Bana grupta en yakın olan kişi oydu. Saf birisine benziyordu, Orhun'un çoğu zaman onu yemek sırasında kandırdığını görmüştüm. Yavaşça atıma doğru gitmeye başladım, kurdum Buz, Ögeday ile çok samimi olmuşa benziyordu, beni görür görmez hemen yanıma koştu, bende buna karşılık eğildim. Buz ellerimi yalamaya başladı, ardından göğsümü ve son olarak yüzümü. Bunu gören Ögeday da yanımıza geldi; kendisi kahverengi gözlü, uzun boylu, kumral ve yakışıklı biriydi. Genelde sessizliği seçerdi. Akşamları yemek yerken, yemekleri midesine indirmek dışında yaptığı tek şey Orhun'un yaptığı iyi veya kötü şakalar gülmekti. Orhun hep konuşurdu. Genelde kötü nadiren de iyi espriler yapardı. Orhun; siyah saçlı, çekik gözlü, uzun saçlı ve kısa olan bir askerdi. Bir de Aybek vardı, o ise Orhun'un yaptığı kötü esprilerle dalga geçen biriydi, kendisi;orta boylu, badem gözlü, hafif tombul biriydi.

Buz'un beni yalaması faslından sonra atıma yöneldim, atıma tek bir hamleyle oturmayı başardım ki zaten her Kergitlinin de bunu başarabiliyor olması gerekirdi. Kergitler iyi ata binen bir milletti, bizim genelde kılıcımız ve zırhımız hafif olurdu. Bu sayede atı daha hızlı kullanıp düşmanı çevik manevra hareketlerimizle bir çıkmaza sokabilirdik. Her milletin kendine özgü savaş stili ve özelliği vardı, bizimki de buydu. Misal; Rodokların hiç atlı birliği bulunmazdı hep piyade birliklerine sahip olurlardı, Svadyalılar çok ağır zırhlara sahip birlikler kullanırdı bir okçunun arbalet kullanmadan bu zırhları delebilmesine imkân yoktu, Nordlar savaş baltaları ile ünlüdür, bu baltalar sayesinde bir adamı tek bir hamlede iki parçaya bölünebilecek kuvvette olduğu söylenir. Bunu anlatırken yine Arslan'ın sıkça dile getirdiği şu paragraf aklıma geldi.

"Kalradya milletleri bir döngü içindedir. Bu döngü şöyle işler, örneğin; "X" milleti önce büyür ve altın çağlarını yaşar; halkı zenginleşir, ordusu güçlenir, kralları ve lordları tüm diyara nam salar... Sonunda X milletinden dolayı fakirleşmiş "Y" milleti buna dayanamaz ve liderlerine baş kaldırır, liderleri bu baskıya daha fazla dayanamayıp savaşa başlar. Savaşmak için var güçlerini kullanan Y milleti bir şekilde X milletini yenmeyi başarır. X milletinin yenilmesinin bir sebebi de halkının zevk-ü sefaya alışmasıdır. Sonunda Y milleti güçlenir, diğer milletlere baskın gelir ve bu döngü böylece devam eder."

Bu söz şimdi bana daha anlamlı geliyordu. Bu döngü hayatın bir parçasıydı, kainatın bir parçasıydı... Atlarımızı yavaşça sürmeye başladık, canımın sıkılmaya başladığını sezdiğimde Orhun'un yanına gittim. Orhun yine o kötü şakalarını yapıyor ve ekibi eğlendirmeye çalışıyordu. Yanlarına gittiğimde kahkahalar atarak, "O kız kendisi bana gelmişti ve sabah uyandığımda koynumda onu gördüm." dedi. Sonra kahkahasına tekrar devam etti. Aybek seslice güldü, Ögeday ise hafifçe gülümsedi. Ben de bir kahkaha attım, doğrusunu söylemek gerekirse kadınlara karşı bir zaafım vardı. Bu sefer Aybek söze girdi, "Acaba yine ne ile o kızı kandırdın." dedi. Kendisine gelen bu yemi yutmadı Orhun, "Acaba seni ne ile kandırmıştım." dedi. Bu sert bir cümleydi. Bu sözden sonra bir laf dalaşı başladı. Bu sohbet beni pek bağlamamıştı, biraz daha ilerimizde derin düşüncelere dalmış Ural'ı gördüm. Yanına gittim daha beni fark etmemişti. Bir süre daha bekledim ve küçük bir öksürük sesi ile burada olduğumu belli etmeye çalıştım. Ural bana baktı, "Burada olduğunu fark etmemişim. Kusura bakma." dedi. Ben hiç bozuntuya vermeyerek, "Ural sen diğerlerinden biraz farklısın, pek savaşçı biri değilsin sanırım." dedim. Ural memnun olmuş bir gülümsemeyle, "Gözlem yeteneğin iyi olsa gerek, doğru aslında ben Sungecthe Kalesinin kütüphane sorumlusuyum." dedi. Tahminlerim doğru çıkmıştı. İstediği oyuncağı almış küçük bir bebek gibi içimden sevindim ve devam ettim, "Burada ne işin var? Bu görevler eli sağlam kılıç tutanlar içindir." dedi. Ural hafifçe gülümsedi, başını havaya kaldırarak, "Ben bir okçuyum aslında." dedi. Bir kahkaha patlattım, "Okun ve yayın nerede?" dedim. Bana sinsice bakarak cevap verdi, "Benim yayım beynim, oklarım ise kitaptır, Hah buradaki görevim bazı şeyleri not almak ve bu notları saraya kütüphanesine kazandırmak." Ben hiç bekletmeden, "Peki, iyi şeyler not edebildin mi?" dedim. Bana bakarak, "Ahh evet, mesela; civarda yaşayan kuş türlerini hatta uçuş güzergahlarını, etrafta yaşayan dağ keçisi sayısı, yırtıcı hayvanları ve son olarak da buradan geçebilecek kümes ve ahır hayvanlarını." son dediği şey aslında epey ilgimi çekmişti, kim buradan hayvanlarını geçirmek istesin ki. "Son dediğin bilgi insanların ne işine yarayacak." diye sordum. Ural'ın önce yüzü kızarmaya başladı, bir şeyler olduğunu anlamıştım. Daha fazla ısrar etmeye başladım. Israrlarıma dayanamadı ve cevap vermek zorunda kaldı, "Tamam o zaman, Svadyalılar son zamanlarda güçten düştüler. Rodok, Veagir ve Nordlar oluşturdukları "Kutsal İttifak" ile Svadya köylerini yağmaladılar ve şehirleri yok ettiler. Bize sığınan insanların anlattıklarına inanamazsın. Doğmamış bebekleri annelerinin karnından sökerek aldıklarını söylediler. Kaçan insanların bir kısmı aşırı derece delirdi ve onları bayıltarak öldürmek zorunda kaldık," bu dedikleri içimi ürpertmişti ve devam etti, "Dahası da var, Kutsal İttifak şuan gözünü Kergit bozkırlarına ve Sarranid çöllerine dikti. Eğer olur da bir gün kaçmak zorunda kalırsak diye bu raporlar çıkarmamı istediler." Bu içimi daha da ürkütmüştü, "Bizim bir dostumuz var mı, peki? diye sordum endişeyle. "Maalesef hayır; Svadyalılar artık eski gücünde değil, Sarranidler ile olan durumumuz malum ve Kutsal İttifak ise kendi içlerinde ihanet etmeyecek gibi görünüyor." dedi. Onun da sesinde tedirginlik ve korku vardı. Gözlerini bana dikti ve, "Tehlike çanları çalıyor, dostum, çalıyor..." dedi ve konuyu orada kapattı.


****************************************************************************************************************



Baya bir at sürüşünün ardından ufukta Tansugai Noyan'ın, siyah zemin üzerine geyik motifi işlenmiş sancağı gözüktü. Sancaktan bir kaç tane vardı ancak çoğu son günlerde yağan yoğun kar yağışı nedeniyle kendini pek fazla belli etmiyordu. "İşte," diye bağırdı Ural, gruba dönerek, "Kale gözüktü." dedi. Sesi başarıya ulaşmış küçük bir çocuk gibi çıkmıştı. Komutan, "Sonunda ait olduğum surları tekrar görebiliyorum." dedi. O sırada Orhun bir kahkaha attı, sesi tüm ilgileri üstüne çekmişti. Komutan, "Fazla gevezelik yapmadan kaleye gidelim,"dedi. "Bir an önce şu işi bitirelim." Ben ve diğer arkadaşlarımız aynı anda, "Emredesiniz" dedik. Komutan bir an duraksadı, "Sen hariç İlteriş," dedi, "Sen benle geliyorsun, Noyan senle tanışmak isteyecektir." Bu beni heyecanlandırmıştı. İlk defa bir Noyan ile yüz yüze konuşacaktım ve beni yüksek ihtimalle tebrik edecekti. Komutan atını sürmeye devam etti, hepimiz onun hızına ayak uydurduk. Kale kapısının önüne geldik. Kale surlarının üstünde bekleyen bir asker bize baktı, tam olarak bizi tanımamıştı. Gözlerini kıstı. Daha fazla sabredemeyen komutan söze girdi:

"Asker, biziz. Ben Komutan Baybars." dedi.

Askeri küçük bir telaş kapladı. Arkasına doğru gitti, gözden kaybolmuştu. Bir bağırma sesi duyduk, "Kapıları açın!" bu ses az önce bize bakan askerin sesi olmalıydı. Bu emir sesinden bir dakika sonra yavaş yavaş kapı yukarı doğru açılmaya başladı. O zaman kalenin avlusunu görebildim. İçimi bir heyecan dalgası daha vurdu. Diğer dostlarım ise pek yabancılık çekmiyor gibiydiler. Komutan tekrardan atını sürmeye başladı. Sırayla içeri girdik; en önce komutan, onun arkasından Ögeday ve arkasındaki Aybek ile Orhun ve son olarak ben ve Ural. İçeri girişimizin ardından çevredeki insanların gözü üstüme dikildi. Hepimiz içeri girdikten sonra komutan durdu ve önündeki askerler konuşmaya başladılar. Etrafta duran birkaç kişi benim hakkımda konuşuyordu:

"Baksana bir esire benziyor." dedi içlerinden sesi ince olan.

"Bence yanılıyorsun, bir esir olsa elleri bağlı olurdu ve ata binmezdi." dedi bir başkası.

Konuşulanlardan rahatsız olmuştum ve bunu onlara keskin bir bakış atarak anlatmıştım. Konuşmayı kestiler. Ben onlara kaçamak bakışlar atarken komutan bana seslendi, "İlteriş, hadi benle gel." dedi. Bu emir üzerine komutanı takip etmeye başladım. Emin adımlarla yürürken kafamı öne eğdim. Etrafta bana bakan gözlerin sayısı giderek artıyordu. Her adım attığımda çevrede benim hakkımda konuşan sesler duyuyordum ve bu beni bir hayli rahatsız ediyordu. Daha fazla dayanamayıp yürüme hızımı artırdım. Bunu komutan da fark etti, arkasına döndü bana bakarak, "Çevrendeki insanları takma," dedi ilk önce, "Eğer takarsan onların kölesi olursun." diyerek ekledi. Yürümeye devam ettim, yürüdüm, yürüdüm... Sonunda kabul salonunun olduğu binaya geldik. Kapının önünde iki asker bekliyordu. Komutanın geldiğini görünce selam verdiler, komutan da selam verdi. Askerlerden biri komutana kapıyı açtı, komutan sorgusuz sualsiz içeri girdi. Ben de onu takip etmeye çalıştım lakin bir asker elini karnımız biraz üstüne koyarak, "Sen nereye gidiyorsun böyle." dedi. Sesinde tehditkar bir hava vardı. Bunu duyan komutan arkasına döndü, "Bırakın onu çocuklar," dedi. "O da bizden biri artık." Sinsi ve kibirli bir gülümse yapıp gururumu tatmin ettim. İçeri girdim. İçeriye girdiğimde beni uzun bir koridor karşıladı. Koridorun yan duvarlarının yaklaşık iki metre ilerisine yuvarlak ve geniş sütunlar dikilmişti. Sütunların arasındaki mesafe orantılı olacak şekilde ayarlanmışa benziyordu. Sütunlar koridorun başından sonuna kadar uzanıyordu. Bunların üstüne eski harfler yardımıyla yazılmış metinler ve bazı savaşçıların resimleri çizilmişti. Beni en çok üstünde düşündürmeye iten döngü temalı çizimdi. İlk sütunda küçük çizilmiş bir okçu vardı ileriyi hedef alıyordu, o okçunun arkasında başka bir okçu ve onun arkasında bir başkası ve bir başkası... Yürümeye devam ettim yere baktığımda geyik boynuzları işlenmiş parkelerin yere döşendiğini gördüm. Tansugai Noyan dekorasyona çok önem veren birine benziyordu. Başımı kaldırıp ileriye baktığımda küçük bir tahta oturan Tansugai Noyan'ı gördüm yanı başında iki asker ve önünde çömelmiş bir cariye gördüm. Noyan bizi görünce cariyeyi yanından kovdu ve meyve tabağını eline aldı.

Bunu gören komutanın yüzünde bir hayal kırıklığı ifadesi oluştu. Bunu yüzünde atmak için kafasını yana doğru salladı. Yavaşça diz çöktü. Onun arkasında bulunan bende hemen aynı pozisyonda diz çöktüm. Komutan ayağa kalktı. Noyan bize doğru baktı, "Komutan Baybars, dönebilmenize sevindim." dedi. "Acaba bana hangi iyi havadisleri getirdiniz." diyerek güldü. Komutan biraz daha ciddi bir halde, "Efendim, Kara Kergitlerin önemli liderlerinden birini avladık," dedi. Sonra ise son söylediğini düzeltti, "Avladı." dedi. Noyan'ın yüzü şaşkınlaştı, "Pek, kim avladı?" dedi. Komutan beni işaret parmağıyla beni gösterdi, "İşte, aramıza katılan yeni askeriniz İlteriş onu avladı." dedi. Noyan hem şaşırmış hem de memnun olmuşa benziyordu. "Hmm... Demek ki yeni kahramanımız bu," dedi. "Büyük bir iş başardın evlat, şimdi sözümü tutma zamanı. Dile bende ne istersen." Bu ayağıma gelmiş büyük fırsatlardan biriydi. Bunu hiç kaçırmadan, "Ordunuza katılıp, tebaanızdaki diğer insanlar gibi size bağlılığımı bildirmek." dedim kendim emin bir ses tonuyla. Noyan alaycı bir alkış yaptı, "Seni onurlu çocuk," dedi. Bir kahkaha attı, "Tamam o zaman, dileğin kabul edilmişti." dedi. Tekrardan ben ve komutan selam verdik. Yavaşça kapıya yöneldim ve oradan usulca ayrıldım.

Dışarı ilk çıktığımda derin bir nefes aldım. Karşıma ilk çıkan Orhun oldu. Bana dostça sarıldı, "Seni yabancı katil." dedi ve gülmeye başladı. "Artık yabancı sayılmam," dedim. Gülmesi kesildi, "Ben de artık sizden biriyim." ardından ikimizde kahkaha atmaya başladık, "Hadi gel, sana kaleyi gezdireyim ve yeni dostlar edin." dedi. Bunun üzerine yavaşça yürüme başladık. Merdivenler indik ilk önce, mermerden yapılmış kare şeklindeki düzlemsel merdivenlerden. Aşağı indik. Bizi küçük ve dar bir yol karşıladı, taş dizilişi ile yapılmışlardı. Yolun dışında kalan bölümler ise yağan kara yenik düşmüştü. Bir at arabası bu yoldan geçmeye çalıştığı için kenara çekilmek zorunda kaldık. Kale kare şeklinde, bir düz arazi üzerine yapılmıştı. Dört farklı kulesi vardı, iki kule diğerlerinden biraz daha büyüktü. Kalenin avlusunda küçük bir demirci. Demircinin yüzü uzun süre ateşin yanında kalmaktan kararmış gibi görünüyordu. Demirci dükkanı küçüktü ancak demirci harıl harıl çalışmaya devam ediyordu.

Orhun elini  omzumun üstüne attı, "Seni diğer askerlerle tanıştırmalıyım." dedi. Bu beni pek heyecanlandırmamıştı. İsteksizce, "Tabiî olur," dedim. "Fazladan bir dostun zararı yoktur." Dost demişken aklıma yine o hain Arslan gelmişti. Bu yaşıma kadar gerçekten benim tek dostum o olmuştu. Yine aynı tempoda yürüyerek askerlerin talim yaptığı yere gittik. Oraya yaklaştıkça çelik ve tahta karışımı sesler kulağıma geldi. Tak,tak,tak...çın,çın,çın... Burası talim alanı olmalıydı. Gördüğüm kadarıyla yaklaşık elli kadar asker vardı. Bir çoğu talim yaparken, bazıları da aralarında sohbet ediyordu. Tecrübesiz askerler tahta kılıç kullanırken, tecrübeliler ise turnuva usulü kenarları sivri olmayan çelikten kılıçlar kullanıyorlardı. Yan bölümlerde askerlerin sohbet ettiği bir oturma alanı vardı. Oturaklar arka arkaya gelecek şekilde dizilmişti ve her biri bir öncekinden yüksekti. Bu sayede en arkada oturan ve en önde oturan kişi de talim alanın rahatça görebiliyordu. Bu oturakların birine oturduk. Orhun talim yapan askerlere bakarak, "Çok acıktım, ya sen." dedi. "Ben daha iki gün aça kalabilirim." diye cevap verdim. Ufak bir gülümsemeyle, "O zaman aç kal, ben gidip yiyecek bir şeyler alacağım." dedi. Guruldayan karnının üstüne elini attı ve küfürler saydırarak yemekhaneye doğru yol aldı.

Bir müddet talim yapan askerleri izledim. Biraz daha sol tarafıma üç kişi oturdu. Bunlar kaleye ilk geldiğimde benle dalga geçen askerlerdi. Aralarında konuşuyorlardı ancak sesleri bana cıvıldayan kuş sesi gibi geliyordu. Onlara hiç aldırış etmedim. Ancak onlar bana aldırış ediyor gibi gözüküyorlardı. Canım sıkıldı ve yumruklarımı sıkmaya başladım. Ardından içlerinden biri yanıma geldi ve önümde durdu. Benle yaşıt gibi geldi gözüme. Benle hemen hemen aynı boyda ve kalıpta idi. Kahverengi gözlerinde kibir ve açgözlülük gizliydi. Ellerini dalgalı saçlarına götürdü, "Sen yeni ufaklık olmalısın," dedi. Bu sırada yumruklarımı daha da sıktım ve avucum ağrımaya başladı, "Sen, kılıç tutabilir misin ayyaş'!" daha fazla dayanacak gücüm kalmadı ve ışık hızıyla ayağa kalktım, "Senin gibi çocuklar tutabilirse, evet." diyerek karşılık verdim. Yüzü yavaşça kızardı. Arkasına baktı, "Hah, ukalalığın yaşından büyük, ufaklık." dedi. Hiç bozuntuya vermeden, "Senin aptallık düzeyinde boyunda büyükmüş, sert çocuk." dedim. Arkasında bulunan diğer arkadaşları gülmeye başladılar. Yüzü bir demirci ateşi kadar kırmızılaştı. Ellerini sıkıyor, daha sık nefes alıp veriyordu. Kısacası rolleri değiştirdik. Önce dişlerini sıktı ardından ellini havaya kaldırarak beni işaret etti, "Madem bu kadar iddialısın seni meydana bekliyorum." dedi. Güldüm ve onu daha çok rahatsız etmek istedim, içim kıpır kıpırdı. Yüzümdeki gülümsemeyle elini aşağı doğru ittim, "Birincisi ben yanındayken o elin hep aşağıda olacak," dedim. Bunu söylememle sinirlenmesi arttı ve başını sola yasladı, "İkincisi, teklifin kabuldür." Eliyle bana talim alanına davet etti. Hiç beklemeden ayrıca gülümsemeyi hiç bırakmadan saha gittim.

"Hangi kılıçla yenilmek istersin, tahta mı çelik mi?" dedi. "Korkmuyorsan, çelik olsun." dedim. Başıyla onayladı, "Hay hay..." Ben kınım da olan kılıcımı kullanacaktım. O da kendi kılıcını kullanacaktı. Sahadaki herkes gitti, sadece ben ve o kaldık. İkimizde kılıcımızla vaziyet aldık ve kimin ilk vuruşu yapacağını bekledik. Sinirlenmesi benim için bir avantajdı. Bu avantaj kendini çabuk belli etti çünkü ilk hamleyi o yaptı. Yukarıdan direk dik bir hamle. Kolaydı, kılıcımı yan tutup onun kılıcın ittim. Kendisi de kılıcının gittiği yöne savruldu. Sonra hiç bekletmeden bir hamle daha yapmak için üzerime geldi, kılcını sağdan karnıma gelecek şekilde savurdu. Ondan daha çevik idim, hemen yana çekildim. Ve sırtına sert bir tekme attım. Bu onu yere düşürmüştüm, düelloyu hemen orada sonlandırabilir idim ancak içimdeki eğlenen küçük çocuk buna engel oldu. Hızla yerden kalktı, ağzından salyalar, gözlerinden ateş püskürüyordu. Tekrardan kılıcını dik tutarak bir hamle yaptı, yine kaçtım. Sonra bir hamle daha ve bir tane daha... Artık bu dönemeç oyunundan bir hayli sıkılmıştım. Adamı yere yatırdım ve kılıcımı boğazına dayadım. Kılcını attı ve ellerini havaya kaldırarak teslim olduğunu beyan etti. Etrafta izleyici olarak bizi izleyen Ural yanıma yaklaştı, "İyi iş çıkardın, dostum. Onu yerin dibine soktun." dedi.

Ben zaferin verdiği coşkuyla etrafa naralar atarken, bir ses duyuldu. Bu sesin duyulması üzerine herkesin nizamî sıraya girdiğini gördüm. Terli, mutlu ve öz güvenli olan ben de askerlere ayak uydurarak sıraya geçtim. Bu sesin sahibi Komutan Baybars'dı  İzleyiciler için yapılmış oturaklardan birinin üstüne çıktı ve öksürdü, "Askerler, bildiğiniz üzere son zamanlar devletimizin bekasını tehdit eden bir oluşum var," dedi. Kimseden çıt çıkmadı, "Yaptığımız darbeler onları bir hayli zayıflattı. Şuan da başka bir görevimiz var," dedi. Kimseden yine çıt çıkmadı hatta kimse kımıldamadı bile, "Bunun için bana gönüllüler lazım, kim gönüllü olmak ister." dedi. Az önce kazandığım düellonun bana verdiği öz güven ve içimdeki kendimi kanıtlama isteği devreye girdi. Önce çıktım, "Ben gönüllü olmak isterim, komutanım."


 
Nadir Şah said:
Sayın okurlar,
Birkaç günlüğüne evimde uzaklarda olacağım. Tıpkı hikâyemizdeki İlteriş gibi, tabiî onun durumu biraz daha farklı. Bunu öğrenmek istiyorsanız öncelikle hikâyeyi okumalısınız  :twisted: :smile:. Her neyse döndüğümde son hızla hikaye devam edecek. İyi günler esen kalın...
beklemede olacağız :wink:
 
1.Bölüm;
Öncelikle iyi günler,

Hikâyenin ilk bölümünü daha yeni okudum ve şu ana kadar dikkatimi çeken birkaç nokta oldu. Birazdan söyleyeceklerim sadece benim görüşlerim olduğundan dikkate almak istemezsen anlayabilirim. Umarım eleştirdiğim bazı noktalarda yazma isteğini kırmam ve hikâyeden soğumana neden olmam.  :roll:

Gözüme batan ilk şeyin betimleme eksikliği olduğunu söyleyebilirim; Hiçbir canlının barınmasına izin vermeyecek derecede şiddetli olan bir soğuğu betimleyerek durumun vahametini giriş bölümünde daha iyi gözler önüne sersen mükemmel olurdu bence. Böylelikle hikâyeye de daha etkileyici bir giriş yapabilirdin.

Hikâyeyi ortalayarak yazman okumak için göze alışık bir düzen olmadığından işleri zorlaştırmış diyecektim ama bunu sonraki bölümlerde düzeltmişsin zaten. Bu yüzden bu konuya değinmiyorum.

[size=10pt]“Alçiçek Hatun Bey'in çadırına girdi. "Bey'im sizlere çok önemli havadisler getirdim." Dedi. Namot Bey o gün çok meşgul idi. Ama içini saran merak duygusu onu bu bilgiyi öğrenmeye doğru itti."Tabii ki sorabilirsin. Dedi. Alçiçek Hatun "Efendim yakında varisiniz doğuyor ben gebeyim!" Dedi. Namot Bey ne söyleyeceğini bilemiyordu, içini bir coşku havası doldurdu.”


Bu paragrafta Alçiçek Hatun’un “Çok önemli havadisler getirdim.” demesine karşılık olarak “Tabii ki sorabilirsin.” yanıtını almasına pek anlam veremedim zira burada Alçiçek Hatun’un herhangi bir sorusu yok. Yazarken ufak bir kafa karışıklığı ya da dalgınlık oldu herhalde. Benim de çok sık başıma gelen bir şeydir yazarken bir yerlere dalıp düşüncelerde kaybolmak. Bu nedenle bölümü birden çok kez kontrol edip mantık hatalarını tespit etmek önemli diye düşünüyorum.

Giriş bölümü olduğu için kısa ve bu kısalığın normal olduğunu –Her ne kadar kısa yazmanın pek hayranı olmasam da- düşünüyorum. Zaten sonraki bölümlerde daha uzun yazmaya başlamışsın göz attığım kadarıyla. Bu gelişmeyi görmek de gayet güzel.  :smile: 

Bazı noktalama hataları gözüme takıldı ama yazarken pek sık bu hataları yaptığımdan dolayı onları eleştirebilecek konumda değilim sanırım. Yine de yazarken noktalama işaretlerine dikkat edersen daha iyi olur.

Evet, sanırım giriş bölümü için söyleyebileceklerim bu kadar. Vaktim olduğunda diğer bölümleri de okuyup görüşlerimi belirteceğim mutlaka. Zira devamını merak ettim hikâyenin. Dörtyol hanında uzun soluklu hikâyelerden birisi olur umarım. Eleştirilerim ve görüşlerimle seni kırmamışımdır inşallah.  :oops:

Sonraki bölümlerde görüşmek üzere, hikâyende başarılar…  :smile: [/size]
 
Kızıl $aman said:
1.Bölüm;
Öncelikle iyi günler,

Hikâyenin ilk bölümünü daha yeni okudum ve şu ana kadar dikkatimi çeken birkaç nokta oldu. Birazdan söyleyeceklerim sadece benim görüşlerim olduğundan dikkate almak istemezsen anlayabilirim. Umarım eleştirdiğim bazı noktalarda yazma isteğini kırmam ve hikâyeden soğumana neden olmam.  :roll:

Gözüme batan ilk şeyin betimleme eksikliği olduğunu söyleyebilirim; Hiçbir canlının barınmasına izin vermeyecek derecede şiddetli olan bir soğuğu betimleyerek durumun vahametini giriş bölümünde daha iyi gözler önüne sersen mükemmel olurdu bence. Böylelikle hikâyeye de daha etkileyici bir giriş yapabilirdin.

Hikâyeyi ortalayarak yazman okumak için göze alışık bir düzen olmadığından işleri zorlaştırmış diyecektim ama bunu sonraki bölümlerde düzeltmişsin zaten. Bu yüzden bu konuya değinmiyorum.

[size=10pt]“Alçiçek Hatun Bey'in çadırına girdi. "Bey'im sizlere çok önemli havadisler getirdim." Dedi. Namot Bey o gün çok meşgul idi. Ama içini saran merak duygusu onu bu bilgiyi öğrenmeye doğru itti."Tabii ki sorabilirsin. Dedi. Alçiçek Hatun "Efendim yakında varisiniz doğuyor ben gebeyim!" Dedi. Namot Bey ne söyleyeceğini bilemiyordu, içini bir coşku havası doldurdu.”


Bu paragrafta Alçiçek Hatun’un “Çok önemli havadisler getirdim.” demesine karşılık olarak “Tabii ki sorabilirsin.” yanıtını almasına pek anlam veremedim zira burada Alçiçek Hatun’un herhangi bir sorusu yok. Yazarken ufak bir kafa karışıklığı ya da dalgınlık oldu herhalde. Benim de çok sık başıma gelen bir şeydir yazarken bir yerlere dalıp düşüncelerde kaybolmak. Bu nedenle bölümü birden çok kez kontrol edip mantık hatalarını tespit etmek önemli diye düşünüyorum.

Giriş bölümü olduğu için kısa ve bu kısalığın normal olduğunu –Her ne kadar kısa yazmanın pek hayranı olmasam da- düşünüyorum. Zaten sonraki bölümlerde daha uzun yazmaya başlamışsın göz attığım kadarıyla. Bu gelişmeyi görmek de gayet güzel.  :smile: 

Bazı noktalama hataları gözüme takıldı ama yazarken pek sık bu hataları yaptığımdan dolayı onları eleştirebilecek konumda değilim sanırım. Yine de yazarken noktalama işaretlerine dikkat edersen daha iyi olur.

Evet, sanırım giriş bölümü için söyleyebileceklerim bu kadar. Vaktim olduğunda diğer bölümleri de okuyup görüşlerimi belirteceğim mutlaka. Zira devamını merak ettim hikâyenin. Dörtyol hanında uzun soluklu hikâyelerden birisi olur umarım. Eleştirilerim ve görüşlerimle seni kırmamışımdır inşallah.  :oops:

Sonraki bölümlerde görüşmek üzere, hikâyende başarılar…  :smile: [/size]

Tüm eleştirilerin ve yorumların için teşekkür ederim, dediğin noktalara daha fazla dikkat edeceğim. Bu hikayenin fazla uzun soluklu olacağını pek sanmıyorum. Ancak aklımda daha aksiyonlu ve entrikalı hikayeler var. Onları yazıp sizlere sunmak istiyorum.
 
Evet yeni bölüm sizlerle. İyi okumalar.

Can sıkıntısından ve etrafta yapılacak bir iş olmadığından Ural’ın yanına gitmeye karar verdim. Ural büyük ihtimalle kütüphanede olmalıydı. Kütüphane düello yaptığım alanın yan tarafında bulunan ve neredeyse arena kadar büyük olan askerlerin yattığı alanın alt katında bulunmaktaydı. Kütüphanenin üst katına gittiğimde askerlerin kendi aralarında sohbet ettiğini gördüm. Etrafı biraz daha incelediğimde bana meydan okuyan şahsın da burada olduğunu gördüm. Kendisi duvara dönük hâlde kılıcını önünde bulunan korkuluğa vuruyordu. Aldığı mağlubiyet ona ağır gelmiş olmalıydı. Bunu görmek biraz daha içimi tatmin etmişti. Özgüvenimi de tatmin ettikten sonra kütüphanenin olduğu kata inene merdivenlere gittim. Burasının koridoru çok büyüktü. En az 20 metre uzunluğundaydı. İçerde bulunan askerlerin hepsi Noyan’ın hassa askerleriydi. Çoğu çok tecrübeliydi. Noyanların bu askerleri maaşlı idi. Savaşlarda ise seferberlik ilan edip ordusunu genişletirdi. Sonunda merdivenlerin başına geldim ve ağır adımlarla inmeye başladım.

Merdivenleri aydınlatan sadece bir meşale vardı ancak bu etrafı aydınlatmak için çok az kalıyordu. Bu meşale en üstte yakın bir yerde olduğu için aşağılara doğru Allah’a emanet iniyordum. Aşağı indikçe merdivenlerin çok tozlu olduğunu ve etrafta örümcek ağlarının sarılı olduğunu fark ettim. Sanırım Ural dışında kimse kütüphaneye inmiyordu. Sonunda en aşağı yani kütüphaneye vardığımda burada daha fazla meşale olduğundan biraz daha rahatladım. Ural ise kütüphanenin sonundaki masada mum ışığı altında çalıştığını fark ettim, “Çek bir sandalye ve yanıma otur, İlteriş” dedi. Arkasına döndü ve sandalyenin nerede olduğunu gösterdi, tekrardan çalışmaya geri döndü. Bana gösterdiği sandalyeyi aldım ve yan tarafına götürdüm. Okuduğu kitaba baktığımda tanıdık gibi gelmeye başladı, kitabın adını sordum, kitabın hacmi bir hayli büyüktü ve Ural orta kısımlarına kadar gelmişti. Yazarın el yazısı bir hayli güzel olmalıydı. Biraz daha incelediğimde Svadyalıların kullandığı ve mistik olduğunu düşündükleri birkaç sembol gördüm. Şuan okuduğu sayfanın üstünde kendini belli eden ve renkli olarak çizilmiş bir “aslan başı” motifi vardı. Sayfanın altında da aynı motif vardı fakat bu motif renksizdi. Ural kitabın kapağını bana gösterdi “Svadya Efsaneleri” kitabın adıydı. Bu kitabı daha önce görmüştüm evimizde İchamur’da bulunan kütüphaneden çalmıştı bunu Arslan. Babama söylememem konusunda bana defalarca uyarılarda bulunmuştu o zaman.

“Kitap, ölü ordularının Kalradya’yı istilasını ve bir Svadya kahramanın Dünya’yı kurtarışını anlatıyor.” dedi. Masaya doğru eğrildim, “Şu kahramanın adı neydi?..” ben düşünürken Ural hemen cevap verdi, “Kral Arthur” dedi kafasının yana eğerek. “Aslında,” dedi. Sonra derin bir nefes aldı ve verdi, “Kral Arthur’un özelliklerini taşıyan bir çok kahraman var, diğer milletlerin efsanelerinde,” Kaşlarımı çattım ama bu bir kızma anlamı taşımıyordu, bir merak manası taşıyordu, “Mesala…” dedim. Hiç bekletmedi, “Kergitler’de Kağan İstemi, Veagirler’de Boyar Merax, Sarranidler’de…” sözünü bitiremeden arkadan bir ses duyuldu, “Hadi seni kitap kurdu gidiyoruz,” dedi bir ses. Daha odaklandığımda bunun Orhun olduğunu gördüm, “Umarım Ural, senin kafanı saçma bilgilerle zehirlememiştir. Bize lazımsın bugün.” dedi. Sonra yukarı çıktı. Ural’a baktım, “Bu hikâyeni daha sonra dinlemek için can atıyorum lakin şimdi gitmeliyim.” Dedim. Gerçekten de hikâyesi ilgimi çekmişti. Daha sonra dinlemek için can atıyordum.

Yine merdivenleri çıkmaya başladım. Bu sefer yolu yarılamışken kendimi yerde buldum. Üstüm biraz tozlanmıştı. Asıl amacım buraya gelip biraz zaman öldürmekti, görevin başlangıcına kadar. Bu isteğimi aslında gerçekleştirmiştim. Dışarı çıktığımda az önce burada sohbet eden adamların çoğunun burada olmadığını gördüm. İçeride tek tük adam kalmıştı. Yine aynı yerde fakat bu sefer yatağında uzanmış olan, düello yaptığım adamı gördüm. O kin dolu gözleriyle bana bakıyordu. Onu daha çok sinirlendirmek istiyordum. Bunun için bir göz attım. Daha sonra askerlerin  toplandığı yere gitmeye başladım.

Herkes arenada toplanmıştı, Komutan Baybars yine bütün ihtişamı ile orada dikilmiş askerlerine bir şeyler anlatıyordu. Bunu görünce bende sıra girdim. Bana çaktırmadan, sinirli gözlerle baktı. Bu daha sonra yiyeceğim bir fırçanın habercisi olmalıydı. Komutanı dinlemeye koyuldum.

“Beyler, göreviniz kalenin kuzey taraflarına kadar gitmek ve haydut sığınağını yok etmek üzerine olacak.” Dedi Komutan Baybars. “Yanınızda size rehberlik edecek bir köylü bulunacak.” dedi. Köylüyü işaret ederek, köylü gençliğinin baharından yeni çıkmış ve boynu bükülmüştü. Yüz hatları onun ellisini geçmiş bir bunak olduğunu işaret ederken, ellerinin pürüzsüzlüğü onun gençliğini belirtiyordu. Köylü ellerini beyaz ve bitli saçlarına götürdü, “Evet, evet… Size ben yardımcı olacağım.” Dedi. Bu sırada sarı ve çürük dişlerinin tavşan dişlerine benzediğini fark ettim. Komutan adamın dışarı çıkması gerektiğini bildiren bir işaret yaptıktan sonra, “Beyler, bu adamın yol tarifi dışında söylediklerine pek kulak asmayın,” dedi tiksindirici bir ses tonuyla, “Kendisinin bazı akli sorunları bulunmakta ancak yolu size gösterirken dediği her şeyi harfiyen uygulayın. Kendisi bu bölgeyi tanıyan en önemli ve kilit adamlarımızdan biridir.”

Ardından ben ve ekip arkadaşlarım yola çıkmak üzere hazırlandık. Ekipte benden başka; Aybek, Orhun, Ögeday ve daha tanımadığım on kişi. Geçen günlerde düello yaptığım beceriksiz ahmak gelmemişti. Onu yendikten sonra ortalıkta pek dolaşmamaya başlamıştı. Onurunu baya kırmış olmalıydım lakin yaptığım işten hiç huzursuzluk duymamıştım, her ne kadar komutanın azarını işitmiş olsam da.

Kalenin geniş avlusuna gelmişken kapının önünde duran Tansugei Noyan’ı gördüm. Bugün daha farklı ve bir o kadar renkli elbiseler giymişti. Kendisinin kale işleriyle ilgilendiğini daha önce hiç görmemiştim. Daha çok musikiye ve kadınlara ilgi duyuyordu. Elleri zayıf ve inceydi, uzun boylu olmasına rağmen fazla kuvvetli birine benzemiyordu. Yanında kılıç taşımazdı daha doğrusu askerlerin dediğine göre eline daha önce hiç kılıç almamıştı. Askerler ondan pek haz etmezlerdi, askerlerin maaşından kısıp kendi eğlencesine para yatırmış bir vakit. Tabiî babası Kergit Hanlığında önemli biri yani Belir Noyan olduğundan dolayı borçlarını hemen kapatmış ve eleştirileri dindirmiş.

Kendisi şimdi ise yine bir kadın ile konuşuyordu. Kahkahalar atıyor ve elini kadının yanağına sürüyordu. Kadın bir hayli güzel birisine benziyordu. Daha yirmilerinde genç , sarışın ve mavi gözleriyle her erkeğin aklını alabilecek düzeydi bir güzelliği vardı. Ancak Tansugei Noyan kel ve çirkin biriydi. Askerler kimi zaman onunla ilgili kötü espriler yapardı. Onun çirkinliğini babasından aldığını söylerlerdi. Noyan kadının eline bir şey sıkıştırdı, altın olmalıydı. Kadın hemen oradan ayrılarak kalenin dışındaki evlere yöneldi.

Daha fazla düşünecektim ki arkamdan gelen bir ses geldi, “Hadi İlteriş! Kıçının ve ayaklarının aynı anda hareket ediyor olması gerekir.” dedi, bu ses tabiî ki de Orhun’a aitti. Bu azardan sonra, geliyorum, dedim ve askerlerin gece yattığı odaya doğru yol aldım. Kendi yattığım yatağın başucuna gelince oraya astığım baba yadigârı kılıcımı aldım. Orandan da silah ve zırhların bulunduğu depoya gittim ve bir Kergit zırhı kuşanıp avluya geri döndüm. Burada diğer ekip arkadaşlarımın atlarını hazırladıklarını görünce bende aynısını yapmaya koyuldum. Kısa bir süre sonra herkes hazır ve nazırdı. Atlarımız ile kale avlusuna tek sıra hâlinde dizildik. Ben ortalarda bir yerdeydim. En önde bu görevde bize liderlik edecek Ögeday ve arkasında rehberimiz yaşlı köylü bulunuyordu. Komutan yanımıza yayan vaziyette yaklaştı, “Kendinize iyi bakın çocuklar,” dedi mutlu ve sakin bir tonda. “Hepinizi burada sağ salim görmek istiyorum tekrardan.”

Bu kısa söyleşiden sonra biraz da olsa keyfimiz yerine gelmişti. Daha fazla beklemeden yola koyulduk. Kaderin bizi götüreceği yere doğru.



****************************************************************************************************************



Gece yavaşça çökmeye başladı, ancak yaşlı sersem bize hâlâ gidecek daha çok yol olduğunu belirtiyordu. Sadece biz değil atlarımız bile yorulmuştu. Ögeday’ın da canı sıkılmışa benziyordu. Yüzü giderek çöküyor, buna orantılı olarak da kızgınlığı artıyordu. Ögeday elini düz bir şekilde havaya kaldırdı. Bu durmamız ve biraz dinleneceğimiz anlamına geliyordu. Atından sert bir hamleyle aşağı atladı:

“Burada biraz istirahat edeceğiz,” dedi. Sesinden yorgunluk ve pişmanlık akıyordu. “Çadırları kurmaya başlayın.”

Bu az da olsa beni mutlu etmişti. Çölde susuz kalan bir adamın bir bardak su bulması gibi bir şeydi. Atlarımızın arkalarına bağladığımız ve bize kamp kurmakta yardımcı olacak eşyaları indirmeye başladım. Bulunduğumuz bölge ormanımsı bir yerdi. Etrafta ağaçlar bulunmasına rağmen çok sık değildiler. Ancak denize düşen yılana sarılır misali, buradan daha iyi bir yer yoktu. Bugün bunla idare etmek zorundaydık. Diğer askerlerin çoğu dinleme isteğinin verdiği şevkle çadırlarını kurmaya başlamışlardı bile. Yanımda bulunan malzemelerle beni ısıtacak bir çadır yapamazdım. Bunun için bir başkasına daha ihtiyacım vardı. Etrafa bir süre göz attım. Askerlerin bazılarına göz aşinalığım vardı ancak neredeyse hiçbirini tanımıyordum.

Böyle kederle düşünedururken, arkama bir el dokundu. Zırhım normal kalınlıkta olmasına rağmen elin soğukluğunu vücudum his etmişe benziyordu. Soğuk içimi ürküttü ve tüylerim tekrardan bir diken gibi durmaya başladı. Arkama döndüğümde karşımda Aybek’i gördüm. Yüzünü gördüğümde içimdeki soğukluk hissi yerini tatlı bir sıcaklık aldı. Aybek elimde bulunan çadır malzemelerine bir bakış attı:

“Bunlar senin ihtiyaçlarını karşılayamaz çaylak,” dedi. Ardından elini ileride bulunan ve buraya nazaran daha sık ağaçların olduğu yeri göstererek, “Yeni komutanımız Ögeday, ben ve yanımda bulunan iki askerle beraber o cehenneme gidip ağaç toplamamızı istedi.” Ögeday derken sesinde bir tiksinti havası vardı. Tek yapabildiğim başımı onay verircesine sallamak oldu ne kadar içim bunu istemese de. Elimdekilerini tekrardan atımı bağladığım yerin yanına kadar götürüp attım. Ardından Aybek ile beraber ormana doğru ilerlemeye başladık. Yolda giderken iki asker daha bize katıldı. Hepimizin yanında kılıçlar vardı. Grupta askeri bir tecrübesi olmayan tek kişi doğru söylediğinden pek emin olamadığım rehberdi sanırım.

Yolumuza devam ediyorduk. Kısa bir sükûnetin ardından bu sessizliği bozan Aybek oldu, ”Komutanlar evimizde doğru düzgün oturmamıza bile izin vermiyorlar,” dedi. Sinirden yere tükürdü ve biraz ileride birikmiş olan bir kar kütlesine tekme attı, “Neden her görevde ben olmak zorundayım ki?” Tüm bu dediklerini hiç umursamadan demişti. Karşılık vermedim, aslında dinlemeye başladığımızdan beri ağzımı hiç açmamıştım. Bunun sebebi, çok yorgun olmamdı. Saatlerce at sürmüştük. Kaç saattir belki de sahte bir istihbarat yüzünden bu acıları çekiyordum. Bunu Aybek de anlamıştı sanırım, “Eğer o yaşlı bunak bizi kandırıyorsa, derisini yüzer ve köpeklerin önüne yem diye atarım.” Bunu derken yine bir sinir patlaması yaşadı, bu sefer ise küçük bir çalılığa tekmesini savurdu. Ardından arkasına döndü, ağzından salyalar akıyordu, “Siz ikiniz,” dedi. İşaret parmağıyla ağaçların arasını göstererek, “Oraya gidin ve bulabildiğiniz tüm çalılıkları ve kütükleri kamp yerine götürün!” Sesi bir ejderin ağzından ateş püskürtmesi gibi çıkmıştı. Askerler bundan korkmuş olacaklar ki o bölgeye koşarak gittiler.

Ormanın ortasında sadece ben ve Aybek kalmıştık. İleride kurulmuş olan kampta yakılan ateşlerin dumanı bize doğru hafifçe geliyordu. Ardından biz ikimizde etrafta gördüğümüz çalılıkları toplamaya başladık. Yavaş ama tedirgin bir vaziyette işimi yaparken, “İteriş dostum, artık bizim bir kardeşimiz sayılırsın ancak ben hâlâ senin hikâyeni tam olarak bilmiyorum.” dedi. Başta homurdandım, “Benim hikâyem basit bir şehirli çocuğunun asker olma macerası işte.” dedim.  Verdiğim bu kısa cevap onu pek tatmin etmişe benzemiyordu, “Ne yani bir ailen yok mu,” dedi. Bu sefer sesi daha alaycı çıkmıştı az önceki kızgınlığı biraz yatışmışa benziyordu, “Seni leylekler getirmemişse bir annen ve baban olmalı, öyle değil mi?” Bu sorulara cevap vermeyi oldum olası sevmezdim. Babamın bir zamanlar Tulgalı bir asker olduğunu biliyordum. Annemi ise hiç görmemiştim. Babamın dediğine göre beni doğururken o, benim kadar şanslı değilmiş. Aklımı biraz kurcaladım ve bir yalan uydurmak üzerine kısa bir düşünce faslına girdim, “Babam bir askerdi, annemi ise hiçbir zaman görmedim,” dedim. Biraz rahatlamıştım. Konuyu değiştirmek için ben de bir soru ilettim, “Peki, ya sen?” Aybek de bir düşünce faslına girdi. Sanki o da bir yalan düşünüyormuş gibiydi. Gözlerimin içine bakarak, “Babam basit bir çiftçiydi, annem ise ev işlerini yapan sıradan bir kadındı,” dedi. Gözlerinden bir damla yaş süzüldüğünü gördüm. Bundan dolayı utanmışa benziyordu, eliyle hemen sildi bunu, “Beş kardeştik, en küçükleri bendim, şans o ki tüm kardeşlerim erkekti, biri dışında,” dedi. Uzun bir şekilde homurdandı ve yutkundu, “Svadya ile büyük bir savaş patlak verdi. Köyümüzün noyanı bir gün o haşmetli atıyla köyümüzü ziyarete geldi,” bunları söylerken konuşmakta zorluk çekiyor gibiydi, “Bilirdim zaten bir soylunun durduk yere köyümüze uğramayacağını, köyümüzden asker toplamak için gelmişti. O zamanlar da küçük kafam bunlara nasıl basıyormuş ben de anlamıyorum. Babam ve üç erkek kardeşimi de alıp götürdüler. Köyümüzde erkek olarak sadece ben kalmıştım. Günler geçiyor, aylar geçiyordu. Ancak hâlâ ailemizde kimse dönmemişti. Bir gün sonra haydutlar köyümüzü bastı,” dedi. Buradan sonra elleriyle gözlerini kapattı, “İstemiyorsan söylemek zorunda değilsin.” Dedi. Belki bir teselli olur diye. Lakin beni hiç dinlememişe benziyordu, “Evimize geldiler, birisi annemin karnına hançerini hiç acımadan sapladı. Annem orada hayatının trajedisinden kurtulmayı başardı. Ama ablam… O iki soysuz haydut ablamı yere yatırdılar ve defalarca gözlerimin önünde tecavüz ettiler. Haydutlar gittikten sonra ablam ağlamaya başladı. Bir gün sonra önüme bir tas yemek ve su bıraktı. Sonra bana, özür dilerim, dedi. Yan odaya gitti. Birkaç dakika sonra bir sesler duydum. Odaya gittiğimde ablamın kalın iple kendini astığını gördüm.”

Bunları söyledikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Ancak bu sessizliği bozan bizden ayrılan askerlerin gittiği taraftan geliyordu. Birinin çığlığı geldi. Bu sesi duyar duymaz elimdeki çalıları yere attım ve kılıcımı çektim.  Aybek de benim yaptığımın aynısı benden sonra yaptı. Bir müddet bekledik ve ağaçların arasında neredeyse iki metre ilerimizde bizden olan askeri gördük. Yüzü kanlar içerisinde kalmış ve korkuş bir yüz ifadesiyle bize baktı, “Kaçın, Kara Kergitler burada!” dedi.  Cümlesini bitirdiğinde arkasından bir ok sesi duyuldu. Adamın sırtına bir ok saplanmıştı. Ok saplandıktan sonra göğüs kafesinin olduğu yer ileri doğru geldi ve asker yere düştü. Aybek arkasını dönüp kaçmaya başladı, “Benle gel, diğerlerine haber verelim.” dedi. Dediğinin yapıp var gücümle koşmaya başladım. Kamptan çıkan dumanların kaynağını artık görebiliyordum. Aybek çadırların yanına sesini duyurabilecek kadar yaklaştığında bağırmaya başladı, “Kara Kergitler burada, hazırlanın!” birkaç defa bunu üst üste tekrarladı. Herkes kılıcına veya oklarına sarıldı. Belirli bir vaziyet almaya çalışılardı ki ormandan bağırış ve çağırış sesleri yankılanmaya başladı. Ormandan birer birer askerler çıkmaya başladı. Kimisinin elinde balta kimisinin elinde kılıç bazılarında ise ok vardı. Deriden yapılma zırh giyiyorlardı, zırhlarının üstende “kırık hançer” motifi işlenmişti.

Bize doğru yaklaşıyorlardı ancak biz hâlen savaş pozisyonunu tam olarak almamıştık. İlk çarpışacak kişilerden biri de bendim. Kalçamı geriye doğru aldım, iki elimle kılıcımı tutarken kılıcı hafif sağa eğdim ve biraz vücudumu büktüm. Gelecek düşmanları bekliyordum. Tam önümde gözlerini bana dikmiş, büyük kılıcıyla üzerime doğru koşuyordu. Kılıcını yana yatırıp bana savurdu. Alttan eğilmeyi başardım ve eğilirken karnını biçtim. Arkama döndüğümde adamın dizlerinin üstüne çöktüğünün gördüm. Sırtı bana dönüktü ancak karnından akan kanların karı eritmesi görüyordum. Adam birkaç saniye sonra yere devrildi. Tekrardan gelen düşmanlara baktım. Sayıları çok fazlaydı. Sadece gelenlere baktığımda sayılarının bizim iki katımız olduğu çok rahat anlaşılabiliyordu. Üstüme bir düşman daha geliyordu. Bu sefer ilk hamleyi yapıp onu kolayca alt etmeyi planlıyordum. Kılıcımla sert bir şekilde üstüne doğru yukarıdan savurdum. Dengesini hemen kaybetti. Bir hamle daha yapmaya kalkıştım. Bu sefer yere düştü, kalkmaya çalıştı ancak buna izin vermeden kılıcımla boğazını kestim.

Bana ne olmuştu. Daha birkaç ay öncesinde daha bir karıncanın üstüne basmaya korkardım. Şimdi ise insanları hiç gözümü kırpmadan öldürüyordum. Öldürdüğüm adamın çaprazında miğferli biri daha vardı. Gözüme onu kestirmiştim bu sefer. Koşar adımlarla üstüne gitmeye başladım. Elinde küçük bir nacak vardı. Onu tek eliyle tutuyordu. Ona yaklaştıkça benden kaçıyor ve korkuyor gibiydi. Yüzünü göremesem de bedeni bana bunu söylüyordu. Kılıcımı iki elimle tutarak yukarıdan bir hamle yapmaya kalktım. Çevik olacaktı ki bundan kaçtı. Elindeki nacakla omzuma vurmaya kalkıştı. Elimle nacağın sapını tuttum. Çekmeye çalıştı ancak izin vermedim. Bir müddet sonra adam diğer eliyle miğferini çıkardı. Gördüklerime inanamadım, karşımda gördüğüm yıllarca kardeşim gibi bana davranan Arslan’dı. Bu nasıl olabilirdi? Kara Kergitlere katılmıştı ve şuan ikimiz birbiriyle savaşan iki grubun askerleriydik, “İndir kılıcını, dostum,” dedi. Dediğini yapmadım çünkü artık ona hiç güvenmiyordum. “Benim…Ben, kardeşin Arslan.” Onu görünce yutkundum, “Sen bana ihanet ettin, artık benim kardeşim olamazsın.” dedim. “Şartlar onu gerektiriyordu ama işin iyi yönünden bak hayattasın…” dedi titreyerek. “Artık yalanlarına daha fazla kanmayacağım.” Dedim. Birden gözleri büyüdü. Merak edip arkama baktım, tam bu sırada yüzüme bir yumruk yedim. Kılıcımı aldım. Bana yumruk atan adam kısa boylu ve şişman birisiydi. Kılıcımla hiç bekletmeden boğazının içine kılıcımı geçirdim. Adam yavaşça yere düştü. Arkama baktım. Arslan’ın kaçtığını gördüm, kovalamaya başladım.

Arslan’ı yakalamaktan ümidi kesmiştim ki bizden birine çarpıp yere düştü. Tekrardan gücümü toplayıp, onun olduğu yere koşmaya başladım. Önüne geldiğimde elinde hiçbir şey yoktu. Tamamen savunmasızdı. Bunu iyi değerlendirdim. Yakasını tuttum, “Sana her zaman öz kardeşim gibi davrandım. Ama sen bana ihanet edip, benim ölmemi istedin. Az önce benim olduğumu bildiğin halde bana saldırdın!” dedin. Yüzüne tükürüp bir yumruk attım. Yumruğun yarattığı yaradan akan kanları yana tükürdü, “Her şeyin bir açıklaması v…” sözünü bitirmeden boğazını kestim. Bunu yaparken kendimi sorgulamaya başladım. Bir tarafım beni tebrik ederken, diğer tarafım bana lanetler yağdırıyordu. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Ancak Arslan’ın boğazından fışkıran kanlar yüzüme, elime ve her yerime geldi. Artık yüzümde gözyaşlarım değil Arslan’ın kan damlaları süzülüyordu.   
 
Kaldırım_Mühendisi said:
Gene güzel bir bölümdü devamını bekliyorum

Yorumun için çok teşekkür ederim.
Yeni bölüm neden bu kadar gecikti. Öncelikle bu hikâyenin bölümleri çoktandır yazılmıştı lakin bilgisayarda çıkan arızalardan dolayı dosyalar silindi. Benim de içimde yazma isteğinin kaçmasından dolayı bölümüm gelmesi baya uzadı ancak yeni bölüm birkaç gün içinde sizlerle olacak.
 
Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı artık burada yazma taraftarı olmasam da yazan ve aktif olan arkadaşları teşvik amacıyla yorumlayacağım. İlk bölümü üstünkörü okuyabildim;
Görebildiğim tek eksik olay örgüsünün çabucak aşamalar hâlinde nihayete ermesiydi. Misal Bey, çocuğu olacağını öğreniyor fakat bir sonraki cümlede "aradan aylar geçti çocuk doğdu." gibi cumburlop bir geçiş var. Bu biraz rahatsız edici. Onun dışında sürükleyici bir anlatımın var. Sonraki bölümlerde daha da güzel yazmış olduğunu düşünüyorum. Başarılar...
 
Kara Bey said:
Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı artık burada yazma taraftarı olmasam da yazan ve aktif olan arkadaşları teşvik amacıyla yorumlayacağım. İlk bölümü üstünkörü okuyabildim;
Görebildiğim tek eksik olay örgüsünün çabucak aşamalar hâlinde nihayete ermesiydi. Misal Bey, çocuğu olacağını öğreniyor fakat bir sonraki cümlede "aradan aylar geçti çocuk doğdu." gibi cumburlop bir geçiş var. Bu biraz rahatsız edici. Onun dışında sürükleyici bir anlatımın var. Sonraki bölümlerde daha da güzel yazmış olduğunu düşünüyorum. Başarılar...

Bölüm öleli yıllar oldu kardeş.
 
Kara Bey said:
Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı artık burada yazma taraftarı olmasam da yazan ve aktif olan arkadaşları teşvik amacıyla yorumlayacağım. İlk bölümü üstünkörü okuyabildim;
Görebildiğim tek eksik olay örgüsünün çabucak aşamalar hâlinde nihayete ermesiydi. Misal Bey, çocuğu olacağını öğreniyor fakat bir sonraki cümlede "aradan aylar geçti çocuk doğdu." gibi cumburlop bir geçiş var. Bu biraz rahatsız edici. Onun dışında sürükleyici bir anlatımın var. Sonraki bölümlerde daha da güzel yazmış olduğunu düşünüyorum. Başarılar...

Öncelikle yorumundan dolayı çok müteşekkir kaldım. O bölüm bir nevi destan şeklinde yazıldı. O bölümlerde birçok geleceğe dayalı gönderme var. İlerde bunları açıklamayı düşünüyorum.

SAUCE said:
Kara Bey said:
Dörtyol Hanı'nın ölmesini istemeyenlerdenim. Bundan dolayı artık burada yazma taraftarı olmasam da yazan ve aktif olan arkadaşları teşvik amacıyla yorumlayacağım. İlk bölümü üstünkörü okuyabildim;
Görebildiğim tek eksik olay örgüsünün çabucak aşamalar hâlinde nihayete ermesiydi. Misal Bey, çocuğu olacağını öğreniyor fakat bir sonraki cümlede "aradan aylar geçti çocuk doğdu." gibi cumburlop bir geçiş var. Bu biraz rahatsız edici. Onun dışında sürükleyici bir anlatımın var. Sonraki bölümlerde daha da güzel yazmış olduğunu düşünüyorum. Başarılar...

Bölüm öleli yıllar oldu kardeş.

Bölüm öldü doğrudur. Lakin bir kaç sağlam kişi hikaye yazmaya devam ederse ya da en azından yazılan hikayelere düzgün yorum yaparsa (-Bundan kastım "öf efsane, çok iyi olmuş..." şeklinde değil yazarın eksik noktalarını anlatan iletiler olmalı.) Yazmaya devam etmemin sebebi ilerde aklımda bazı roman fikirlerinin olması ve kalemimi geliştirme isteyim. İlerde bundan çok daha profesyonel bir şeyler yazmayı düşünüyorum. Bir müddet sonra bunun hakkında ipuçları vermeye başlayabilirim. Şimdilik esen ve takipte kalın. Yeni bölüm yakındır.
 
Kara Bey said:
Yeni bölüm nerede kaldı?

İşte yeni bölüm. Yorumlarınızı eksik etmeyin iyi okumalar.

    Elime kadar bulaşmış kanlara baktım. Kan, parmaklarımdan avuç içime kadar akmıştı. Elimi yavaşça kokladım. Derin bir nefes aldım. Kanın tam bir kokusu yok gibiydi. Ekşimsi gelen koku içimi ürpertti. Ancak önümde daha mühim bir mesela vardı. Savaşan dostlarıma baktığımda sayılarının gitgide azaldığını fark etmem uzun sürmedi. Sanırım yolun sonuna gelmiştim. Arkadaşım Arslan’ı gönderdiğim cehenneme çok değil biraz sonra bende gidecektim. Kılıcımı yere attım, dizlerimin üstüne çöktüm. Gözlerim, Arslan’ın açık ve ölü gözlerine doğru kaydı. Retinası donuk bir hâl almıştı. İçlerinden kin ve nefret akıyordu. Gökyüzüne baktım, hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden kayıp gidiyordu. Birkaç saniye düşündüm, bu sırada gücümü toplamaya çalıştım. Yerde duran kılıcımı sertçe kavrayarak ayağa kalktım. Ağzımdan salyalar akıyordu, hayatımda ilk defa bu kadar sinirlenmiştim. Bir yandan koşarken diğer yandan Yardıma ihtiyacı olanları izliyordum. İşte birisini bulmuştum. Bizden birine benziyordu, elini burnuna götürdü. Burnu kanamıştı. Onun arkasındaydım, ilerisinde ona doğru koşan bir düşman askeri gördüm. Düşman onun karnına tüm vücuduyla zıplayarak çarptı, adam sertçe yerdeki kar yığınının üstüne çöktü. Üstündeki düşman elini beline götürdü. Yerdeki ona karşı koymak için yüzüne bir yumruk attı. Bu düşmanı daha da öfkelendirmişe benziyordu. Belindeki hançeri iki eliyle tuttu. Ve bizden olan askerin göğüs kafesine saplamaya çalıştı. Bizden olan asker tüm kuvvetiyle hançeri tutmaya çalışıyordu ama nafile, bir türlü istediği başarıyı gösteremiyordu.
      Kılıcımla onların yanına gittim. Adamın kafasını kestim, kafası bir top gibi yerdeki askerin yüzüne düştü. Adam yüzü ve ölü bedeni üstünden attı. Yerde yatan kişi Orhun’du. Bir bebek gibi kahkaha attı. “Tanrı seni benim için göndermiş olmalı,” dedi Orhun ağzındaki kanları yere tükürerek. “Hadi gidip diğer dostlarımıza yardım edelim.” Orhun’u takip etmeye başladım. O önde, ben arkada giderken. Orhun karşısına biri dikildi. Cılız ama uzun boyluydu. Bir kılıç darbesi yapmaya kalktı. Orhun kılıcın altından eğilerek geçti, adamın arkasındayken, adam ona döndü. Çok geçmeden Orhun odamın göğüs kafesi ile karnının bitiştiği noktayı kesti. Adam yere devrildi. Biz yine koşar adımlarla yürümeye devam ettik. Bu sefer gelen düşman arkadan geliyordu. Adam bir hayli şişman ve kaslı biriydi. Elinde bulunan düz ve Nord türüne benzeyen kılıcı yukarıdan savurdu. Yaptığı darbe çok güçlüydü, kılıcım yere düştü. Yine aynı yerden bir darbe daha yapmaya çalıştı. Bu sefer kılıcın kabzasından tutarak hiç beklenmedik hızla çevirdim. Kılıç hem benim hem de şişman çocuğun elindeydi şimdi. Ona zaman tanımadan kılıcı boğazına geçirdim ve hiç zaman kaybetmeden kılıcımı yerden aldım.
      Bulunduğum konumun çaprazında cesurca çarpışan Aybek’i fark ettim. Bu sefer o benim yanıma geldi. “Hadi geri dönüp olanları komutana anlatmalıyız,” dedi sonra arkasına bakarak. “Savaşı kaybettik artık, hiç şansımız yok.” Bunu derken önümüze iri cüsseli ve çok kaliteli zırhı ve uzun Svadya kılıcı olan biri geçti. “Bunu ben hallederim, sen kaç!” dedi. Bir aslan edasıyla konuşmuştu. İkisi de birbirinden güçlü ve iyi savaşçılara benziyordu. Aybek çok iyi ve hızlı biriydi. Hiç kimse onun kılıç darbelerine kolayca yetişemezdi, birkaç kişi dışında –bunlara ben de dâhildim– Adam kılıcını yukarıdan savurdu, Aybek hızlıca geri kaçtı ve yerdeki uzun kılıcın üstüne oda kılıcını bırakarak, adamın hamle yapmasını engellemeye çalıştı. Adama bir tekme savurdu. Adam kılıcıyla geri çekildi. Adam bu başka bir hamle yapmaya kalktı, kılıcı soldan savurdu. Aybek dizlerinin üstüne çökerek bundan da kaçmayı başardı fakat yaptığı başka bir hata vardı. Adam dizlerinin üstünde olan Aybek’i n üstüne kılıcını vurdu. Aybek Kergit kılıcıyla ne kadar engellemeye çalışsa da bir türlü adamı geri itemedi. “Kaç, kaç, kaç!..” dedi Aybek bu onun son sözleri olmuştu. Daha fazla dayanamadı. Adam uzun kılıcını onun yumuşak karnına sapladı. Acı içinde kıvranırken ağzından akan kanlar ses çıkarmasına bile izin vermiyordu.
          Bunun bir rüya olması için yalvardım ancak bu yaşananlar olsa olsa kâbus olurdu. Gözlerimi bir intikam ateşi doldurdu. Kılıcımı elime aldım Aybek’in katiline doğru hiç emin olmayan koşar adımlarla yaklaştım. Onunla aramda ya birkaç adım kalmıştı ya da kalmamıştı, olayın şokuyla tam olarak tahayyül edemiyorum.
İşte o anda; dişlerimin arasında salyalar akarken, tıpkı ateş püsküren bir ejderha gibiydim. Lakin ateşim yakmadan sönmüştü. Bir borazan sesi işittim arkamca gelen ve kulaklara huzur ve endişeyle karışım veren bir sesti. Gelenler, kelle avcılarıydı. Karlı bozkırda, kahverengi deri zırhlar giyen kahramanlar gibiydiler, âdeta. Atları hızlıca düşman hatlarına girdi. Önüme baktığımda, dostumun katili kaçmıştı. İçim içimi yiyordu. Etrafa bir göz attım lakin nafile ondan iz yoktu. Sadece benim dostumun değil kendi dostlarının da bir nevi ölümüne göz yummuştu o gün. Ondan sonrası ile ilgili hatırladığım pek bir şey yok.


************


Kaleye ulaştığımızda birçok lordun bayrağı surlara asılmıştı. Tabiî doğal olarak buna pek mana veremedim. Atımı komutanın yanına sürdüm. “Efendim, bu bayraklar ne böyle, anlam veremedim.” Dedim kızgınca, fakat o benden daha kızgındı.
“Noyan’ımız, yeni bir ziyafet peşinden koşturuyor.” Dedi. İlk defa onu bu kadar kızgın görmüştüm.
Kaleye girdim. Kısa bir süreliğine istirahat edecektim. Odama girdiğimde kimsenin burada olmadığını fark ettim. Herkes nereye gitmiş olmalı diye biraz düşündükten sonra aklıma ziyafet geldi. Ama buradaki en yakın arkadaşım ölmüştü. Bunun ardından nasıl zevk-ü sefaya dalabilirdim diye düşündüm. Bir süre oturarak bekledim. Aklıma yine çocukluğumla ilgili bir anı gelmişti.
Daha 13 yaşlarımdayken benden yaşça büyük ve fiziksel olarak da güçlü biri vardı. Onunla hiç anlaşamazdım, daha doğrusu anlaşmış gibi yapardım. Bir gün yolda arkadaşlarımla yürürken bana sataştı, cesaretimi topladım. Ona sertçe bir tokat attım. O zaman neden aklıma geldi bilmem ama ziyafette bulunan beylere aynı tokadı yapıştırmak istiyordum. Fakat bunu yapacak cesaretim yoktu şu anlık.
Salona geldiğimde, içeride bir bahar havası olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Tüm saray zevk-ü sefaya dalmış ve kendilerinden geçmişlerdi. Biz askerler ise daha geçen gece ölümün kıyısından dönmüştük. Bu olanlar sadece beni değil, ziyafetteki tüm askerlerin yüzünden okunuyordu. Biraz ilerde komutanın yanındaki boş masaya oturdum. Yüzü savaşta yenilmiş bir komutanın halini andırıyordu.
“Şuradaki adamı tanıyor musun?” dedi bana, hiç yüzünü dönmeden.
“Hayır, efendim; tanımıyorum,” dedim. Yüzümü pek oynatmadan, “Lakin tanımak isterim çünkü baya zengin bir beye benziyor.”
“Çünkü o şehzade Sancar,” dedi. İşte o zaman anlamıştım, bu ihtişamın nereden geldiğini. “Yanındaki de…” dedi fakat sözünü bitiremedi. Yüzü birden kıpkırmızı kesildi. Sanki bir şeyler olacaktı.
Bana gösterdiği zengin Sancar, ayağa kalktı bir anlık hışımla. Belinde kılıcı vardı, normalde olmaması gerekiyordu. Kılıcı hızlıca çekti. Onun hareketiyle, salonda bulunan askerlerin yarısı da silahlarını kuşandı. Ben hala hiçbir şey anlamamıştım. Sancar, kılıcıyla gözünü aynı şekilde salondaki konukların üstüne götürdü. “Artık yeni Kağanınız karşınızda”
 
Merhabalar daha önce yazdığım ve devamını getirmeye üşendiğim kısa bir hikaye. Kendi yarattığım bir evren içerisinde geçen bir macerayı anlatıyor. Sizden isteğim sadece beni eleştirmeniz. Olabiliyorsa yalnızca kötü yönleri söylemeniz.

1.Bölüm

Derin nefes alarak kendi için ayrılan masasına oturdu, Cenax. Kendisi; 30’larını aşmış beyaz tenli, sarımsı saçlara sahip, kahverengi gözlü, uzun boylu ve kaslı biriydi. Yaşına göre hâlâ yakışıklıydı. Yıllarca paralı askerlik yapmıştı. Çocukluğu, Patmarian’nın güneyinde bulunan Kemik adasında geçmişti. Gençliğinde babasının ölümü yüzünden evinden ayrılıp uzak diyarlara yolculuğa çıkmıştı. O günden sonra bir daha vatanına uğramamıştı. Annesine ve diğer beşkardeşine ne olduğu hakkında en ufak bir bilgisi yoktu. Yıllar boyunca Patmarian’ın her köşesinde bir maceraya ve savaşa girmişti. Areon çöllerinden, Wynderların karlı buzdan dağlı steplerine, Meron ovasından, diyarı batı ve doğu olarak ikiye ayrılmasına sebebiyet vermiş Bolen nehrine kadar. Kimi zaman, bu onun için bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı bilememişti. Girdiği savaşlardan dolayı birçok düşman kazanmıştı. Her an onun boğazını kesebilecek ve bundan dolayı altınlar kazanabilecek yüzlerce kişi olmalıydı etrafta. Son olarak adını vermek istemeyen biri tarafından bir kanunsuzu avlamak için gönderilen ekibin üyeleri arasındaydı.



Görevleri başarıya ulaşmıştı ancak yine işsiz kalmıştı. Şimdi döngünü başına yine dönmüştü, tekrardan işsiz bir şekilde etrafta aylak aylak dolaşacak ve biri tarafından keşfedildikten sonra tekrardan cebine birkaç sikke altın girecekti.



Sandalyesine oturmak için giydiği deriden yapılmış pelerini eliyle düzeltti. Sandalyeye oturunca bir gıcırtı sesi geldi, kulağı oldu olası bu sesleri sevmezdi. Çocukluğundan beri. Uzaktan para kokusunu veya sesini duymuş olan hancı yavaş fakat temkinli adımlarla Cenax’a yaklaştı. Adam yaşlılıktan dolayı kamburlaşmış ve yüzünde çıkan sakallardan dolayı dış görünüşü tam olarak yansıtamıyordu. “Sizin gibi kudretli bir savaşçı ne ister,” dedi sarı ve çürük dişleriyle sırıtarak. “Dilerseniz size Areon üzümü ile yapılmış ve Tanrıların güzelliğini bile kıskandıran şarabımı getireyim.” Bu gibi sözleri binlerce defa duymuştu Cenax. Yıllardır kılıç kullanmaktan daha iyi bildiği bir şey varsa o da, Patmarian’ın her yerindeki tüccar ve hancıların son derece işgüzar ve yalaka olduğuydu.


“Bana sadece bir parça tavuk budu getir yanına da az önce bahsettiğin şarabı,” dedi, Cenax hiç yüz vermeyerek. “Ha, bana bir oda ayarla, olabiliyorsa tek kişilik olsun.” Adam bu sefer koşar adımlarla uzaklaştı Cenax’ın masasından. Kılıcını ona rahatsızlık yapmasın diye belinden çıkarıp masasının yanına koydu. Bu bir mesaj görevi de görüyordu. Paralı askere ihtiyacı olan biri kimi zaman bu kınındaki ortalama bir kılıç kadar uzun, üstüne işlemeler yapılmış, ucu ve yanları çok keskin olan eski kılıcı görünce ona iş verirdi. Kılıç kimindi hiçbir fikri yoktu, onu bir görevi sırasında çalmıştı. Hayatının ilk göreviydi. Bu kılıcı alma hikâyesi onun için bir dönüm noktasıydı. 17 yaşlarında olmalıydı, yanında çalıştığı baharat tüccarı ölünce aynı bugünkü gibi işsiz kalmıştı. O zamanlar yaşadığı şehir tüm kıtanın en kalabalık ve büyük bölgesi İnregam idi. Şehrin yaklaşık iki milyon nüfusu vardı, şehir her gün devriyeler hâlinde gezen bin beş yüz muhafız tarafından denetlenirdi. Hep, ben olsam şehri nasıl kontrol altında tutarım, diye düşünürdü Cenax.



Gençliğinin verdiği tutku ve silah kullanma hünerine olan güveniyle arenadaki turnuvalara katılmıştı. İlk maçlarının hepsinde yenilmişti. Üzerinde hâlâ bulunan, yenilgilerden kalma yara izlerine bakar ve eski günleri yâd ederdi. Sonunda finale kadar gelmişti. Yaklaşık olarak onun on beşinci turnuvası olmalıydı o gün. Dövüş bazen aklına hatta rüyalarına kadar girerdi. Karşısındaki ondan bir baş kadar uzun ve birkaç yaş büyüktü. Cenax, adamın yüz hatlarını ve görüntüsünü her geçen gün daha az anımsıyordu.



İlk hamleyi rakibi yapmıştı. Kılıcını sağ taraftan Cenax’ın omzuna gelecek şekilde savurmuştu, Cenax buna karşılık önce sağ eliyle tuttuğu kılıcı hızlıca döndürmüş, bu hamleyi savurmuştu. Ardından, Cenax hiç bekletmeden adamın kafasına doğru yukarıdan bir saldırı yapmış fakat rakibi sağa tarafa kaçarak kurtulmuştu. Bu sefer başka bir hamle yaparak rakibinin kaçtığı yöne doğru kılıcını savurmuş ancak rakibi kılıcıyla buna karşılık vermişti. Rakibi kılıcını, Cenax’ın kılıcı üzerinden bastırmış bundan mütevellit Cenax kılıcını oynatamamıştı. Rakibi bu fırsatı değerlendirerek Cenax’ın burnunun biraz altına sert bir yumruk geçirmişti. Cenax bu yumruğun acısının verdiği kin ve intikam isteği ile tüm gücünü kullanarak rakip kılıcı kendi silahının üstünden atmış, o kadar hızlı bu hamleyi yapmıştı ki kılıç onlardan yaklaşık bir buçuk metre uzaklaşmıştı. Hızını alamayarak arkasına geçmiş ve dizlerine birer tekme atarak rakibini, bir askerin kral karşısında diz çöktüğü hâle getirmişti. Adama hiç fırsat tanımamıştı o gün. Rakibi diz çökerken beline sert ve acımasız bir tekme atarak yüz üstü yere düşmesini sağlayarak ilk turnuvasını kazanmıştı.


Onu tribünlerden izleyen zengin ve kuzeyli bir adam, İnregam’da yaşayan kaçak bir tüccarı sağ olarak istemişti. O kuzeyli zengin hayatında gördüğü en iyi bakımlı kişi olmalıydı. Kaynatılmış geyik derisinden bir üst giyiyordu. Uzun, bakımlı ve güzel kokan saçları omzuna kadar geliyordu, beyaz teni ve siyah saçları tribünlerdeki tüm genç kızları ona çekmişti. İşte o görevde başarıya ulaşmıştı. Adamı biraz hırpalayarak da olsa istediği kişiye getirmişti. O gün adamın evinde şuan taşıdığı kılıcı almıştı.


“İşte, buyurun efendim,” dedi, az önce yanına gelen hancı cırtlak bir ses tonuyla. Çirkinliğinden hiçbir şey değişmemişti. Tabağı masaya bıraktıktan sonra, ellerini ovuşturarak, “İstediğiniz tavuk budu burada. Daha yeni kızardı.” Oradan gitti. Cenax ekşi ve hiç güzel olmayan bir koku hissetti. Bu koku tavuktan gelmiyordu veya hancıdan da gelemezdi çünkü az önce yanından uzaklaşmıştı. Etrafı biraz daha kokladıktan sonra kokunun kendisinden geldiğini fark etti. Bu iğrenç koku koltuk altlarından, ayak parmaklarına kadar vücudunun her yerine sinmişti. Acilen yıkanması gerektiğinin farkına vardı. Lakin yapacak daha önemli bir şey vardı; aç karnını bir güzel doyurmak. Önüne getirilen tavuk budundan büyükçe bir ısırık aldı. Tavuğu yiyince çok acıktığının anladı. Tavuğunu bitirmek üzereyken aklına hancının şu övüp de bitiremediği şarabı geldi. Masanın üstünde duran tahtadan yapılmış bardağın içine konulmuş şarabı ağzına götürdü. Birkaç damla yıllar önce aldığı kaynatılmış deriden yapılma elbisesinin üstüne döküldü. Şarap, Areon üzümleriyle yapılmış olanı değildi. Yıllarca diyarının her köşesinde dolaşmanın güzel bir özelliği de geniş bir damak zevkine sahip olmaktı. Bu şarap olsa olsa Kuzeylilerin yaptığından olmalıydı, daha doğrusu çaldığından. Kuzeyliler barbar bir kavimdi. Ellerinde balta ve kılıçlarıyla şarapları bittiğinde veya paraları -kimi zaman canları sıkıldığında- güney bölgelere yağmaya çıkarlardı. Eskiden bunu göstere göstere yapıyorlardı. Yaklaşık iki yüz elli yıl önce. Şimdilerde ise onlarda Birleşik Krallıklara dâhil olmuşlardı. Bu yüzden haydutluk adı altında liderleri için güneye inip yağma yapıyorlar.


Fakat kurulan “Şeref Koruyucuları” adlı grup, haydutluğa ve türevi şeylere savaş açmışlar. İmparator onlara belirli para ve asker ayırmış. Askerlikleri gönüllülük ve zorunlu esaslara dayanırdı. Suçlu erkeklerde zorla bu örgüte katılırlardı. Bu tüm diyarın işine yarıyordu. Suçlulardan kurtuluyorlardı her iki şekilde de

Şarabının son yudumunu da içerken önündeki masada oturmuş iki krallık askerini gördü. Zırhların üstüne aslan motifi işlenmişti. Bu motifin işlendiği tüm bayrakların doğudan, batıya; kuzeyden, güneye kadar her yerde hükmü geçerdi. Sadece dünyanın en doğusunda bulunan ölü orman sakinleri, kuzeyli klanlar ve diyarının Gokan topraklarında yaşayan göçebe kavimler bu bayrağın boyunduruğu altında yaşamazlardı.

Göçebelere söz dinletmek zordur, diye içinden geçirirdi Cenax, ne zaman onlardan biriyle karşılaşsa. Masasına gelenlerle doymayacağını anladı. Hancıya doğru bir el işareti yaptı. Hancı koşarak yanına geldi. Yaşından dolayı yaptığı pek de koşmak sayılmazdı. “Bana biraz daha bunlardan getir,” dedi. Masadakilerini göstererek, “Yanına meyve de koy.” Hancı ilk yaptığı gibi koştu. İlerlerken ayağı bir şeye takıldı ve biraz sendeledi. Sonra ise yoluna devam etti.


Cenax yine kara kara düşünmeye başladı. Buradan sonraki durağını bilmiyordu. Daha kötüsü cebindeki paralar artık onu idare edemeyecek kadar azalmıştı. Yeni yemeği de geldi o sırada. Bu sefer bir tavuk budu değil iki tane vardı. Hancı, bu tavuk budunun bir hediye olduğunu, söyledi. Şu anlık çok da fena bir armağan sayılmazdı. Sofrası öncekine göre daha güzel görünüyordu. Meyveler masada bir gökkuşağı gibi duruyordu. Bu han konumundan dolayı kıtanın her yerindeki meyvelerin buluşma noktası gibiydi. Han diyarı bir kılıç gibi ikiye bölen doğu ve batı kol nehirlerinin tam ortasında bulunurdu. Tüm yollar buraya çıkardı. Hatta uzak başka bir kıta olan Terra’dan bile gelen mallar ilk olarak bu bölgelere satılırdı. Fakat kötü bir durum daha vardı. Nerede savaş olsa buradaki insanlar hep zarar görürdü. Tabii krallıklar birleştikten sonra bu durum değişmişti. Artık savaşlar eskisi kadar olmuyordu.


Cenax elini masadaki yemeğine atarken oturduğu masanın diğer tarafındaki sandalyeden bir gıcırtı duydu. Sesin kaynağına baktığında; kendisiyle aynı yaşlarda, bakır tenli, esmer ve yuvarlak başlı bir adam vardı önünde. Adamın giydiği giysiler deriden yapılma zırhlardı. Kınında bulunan kılıcı, eğimli ve hafifti. Adamın adı Mearen idi. Evet, Cenax adamı tanıyordu. İnregam’ da yaşadığı sıra ona eşlik etmişti. Birçok kazançlı işte omuz omuza çarpışmışlardı. Yılları beraber geçmişti. Ancak girdikleri bir iş sırasında Mearen’nın başı belaya girmiş ve bir daha hiç karşılaşmamışlardı.


“Damak zevkin değişmiş bunu beğendim,” dedi Mearen alaycı bir tavırla. Masadaki meyvelerden birini alıp ağzına atarak, “Görüşmeyeli uzun zaman oldu, yaşlı dost.” İkisi birden sandalyelerinden ayağa kalktılar, birbirlerine düşmanca yaklaştılar. Sonra ikisi birden kahkaha tufanına tutulmuş gibi oldular. Birbirlerine iki kardeş aslanın sarılışı gibi birbirlerini sıkarak sarıldılar.


“Görmeyeli epey yaşlanmışsın,” dedi Cenax kahkaha atarak.

“Sende görmeyeli baya gençleşmişsin,” diye karşılık verdi Mearen. Birkaç şakalaşmanın ardından kalktıkları sandalyelere tekrar oturup, sohbetlerine devam ettiler. Hancıyı tekrar yanlarına çağırıp bir şeyler daha istediler

“Sen hangi cehennemdeydin bakalım, Mearen,” dedi Cenax elindeki üzümü ağzına atarak. “Tüm Patmarian’ı dolaştım ama seni hiçbir çöplükte bulamadım.”

Mearen üzümün çekirdeklerini yere tükürdü.  “Ben, ben… Beni boş ver. Daha uygun bir vakitte tüm olanları anlatırım.” Dedi Mearen.


“Neyse şimdi ziyafetimizi yapalım daha sonra uzun bir süre dertleşiriz.” Dedi Cenax. İkisi birden yemeklerle karınlarını doyurmaya başladılar

Tüm han keyifle eğlenirken, bu heyecanı bozan bir şey oldu. Birden hanın kapısı sertçe açıldı. İçeri üç çirkin ve kirli adam girdi. Sağ tarafta olanın; burnu çok uzundu, kumraldı ancak yüz hatları elli yaşındaki bir adamınkiyle eşdeğerdi. Ortadakinin ise gözleri kocamandı. Kirli sakalların arasındaki yüzü bir çocuğu korkutmaya yeterdi. Sol tarafta olanı ise en beteriydi. Siyaha yakın teni arasındaki gözleri deniz mavisiydi. Onu bir kediye benzetmişti bu. Ondan dışkı kokusu geliyordu. Cenax kokuyu aldıktan sonra iştahı kaçtı. Adamlar Cenax’ın masasının çaprazına oturdu. Cenax’ı düşmanca bakışlarla ikide bir süzüyorlardı.


Birkaç dakikanın ardından içlerinden biri Cenax’ı işaret ederek, “Hey, sen ne diye dik dik bakıyorsun bana.” Dedi. Cenax ayağa kalkarak, “Güzelliğin beni bir hayli etkiledi,” dedi. Ardından adamlar kılıçlarını çekti. Kılıçları eskiydi. Ve bazı yerleri paslanmıştı. Cenax kılıcı bir su gibi çıkardı. Kılıcı çok beyazdı. Süt camına benziyordu. Kabzasının en altında küçük bir daire vardı. Her iki taraf da çarpışma için hazırdı.


Cenax, iki eliyle kılıcını tuttu. Gövdesiyle aşağı eğilerek dövüş pozisyonu aldı. Adamlar tecrübesizliklerinden dolayı eline tahta ve ağaç parçası alan ve arkadaşlarıyla oynayan çocuklar gibi üstüne geldiler. Ortada olanları acemice bir hamle yaptı. Sağ elinde tuttuğu kılıcı Cenax’ın boyuna paralel gelecek şekilde savurdu. Cenax geriye doğru hızlıca gitti. Bir adım daha atarak ortadaki adamın karnına sertçe bir tekme attı. Rakibi bir masayı devirdi, başına meyve tabakları ve meyveler döküldü. Biri gitmişti geriye kalmıştı iki kişi. Kalan ikisi de aynı anda saldırıya karar verdi. Sağ taraftaki kılıcını elinin ters yönüne doğru savurdu. Cenax kılıcıyla karşılık verdi. Ve çelikler çarpıştılar. Solundaki ise kılıcını savurmak üzereyken Cenax, adamın elini tuttu. O kadar sıkı kavradı ki adam bir süre çığlık attı. İkisi birden elindeydi şimdi. Kılıcını tuttuğu adamın burnunu biraz altına dudağıyla kesiştiği noktaya bir kafa attı. Adam vücudunun kontrolünü kaybederken onu diğer arkadaşına fırlattı.


İkisi birden yere yuvarlanmıştı. Zafer onun gibi gözüküyordu fakat bu işte bir terslik vardı. Az önce önünde aslan Sancaklı iki asker yerinden bile kımıldamamıştı. Hatta bir zamanlar kardeşi gibi olan Mearen bile. “Sizler, neden öylece durdunuz öyle bir şeyler yapsaydınız ya,” dedi. Krallık askerlerine bakarken, adeta bir ejderha gibi ateş saçmıştı. Sonra döndü. Mearen’e bakarak, “Ya sen, sen niye bir şey yapmadın!”

Ağzından ateşler saçılırken arkasından bir alkış sesi duydu. Tek kişilik bir sesti. Sesin içinde alaycılıkta mevcuttu. Arkasına döndü. Karşısında zengin görünüşlü bir adam vardı. Altın sarısı saçları, kaşlarına kadar işlemişti. Sanki altınlar içinde banyo yapmış gibiydi. Çimler kadar yeşil olan gözleri vardı. Cenax’dan birkaç santim daha kısaydı. Lakin bu yakışıklılığından bir şey götürmüyordu. Adam hiç savaşçıya benzemiyordu. Belinde bir kılıcı veyahut herhangi bir silahı yoktu. Ancak arkasında duran iki koruması vardı. Korumalarının zırhı bile has çelikten yapılmıştı. Adamın elbiseleri uzaktan en pahalı kadifenden yapıldığını belli ediyordu. Ayaklarında dizlerin biraz altına kadar gelen ter temiz çizmeler vardı. Arkasındaki askerlerin kalkanlarına ve zırhlarının üstüne karga işlenmişti.


“Harikulade savaştınız,” dedi. Elinde bulunan birkaç parça altını az önce dövüşten mağlubiyetle ayrılmış adamların önüne attı. “Artık gidebilirsiniz çocuklar, iyi iş çıkardınız.” Dedi. Bu ikinci şok dalgası olmuştu. “İyi adamlarla dostluk etmişsin doğrusu, Mearen”

“Siz de kimsiniz,” diyebildi sadece Cenax, yüzündeki şaşkınlığı düşman ordusunun üzerine ok atacak okçuların durumuna benziyordu. “Arkadaşımla da bir hayli haşır neşirsiniz galiba.”


“Arkadaşınız sizden çok bahsetti. Nerdeyse dünyanın her yerinde dolaşmışsınız,” dedi. Elini yanında bulunan ve büyük ihtimalle tanımadığı bir müşterinin masasındaki üzümü attı. “Büyük bey gibi zengin ve kudretli biri için canınızı ortaya koyabileceğinizi umuyorum.”


“Ben, babam için bile canımı ortaya koymam,” dedi hafif ama zorlama bir sırıtmayla. Onu güldürmek zordu lakin bu fırsatı tepemezdi. Zengin adam döndü, kimseye belli etmeden yutkunarak. “Hayatım her zaman daha önemlidir…”


Cenax daha sözünü bitirmeden karşısındaki onun zihnini okur cevapladı. “…Ama iyi bir miktar karşılığında savaşırsınız.”


Cenax başını salladı gülümseyerek. “Çok yerinde bir tahmin,” diye karşılık verdi. Kılıcını tekrardan sıktı. Zengin adama doğru uzatarak, “Kılıcım her zaman sizindir,” dedi. Ardından hafif bir kahkaha atarak söze girdi. “Tabii düşmanlarınız daha iyi bir kazanç teklif etmezse.”

“Merak etmeyin ben her zaman iki katını öderim,” dedi. Tam dönüp gidecekken yine Cenax’a doğru döndü. “Çok eğleneceğiz.” Dedi son olarak. Sesi ve yüzü bir karganın alaycılığına benziyordu. Hanın kapısından dışarı çıkarken, yeni yıkanmış ve çok temiz olan saçları herkesi büyülemişti.
 
Evet arkadaşlar, bu yazın başlarında başlayan serüvenimiz burada sona erdi. Okulun yaklaşması ve diğer bazı özel sebeplerden dolayı hikayeyi burada bırakıyorum. Belki ilerde devam edebilirim. Bunda hikayeden sıkılma payım da var. Hikaye yazacaklara tavsiye ilk 5 bölümü yazdıktan sonra, tabii bu sayı değişebilir, öyle yazın yoksa ilerde yazma istediğiniz kaçıyor. Hikaye yazanlara yardımcı olacağım bu daha çok yorumlarımla olacak diyeyim. Şimdilik hoşça kalın.
 
Back
Top Bottom