Evet arkadaşlar, yeni bir bölüm ile daha karşınızdayım, yorumlarını ve eleştirilerinizi bekliyorum. İyi Okumalar
GÖNÜLLÜ
Biraz dinlenmeye karar verdik. Bu benim hayatımda yaptığım en uzun yolculuktu, belki de grupça yapılan en uzun yolculuktu. Birçok yeri görmüştüm, kaç defa ölümle burun buruna geldiğimi hatırlayamıyorum. Karlı dağlardan,uçurumlara kadar birçok tehlikeli bölgenin toprağına ayağımı basmıştım. Bu yolculuğumda benim her daim yanımda olan iki şey vardı; yeni dostlarım ve kurdum Buz, Buz çok hızlı büyümüştü. Bu yolculuk sanki hem beni hem de Buz'u olgunlaştırmıştı. Artık kendimi daha güçlü ve dinç hissediyordum. Kılıcımı birkaç ay öncesine nazaran daha kabiliyetli ve kontrollü kullanıyordum. Karşıma günlerdir; yanımda kurdumu, dostlarımı;gökyüzünün en üst semalarında krallıklarını kurmuş ve diğer kuşlara baskın gelmiş, kartallar ve dağlarda yalnızlığın sembolü olarak bilinen dağ keçilerini görmüştüm.
Günlerce dağ keçilerini avlamış idik, onların kötü kokan ve tadı pek de güzel olmayan etlerini, soğuktan dolayı bir türlü yanmayan ateşte pişirmeye çalışmış, ki bir çoğunda başarısız olmuştuk. Günlerce yemek yemeğimi hatırlıyorum. Şimdi daha iyi bir durumdaydım. Artık dağlardan süren maceramız son bulmuştu çünkü daha aşağılara inmiştik, burada daha fazla avlayacak hayvan olmalıydı. Burası pek görmeye alışkın olduğum bir coğrafî yapı değildi, ben bozkırların hüküm sürdüğü ve buradan daha güneyde olan İchamur'dan gelmiştim. Dağların soğukluğunu anlatmadım, tabiî diğerleri bu duruma pek aşina gözüküyorlardı. Burası biraz daha sıcaktı. Sıcaktan kasıt genel olarak kitaplardan okuduğum Svadya'nın sahilleri gibi veyahut Nord diyarının yağmurlu arazisi gibi değildi.
Burada bozkırın etkileri fazla görünmezdi. Çünkü bu topraklarla Kergit topraklarını ayıran büyük dağlar vardı. Soğuk; teninizi yakardı,kimi zaman ellerinizin hareket ettiğini hissetmezdiniz, burnunuzun geçirdiği soğuk evrelerinde öldüğünüzü sanırsınız çünkü nefes alış-verişini anlayamazdınız. Bunu engellemek için ise genelde burnunuzdan biraz daha sıcak ellerinizle bir kalkan örüp hızlı bir hâlde nefes alıp verirdim.
Bu sırada hem ellerimi hemde burnumu ısıtmış olurdum. Lakin en kötüsü kulaklarınızın üşümesi idi. Sanki hançer gibi kesici bir aletle kulağınızı kesip atmış gibi hissederdiniz.
Bu saydığım olaylara rağmen yolumuza kararlı ve öz güvenli bir şekilde devam etmiştik. Etrafta ağaç veyahut altına uzanabilecek büyüklükte bir çalılık arıyordum. Şanssızdım ki etrafta böyle bir şey bulamadım Uzaklara baktığımda da göremedim. Yapacak bir şey yoktu. Yere bağdaş kurarak oturdum, diğerleri de ben,m yaptığımı yaptılar ve sohbet etmeye başladılar. Kurdum Buz hafifçe yanıma sokuldu,tüyleri sayesinde sıcaklığım az da olsa artmıştı. Pelerine benzeyen, avladığım dağ keçilerinin derisinden yaptığım, 1,75 m boylarında genişliği bir kaç avuç kadar olan bezi yere hafifçe serdim. Ardından yere serdiğim pelerinimsi şeyden genişlik ve uzunluk olarak biraz daha küçük olan diğer bezi de çıkardım. Bu battaniye görevi görerek beni öldürücü soğuklardan korumaya çalışacaktı. İşlerimi bitirdikten sonra yaptığım mini yatağın yarım metreden biraz daha kısa olan bir uzunluğa ateş yakmaya başladım. Neyse ki yanıma ve atımın üstüne birkaç odun parçası koymuştum. Bunlar bize birkaç gün yetecek vaziyetteydi.
Ağaçları belli bir nizama soktuktan sonra işin zor kısmına geçiş yaptım, ateşi yakmak... Bu beni bir hayli zorluyordu. Yolculuğumun her günü bu kahrı çekiyordum. Elime aldığım birkaç yaprak parçası ki bunları da yanımda getirmiştim. Sebebi ise tamamen öngörülerim idi. Kendimde en sevdiğim özellik buydu. Elime aldığım yaprakları üst üste dizdim. Elime yanımda getirdiğim küçük dal parçasını aldım. İki elimin arasına koyarak, ellerimi bir ileri bir geri getirip bir umut ateş yakmayı denedim.
Bu beş dakika boyunda sürdü. En sonunda ateş yanmayı başardı. Ateş yavaş yavaş etrafındaki odunlara yayılıyordu. Hepsini kendi hegemonyası altına alıyor gibiydi. Aklıma, Arslan'ın okuduğu bir kitaptan aldığı her yere ve herkese anlattığı, şu pasaj geldi;
"Ölüler, Kalradya'nın doğusundan işgale başladı, önlerinde hiçbir krallık ya da lord duramıyordu. Her yere ölüm getiriyorlardı. Çocuklar daha annelerinin karnından doğduklarında bir ölü olarak hayata başlıyorlardı. Öldürdükleri tüm insanları kendilerine benzer yaratıklara çeviriyorlardı..."
-Svadya Efsaneleri
Arslan okumaya çok meraklıydı. Evimizdeki tüm kitapları bitirmişti. Kergit destanlarını, Svadya efsanelerini, Nordların savaşlarını, Veagirlerin liderlerini, Sarranid'in coğrafyasını ezbere bilirdi. Bir zamanlar bildikleri ile ilgili kitap yazmaya karar verdi. Lakin maddî imkânsızlıklar dolayısıyla bu hayali yarıda kaldı.
Ateş büyüdükçe ben de daha rahatlıyordum. Kaç haftadır hayatımdaki en büyük zevk bu olmalıydı. Ateşin o koruyucu ve ısıtıcı ışınları yüzüme geldikçe daha derin düşüncelere dalıyordum. Bazen uzak diyarlarda bir şatoda, bazen bir savaşın ortasında, bazen kıyıya vurmuş bir geminin olduğu bir sahilde, kimi zamanlarda da bir boşlukta gibiydim. Sabit bir konumum yoktu. Bu rüyalarımda da, gerçekte de böyleydi.
Bu günün yorgunluğunu atma vakti sanırım gelmişti. Gözlerimi yavaşça kapattım. Vücudum yavaşça minik yatağıma doğru düşüyordu. Battaniyeye benzeyen deri parçasını da alıp üstüme attım. Bu gün benim için artık bitmişti ,ya da ben öyle sanıyorum. Ben yatmaya çalışıyordum lakin Orhun'un gülüşme sesleri kulağımı bir türlü rahat bırakmıyordu, Orhun iyi bir savaşçıydı ancak gündelik hayatta daha çok bir ozana benziyordu. Aybek'inde, Orhun'dan aşağı kalır bir yanı çok yoktu. Bu ikisi bazen masallarda duyduğumuz garip ikililere benzerdi. Sürekli birbirleriyle laf dalaşına girerlerdi, bu çoğu zaman beni eğlendirirdi. Çünkü bu ıssız bölgelerde insanı güldürecek iki şey vardı bence;birincisi kendi ayağına gelen veya kolayca avladığın nefis tadı olan bir hayvan, ikincisi ise böyle bir ikili. Orhun yine o abartı savaş hikayelerini anlatmaya başladı, "Karşımda benden bir metre büyük bir ayı vardı. Devasa savaş baltamı aldım ve sonra..." dedi. Ancak sözlerini Aybek kesti, "Senden bir metre büyük olabilecek tek yeteneğe sahip olan benim aletimdir." dedi alaycı bir tonla. Bu herkesi güldürmüştü, buna ben de dahildim. Daha sonrasındaki konuşmalar bana fısıltı gibi gelmeye başladı. Tekrardan zihnimin çağrısına uyarak, derin düşüncelere daldım.
Küçüklüğümden gelen bir alışkanlık olsa gerek, her gece yatmadan önce uzun uzun düşünürüm. Aklıma kimi zaman fantastik fikirler gelir, kimi zaman geçmişi anımsardım. Bu sefer geçmişi anımsadım. Aslında kaç haftadır anımsadığım buydu. Geçmişi hatırlamak. İnsanlar çok hata yaparlar, bu onların doğasında vardır. Çoğu zaman hataları onların yüzüne bir ceza olarak döner. Ceza yaptıkları suç ile doğru orantılıdır. Ancak benim durumum biraz daha farklı ben hiçbir şey yapmamışken ceza alacağım. Hemde Dünyanın en büyük cezalarından birini belkide. Aklımda hâlen cevaplayamadığım bazı sualler vardı. Bunlar uykularımı kaçırıyorlar son zamanlarda.
Bu sefer düşündüğüm şey geçmişte yaşadığım absürt bir hadise üzerineydi. Bundan daha birkaç yıl önce ben Arslan ve semtimizdeki diğer bazı çocuklar ile kendimizi muhafız ilan etmiştik. Mahallenin ulu muhafızları, yani bizler. Bu olayı o kadar büyütmüştük ki kendimize özel bir yeminimiz bile vardı, yemin yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi:
"Ben muhafızım, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer muhafız arkadaşlarımı dıştan gelecek tüm tehditlere karşı koruyacağım. Kergit'in, İchamur'un ve tüm mahallelerin son kalesi benim. Saydıklarımı koruyacağıma ant içerim."
Başta sadece birkaç ufak çocuğun kendi aralarında şakalaşmak ve oyun malzemesi yapmak için oluşturduğu bir oluşum diye düşünebilirsiniz, şuan bakınca ben de o görüşler içerisindeyim ama boyumuz ufak yaptıklarımız büyüktü. Kendimize tahtadan kılıçlar , deriden küçük zırhlar yapmıştık ve ufak bir kulübeyi kendimize mesken tutmuştuk. Bu kulübe de yapacağımız harekatları planlıyorduk. Yaptıklarımız bizim yaşımızdaki diğer çocukları da etkilemiş olacak ki diğer bölgelerde de böyle hareketlenmeler ortaya çıkmıştı. Bu noktadan sonra iş daha da ciddiye binmişti bizim için. Resmen çeteler arası savaş çıkmıştı.
Onlar bizim bölgemize gelirdi bazen de biz başkalarının bölgesine giriş yapardık. Bu izinsiz girişlerin çoğunda ufak çarpışmalar olurdu. Bu çarpışmalar birkaç yumruk ve tekme hareketinin ardından gelen bir şehir muhafızı ya da çevredeki yetişkinlerden birinin ayırmasıyla son bulurdu. Ayrıldığımızda ise birbirimize ağız dolusu küfürler yağdırır ve oradan uzaklaşır idik. En kötüsü de buydu zaten ayrılmak. İnsan bir kavga sırasında aldığı darbeleri ya hiç hissetmez ya da çok az hissederdi. Ayrılmamızdan birkaç dakika sonra yediğim; yumruk, kafa ve tekme darbeleri yeni etkisini gösterirdi. Eve çoğu zaman kırık bir burun, patlamış bir dudak ve kırık bir dişle dönerdim. Benim grubumdaki arkadaşlarım benim en kuvvetli kişi olduğuma inanırlardı. Bu yüzden hep ön safta en dövüşürdüm ve sonuç olarak en çok darbeyi ben alırdım. Aldığımız darbeler bizim için savaş ganimeti gibiydi. Bu çocuklar arasında bir böbürlenme kaynağıydı. Bu kavgalar üç aydan biraz daha sürdü. Bu olaylar beni büyüten olaylar ile son bulmuştu, o olay babamın ölümüydü.
Babam ben on altı yaşındayken ölmüştü. O zamanlar ruhen fazla büyüyemediğim için üzerimde koca bir şok dalgası olarak gelmişti. O zamanlar evde hep babam çalışırdı. Farklı işlerde çalışıyordu. Evden çıktığı zamanı çok iyi biliyordum. Her sabah hazırlığını yapar, kapıdan dışarı çıkıp, aynı yoldan işe giderdi. Ben o çıktıktan birkaç dakika sonra, onun uzaklaştığından iyice emin olduğunda sokağa çıkar yine eve dönmeden birkaç dakika önce eve giderdim. Zamanlamam çok uygundu. Çok nadir yakalandığım olmuştu. Yakalandığımda çoğu zaman dayak yiyordum lakin dayak genelde hafif olurdu. Lakin bir gün babam geri gelmedi, günlerce dışarıda soğuk altında bekledim. Arkadaşlarımla gündüzden sabaha kadar babamı arardık. Babamın cesedi birkaç gün sonra geldi ama benim bakacak cesaretim yoktu. Hiçbir zaman nasıl öldüğünü öğrenemedim. Sanırım hiç bir zaman da öğrenemeyeceğim.
Babam öldüğü zaman ilk defa yoksuluğun anlamını öğrendim. Yoksulluğu sadece istediğin şeyi almama olarak biliyordum. Şimdi yoksulluğun gerçek manâsını öğrendim. Yoksulluk; gece yatağa aç gitme, dışarıya ilk başlarda eski elbiselerle çıkamam deyip ardından yırtık elbiselere çıkmak ve en kötüsü zengin insanların o garipseyen bakışlarına maruz kalmak. Bu bakışlar sizi insanlardan ötekileştirir ve intihar edecek raddeye getirir.
Düşünmek beni yormuş olacak ki gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı.
****************************************************************************************************************
Rüyama kaldığım yerden devam ediyordum sanki. Yine o adam karşımda duruyordu.Adam "Sen hâlâ burada ne yapıyorsun.", duyduklarıma bir türlü bir anlam veremiyordum. Adam tekrar arkasına döndü, tedirginlik verici bir şey görmüş olmalıydı ki arkasına döndüğünde yüzünde bir endişe vardı. Kısa Kergit kılıcını havaya kaldırarak "Geliyorlar!" diye bağırdı. Arkama baktığımda hafif zırhlı altmışa yakın adam, bir savunma hattı kurmuş gibi duruyorlardı. Karşımda duran adam da bu savunma hattına katıldı, Yukarıda yükselen güneş görüşümü zorlaştırıyordu. Elimi kaşlarımın üstünde bir kalkan gibi tutup ileriyi görmeye çalıştım. Şimdi ilerimi daha net görebiliyordum. Ancak gördüğüm manzara pek de iç açıcı değildi. İleride bir eliyle kalkan diğer eliyle balta veyahut kılıç tutan yüzlerce adam üzerimize doğru koşuyordu.
Bu benim için pek de iyi olmayan bir manzaraydı. Yerde kılıç ve kalkan aramaya başladım. Sokağın kenarında ölmüş bir asker gördüm. Askerin karnı balta ile birden fazla kez vurulmuşa benziyordu. Bağırsakları ve diğer organlarının bir kısmı parçalanmış, bir kısmı da dışarıya fırlamıştı. Bu mide bulandırıcı görüntü bir hayli canımı sıkmıştı. Ölen askerin yerdeki kılıcını ve yarı parçalanmış baltasını elime aldım. Tekrardan sokağın ortasına dizilmiş askerlerin arasına katıldım. İleride büyük ihtimalle bize saldırmayı planlayan askerlerin görüntüsü vakit geçtikçe netleşiyordu.
Netleşme içimi pek de ısıtmıyordu aksine daha korkutuyordu. Sıcak temasa çok az kalmıştı. Önce sol ayağımı öne attım, ardından kalkanı önüme savunma pozisyonuna koydum ve son olarak kılıcımı kalkanın ilerisine getirerek pozisyonumu aldım. Bize doğru koşan adamlar ilk olarak yaptığımız kalkan duvarına çarptılar, kalkanımızın fazla büyük olmamasından dolayı bu hareket sadece saldırının hızını dindirmişti.
Bu sefer şanslıydım, karşıma gelen adam ince ve zayıf biriydi. Kılıcıyla sağ taraftan olan ve aynı zamanda yukarından gelen bir hamle yaptı, bunu kılıcımla kolayca püskürtmeyi başardım. Aynı hamleyi sol taraftan yapmaya kalkıştı. Bu sefer kılıcımı değil çevikliğimi kullanarak eğilerek kılıç darbesinden kaçtım. Adam yorulmuş olacak nefes alış verişini zor yapıyordu. Bunu hemen değerlendirerek sağ elimle tuttuğum kılıcı sol çapraza doğru çektim sonra adamın boğazını kestim. Boğazından fışkıran kanların bir kısmı üstüme gelmişti.
Öldürdüğüm adamın yüzüne baktım, belki evli ve çocuk sahibi biriydi, belkide bir nişanlıydı. Yüzüne biraz daha odaklanınca yüzünün bana benzediğini fark ettim. Bu nasıl olabilirdi diye düşünmeye başladım uzun bir süre. Bu düşünce dalışını kalın ve tedirgin bir bağırış bozdu. "Geri çekilin!.." dedi biri. Bizden biri olmalıydı ki az önce oluşturduğumuz hatta yanında durduğum adamlar kaçmaya başlamıştı. Biri omzuma çarptı, dengemi kaybettim ancak tam anlamıyla yere düşmedim, ardından biri daha çarptı ve biri daha... En sonunda yere çakıldım. Kalkmaya çalışıyordum lakin kaçan askerler ve onların peşinden koşan diğer askerler bunu engelliyordu. Karşıma uzun boylu ve elinde büyük bir baltası olan adam geldi. Yüzüme bakarak şeytani bir gülümsemeyle içimdeki nefret duygusunu tekrar uyandırdı. Elinde büyükçe bir balta vardı. Baltanın keskin tarafı düzdü, bir Nord baltasına benziyordu, baltanın kabzasının uzunluğu bir metreden biraz daha küçüktü.
Baltanın üstünde kanlar vardı. O rüyada son hatırladığım o andı.
****************************************************************************************************************
Güneş beyaz tenime vurarak beni uyandırmayı başarmıştı yine. Güneş bugün etrafa tüm gücünü saçıyor gibiydi. Bu iyi bir hadiseydi, bu diyarlara pek güneş vurmazdı, tabiî ben bunu yeni tecrübe ediyordum. Bu diyarlar hakkında sadece ozanlardan ve bana zorla okutulan birkaç kitaptan edindiğim bilgiler ile yola çıkmıştım başta. İnsanlar efsaneler türetmeyi sever özellikle de uzak diyarlar hakkında. Misal, Kergit topraklarında en çok efsanenin dolaştığı bölge Nord ve Veagir coğrafyalarıdır. Sanırım birçoğu birer propaganda aracıydı. Örnek olarak:
"Nord diyarında yaşayan büyük ve savaşçı bir berserker varmış. Bir savaş içinde ölünce tanrı(lar) onun Kahraman Cennetindeki savaşçılardan çok daha üstün olduğunu dile getirip onu dünyaya geri göndermişler. Adamın ruhunun da bedenini terk etmesi sonucunda, kudretli ve güçlü bir vücut kimsesiz kalmış. Bunun haberini alan kötü güçler bu bedenin içine girmişler. Savaşçı yıllar boyunca köyleri yağmalamış nice askerleri öldürüp etlerini, öldürdüğü insanların kemikleriyle yaktığı ateş üzerinde pişirdikten sonra yermiş. Bu sayede gücüne güç katarmış. Karşısına kimse çıkamaz olmuş hatta tanrı(lar) ve melekler bile ondan korkar olmuşlar. Ondan daha güçsüz olan biri onu bir gün uykusunda yakalayıp öldürmüş."
Tüm Kalradya derin bir nefes çekmiş. Aslına bakıldığında çocukluğum bu tür hikâyeler üzerine geçmişti. Veagirin yetileri, çöllerin devasa yılanı, Rodokların ayı adamı, Svadya'nın aslan sövalyesi... Geceleri yatmadan önce bu hikayeleri okuyarak büyür, en güvenli toprakların İchamur ve Kergit toprakları olduğunu düşünürdüm. Ne kadar yanıldığımı şimdi daha iyi anlıyordum. Söylediğim şeylerden hiçbiri karşıma çıkmamıştı ve çıkacağını da pek sanmıyordum.
Şimdi bu düşüncelere ayıracak pek bir vaktimizin olduğu söylenemezdi. Hemen yola çıkıp Sungecthe Kalesine varmalıydık. Aslında hâlâ bir esir sayılırdım, ancak Baybars benim başarılarımdan dolayı daha serbest bırakmışlardı. Sanırım Baybars bana güveniyordu. Batur'u öldürdüğüm gün bana gelip, kendilerine katılıp katılmayacağımı sormuştu, ben ise hiç beklemeden evet demiştim. Bu sayede kimse benden şüphe duymayacaktı. Ekipteki diğer kişilerle de samimi olmaya başlamıştım lakin onlarda hâlen devam eden bir karamsarlık vardı. Kaç yıllık arkadaşları onlara ihanet etmişlerdi, gerçi ben daha neyin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama öğrenmeme uzun sürmeyecek gibiydi. Komutan Baybars yanıma geldi, önce gözleriyle beni baştan aşağı süzdü ve bir şeylerden tatmin olmuş gibi kafasını salladı. Yüzüme kısa bir süreliğine daha baktıktan sonra:
"İlteriş, sana borçluyum," dedi. Bu sözden sonra başımı yavaşça öne eğdim, "Sen olmasan ne o haydutların izini sürebilirdik, ne de içimizdeki haini bulabilirdik. Artık sen de benim nökerim sayılırsın, sana anlatmam gereken bazı önemli olaylar var." dedikten sonra sırtıma dokundu ve yaptığımız küçük çadırların olduğu kamptan yavaşça uzaklaşmaya başladık. Etrafına bir attıktan sonra bana döndü, "Eminim aklında cevaplanmamış bazı soru işaretleri vardır, bunları basit askerlere kolay kolay söylemem ama içimde sana karşı oluşan bir duygu ve bu yüzden sana olanları basit ve şeffaf bir dilde anlatacağım. Batur ve senin daha önce öldürdüğün diğer haydutlar devlete karşı gelen büyük bir oluşumun parçası, kendilerine "Kara Kergitler" diye hitap ediyorlar. Bunlar tahta bulunan Janakir Han'ı indirip kendi istedikleri lideri baş getirmek istiyorlar." dedi. Aklıma bir soru gelmişti ve hiç bekletmeden sordum, "Peki, bunlar sadece basit birkaç haydut değil mi?" dedim. Komutan bana hak payı verircesine başını salladı ve omzunu silkerek devam etti, "Haklısın, aslında birkaç bozkır haydutu olsa işlerinden kolayca gelirdik ancak işler düşündüğünden daha derin, ülkenin iktidarını sarsmak isteyen bazı komşu devletler bu ve bunun gibi oluşumlara destek veriyorlar. Maddi açıdan büyük paralar harcıyorlar. Hatta, belki inanmayacaksın ama geçenlerde ele geçirdiğimiz bir Kara Kergit bir Kergit bile değildi." dedi. Bu sözünden sonra yüzümde bir şaşkınlık ifadesi belirdi, komutan bunu fark etmiş olacak ki sözlerine söyle devam etti, "Evet, doğru duydun bir Kergit değildi, sanırım bir Vegirliydi." diyerek sözlerini noktaladı. Kafam bir hayli karışmıştı yere bakarken komutan yine söze girdi, "Ha, unutmadan belki duymuşsundur, geçenlerde bir Kergit Noyanı İchamur'da alçak bir saldırıya uğrayarak can verdi, o gün sadece o ölmedi. Bu alçaklar aynı zamanda kısa süreliğine oraya gelmiş olan bir tüccarı ve Svadyalı bir paralı askeri de öldürdüler."dedi. Ardından Orhun komutana seslendi ve komutan benim yanımdan ayrıldı.
Aklım daha bir karışmıştı, ölenlerden biri Arslan değildi. Ancak bu beni istemediğim bir sonuca itiyordu, o da Arslan'ın bütün suçu üstüme atmış olmasıydı. Bu canımı bir hayli sıktı, çocukluk arkadaşım Arslan hem devletine hem de kardeşine ihanet etmiş bir hain miydi? Ural benim yanıma geldi; çocuksu yüz hatları, ortalama boyu ve beyaz teniyle birlikte bir güzellik yaratan kıvırcık saçlarıyla yüzüme baktı, "Hadi hazırlan gidiyoruz." dedi. Bana grupta en yakın olan kişi oydu. Saf birisine benziyordu, Orhun'un çoğu zaman onu yemek sırasında kandırdığını görmüştüm. Yavaşça atıma doğru gitmeye başladım, kurdum Buz, Ögeday ile çok samimi olmuşa benziyordu, beni görür görmez hemen yanıma koştu, bende buna karşılık eğildim. Buz ellerimi yalamaya başladı, ardından göğsümü ve son olarak yüzümü. Bunu gören Ögeday da yanımıza geldi; kendisi kahverengi gözlü, uzun boylu, kumral ve yakışıklı biriydi. Genelde sessizliği seçerdi. Akşamları yemek yerken, yemekleri midesine indirmek dışında yaptığı tek şey Orhun'un yaptığı iyi veya kötü şakalar gülmekti. Orhun hep konuşurdu. Genelde kötü nadiren de iyi espriler yapardı. Orhun; siyah saçlı, çekik gözlü, uzun saçlı ve kısa olan bir askerdi. Bir de Aybek vardı, o ise Orhun'un yaptığı kötü esprilerle dalga geçen biriydi, kendisi;orta boylu, badem gözlü, hafif tombul biriydi.
Buz'un beni yalaması faslından sonra atıma yöneldim, atıma tek bir hamleyle oturmayı başardım ki zaten her Kergitlinin de bunu başarabiliyor olması gerekirdi. Kergitler iyi ata binen bir milletti, bizim genelde kılıcımız ve zırhımız hafif olurdu. Bu sayede atı daha hızlı kullanıp düşmanı çevik manevra hareketlerimizle bir çıkmaza sokabilirdik. Her milletin kendine özgü savaş stili ve özelliği vardı, bizimki de buydu. Misal; Rodokların hiç atlı birliği bulunmazdı hep piyade birliklerine sahip olurlardı, Svadyalılar çok ağır zırhlara sahip birlikler kullanırdı bir okçunun arbalet kullanmadan bu zırhları delebilmesine imkân yoktu, Nordlar savaş baltaları ile ünlüdür, bu baltalar sayesinde bir adamı tek bir hamlede iki parçaya bölünebilecek kuvvette olduğu söylenir. Bunu anlatırken yine Arslan'ın sıkça dile getirdiği şu paragraf aklıma geldi.
"Kalradya milletleri bir döngü içindedir. Bu döngü şöyle işler, örneğin; "X" milleti önce büyür ve altın çağlarını yaşar; halkı zenginleşir, ordusu güçlenir, kralları ve lordları tüm diyara nam salar... Sonunda X milletinden dolayı fakirleşmiş "Y" milleti buna dayanamaz ve liderlerine baş kaldırır, liderleri bu baskıya daha fazla dayanamayıp savaşa başlar. Savaşmak için var güçlerini kullanan Y milleti bir şekilde X milletini yenmeyi başarır. X milletinin yenilmesinin bir sebebi de halkının zevk-ü sefaya alışmasıdır. Sonunda Y milleti güçlenir, diğer milletlere baskın gelir ve bu döngü böylece devam eder."
Bu söz şimdi bana daha anlamlı geliyordu. Bu döngü hayatın bir parçasıydı, kainatın bir parçasıydı... Atlarımızı yavaşça sürmeye başladık, canımın sıkılmaya başladığını sezdiğimde Orhun'un yanına gittim. Orhun yine o kötü şakalarını yapıyor ve ekibi eğlendirmeye çalışıyordu. Yanlarına gittiğimde kahkahalar atarak, "O kız kendisi bana gelmişti ve sabah uyandığımda koynumda onu gördüm." dedi. Sonra kahkahasına tekrar devam etti. Aybek seslice güldü, Ögeday ise hafifçe gülümsedi. Ben de bir kahkaha attım, doğrusunu söylemek gerekirse kadınlara karşı bir zaafım vardı. Bu sefer Aybek söze girdi, "Acaba yine ne ile o kızı kandırdın." dedi. Kendisine gelen bu yemi yutmadı Orhun, "Acaba seni ne ile kandırmıştım." dedi. Bu sert bir cümleydi. Bu sözden sonra bir laf dalaşı başladı. Bu sohbet beni pek bağlamamıştı, biraz daha ilerimizde derin düşüncelere dalmış Ural'ı gördüm. Yanına gittim daha beni fark etmemişti. Bir süre daha bekledim ve küçük bir öksürük sesi ile burada olduğumu belli etmeye çalıştım. Ural bana baktı, "Burada olduğunu fark etmemişim. Kusura bakma." dedi. Ben hiç bozuntuya vermeyerek, "Ural sen diğerlerinden biraz farklısın, pek savaşçı biri değilsin sanırım." dedim. Ural memnun olmuş bir gülümsemeyle, "Gözlem yeteneğin iyi olsa gerek, doğru aslında ben Sungecthe Kalesinin kütüphane sorumlusuyum." dedi. Tahminlerim doğru çıkmıştı. İstediği oyuncağı almış küçük bir bebek gibi içimden sevindim ve devam ettim, "Burada ne işin var? Bu görevler eli sağlam kılıç tutanlar içindir." dedi. Ural hafifçe gülümsedi, başını havaya kaldırarak, "Ben bir okçuyum aslında." dedi. Bir kahkaha patlattım, "Okun ve yayın nerede?" dedim. Bana sinsice bakarak cevap verdi, "Benim yayım beynim, oklarım ise kitaptır, Hah buradaki görevim bazı şeyleri not almak ve bu notları saraya kütüphanesine kazandırmak." Ben hiç bekletmeden, "Peki, iyi şeyler not edebildin mi?" dedim. Bana bakarak, "Ahh evet, mesela; civarda yaşayan kuş türlerini hatta uçuş güzergahlarını, etrafta yaşayan dağ keçisi sayısı, yırtıcı hayvanları ve son olarak da buradan geçebilecek kümes ve ahır hayvanlarını." son dediği şey aslında epey ilgimi çekmişti, kim buradan hayvanlarını geçirmek istesin ki. "Son dediğin bilgi insanların ne işine yarayacak." diye sordum. Ural'ın önce yüzü kızarmaya başladı, bir şeyler olduğunu anlamıştım. Daha fazla ısrar etmeye başladım. Israrlarıma dayanamadı ve cevap vermek zorunda kaldı, "Tamam o zaman, Svadyalılar son zamanlarda güçten düştüler. Rodok, Veagir ve Nordlar oluşturdukları "Kutsal İttifak" ile Svadya köylerini yağmaladılar ve şehirleri yok ettiler. Bize sığınan insanların anlattıklarına inanamazsın. Doğmamış bebekleri annelerinin karnından sökerek aldıklarını söylediler. Kaçan insanların bir kısmı aşırı derece delirdi ve onları bayıltarak öldürmek zorunda kaldık," bu dedikleri içimi ürpertmişti ve devam etti, "Dahası da var, Kutsal İttifak şuan gözünü Kergit bozkırlarına ve Sarranid çöllerine dikti. Eğer olur da bir gün kaçmak zorunda kalırsak diye bu raporlar çıkarmamı istediler." Bu içimi daha da ürkütmüştü, "Bizim bir dostumuz var mı, peki? diye sordum endişeyle. "Maalesef hayır; Svadyalılar artık eski gücünde değil, Sarranidler ile olan durumumuz malum ve Kutsal İttifak ise kendi içlerinde ihanet etmeyecek gibi görünüyor." dedi. Onun da sesinde tedirginlik ve korku vardı. Gözlerini bana dikti ve, "Tehlike çanları çalıyor, dostum, çalıyor..." dedi ve konuyu orada kapattı.
****************************************************************************************************************
Baya bir at sürüşünün ardından ufukta Tansugai Noyan'ın, siyah zemin üzerine geyik motifi işlenmiş sancağı gözüktü. Sancaktan bir kaç tane vardı ancak çoğu son günlerde yağan yoğun kar yağışı nedeniyle kendini pek fazla belli etmiyordu. "İşte," diye bağırdı Ural, gruba dönerek, "Kale gözüktü." dedi. Sesi başarıya ulaşmış küçük bir çocuk gibi çıkmıştı. Komutan, "Sonunda ait olduğum surları tekrar görebiliyorum." dedi. O sırada Orhun bir kahkaha attı, sesi tüm ilgileri üstüne çekmişti. Komutan, "Fazla gevezelik yapmadan kaleye gidelim,"dedi. "Bir an önce şu işi bitirelim." Ben ve diğer arkadaşlarımız aynı anda, "Emredesiniz" dedik. Komutan bir an duraksadı, "Sen hariç İlteriş," dedi, "Sen benle geliyorsun, Noyan senle tanışmak isteyecektir." Bu beni heyecanlandırmıştı. İlk defa bir Noyan ile yüz yüze konuşacaktım ve beni yüksek ihtimalle tebrik edecekti. Komutan atını sürmeye devam etti, hepimiz onun hızına ayak uydurduk. Kale kapısının önüne geldik. Kale surlarının üstünde bekleyen bir asker bize baktı, tam olarak bizi tanımamıştı. Gözlerini kıstı. Daha fazla sabredemeyen komutan söze girdi:
"Asker, biziz. Ben Komutan Baybars." dedi.
Askeri küçük bir telaş kapladı. Arkasına doğru gitti, gözden kaybolmuştu. Bir bağırma sesi duyduk, "Kapıları açın!" bu ses az önce bize bakan askerin sesi olmalıydı. Bu emir sesinden bir dakika sonra yavaş yavaş kapı yukarı doğru açılmaya başladı. O zaman kalenin avlusunu görebildim. İçimi bir heyecan dalgası daha vurdu. Diğer dostlarım ise pek yabancılık çekmiyor gibiydiler. Komutan tekrardan atını sürmeye başladı. Sırayla içeri girdik; en önce komutan, onun arkasından Ögeday ve arkasındaki Aybek ile Orhun ve son olarak ben ve Ural. İçeri girişimizin ardından çevredeki insanların gözü üstüme dikildi. Hepimiz içeri girdikten sonra komutan durdu ve önündeki askerler konuşmaya başladılar. Etrafta duran birkaç kişi benim hakkımda konuşuyordu:
"Baksana bir esire benziyor." dedi içlerinden sesi ince olan.
"Bence yanılıyorsun, bir esir olsa elleri bağlı olurdu ve ata binmezdi." dedi bir başkası.
Konuşulanlardan rahatsız olmuştum ve bunu onlara keskin bir bakış atarak anlatmıştım. Konuşmayı kestiler. Ben onlara kaçamak bakışlar atarken komutan bana seslendi, "İlteriş, hadi benle gel." dedi. Bu emir üzerine komutanı takip etmeye başladım. Emin adımlarla yürürken kafamı öne eğdim. Etrafta bana bakan gözlerin sayısı giderek artıyordu. Her adım attığımda çevrede benim hakkımda konuşan sesler duyuyordum ve bu beni bir hayli rahatsız ediyordu. Daha fazla dayanamayıp yürüme hızımı artırdım. Bunu komutan da fark etti, arkasına döndü bana bakarak, "Çevrendeki insanları takma," dedi ilk önce, "Eğer takarsan onların kölesi olursun." diyerek ekledi. Yürümeye devam ettim, yürüdüm, yürüdüm... Sonunda kabul salonunun olduğu binaya geldik. Kapının önünde iki asker bekliyordu. Komutanın geldiğini görünce selam verdiler, komutan da selam verdi. Askerlerden biri komutana kapıyı açtı, komutan sorgusuz sualsiz içeri girdi. Ben de onu takip etmeye çalıştım lakin bir asker elini karnımız biraz üstüne koyarak, "Sen nereye gidiyorsun böyle." dedi. Sesinde tehditkar bir hava vardı. Bunu duyan komutan arkasına döndü, "Bırakın onu çocuklar," dedi. "O da bizden biri artık." Sinsi ve kibirli bir gülümse yapıp gururumu tatmin ettim. İçeri girdim. İçeriye girdiğimde beni uzun bir koridor karşıladı. Koridorun yan duvarlarının yaklaşık iki metre ilerisine yuvarlak ve geniş sütunlar dikilmişti. Sütunların arasındaki mesafe orantılı olacak şekilde ayarlanmışa benziyordu. Sütunlar koridorun başından sonuna kadar uzanıyordu. Bunların üstüne eski harfler yardımıyla yazılmış metinler ve bazı savaşçıların resimleri çizilmişti. Beni en çok üstünde düşündürmeye iten döngü temalı çizimdi. İlk sütunda küçük çizilmiş bir okçu vardı ileriyi hedef alıyordu, o okçunun arkasında başka bir okçu ve onun arkasında bir başkası ve bir başkası... Yürümeye devam ettim yere baktığımda geyik boynuzları işlenmiş parkelerin yere döşendiğini gördüm. Tansugai Noyan dekorasyona çok önem veren birine benziyordu. Başımı kaldırıp ileriye baktığımda küçük bir tahta oturan Tansugai Noyan'ı gördüm yanı başında iki asker ve önünde çömelmiş bir cariye gördüm. Noyan bizi görünce cariyeyi yanından kovdu ve meyve tabağını eline aldı.
Bunu gören komutanın yüzünde bir hayal kırıklığı ifadesi oluştu. Bunu yüzünde atmak için kafasını yana doğru salladı. Yavaşça diz çöktü. Onun arkasında bulunan bende hemen aynı pozisyonda diz çöktüm. Komutan ayağa kalktı. Noyan bize doğru baktı, "Komutan Baybars, dönebilmenize sevindim." dedi. "Acaba bana hangi iyi havadisleri getirdiniz." diyerek güldü. Komutan biraz daha ciddi bir halde, "Efendim, Kara Kergitlerin önemli liderlerinden birini avladık," dedi. Sonra ise son söylediğini düzeltti, "Avladı." dedi. Noyan'ın yüzü şaşkınlaştı, "Pek, kim avladı?" dedi. Komutan beni işaret parmağıyla beni gösterdi, "İşte, aramıza katılan yeni askeriniz İlteriş onu avladı." dedi. Noyan hem şaşırmış hem de memnun olmuşa benziyordu. "Hmm... Demek ki yeni kahramanımız bu," dedi. "Büyük bir iş başardın evlat, şimdi sözümü tutma zamanı. Dile bende ne istersen." Bu ayağıma gelmiş büyük fırsatlardan biriydi. Bunu hiç kaçırmadan, "Ordunuza katılıp, tebaanızdaki diğer insanlar gibi size bağlılığımı bildirmek." dedim kendim emin bir ses tonuyla. Noyan alaycı bir alkış yaptı, "Seni onurlu çocuk," dedi. Bir kahkaha attı, "Tamam o zaman, dileğin kabul edilmişti." dedi. Tekrardan ben ve komutan selam verdik. Yavaşça kapıya yöneldim ve oradan usulca ayrıldım.
Dışarı ilk çıktığımda derin bir nefes aldım. Karşıma ilk çıkan Orhun oldu. Bana dostça sarıldı, "Seni yabancı katil." dedi ve gülmeye başladı. "Artık yabancı sayılmam," dedim. Gülmesi kesildi, "Ben de artık sizden biriyim." ardından ikimizde kahkaha atmaya başladık, "Hadi gel, sana kaleyi gezdireyim ve yeni dostlar edin." dedi. Bunun üzerine yavaşça yürüme başladık. Merdivenler indik ilk önce, mermerden yapılmış kare şeklindeki düzlemsel merdivenlerden. Aşağı indik. Bizi küçük ve dar bir yol karşıladı, taş dizilişi ile yapılmışlardı. Yolun dışında kalan bölümler ise yağan kara yenik düşmüştü. Bir at arabası bu yoldan geçmeye çalıştığı için kenara çekilmek zorunda kaldık. Kale kare şeklinde, bir düz arazi üzerine yapılmıştı. Dört farklı kulesi vardı, iki kule diğerlerinden biraz daha büyüktü. Kalenin avlusunda küçük bir demirci. Demircinin yüzü uzun süre ateşin yanında kalmaktan kararmış gibi görünüyordu. Demirci dükkanı küçüktü ancak demirci harıl harıl çalışmaya devam ediyordu.
Orhun elini omzumun üstüne attı, "Seni diğer askerlerle tanıştırmalıyım." dedi. Bu beni pek heyecanlandırmamıştı. İsteksizce, "Tabiî olur," dedim. "Fazladan bir dostun zararı yoktur." Dost demişken aklıma yine o hain Arslan gelmişti. Bu yaşıma kadar gerçekten benim tek dostum o olmuştu. Yine aynı tempoda yürüyerek askerlerin talim yaptığı yere gittik. Oraya yaklaştıkça çelik ve tahta karışımı sesler kulağıma geldi. Tak,tak,tak...çın,çın,çın... Burası talim alanı olmalıydı. Gördüğüm kadarıyla yaklaşık elli kadar asker vardı. Bir çoğu talim yaparken, bazıları da aralarında sohbet ediyordu. Tecrübesiz askerler tahta kılıç kullanırken, tecrübeliler ise turnuva usulü kenarları sivri olmayan çelikten kılıçlar kullanıyorlardı. Yan bölümlerde askerlerin sohbet ettiği bir oturma alanı vardı. Oturaklar arka arkaya gelecek şekilde dizilmişti ve her biri bir öncekinden yüksekti. Bu sayede en arkada oturan ve en önde oturan kişi de talim alanın rahatça görebiliyordu. Bu oturakların birine oturduk. Orhun talim yapan askerlere bakarak, "Çok acıktım, ya sen." dedi. "Ben daha iki gün aça kalabilirim." diye cevap verdim. Ufak bir gülümsemeyle, "O zaman aç kal, ben gidip yiyecek bir şeyler alacağım." dedi. Guruldayan karnının üstüne elini attı ve küfürler saydırarak yemekhaneye doğru yol aldı.
Bir müddet talim yapan askerleri izledim. Biraz daha sol tarafıma üç kişi oturdu. Bunlar kaleye ilk geldiğimde benle dalga geçen askerlerdi. Aralarında konuşuyorlardı ancak sesleri bana cıvıldayan kuş sesi gibi geliyordu. Onlara hiç aldırış etmedim. Ancak onlar bana aldırış ediyor gibi gözüküyorlardı. Canım sıkıldı ve yumruklarımı sıkmaya başladım. Ardından içlerinden biri yanıma geldi ve önümde durdu. Benle yaşıt gibi geldi gözüme. Benle hemen hemen aynı boyda ve kalıpta idi. Kahverengi gözlerinde kibir ve açgözlülük gizliydi. Ellerini dalgalı saçlarına götürdü, "Sen yeni ufaklık olmalısın," dedi. Bu sırada yumruklarımı daha da sıktım ve avucum ağrımaya başladı, "Sen, kılıç tutabilir misin ayyaş'!" daha fazla dayanacak gücüm kalmadı ve ışık hızıyla ayağa kalktım, "Senin gibi çocuklar tutabilirse, evet." diyerek karşılık verdim. Yüzü yavaşça kızardı. Arkasına baktı, "Hah, ukalalığın yaşından büyük, ufaklık." dedi. Hiç bozuntuya vermeden, "Senin aptallık düzeyinde boyunda büyükmüş, sert çocuk." dedim. Arkasında bulunan diğer arkadaşları gülmeye başladılar. Yüzü bir demirci ateşi kadar kırmızılaştı. Ellerini sıkıyor, daha sık nefes alıp veriyordu. Kısacası rolleri değiştirdik. Önce dişlerini sıktı ardından ellini havaya kaldırarak beni işaret etti, "Madem bu kadar iddialısın seni meydana bekliyorum." dedi. Güldüm ve onu daha çok rahatsız etmek istedim, içim kıpır kıpırdı. Yüzümdeki gülümsemeyle elini aşağı doğru ittim, "Birincisi ben yanındayken o elin hep aşağıda olacak," dedim. Bunu söylememle sinirlenmesi arttı ve başını sola yasladı, "İkincisi, teklifin kabuldür." Eliyle bana talim alanına davet etti. Hiç beklemeden ayrıca gülümsemeyi hiç bırakmadan saha gittim.
"Hangi kılıçla yenilmek istersin, tahta mı çelik mi?" dedi. "Korkmuyorsan, çelik olsun." dedim. Başıyla onayladı, "Hay hay..." Ben kınım da olan kılıcımı kullanacaktım. O da kendi kılıcını kullanacaktı. Sahadaki herkes gitti, sadece ben ve o kaldık. İkimizde kılıcımızla vaziyet aldık ve kimin ilk vuruşu yapacağını bekledik. Sinirlenmesi benim için bir avantajdı. Bu avantaj kendini çabuk belli etti çünkü ilk hamleyi o yaptı. Yukarıdan direk dik bir hamle. Kolaydı, kılıcımı yan tutup onun kılıcın ittim. Kendisi de kılıcının gittiği yöne savruldu. Sonra hiç bekletmeden bir hamle daha yapmak için üzerime geldi, kılcını sağdan karnıma gelecek şekilde savurdu. Ondan daha çevik idim, hemen yana çekildim. Ve sırtına sert bir tekme attım. Bu onu yere düşürmüştüm, düelloyu hemen orada sonlandırabilir idim ancak içimdeki eğlenen küçük çocuk buna engel oldu. Hızla yerden kalktı, ağzından salyalar, gözlerinden ateş püskürüyordu. Tekrardan kılıcını dik tutarak bir hamle yaptı, yine kaçtım. Sonra bir hamle daha ve bir tane daha... Artık bu dönemeç oyunundan bir hayli sıkılmıştım. Adamı yere yatırdım ve kılıcımı boğazına dayadım. Kılcını attı ve ellerini havaya kaldırarak teslim olduğunu beyan etti. Etrafta izleyici olarak bizi izleyen Ural yanıma yaklaştı, "İyi iş çıkardın, dostum. Onu yerin dibine soktun." dedi.
Ben zaferin verdiği coşkuyla etrafa naralar atarken, bir ses duyuldu. Bu sesin duyulması üzerine herkesin nizamî sıraya girdiğini gördüm. Terli, mutlu ve öz güvenli olan ben de askerlere ayak uydurarak sıraya geçtim. Bu sesin sahibi Komutan Baybars'dı İzleyiciler için yapılmış oturaklardan birinin üstüne çıktı ve öksürdü, "Askerler, bildiğiniz üzere son zamanlar devletimizin bekasını tehdit eden bir oluşum var," dedi. Kimseden çıt çıkmadı, "Yaptığımız darbeler onları bir hayli zayıflattı. Şuan da başka bir görevimiz var," dedi. Kimseden yine çıt çıkmadı hatta kimse kımıldamadı bile, "Bunun için bana gönüllüler lazım, kim gönüllü olmak ister." dedi. Az önce kazandığım düellonun bana verdiği öz güven ve içimdeki kendimi kanıtlama isteği devreye girdi. Önce çıktım, "Ben gönüllü olmak isterim, komutanım."
Biraz dinlenmeye karar verdik. Bu benim hayatımda yaptığım en uzun yolculuktu, belki de grupça yapılan en uzun yolculuktu. Birçok yeri görmüştüm, kaç defa ölümle burun buruna geldiğimi hatırlayamıyorum. Karlı dağlardan,uçurumlara kadar birçok tehlikeli bölgenin toprağına ayağımı basmıştım. Bu yolculuğumda benim her daim yanımda olan iki şey vardı; yeni dostlarım ve kurdum Buz, Buz çok hızlı büyümüştü. Bu yolculuk sanki hem beni hem de Buz'u olgunlaştırmıştı. Artık kendimi daha güçlü ve dinç hissediyordum. Kılıcımı birkaç ay öncesine nazaran daha kabiliyetli ve kontrollü kullanıyordum. Karşıma günlerdir; yanımda kurdumu, dostlarımı;gökyüzünün en üst semalarında krallıklarını kurmuş ve diğer kuşlara baskın gelmiş, kartallar ve dağlarda yalnızlığın sembolü olarak bilinen dağ keçilerini görmüştüm.
Günlerce dağ keçilerini avlamış idik, onların kötü kokan ve tadı pek de güzel olmayan etlerini, soğuktan dolayı bir türlü yanmayan ateşte pişirmeye çalışmış, ki bir çoğunda başarısız olmuştuk. Günlerce yemek yemeğimi hatırlıyorum. Şimdi daha iyi bir durumdaydım. Artık dağlardan süren maceramız son bulmuştu çünkü daha aşağılara inmiştik, burada daha fazla avlayacak hayvan olmalıydı. Burası pek görmeye alışkın olduğum bir coğrafî yapı değildi, ben bozkırların hüküm sürdüğü ve buradan daha güneyde olan İchamur'dan gelmiştim. Dağların soğukluğunu anlatmadım, tabiî diğerleri bu duruma pek aşina gözüküyorlardı. Burası biraz daha sıcaktı. Sıcaktan kasıt genel olarak kitaplardan okuduğum Svadya'nın sahilleri gibi veyahut Nord diyarının yağmurlu arazisi gibi değildi.
Burada bozkırın etkileri fazla görünmezdi. Çünkü bu topraklarla Kergit topraklarını ayıran büyük dağlar vardı. Soğuk; teninizi yakardı,kimi zaman ellerinizin hareket ettiğini hissetmezdiniz, burnunuzun geçirdiği soğuk evrelerinde öldüğünüzü sanırsınız çünkü nefes alış-verişini anlayamazdınız. Bunu engellemek için ise genelde burnunuzdan biraz daha sıcak ellerinizle bir kalkan örüp hızlı bir hâlde nefes alıp verirdim.
Bu sırada hem ellerimi hemde burnumu ısıtmış olurdum. Lakin en kötüsü kulaklarınızın üşümesi idi. Sanki hançer gibi kesici bir aletle kulağınızı kesip atmış gibi hissederdiniz.
Bu saydığım olaylara rağmen yolumuza kararlı ve öz güvenli bir şekilde devam etmiştik. Etrafta ağaç veyahut altına uzanabilecek büyüklükte bir çalılık arıyordum. Şanssızdım ki etrafta böyle bir şey bulamadım Uzaklara baktığımda da göremedim. Yapacak bir şey yoktu. Yere bağdaş kurarak oturdum, diğerleri de ben,m yaptığımı yaptılar ve sohbet etmeye başladılar. Kurdum Buz hafifçe yanıma sokuldu,tüyleri sayesinde sıcaklığım az da olsa artmıştı. Pelerine benzeyen, avladığım dağ keçilerinin derisinden yaptığım, 1,75 m boylarında genişliği bir kaç avuç kadar olan bezi yere hafifçe serdim. Ardından yere serdiğim pelerinimsi şeyden genişlik ve uzunluk olarak biraz daha küçük olan diğer bezi de çıkardım. Bu battaniye görevi görerek beni öldürücü soğuklardan korumaya çalışacaktı. İşlerimi bitirdikten sonra yaptığım mini yatağın yarım metreden biraz daha kısa olan bir uzunluğa ateş yakmaya başladım. Neyse ki yanıma ve atımın üstüne birkaç odun parçası koymuştum. Bunlar bize birkaç gün yetecek vaziyetteydi.
Ağaçları belli bir nizama soktuktan sonra işin zor kısmına geçiş yaptım, ateşi yakmak... Bu beni bir hayli zorluyordu. Yolculuğumun her günü bu kahrı çekiyordum. Elime aldığım birkaç yaprak parçası ki bunları da yanımda getirmiştim. Sebebi ise tamamen öngörülerim idi. Kendimde en sevdiğim özellik buydu. Elime aldığım yaprakları üst üste dizdim. Elime yanımda getirdiğim küçük dal parçasını aldım. İki elimin arasına koyarak, ellerimi bir ileri bir geri getirip bir umut ateş yakmayı denedim.
Bu beş dakika boyunda sürdü. En sonunda ateş yanmayı başardı. Ateş yavaş yavaş etrafındaki odunlara yayılıyordu. Hepsini kendi hegemonyası altına alıyor gibiydi. Aklıma, Arslan'ın okuduğu bir kitaptan aldığı her yere ve herkese anlattığı, şu pasaj geldi;
"Ölüler, Kalradya'nın doğusundan işgale başladı, önlerinde hiçbir krallık ya da lord duramıyordu. Her yere ölüm getiriyorlardı. Çocuklar daha annelerinin karnından doğduklarında bir ölü olarak hayata başlıyorlardı. Öldürdükleri tüm insanları kendilerine benzer yaratıklara çeviriyorlardı..."
-Svadya Efsaneleri
Arslan okumaya çok meraklıydı. Evimizdeki tüm kitapları bitirmişti. Kergit destanlarını, Svadya efsanelerini, Nordların savaşlarını, Veagirlerin liderlerini, Sarranid'in coğrafyasını ezbere bilirdi. Bir zamanlar bildikleri ile ilgili kitap yazmaya karar verdi. Lakin maddî imkânsızlıklar dolayısıyla bu hayali yarıda kaldı.
Ateş büyüdükçe ben de daha rahatlıyordum. Kaç haftadır hayatımdaki en büyük zevk bu olmalıydı. Ateşin o koruyucu ve ısıtıcı ışınları yüzüme geldikçe daha derin düşüncelere dalıyordum. Bazen uzak diyarlarda bir şatoda, bazen bir savaşın ortasında, bazen kıyıya vurmuş bir geminin olduğu bir sahilde, kimi zamanlarda da bir boşlukta gibiydim. Sabit bir konumum yoktu. Bu rüyalarımda da, gerçekte de böyleydi.
Bu günün yorgunluğunu atma vakti sanırım gelmişti. Gözlerimi yavaşça kapattım. Vücudum yavaşça minik yatağıma doğru düşüyordu. Battaniyeye benzeyen deri parçasını da alıp üstüme attım. Bu gün benim için artık bitmişti ,ya da ben öyle sanıyorum. Ben yatmaya çalışıyordum lakin Orhun'un gülüşme sesleri kulağımı bir türlü rahat bırakmıyordu, Orhun iyi bir savaşçıydı ancak gündelik hayatta daha çok bir ozana benziyordu. Aybek'inde, Orhun'dan aşağı kalır bir yanı çok yoktu. Bu ikisi bazen masallarda duyduğumuz garip ikililere benzerdi. Sürekli birbirleriyle laf dalaşına girerlerdi, bu çoğu zaman beni eğlendirirdi. Çünkü bu ıssız bölgelerde insanı güldürecek iki şey vardı bence;birincisi kendi ayağına gelen veya kolayca avladığın nefis tadı olan bir hayvan, ikincisi ise böyle bir ikili. Orhun yine o abartı savaş hikayelerini anlatmaya başladı, "Karşımda benden bir metre büyük bir ayı vardı. Devasa savaş baltamı aldım ve sonra..." dedi. Ancak sözlerini Aybek kesti, "Senden bir metre büyük olabilecek tek yeteneğe sahip olan benim aletimdir." dedi alaycı bir tonla. Bu herkesi güldürmüştü, buna ben de dahildim. Daha sonrasındaki konuşmalar bana fısıltı gibi gelmeye başladı. Tekrardan zihnimin çağrısına uyarak, derin düşüncelere daldım.
Küçüklüğümden gelen bir alışkanlık olsa gerek, her gece yatmadan önce uzun uzun düşünürüm. Aklıma kimi zaman fantastik fikirler gelir, kimi zaman geçmişi anımsardım. Bu sefer geçmişi anımsadım. Aslında kaç haftadır anımsadığım buydu. Geçmişi hatırlamak. İnsanlar çok hata yaparlar, bu onların doğasında vardır. Çoğu zaman hataları onların yüzüne bir ceza olarak döner. Ceza yaptıkları suç ile doğru orantılıdır. Ancak benim durumum biraz daha farklı ben hiçbir şey yapmamışken ceza alacağım. Hemde Dünyanın en büyük cezalarından birini belkide. Aklımda hâlen cevaplayamadığım bazı sualler vardı. Bunlar uykularımı kaçırıyorlar son zamanlarda.
Bu sefer düşündüğüm şey geçmişte yaşadığım absürt bir hadise üzerineydi. Bundan daha birkaç yıl önce ben Arslan ve semtimizdeki diğer bazı çocuklar ile kendimizi muhafız ilan etmiştik. Mahallenin ulu muhafızları, yani bizler. Bu olayı o kadar büyütmüştük ki kendimize özel bir yeminimiz bile vardı, yemin yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi:
"Ben muhafızım, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer muhafız arkadaşlarımı dıştan gelecek tüm tehditlere karşı koruyacağım. Kergit'in, İchamur'un ve tüm mahallelerin son kalesi benim. Saydıklarımı koruyacağıma ant içerim."
Başta sadece birkaç ufak çocuğun kendi aralarında şakalaşmak ve oyun malzemesi yapmak için oluşturduğu bir oluşum diye düşünebilirsiniz, şuan bakınca ben de o görüşler içerisindeyim ama boyumuz ufak yaptıklarımız büyüktü. Kendimize tahtadan kılıçlar , deriden küçük zırhlar yapmıştık ve ufak bir kulübeyi kendimize mesken tutmuştuk. Bu kulübe de yapacağımız harekatları planlıyorduk. Yaptıklarımız bizim yaşımızdaki diğer çocukları da etkilemiş olacak ki diğer bölgelerde de böyle hareketlenmeler ortaya çıkmıştı. Bu noktadan sonra iş daha da ciddiye binmişti bizim için. Resmen çeteler arası savaş çıkmıştı.
Onlar bizim bölgemize gelirdi bazen de biz başkalarının bölgesine giriş yapardık. Bu izinsiz girişlerin çoğunda ufak çarpışmalar olurdu. Bu çarpışmalar birkaç yumruk ve tekme hareketinin ardından gelen bir şehir muhafızı ya da çevredeki yetişkinlerden birinin ayırmasıyla son bulurdu. Ayrıldığımızda ise birbirimize ağız dolusu küfürler yağdırır ve oradan uzaklaşır idik. En kötüsü de buydu zaten ayrılmak. İnsan bir kavga sırasında aldığı darbeleri ya hiç hissetmez ya da çok az hissederdi. Ayrılmamızdan birkaç dakika sonra yediğim; yumruk, kafa ve tekme darbeleri yeni etkisini gösterirdi. Eve çoğu zaman kırık bir burun, patlamış bir dudak ve kırık bir dişle dönerdim. Benim grubumdaki arkadaşlarım benim en kuvvetli kişi olduğuma inanırlardı. Bu yüzden hep ön safta en dövüşürdüm ve sonuç olarak en çok darbeyi ben alırdım. Aldığımız darbeler bizim için savaş ganimeti gibiydi. Bu çocuklar arasında bir böbürlenme kaynağıydı. Bu kavgalar üç aydan biraz daha sürdü. Bu olaylar beni büyüten olaylar ile son bulmuştu, o olay babamın ölümüydü.
Babam ben on altı yaşındayken ölmüştü. O zamanlar ruhen fazla büyüyemediğim için üzerimde koca bir şok dalgası olarak gelmişti. O zamanlar evde hep babam çalışırdı. Farklı işlerde çalışıyordu. Evden çıktığı zamanı çok iyi biliyordum. Her sabah hazırlığını yapar, kapıdan dışarı çıkıp, aynı yoldan işe giderdi. Ben o çıktıktan birkaç dakika sonra, onun uzaklaştığından iyice emin olduğunda sokağa çıkar yine eve dönmeden birkaç dakika önce eve giderdim. Zamanlamam çok uygundu. Çok nadir yakalandığım olmuştu. Yakalandığımda çoğu zaman dayak yiyordum lakin dayak genelde hafif olurdu. Lakin bir gün babam geri gelmedi, günlerce dışarıda soğuk altında bekledim. Arkadaşlarımla gündüzden sabaha kadar babamı arardık. Babamın cesedi birkaç gün sonra geldi ama benim bakacak cesaretim yoktu. Hiçbir zaman nasıl öldüğünü öğrenemedim. Sanırım hiç bir zaman da öğrenemeyeceğim.
Babam öldüğü zaman ilk defa yoksuluğun anlamını öğrendim. Yoksulluğu sadece istediğin şeyi almama olarak biliyordum. Şimdi yoksulluğun gerçek manâsını öğrendim. Yoksulluk; gece yatağa aç gitme, dışarıya ilk başlarda eski elbiselerle çıkamam deyip ardından yırtık elbiselere çıkmak ve en kötüsü zengin insanların o garipseyen bakışlarına maruz kalmak. Bu bakışlar sizi insanlardan ötekileştirir ve intihar edecek raddeye getirir.
Düşünmek beni yormuş olacak ki gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı.
****************************************************************************************************************
Rüyama kaldığım yerden devam ediyordum sanki. Yine o adam karşımda duruyordu.Adam "Sen hâlâ burada ne yapıyorsun.", duyduklarıma bir türlü bir anlam veremiyordum. Adam tekrar arkasına döndü, tedirginlik verici bir şey görmüş olmalıydı ki arkasına döndüğünde yüzünde bir endişe vardı. Kısa Kergit kılıcını havaya kaldırarak "Geliyorlar!" diye bağırdı. Arkama baktığımda hafif zırhlı altmışa yakın adam, bir savunma hattı kurmuş gibi duruyorlardı. Karşımda duran adam da bu savunma hattına katıldı, Yukarıda yükselen güneş görüşümü zorlaştırıyordu. Elimi kaşlarımın üstünde bir kalkan gibi tutup ileriyi görmeye çalıştım. Şimdi ilerimi daha net görebiliyordum. Ancak gördüğüm manzara pek de iç açıcı değildi. İleride bir eliyle kalkan diğer eliyle balta veyahut kılıç tutan yüzlerce adam üzerimize doğru koşuyordu.
Bu benim için pek de iyi olmayan bir manzaraydı. Yerde kılıç ve kalkan aramaya başladım. Sokağın kenarında ölmüş bir asker gördüm. Askerin karnı balta ile birden fazla kez vurulmuşa benziyordu. Bağırsakları ve diğer organlarının bir kısmı parçalanmış, bir kısmı da dışarıya fırlamıştı. Bu mide bulandırıcı görüntü bir hayli canımı sıkmıştı. Ölen askerin yerdeki kılıcını ve yarı parçalanmış baltasını elime aldım. Tekrardan sokağın ortasına dizilmiş askerlerin arasına katıldım. İleride büyük ihtimalle bize saldırmayı planlayan askerlerin görüntüsü vakit geçtikçe netleşiyordu.
Netleşme içimi pek de ısıtmıyordu aksine daha korkutuyordu. Sıcak temasa çok az kalmıştı. Önce sol ayağımı öne attım, ardından kalkanı önüme savunma pozisyonuna koydum ve son olarak kılıcımı kalkanın ilerisine getirerek pozisyonumu aldım. Bize doğru koşan adamlar ilk olarak yaptığımız kalkan duvarına çarptılar, kalkanımızın fazla büyük olmamasından dolayı bu hareket sadece saldırının hızını dindirmişti.
Bu sefer şanslıydım, karşıma gelen adam ince ve zayıf biriydi. Kılıcıyla sağ taraftan olan ve aynı zamanda yukarından gelen bir hamle yaptı, bunu kılıcımla kolayca püskürtmeyi başardım. Aynı hamleyi sol taraftan yapmaya kalkıştı. Bu sefer kılıcımı değil çevikliğimi kullanarak eğilerek kılıç darbesinden kaçtım. Adam yorulmuş olacak nefes alış verişini zor yapıyordu. Bunu hemen değerlendirerek sağ elimle tuttuğum kılıcı sol çapraza doğru çektim sonra adamın boğazını kestim. Boğazından fışkıran kanların bir kısmı üstüme gelmişti.
Öldürdüğüm adamın yüzüne baktım, belki evli ve çocuk sahibi biriydi, belkide bir nişanlıydı. Yüzüne biraz daha odaklanınca yüzünün bana benzediğini fark ettim. Bu nasıl olabilirdi diye düşünmeye başladım uzun bir süre. Bu düşünce dalışını kalın ve tedirgin bir bağırış bozdu. "Geri çekilin!.." dedi biri. Bizden biri olmalıydı ki az önce oluşturduğumuz hatta yanında durduğum adamlar kaçmaya başlamıştı. Biri omzuma çarptı, dengemi kaybettim ancak tam anlamıyla yere düşmedim, ardından biri daha çarptı ve biri daha... En sonunda yere çakıldım. Kalkmaya çalışıyordum lakin kaçan askerler ve onların peşinden koşan diğer askerler bunu engelliyordu. Karşıma uzun boylu ve elinde büyük bir baltası olan adam geldi. Yüzüme bakarak şeytani bir gülümsemeyle içimdeki nefret duygusunu tekrar uyandırdı. Elinde büyükçe bir balta vardı. Baltanın keskin tarafı düzdü, bir Nord baltasına benziyordu, baltanın kabzasının uzunluğu bir metreden biraz daha küçüktü.
Baltanın üstünde kanlar vardı. O rüyada son hatırladığım o andı.
****************************************************************************************************************
Güneş beyaz tenime vurarak beni uyandırmayı başarmıştı yine. Güneş bugün etrafa tüm gücünü saçıyor gibiydi. Bu iyi bir hadiseydi, bu diyarlara pek güneş vurmazdı, tabiî ben bunu yeni tecrübe ediyordum. Bu diyarlar hakkında sadece ozanlardan ve bana zorla okutulan birkaç kitaptan edindiğim bilgiler ile yola çıkmıştım başta. İnsanlar efsaneler türetmeyi sever özellikle de uzak diyarlar hakkında. Misal, Kergit topraklarında en çok efsanenin dolaştığı bölge Nord ve Veagir coğrafyalarıdır. Sanırım birçoğu birer propaganda aracıydı. Örnek olarak:
"Nord diyarında yaşayan büyük ve savaşçı bir berserker varmış. Bir savaş içinde ölünce tanrı(lar) onun Kahraman Cennetindeki savaşçılardan çok daha üstün olduğunu dile getirip onu dünyaya geri göndermişler. Adamın ruhunun da bedenini terk etmesi sonucunda, kudretli ve güçlü bir vücut kimsesiz kalmış. Bunun haberini alan kötü güçler bu bedenin içine girmişler. Savaşçı yıllar boyunca köyleri yağmalamış nice askerleri öldürüp etlerini, öldürdüğü insanların kemikleriyle yaktığı ateş üzerinde pişirdikten sonra yermiş. Bu sayede gücüne güç katarmış. Karşısına kimse çıkamaz olmuş hatta tanrı(lar) ve melekler bile ondan korkar olmuşlar. Ondan daha güçsüz olan biri onu bir gün uykusunda yakalayıp öldürmüş."
Tüm Kalradya derin bir nefes çekmiş. Aslına bakıldığında çocukluğum bu tür hikâyeler üzerine geçmişti. Veagirin yetileri, çöllerin devasa yılanı, Rodokların ayı adamı, Svadya'nın aslan sövalyesi... Geceleri yatmadan önce bu hikayeleri okuyarak büyür, en güvenli toprakların İchamur ve Kergit toprakları olduğunu düşünürdüm. Ne kadar yanıldığımı şimdi daha iyi anlıyordum. Söylediğim şeylerden hiçbiri karşıma çıkmamıştı ve çıkacağını da pek sanmıyordum.
Şimdi bu düşüncelere ayıracak pek bir vaktimizin olduğu söylenemezdi. Hemen yola çıkıp Sungecthe Kalesine varmalıydık. Aslında hâlâ bir esir sayılırdım, ancak Baybars benim başarılarımdan dolayı daha serbest bırakmışlardı. Sanırım Baybars bana güveniyordu. Batur'u öldürdüğüm gün bana gelip, kendilerine katılıp katılmayacağımı sormuştu, ben ise hiç beklemeden evet demiştim. Bu sayede kimse benden şüphe duymayacaktı. Ekipteki diğer kişilerle de samimi olmaya başlamıştım lakin onlarda hâlen devam eden bir karamsarlık vardı. Kaç yıllık arkadaşları onlara ihanet etmişlerdi, gerçi ben daha neyin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama öğrenmeme uzun sürmeyecek gibiydi. Komutan Baybars yanıma geldi, önce gözleriyle beni baştan aşağı süzdü ve bir şeylerden tatmin olmuş gibi kafasını salladı. Yüzüme kısa bir süreliğine daha baktıktan sonra:
"İlteriş, sana borçluyum," dedi. Bu sözden sonra başımı yavaşça öne eğdim, "Sen olmasan ne o haydutların izini sürebilirdik, ne de içimizdeki haini bulabilirdik. Artık sen de benim nökerim sayılırsın, sana anlatmam gereken bazı önemli olaylar var." dedikten sonra sırtıma dokundu ve yaptığımız küçük çadırların olduğu kamptan yavaşça uzaklaşmaya başladık. Etrafına bir attıktan sonra bana döndü, "Eminim aklında cevaplanmamış bazı soru işaretleri vardır, bunları basit askerlere kolay kolay söylemem ama içimde sana karşı oluşan bir duygu ve bu yüzden sana olanları basit ve şeffaf bir dilde anlatacağım. Batur ve senin daha önce öldürdüğün diğer haydutlar devlete karşı gelen büyük bir oluşumun parçası, kendilerine "Kara Kergitler" diye hitap ediyorlar. Bunlar tahta bulunan Janakir Han'ı indirip kendi istedikleri lideri baş getirmek istiyorlar." dedi. Aklıma bir soru gelmişti ve hiç bekletmeden sordum, "Peki, bunlar sadece basit birkaç haydut değil mi?" dedim. Komutan bana hak payı verircesine başını salladı ve omzunu silkerek devam etti, "Haklısın, aslında birkaç bozkır haydutu olsa işlerinden kolayca gelirdik ancak işler düşündüğünden daha derin, ülkenin iktidarını sarsmak isteyen bazı komşu devletler bu ve bunun gibi oluşumlara destek veriyorlar. Maddi açıdan büyük paralar harcıyorlar. Hatta, belki inanmayacaksın ama geçenlerde ele geçirdiğimiz bir Kara Kergit bir Kergit bile değildi." dedi. Bu sözünden sonra yüzümde bir şaşkınlık ifadesi belirdi, komutan bunu fark etmiş olacak ki sözlerine söyle devam etti, "Evet, doğru duydun bir Kergit değildi, sanırım bir Vegirliydi." diyerek sözlerini noktaladı. Kafam bir hayli karışmıştı yere bakarken komutan yine söze girdi, "Ha, unutmadan belki duymuşsundur, geçenlerde bir Kergit Noyanı İchamur'da alçak bir saldırıya uğrayarak can verdi, o gün sadece o ölmedi. Bu alçaklar aynı zamanda kısa süreliğine oraya gelmiş olan bir tüccarı ve Svadyalı bir paralı askeri de öldürdüler."dedi. Ardından Orhun komutana seslendi ve komutan benim yanımdan ayrıldı.
Aklım daha bir karışmıştı, ölenlerden biri Arslan değildi. Ancak bu beni istemediğim bir sonuca itiyordu, o da Arslan'ın bütün suçu üstüme atmış olmasıydı. Bu canımı bir hayli sıktı, çocukluk arkadaşım Arslan hem devletine hem de kardeşine ihanet etmiş bir hain miydi? Ural benim yanıma geldi; çocuksu yüz hatları, ortalama boyu ve beyaz teniyle birlikte bir güzellik yaratan kıvırcık saçlarıyla yüzüme baktı, "Hadi hazırlan gidiyoruz." dedi. Bana grupta en yakın olan kişi oydu. Saf birisine benziyordu, Orhun'un çoğu zaman onu yemek sırasında kandırdığını görmüştüm. Yavaşça atıma doğru gitmeye başladım, kurdum Buz, Ögeday ile çok samimi olmuşa benziyordu, beni görür görmez hemen yanıma koştu, bende buna karşılık eğildim. Buz ellerimi yalamaya başladı, ardından göğsümü ve son olarak yüzümü. Bunu gören Ögeday da yanımıza geldi; kendisi kahverengi gözlü, uzun boylu, kumral ve yakışıklı biriydi. Genelde sessizliği seçerdi. Akşamları yemek yerken, yemekleri midesine indirmek dışında yaptığı tek şey Orhun'un yaptığı iyi veya kötü şakalar gülmekti. Orhun hep konuşurdu. Genelde kötü nadiren de iyi espriler yapardı. Orhun; siyah saçlı, çekik gözlü, uzun saçlı ve kısa olan bir askerdi. Bir de Aybek vardı, o ise Orhun'un yaptığı kötü esprilerle dalga geçen biriydi, kendisi;orta boylu, badem gözlü, hafif tombul biriydi.
Buz'un beni yalaması faslından sonra atıma yöneldim, atıma tek bir hamleyle oturmayı başardım ki zaten her Kergitlinin de bunu başarabiliyor olması gerekirdi. Kergitler iyi ata binen bir milletti, bizim genelde kılıcımız ve zırhımız hafif olurdu. Bu sayede atı daha hızlı kullanıp düşmanı çevik manevra hareketlerimizle bir çıkmaza sokabilirdik. Her milletin kendine özgü savaş stili ve özelliği vardı, bizimki de buydu. Misal; Rodokların hiç atlı birliği bulunmazdı hep piyade birliklerine sahip olurlardı, Svadyalılar çok ağır zırhlara sahip birlikler kullanırdı bir okçunun arbalet kullanmadan bu zırhları delebilmesine imkân yoktu, Nordlar savaş baltaları ile ünlüdür, bu baltalar sayesinde bir adamı tek bir hamlede iki parçaya bölünebilecek kuvvette olduğu söylenir. Bunu anlatırken yine Arslan'ın sıkça dile getirdiği şu paragraf aklıma geldi.
"Kalradya milletleri bir döngü içindedir. Bu döngü şöyle işler, örneğin; "X" milleti önce büyür ve altın çağlarını yaşar; halkı zenginleşir, ordusu güçlenir, kralları ve lordları tüm diyara nam salar... Sonunda X milletinden dolayı fakirleşmiş "Y" milleti buna dayanamaz ve liderlerine baş kaldırır, liderleri bu baskıya daha fazla dayanamayıp savaşa başlar. Savaşmak için var güçlerini kullanan Y milleti bir şekilde X milletini yenmeyi başarır. X milletinin yenilmesinin bir sebebi de halkının zevk-ü sefaya alışmasıdır. Sonunda Y milleti güçlenir, diğer milletlere baskın gelir ve bu döngü böylece devam eder."
Bu söz şimdi bana daha anlamlı geliyordu. Bu döngü hayatın bir parçasıydı, kainatın bir parçasıydı... Atlarımızı yavaşça sürmeye başladık, canımın sıkılmaya başladığını sezdiğimde Orhun'un yanına gittim. Orhun yine o kötü şakalarını yapıyor ve ekibi eğlendirmeye çalışıyordu. Yanlarına gittiğimde kahkahalar atarak, "O kız kendisi bana gelmişti ve sabah uyandığımda koynumda onu gördüm." dedi. Sonra kahkahasına tekrar devam etti. Aybek seslice güldü, Ögeday ise hafifçe gülümsedi. Ben de bir kahkaha attım, doğrusunu söylemek gerekirse kadınlara karşı bir zaafım vardı. Bu sefer Aybek söze girdi, "Acaba yine ne ile o kızı kandırdın." dedi. Kendisine gelen bu yemi yutmadı Orhun, "Acaba seni ne ile kandırmıştım." dedi. Bu sert bir cümleydi. Bu sözden sonra bir laf dalaşı başladı. Bu sohbet beni pek bağlamamıştı, biraz daha ilerimizde derin düşüncelere dalmış Ural'ı gördüm. Yanına gittim daha beni fark etmemişti. Bir süre daha bekledim ve küçük bir öksürük sesi ile burada olduğumu belli etmeye çalıştım. Ural bana baktı, "Burada olduğunu fark etmemişim. Kusura bakma." dedi. Ben hiç bozuntuya vermeyerek, "Ural sen diğerlerinden biraz farklısın, pek savaşçı biri değilsin sanırım." dedim. Ural memnun olmuş bir gülümsemeyle, "Gözlem yeteneğin iyi olsa gerek, doğru aslında ben Sungecthe Kalesinin kütüphane sorumlusuyum." dedi. Tahminlerim doğru çıkmıştı. İstediği oyuncağı almış küçük bir bebek gibi içimden sevindim ve devam ettim, "Burada ne işin var? Bu görevler eli sağlam kılıç tutanlar içindir." dedi. Ural hafifçe gülümsedi, başını havaya kaldırarak, "Ben bir okçuyum aslında." dedi. Bir kahkaha patlattım, "Okun ve yayın nerede?" dedim. Bana sinsice bakarak cevap verdi, "Benim yayım beynim, oklarım ise kitaptır, Hah buradaki görevim bazı şeyleri not almak ve bu notları saraya kütüphanesine kazandırmak." Ben hiç bekletmeden, "Peki, iyi şeyler not edebildin mi?" dedim. Bana bakarak, "Ahh evet, mesela; civarda yaşayan kuş türlerini hatta uçuş güzergahlarını, etrafta yaşayan dağ keçisi sayısı, yırtıcı hayvanları ve son olarak da buradan geçebilecek kümes ve ahır hayvanlarını." son dediği şey aslında epey ilgimi çekmişti, kim buradan hayvanlarını geçirmek istesin ki. "Son dediğin bilgi insanların ne işine yarayacak." diye sordum. Ural'ın önce yüzü kızarmaya başladı, bir şeyler olduğunu anlamıştım. Daha fazla ısrar etmeye başladım. Israrlarıma dayanamadı ve cevap vermek zorunda kaldı, "Tamam o zaman, Svadyalılar son zamanlarda güçten düştüler. Rodok, Veagir ve Nordlar oluşturdukları "Kutsal İttifak" ile Svadya köylerini yağmaladılar ve şehirleri yok ettiler. Bize sığınan insanların anlattıklarına inanamazsın. Doğmamış bebekleri annelerinin karnından sökerek aldıklarını söylediler. Kaçan insanların bir kısmı aşırı derece delirdi ve onları bayıltarak öldürmek zorunda kaldık," bu dedikleri içimi ürpertmişti ve devam etti, "Dahası da var, Kutsal İttifak şuan gözünü Kergit bozkırlarına ve Sarranid çöllerine dikti. Eğer olur da bir gün kaçmak zorunda kalırsak diye bu raporlar çıkarmamı istediler." Bu içimi daha da ürkütmüştü, "Bizim bir dostumuz var mı, peki? diye sordum endişeyle. "Maalesef hayır; Svadyalılar artık eski gücünde değil, Sarranidler ile olan durumumuz malum ve Kutsal İttifak ise kendi içlerinde ihanet etmeyecek gibi görünüyor." dedi. Onun da sesinde tedirginlik ve korku vardı. Gözlerini bana dikti ve, "Tehlike çanları çalıyor, dostum, çalıyor..." dedi ve konuyu orada kapattı.
****************************************************************************************************************
Baya bir at sürüşünün ardından ufukta Tansugai Noyan'ın, siyah zemin üzerine geyik motifi işlenmiş sancağı gözüktü. Sancaktan bir kaç tane vardı ancak çoğu son günlerde yağan yoğun kar yağışı nedeniyle kendini pek fazla belli etmiyordu. "İşte," diye bağırdı Ural, gruba dönerek, "Kale gözüktü." dedi. Sesi başarıya ulaşmış küçük bir çocuk gibi çıkmıştı. Komutan, "Sonunda ait olduğum surları tekrar görebiliyorum." dedi. O sırada Orhun bir kahkaha attı, sesi tüm ilgileri üstüne çekmişti. Komutan, "Fazla gevezelik yapmadan kaleye gidelim,"dedi. "Bir an önce şu işi bitirelim." Ben ve diğer arkadaşlarımız aynı anda, "Emredesiniz" dedik. Komutan bir an duraksadı, "Sen hariç İlteriş," dedi, "Sen benle geliyorsun, Noyan senle tanışmak isteyecektir." Bu beni heyecanlandırmıştı. İlk defa bir Noyan ile yüz yüze konuşacaktım ve beni yüksek ihtimalle tebrik edecekti. Komutan atını sürmeye devam etti, hepimiz onun hızına ayak uydurduk. Kale kapısının önüne geldik. Kale surlarının üstünde bekleyen bir asker bize baktı, tam olarak bizi tanımamıştı. Gözlerini kıstı. Daha fazla sabredemeyen komutan söze girdi:
"Asker, biziz. Ben Komutan Baybars." dedi.
Askeri küçük bir telaş kapladı. Arkasına doğru gitti, gözden kaybolmuştu. Bir bağırma sesi duyduk, "Kapıları açın!" bu ses az önce bize bakan askerin sesi olmalıydı. Bu emir sesinden bir dakika sonra yavaş yavaş kapı yukarı doğru açılmaya başladı. O zaman kalenin avlusunu görebildim. İçimi bir heyecan dalgası daha vurdu. Diğer dostlarım ise pek yabancılık çekmiyor gibiydiler. Komutan tekrardan atını sürmeye başladı. Sırayla içeri girdik; en önce komutan, onun arkasından Ögeday ve arkasındaki Aybek ile Orhun ve son olarak ben ve Ural. İçeri girişimizin ardından çevredeki insanların gözü üstüme dikildi. Hepimiz içeri girdikten sonra komutan durdu ve önündeki askerler konuşmaya başladılar. Etrafta duran birkaç kişi benim hakkımda konuşuyordu:
"Baksana bir esire benziyor." dedi içlerinden sesi ince olan.
"Bence yanılıyorsun, bir esir olsa elleri bağlı olurdu ve ata binmezdi." dedi bir başkası.
Konuşulanlardan rahatsız olmuştum ve bunu onlara keskin bir bakış atarak anlatmıştım. Konuşmayı kestiler. Ben onlara kaçamak bakışlar atarken komutan bana seslendi, "İlteriş, hadi benle gel." dedi. Bu emir üzerine komutanı takip etmeye başladım. Emin adımlarla yürürken kafamı öne eğdim. Etrafta bana bakan gözlerin sayısı giderek artıyordu. Her adım attığımda çevrede benim hakkımda konuşan sesler duyuyordum ve bu beni bir hayli rahatsız ediyordu. Daha fazla dayanamayıp yürüme hızımı artırdım. Bunu komutan da fark etti, arkasına döndü bana bakarak, "Çevrendeki insanları takma," dedi ilk önce, "Eğer takarsan onların kölesi olursun." diyerek ekledi. Yürümeye devam ettim, yürüdüm, yürüdüm... Sonunda kabul salonunun olduğu binaya geldik. Kapının önünde iki asker bekliyordu. Komutanın geldiğini görünce selam verdiler, komutan da selam verdi. Askerlerden biri komutana kapıyı açtı, komutan sorgusuz sualsiz içeri girdi. Ben de onu takip etmeye çalıştım lakin bir asker elini karnımız biraz üstüne koyarak, "Sen nereye gidiyorsun böyle." dedi. Sesinde tehditkar bir hava vardı. Bunu duyan komutan arkasına döndü, "Bırakın onu çocuklar," dedi. "O da bizden biri artık." Sinsi ve kibirli bir gülümse yapıp gururumu tatmin ettim. İçeri girdim. İçeriye girdiğimde beni uzun bir koridor karşıladı. Koridorun yan duvarlarının yaklaşık iki metre ilerisine yuvarlak ve geniş sütunlar dikilmişti. Sütunların arasındaki mesafe orantılı olacak şekilde ayarlanmışa benziyordu. Sütunlar koridorun başından sonuna kadar uzanıyordu. Bunların üstüne eski harfler yardımıyla yazılmış metinler ve bazı savaşçıların resimleri çizilmişti. Beni en çok üstünde düşündürmeye iten döngü temalı çizimdi. İlk sütunda küçük çizilmiş bir okçu vardı ileriyi hedef alıyordu, o okçunun arkasında başka bir okçu ve onun arkasında bir başkası ve bir başkası... Yürümeye devam ettim yere baktığımda geyik boynuzları işlenmiş parkelerin yere döşendiğini gördüm. Tansugai Noyan dekorasyona çok önem veren birine benziyordu. Başımı kaldırıp ileriye baktığımda küçük bir tahta oturan Tansugai Noyan'ı gördüm yanı başında iki asker ve önünde çömelmiş bir cariye gördüm. Noyan bizi görünce cariyeyi yanından kovdu ve meyve tabağını eline aldı.
Bunu gören komutanın yüzünde bir hayal kırıklığı ifadesi oluştu. Bunu yüzünde atmak için kafasını yana doğru salladı. Yavaşça diz çöktü. Onun arkasında bulunan bende hemen aynı pozisyonda diz çöktüm. Komutan ayağa kalktı. Noyan bize doğru baktı, "Komutan Baybars, dönebilmenize sevindim." dedi. "Acaba bana hangi iyi havadisleri getirdiniz." diyerek güldü. Komutan biraz daha ciddi bir halde, "Efendim, Kara Kergitlerin önemli liderlerinden birini avladık," dedi. Sonra ise son söylediğini düzeltti, "Avladı." dedi. Noyan'ın yüzü şaşkınlaştı, "Pek, kim avladı?" dedi. Komutan beni işaret parmağıyla beni gösterdi, "İşte, aramıza katılan yeni askeriniz İlteriş onu avladı." dedi. Noyan hem şaşırmış hem de memnun olmuşa benziyordu. "Hmm... Demek ki yeni kahramanımız bu," dedi. "Büyük bir iş başardın evlat, şimdi sözümü tutma zamanı. Dile bende ne istersen." Bu ayağıma gelmiş büyük fırsatlardan biriydi. Bunu hiç kaçırmadan, "Ordunuza katılıp, tebaanızdaki diğer insanlar gibi size bağlılığımı bildirmek." dedim kendim emin bir ses tonuyla. Noyan alaycı bir alkış yaptı, "Seni onurlu çocuk," dedi. Bir kahkaha attı, "Tamam o zaman, dileğin kabul edilmişti." dedi. Tekrardan ben ve komutan selam verdik. Yavaşça kapıya yöneldim ve oradan usulca ayrıldım.
Dışarı ilk çıktığımda derin bir nefes aldım. Karşıma ilk çıkan Orhun oldu. Bana dostça sarıldı, "Seni yabancı katil." dedi ve gülmeye başladı. "Artık yabancı sayılmam," dedim. Gülmesi kesildi, "Ben de artık sizden biriyim." ardından ikimizde kahkaha atmaya başladık, "Hadi gel, sana kaleyi gezdireyim ve yeni dostlar edin." dedi. Bunun üzerine yavaşça yürüme başladık. Merdivenler indik ilk önce, mermerden yapılmış kare şeklindeki düzlemsel merdivenlerden. Aşağı indik. Bizi küçük ve dar bir yol karşıladı, taş dizilişi ile yapılmışlardı. Yolun dışında kalan bölümler ise yağan kara yenik düşmüştü. Bir at arabası bu yoldan geçmeye çalıştığı için kenara çekilmek zorunda kaldık. Kale kare şeklinde, bir düz arazi üzerine yapılmıştı. Dört farklı kulesi vardı, iki kule diğerlerinden biraz daha büyüktü. Kalenin avlusunda küçük bir demirci. Demircinin yüzü uzun süre ateşin yanında kalmaktan kararmış gibi görünüyordu. Demirci dükkanı küçüktü ancak demirci harıl harıl çalışmaya devam ediyordu.
Orhun elini omzumun üstüne attı, "Seni diğer askerlerle tanıştırmalıyım." dedi. Bu beni pek heyecanlandırmamıştı. İsteksizce, "Tabiî olur," dedim. "Fazladan bir dostun zararı yoktur." Dost demişken aklıma yine o hain Arslan gelmişti. Bu yaşıma kadar gerçekten benim tek dostum o olmuştu. Yine aynı tempoda yürüyerek askerlerin talim yaptığı yere gittik. Oraya yaklaştıkça çelik ve tahta karışımı sesler kulağıma geldi. Tak,tak,tak...çın,çın,çın... Burası talim alanı olmalıydı. Gördüğüm kadarıyla yaklaşık elli kadar asker vardı. Bir çoğu talim yaparken, bazıları da aralarında sohbet ediyordu. Tecrübesiz askerler tahta kılıç kullanırken, tecrübeliler ise turnuva usulü kenarları sivri olmayan çelikten kılıçlar kullanıyorlardı. Yan bölümlerde askerlerin sohbet ettiği bir oturma alanı vardı. Oturaklar arka arkaya gelecek şekilde dizilmişti ve her biri bir öncekinden yüksekti. Bu sayede en arkada oturan ve en önde oturan kişi de talim alanın rahatça görebiliyordu. Bu oturakların birine oturduk. Orhun talim yapan askerlere bakarak, "Çok acıktım, ya sen." dedi. "Ben daha iki gün aça kalabilirim." diye cevap verdim. Ufak bir gülümsemeyle, "O zaman aç kal, ben gidip yiyecek bir şeyler alacağım." dedi. Guruldayan karnının üstüne elini attı ve küfürler saydırarak yemekhaneye doğru yol aldı.
Bir müddet talim yapan askerleri izledim. Biraz daha sol tarafıma üç kişi oturdu. Bunlar kaleye ilk geldiğimde benle dalga geçen askerlerdi. Aralarında konuşuyorlardı ancak sesleri bana cıvıldayan kuş sesi gibi geliyordu. Onlara hiç aldırış etmedim. Ancak onlar bana aldırış ediyor gibi gözüküyorlardı. Canım sıkıldı ve yumruklarımı sıkmaya başladım. Ardından içlerinden biri yanıma geldi ve önümde durdu. Benle yaşıt gibi geldi gözüme. Benle hemen hemen aynı boyda ve kalıpta idi. Kahverengi gözlerinde kibir ve açgözlülük gizliydi. Ellerini dalgalı saçlarına götürdü, "Sen yeni ufaklık olmalısın," dedi. Bu sırada yumruklarımı daha da sıktım ve avucum ağrımaya başladı, "Sen, kılıç tutabilir misin ayyaş'!" daha fazla dayanacak gücüm kalmadı ve ışık hızıyla ayağa kalktım, "Senin gibi çocuklar tutabilirse, evet." diyerek karşılık verdim. Yüzü yavaşça kızardı. Arkasına baktı, "Hah, ukalalığın yaşından büyük, ufaklık." dedi. Hiç bozuntuya vermeden, "Senin aptallık düzeyinde boyunda büyükmüş, sert çocuk." dedim. Arkasında bulunan diğer arkadaşları gülmeye başladılar. Yüzü bir demirci ateşi kadar kırmızılaştı. Ellerini sıkıyor, daha sık nefes alıp veriyordu. Kısacası rolleri değiştirdik. Önce dişlerini sıktı ardından ellini havaya kaldırarak beni işaret etti, "Madem bu kadar iddialısın seni meydana bekliyorum." dedi. Güldüm ve onu daha çok rahatsız etmek istedim, içim kıpır kıpırdı. Yüzümdeki gülümsemeyle elini aşağı doğru ittim, "Birincisi ben yanındayken o elin hep aşağıda olacak," dedim. Bunu söylememle sinirlenmesi arttı ve başını sola yasladı, "İkincisi, teklifin kabuldür." Eliyle bana talim alanına davet etti. Hiç beklemeden ayrıca gülümsemeyi hiç bırakmadan saha gittim.
"Hangi kılıçla yenilmek istersin, tahta mı çelik mi?" dedi. "Korkmuyorsan, çelik olsun." dedim. Başıyla onayladı, "Hay hay..." Ben kınım da olan kılıcımı kullanacaktım. O da kendi kılıcını kullanacaktı. Sahadaki herkes gitti, sadece ben ve o kaldık. İkimizde kılıcımızla vaziyet aldık ve kimin ilk vuruşu yapacağını bekledik. Sinirlenmesi benim için bir avantajdı. Bu avantaj kendini çabuk belli etti çünkü ilk hamleyi o yaptı. Yukarıdan direk dik bir hamle. Kolaydı, kılıcımı yan tutup onun kılıcın ittim. Kendisi de kılıcının gittiği yöne savruldu. Sonra hiç bekletmeden bir hamle daha yapmak için üzerime geldi, kılcını sağdan karnıma gelecek şekilde savurdu. Ondan daha çevik idim, hemen yana çekildim. Ve sırtına sert bir tekme attım. Bu onu yere düşürmüştüm, düelloyu hemen orada sonlandırabilir idim ancak içimdeki eğlenen küçük çocuk buna engel oldu. Hızla yerden kalktı, ağzından salyalar, gözlerinden ateş püskürüyordu. Tekrardan kılıcını dik tutarak bir hamle yaptı, yine kaçtım. Sonra bir hamle daha ve bir tane daha... Artık bu dönemeç oyunundan bir hayli sıkılmıştım. Adamı yere yatırdım ve kılıcımı boğazına dayadım. Kılcını attı ve ellerini havaya kaldırarak teslim olduğunu beyan etti. Etrafta izleyici olarak bizi izleyen Ural yanıma yaklaştı, "İyi iş çıkardın, dostum. Onu yerin dibine soktun." dedi.
Ben zaferin verdiği coşkuyla etrafa naralar atarken, bir ses duyuldu. Bu sesin duyulması üzerine herkesin nizamî sıraya girdiğini gördüm. Terli, mutlu ve öz güvenli olan ben de askerlere ayak uydurarak sıraya geçtim. Bu sesin sahibi Komutan Baybars'dı İzleyiciler için yapılmış oturaklardan birinin üstüne çıktı ve öksürdü, "Askerler, bildiğiniz üzere son zamanlar devletimizin bekasını tehdit eden bir oluşum var," dedi. Kimseden çıt çıkmadı, "Yaptığımız darbeler onları bir hayli zayıflattı. Şuan da başka bir görevimiz var," dedi. Kimseden yine çıt çıkmadı hatta kimse kımıldamadı bile, "Bunun için bana gönüllüler lazım, kim gönüllü olmak ister." dedi. Az önce kazandığım düellonun bana verdiği öz güven ve içimdeki kendimi kanıtlama isteği devreye girdi. Önce çıktım, "Ben gönüllü olmak isterim, komutanım."