Bir Hırsızın Şafağı |Tamamlandı|

Users who are viewing this thread

likewarband

Veteran
Merhabalar arkadaşlar, ben gerçek hayatta şiir ve arada öykü yazıp bunları belli bazı dergilerde yayınlatan şair/yazar bir arkadaşınızım. Kalradya'yı mekân alan "Bir Hırsızın Şafağı" isimli öykümü bölüm bölüm olarak sizlerle buluşturdum. Kolayca anlaşılması için sanatsal yönüne ağırlık vermedim ancak öykünün dikkatinizi çekeceğini düşünüyorum. Keyifli okumalar!

İlk Bölüm

Hayır, olamaz! Güneş doğmaya başlamış, uyuyakalmış olmalıyım. Bu han odalarını işte bu yüzden sevmiyorum. Yatakları çok rahat oluyor ve insan o yataklarda kendini kaybedip, uykusuna yenik düşüyor. Neyse, hemen kalkmalıyım. O yaşlı bunak daha evinde uyuyordur.

Sessiz olmalıyım, hancı duymadan çıkarsam para da ödemem. Zaten ödeyecek param da yok. O pislik kelle avcıları son dinarıma kadar soydu! Esas kanun kaçağı onlar! Ah kimin umrunda sanki...

Bu sokağın sonunda yaşıyor bizim bunak. Az aşağıdaki kadife üretilen yerin sorumlusudur kendileri. Oradan çalıp kendi adına sattığı kadifelerin hesabını birisi sormalı değil mi!

Bu saatte uykusu açılmıştır, en ufak tıkırtıya uyanır. Kapıda beklemeliyim. Bozdoğanımı elime alayım. Eh, güzel! Kapıyı araladı. Çıkıyor. Sessiz olmalıyım. Beni görürse ifşa olurum, o beni görmemeli. Hadi, hızlı ol be bunak!

Sesini bile çıkaramadı öküz! Şu ceplerine bakayım. Vay salak vay! Bir insan niye cebinde toplam 5000 dinar değerinde 50 altın taşır? Neyse şu anahtarı da alayım. Oh, tanrım olamaz! Adam kadife dükkanını resmen buraya taşımış! Seni pis dolandırıcı! Neyse neyse. Beni ilgilendirmez. Paraları nerede şu salağın? Tabi ki döşeğin altında. Ulan burada kaç yüz altın var!? Gözlerim parladı! Şu torbaya koyayım bu altınları. Evet! Şuraya beş altın bırakayım bari.

...

Ichamur Şehrini dün terkettim. Cebimde beş dinar para yokken, şu an 50000 dinar değerinde 500 altınım var. Ancak bunu Kergit'te harcarsam suçum anlaşılır. Vaegir yolları çok tehlikeli ve benim pek silahım yok. Bu kadar parayla haydutların arasına girmek ahmaklık olur. Yağmacı, eşkıya, yaban herifler! Bu sebeple Svadya'ya gidiyorum. Dhirim Şehrinde bu altınlarla güzel bir ekipman alabilirim. Atım olmadığı için yaya gidiyorum. Tanrı yardımcım ola...

...

Dhirim Şehrindeyim. Bu şehirde eski dostum Jean zırh tüccarlığı yapıyor. Onu bulmak için şehre inmem yeterli olacaktır. Evet, evet işte orada! "Hey, Jean! Dostum buraya bak!" diye seslendim. Döndü ve beni gördü. Gülümsedi. "Ooo Mösyö Ögeday, bonjour! Sizi görmeyeli çok uzun zaman oluyor!" dedi ve ben hemen sadede geldim. "Mösyö, beni Kergit noyanı gibi giydiriniz!"
Jean, Fransız kökenliymiş. Kalradya'ya sonradan gelmiş. Hikayesini bana anlatmıştı ancak bunu ben daha sonra anlatırsam daha iyi olacak, kanun kaçağıyken laklak yapmak doğru olmaz. Neyse… Jean tanıdığım kadarıyla çok iyi birisidir. Dediğimi paramın olup olmadığını sormadan yaptı. Daha sonra fiyatını sordum, ancak öyle söyledi. Bir çizme, bir zırh, bir eldiven ve bir başlık 7000 Dinara mâl olmuştu. 70 altın verdim. Jean şaşırdı ancak bir şey sormadı. Selam verdim ve oradan ayrıldım.

Daha sonra Dhirim’den silah ve at da aldım. İyi bir cirit, iyi bir tek elli kılıç, iyi bir çift elli kılıç ve bir kalkan! Bir de ıraktan bakınca kar gibi parlayan bir beyaz tonunda asaletiyle insanları kendine hayran bırakan bir koşu atı. Dhirim'de yuvarlak hesap ile 14000 Dinar masraf ettim. Lonca başkanıyla konuşup burada bir de kadife dükkanı açtırdım. Dükkan bir hafta sonra gelir getirmeye başlayacaktı. Toplam giderim 24000 Dinar olmuş oldu. Daha sonra şehirde kaldıkça giderimin daha da artacağını düşünerek şehirden ayrıldım.

Dhirim'den çıkıp dört nala Tulga'ya doğru yol almaya başladım. Yol temiz görünüyordu. Herhangi bir haydut ya da kelle avcısı gözükmüyordu. Şu lanet olası diyarda bir tane dostum yok. Hem kelle avcıları hem de haydutlar beni düşman bilir. Ancak kelle avcıları benim şu asil görünümüm karşısında bana bulaşmayacaklardır. Neyse, daha Svadya topraklarından çıkmamıştım ki 20 kişilik bir kaçak grubuyla karşılaştım. Hiç askerim yoktu ve onların hepsi Svadya şövalyesiydi. 200 dinar istediler, hemen çıkarıp 2 altın verdim. Daha sonra onları durdurup askerlik teklif ettim. Yirmisine birden haftalık 500 dinar vermem karşılığında bir anlaşmaya vardık. Kadife dükkanımdan gelen para ile tam denk geliyordu bu ücret ve herhangi bir giderim olmuyordu. Bu hâlimle asil bir noyana benziyordum. Bir Kergit köyüne gönüllü askerlik teklifi sunmaya gittim. Ben daha köyden girer girmez köy yaşlısı bir çiçek uzatıp "Hoşgeldiniz naçizane köyümüzün saygıdeğer asil noyanı!" dedi. Ne olduğunu anlamamıştım "Benim adım nedir begim?" dedim. "Alagur!" dedi. "Irkım?" dedim. "Türk!" dedi. Oysa ne benim ismim Alagur'du ne de ben Türktüm. Alagur ismini benimsemeye karar verdim ancak yaşlının söylediği ırkımı düzelttim. "Begim yanlış duymuşsunuz, ben Türk değil, Moğolum." dedim. Öyle yaşlıyla bir süre daha sohbet ettik. Bana ve orduma kalacak bir yer ayarlandı. Haydutlar köy etrafında duran zırhlı atları görünce buraya saldırmaktan çekilecektir, köyün esas sahibi gelince de ordumu bırakıp kaçmak akıllıca olacaktır. Neyse, kazara bir köyün de sahibi oldum. Buradan gönüllü birlikleri topladım, maaş istemiyorlar. Üstüne üstlük buradan kira da toplayacaktım. O kaybettiğim 24000 dinarı ufak ufak geri almaya başlıyorum!

İkinci Bölüm

Köydeki varlığım haydutlar tarafından duyuldu. Zamanla "Alagur Noyan, Uhhun Köyünde ikâmet etmeye başlamış, yakında Uhhun Kalesi şehirleşecek, Uhhun Köyü ise kale olacakmış. Etrafına da yeni bir kaç köy kurulacak ve böylelikle Kergit Hanlığı hiç savaşmadan ekonomisini yükseltecekmiş." dedikoduları kulağıma kadar geldi. Oysa yalnızca köyde 21 kişiydik. Ancak köy ve etrafına aylardır bir haydut bile yaklaşmıyordu. Kergit ile Svadya arasındaki uzun süreli barış ise ekmeğime bal sürer nitelikteydi. Köy yaşlısına, biri Alagur Noyan'ı soracak olursa yalnızca onun uğrunda gönüllü olarak savaşan 21 neferinin burada olduğunu söylemesini ve gelip bana haber vermesini söyledim. Böylelikle köye bir noyan gelirse kendimi neferlerin lideri olarak tanıtacak ve herhangi bir sorun yaşamayacaktım. Köyün refah durumu çok iyi hâle gelmeye başladı. Bunun sonucunda, dedikodulara hak verircesine, gerçekten köyün etrafına bir kaç savunma kalesi inşa etmeye başladık. Köyden bu kulelere yerleştirilmek üzere 20 nefer topladım. Hepsini Kıdemli Kergit Okçusu rütbesine gelene kadar talim ettim. At kullanma konusunda ek bir eğitim vermiyordum, çünkü hem at kullanmayı az bir şey biliyorlardı hem de onların görevi meydan muharebesi değil kuleden savunmaydı. Ancak bu kadar asker yetmeyeceği için sürekli asker eğitimi devam ediyordu. Ordu kısa sürede çok daha iyi hâle gelecekti.

Aradan yıllar geçmesine rağmen Svadya ile herhangi bir savaş olmamıştı. Bu durum, bu iki devletin bir süreliğine müttefik olduğunu gösteriyordu. Babam Timuçin sayesinde devlet yönetimini çok iyi bilirim. Havanın kokusundan dahi hangi devletin, hangi devletle nasıl bir ilişki içerisinde olduğunu kolaylıkla anlardım. Kulelerin inşaatından sonra surlarla kuleleri birleştirmiştik. Köyde sürekli askeri eğitim oluyordu. Artık köy, kendi kendine yetecek seviyeye gelmişti ancak hâlâ fazla erzakları Halmar'a satmaya devam ediyorduk. Köye "Ögeday Köyü" ya da "Ögeday Kalesi" denilmeye başlanmıştı. Tüm köylüler benden memnundu. Alagur Noyan bir kaç kez gelmiş, köydeki gelişimi görmüş ve bana sıkı bir dost selamı verip yoluna devam etmişti. Her şey olması gerekenden daha iyiydi. Tanrı hedefimi biliyor ve bana yardım ediyor olmalıydı.

Köydekilere de benim Alagur Noyan'ın görevlendirdiği bir nefer olduğumu, onların bana daha kolay uyum sağlaması için kendimi Alagur Noyan olarak tanıttığımı söyledim. Zaten namım da Kalradya'nın dört bir yanına yayılmıştı. Ancak kimse benim savaşçı yanımı bilmiyor, herkes beni bir ekonomi ve mühendislik dehası olarak tanıyordu.

O sıralarda, Svadya Krallığı ile savaş çıkmıştı. Svadyalılar defalarca köyü işgal etmeye kalktıysa da dayanıklı surlar ve köyde sürekli yetişen neferler sayesinde bu işgal denemeleri her defasında kolaylıkla püskürtüldü. Daha sonra köy, Sancar tarafından kale statüsüne yükseltildi. İsmi de denilene uygun olarak "Ögeday" yapıldı. Daha sonra Alagur Noyan'la görüştüm ve kale için hak talep ettim. Alagur Noyan, "Saçmalama! Henüz bir noyan bile değilsin!" deyip beni huzurundan kovmaya yeltendi ki, "Efendim! Ben birazdan Sancar Han'dan noyanlık talep etmeye gideceğim. Bunun için size bunu sormak için geldim. Kuşku yok ki Sancar Han bana başlangıçta bu kaleden başka mülk versin! Ben sizi çiğnememek istemiştim ancak siz haddinizi aştınız!" dedim. Alagur Noyan şaşkın şaşkın baktı. "Ben tamamım!" dedi, "Git ve Sancar Han'dan noyanlık yetkisini al. Kale senindir!". Teşekkür edip oradan ayrıldım. Sancar'ın yanına gittim. Noyanlık yeminimi ettim ve kaleye gittim. Köylülere artık yeni noyanlarının ben olduğumu söyledim. Üç gün, üç gece köylüler kendi istekleriyle kale çapında toy yaptılar. Kımızlarımızı içtik ve kırmızı kuzu etlerini doya doya yedik. Ozanlarımız bana maniler ve bana ithafen türküler söyledi. Yirmi şövalyem iyice yaşlanmıştı. Kergitli kırk genci, eğitildikleri gibi eğitmelerini istedim. Eğittiler. Artık kırk şövalye daha vardı. Bu can yoldaşım yirmi şövalyeye kalede, ana kaleye yakın kalacak yer ayarladım. Her hafta maaşlarını olduğu gibi almaya devam ediyorlardı ancak bu maaşlar askerlik maaşı değil, emeklilik maaşıydı. Böylece onlar artık refah içerisinde, rahat rahat yaşayacaklardı.

Bir gün yine kaleyi teftişe çıktım. Kale köyden çevrilme olduğu için kaleden çok bir şehir gibiydi. Köy, surların içindeydi. Bir pazar yeri de vardı. Pazar yerine gittim. Üzerimde tanınmamak için dilenci kıyafetleri vardı. Herkesin keyfi yerindeydi. O esnada "Saati 100 dinar!" diye bağıran bir kız gördüm. Yanına gittim. Niye böyle bir yola başvurduğunu sordum. Parası yokmuş. Yanıma aldım ve beraber ana kaleye gittik. Ana kaleye varınca üstümdeki paçavraları attım. Kız şaşırdı. "Ben Ögeday Noyan, benim hüküm sürdüğüm topraklarda kimse orospuluk yapamaz!" dedim. "Mösyö, ne olur beni affedin." dedi. Aksanından ve kullandığı kelimelerden Fransız olduğunu anladım. Fransızca, "Aksine! Siz beni affediniz matmazel." dedim. Şaşırdı. İsmini sordum, Cosette'miş. Askerlerime bir sandık gösterdim. Sandığı hanımla birlikte, evine götürmelerini emrettim. Kadına, ayrılmadan önce, gelecek hafta aynı gün kaleye gelmesini söyledim. Onaylarcasına kafasını salladı ve gitti. Sonraki hafta, o gelince önce biraz sohbet edecek ve bir ihtiyacı olup olmadığını soracaktım. Daha sonra onu evine gönderecek ve bir daha tesadüflerden dışında görüşmeyecektim. Amacım tüm halkıma örnek olmaktı.

Gün gelince o da geldi. Selamlaştık. Ne istediğini sordum. "Yüksek alkollü şarap" dedi. Hemen buldurttum. Ben kımız içiyordum. Bana da şarap içmem konusunda ısrar etti. Zorlaya zorlaya ilk yudumu içirtti. İlk yudumu içince devamı da geldi. Kendimi durduramıyordum. Sarhoş oldum ancak onda hiç bir şey yoktu, alışmış olmalıydı. Beni kalenin hiç açılmamış yatak odasına gitmek için ikna etti. Zaten sarhoştum, onu bir tanrıymış gibi görüyor ve her dediğini yapıyordum. İşler planladığım gibi gitmiyordu ancak kendimi durduramıyordum. Bunlar olmamalıydı. Neyse... Yatak odasına geçtik ve soyunduk. Simsiyah saçlı, masmavi gözlü, kıpkırmızı dudaklıydı. Yüzünde en ufak çizik, şekilsizlik yoktu. Herhangi bir makyaj da yoktu. En az yüzü kadar güzel bir vücudu vardı. Boynundan ayak parmaklarına kadar tek bir şekil bozukluğu yoktu. Dolgun memeleri ve el değmemiş gibi gözüken bir kadınlık organı... Onun orospuluk yaptığına inanmak mümkün değildi. Bir yosma bu kadar kusursuz olamazdı. Kendimi iyice kaybediyordum. Tanrı affetsin, önce biraz öpüştük. Ah şu Fransızlar yok mu... Sevişmekte onların üstüne yok! Sanki anne karnında eğitim almışlar. Neyse, her erkeğin aidiyet duygusunu en fazla hissettiği yuvasına giremeden yorgun düştüm ve yatağa uzandım. Lanet olası sarhoşluk! Yatakta uzanırken bana noyanlıkla ne yapmak istediğimi sordu. Anlattım. Hem de en detayıyla. "Ben daha çocukken, Sancar isimli cibiliyetsiz herif babam Timuçin Han'a bir ok attı. Bana da bozdoğanıyla vurdu ve yere serdi. Daha sonra nasıl olduysa başa geçti. Sancar benim öldüğümü sanmıştı, oysa ki ben yalnızca bayılmıştım. Uyandım. Babamdan kalma yağma içgüdüsü ile etrafıma baktım. O savaş alanında baya bir ganimet kalmıştı. Çocukluktan çıkmama yetecek kadar para topladım. Daha sonra Ichamur şehrine gittim. Kendimi bir köylü çocuğu olarak tanıttım. Tahmin ettiğim gibi o para bana senelerce yetti. Ancak bir gün hiç param kalmadı. Kimse beni evine de almıyordu, çünkü büyümüştüm. Kalktım ve dolandırıcı olduğunu çok iyi bildiğim bir yaşlı bunağı bayıltıp soydum. Ondan sonrasını biliyorsun. Şimdi ise o Sancar pisliğini öldürüp hem babamın intikamını alacağım hem de hakkım olan tahta geçeceğim. Ancak bunun için zamana ihtiyacım var. Ah Cosette... Sen ne güzelsin..." ve sızmışım.

Sabah kalktığımda Cosette yanımda yoktu. Tüm askerlere hemen onu aramalarını söyledim. Lanet olası kadın kaleden ayrılmış olmalıydı. Sancar'a olacak her şeyi anlatacaktı. Sancar da beni ihanetle suçlayacaktı. Derhal isyan etmeliydim. Sancar'a atlı bir elçi gönderdim. Artık onun koruması altında olmadığımı ve topraklarımın bana ait olduğunu bunun yanı sıra en kısa zamanda Kergit Hanlığının yönetimini bana bırakmasını söylettirdim. Ancak Sancar elçimin kellesini uçurmuş! Derhal bu durumu tüm Kergit'e yaydım. Uhhun Kalesi, Narra Şehri, Halmar Şehri, Malayurg Kalesi ve Unuzdaq Kalesi noyanları benim yanıma gelip bana bağlılıklarını bildirdi. Ancak ülkenin yarısı hâlâ Sancar'a bağlıydı. Bir ******, nelere mâl olmuştu... Artık bir Kergit iç savaşı başlamıştı...

Üçüncü Bölüm

Kadınlara bir daha asla bulaşmamaya and içtim. Ancak bunun sebep olduğu ve bundan daha önemli bir dert vardı başımda. Sancar... Derhal tüm ordunun toplanmasını emrettim. Kalemde yüzden fazla Svadya Şövalyesi eğitilmişti. Bir o kadar Svadya Keskin Nişancısı. Bana bağlanan tüm noyanlara kalemin önünde toplanmaları için elçiler yolladım. En sonunda yaklaşık bin kişilik bir ordu olmuştuk. Tüm kaleleri tek tek zapt etmek yerine doğrudan Tulga'ya saldıracaktım. Dolayısıyla Sancar'ın kellesini de almış olacaktım. Sancar'a bağlı noyanlar bana bağlanmak zorunda kalacaktı. Ancak bu iş bununla bitmeyecekti. Çünkü bana gelmeyip, isyan edecek noyanlar olacaktı. Hepsini kafasını tek tek ezmek gerekirdi. Bu iş böyle olmazdı. Daha farklı bir yöntem denemeliydim. Gitmeden önce mancınıklar hazırlattım. Tam yirmi adet mancınık hazır olarak bekliyordu. Yanımıza taş almamız konusunda öneriler oldu. Reddettim. Yalnızca yüz adet koyun aldım yanıma. Yüz adet de doktor. Kimse ne yaptığımı anlamıyordu. Doktorlara yanlarına tedavisi neredeyse olmayan hastalıklarla dolu şırıngalar almalarını emrettim. Dediğimi aynen yaptılar. Tulga'ya yaklaşınca karşı taraf oklarla karşılamaya başladı. Okçulara atış emri verdim. Doktorlara her koyuna ellerindeki hastalıkları bulaştırmalarını emrettim. Kimse bir şey anlamadı ama dediğimi yapıyorlardı. Koyunların hepsi hastalandıktan sonra doktorlara bu hastalığı çevre köylerde yaymalarını söyledim. Aşı adı altında bunu yapacaklardı.

Her mancınığa beş koyun verdim. Askerlere koyunları şehre atmaları emrini verdim. Daha sonra orduyu toplayıp geri çektim. Bir hafta sonra doktorlarda işlerini halledip geri döndü. Herkes ne yaptığımı soruyordu. "Anlayacaksınız..." dedim. Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra Tulga'ya bir ajan gönderdim. Şehirde yaşayan bir it bile kalmamıştı. Sancar kalesine çekilip delirmiş, Tulga hayalet bir şehre dönmüştü. Bu raporları tüm Kalradya'ya yaydım ve "Tanrı'nın kut verdiği kişiye karşı çıkanın hâli budur!" lafını duymayanın kalmamasını sağladım. Sancar'ın tüm noyanları bana bağlılıklarını bildirdi. Bu yetmezmiş gibi bazı Svadya kontları ve Vaegir lordları da bana bağlanmıştı. Daha sonra Tulga'ya gidip Sancar'ın kellesini aldım. Farklı bir doktor birliğini bu sefer Tulga ve çevre köylerini hastalıktan temizlemeleri için gönderdim. Her yer temizlenince Tulga'ya yeni bir Noyan atadım ve her köyden bir kadın ve bir erkeği Tulga'ya yolladım. Etrafındaki köyler dolana kadar Ichamur'un bazı köylerini Tulga'ya bağladım.

Kısaca savaşarak Kergit'in bir kısmını ele geçirmek ilk seçenekti ancak ben savaşmadan tüm Kergit'i kendime bağladım.

Cosette'i bulmak için Kalradya çapında arama emri çıkarttım. Tüm Kalradya benim bizzat Tanrı'dan güç aldığımı düşündükleri için dediklerimi kusursuzca yerine getirmeye çabalıyorlardı. Bir taraftan Cosette aranırken ben de babamın kaldığı yerden devam edebilirdim.

Bu sırada tüm noyanlara sahibi oldukları her yerde ekonomiyi en üst düzeye getirme yolunda çabalamalarına ve sürekli asker eğitimi yapmalarına yönelik bir emir.gönderdim. Daha sonra tüm Kalradya devletlerine kendimi tanıttım. Kergit Hanlığı hariç hepsinin en az bir savaşı vardı. Bunu fırsat bilerek hepsine en az bir yıl süreli ticaret anlaşmaları önerdim. En başta bazı devletler reddetse de onların savaştığı devletler bizimle yapmış oldukları ticaret anlaşması ile önce ekonomik ve dolayısıyla askerî olarak öne geçmeye başlayınca tüm devletler kabul etti. Tulga'ya her sene bir aile yolluyordum. Altı ay sonunda Tulga Şehri neredeyse eski hâline geldi. Daha sonra Uhhun Kalesi ile Ögeday Kalesini birleştirip bir şehir yapmak yolunda planlar yapmaya başladım. Uhhun ve Ögeday Kalesi arasındaki bölge büyük bir oval duvar ile birleştirecek, kalelerin arasında kalan kısma toplam altı kule inşa edilecekti. Aradaki boşluğu devasa bir köy inşa edilecekti. Kale içleri ufak iki şehir haline gelecekti. İki kale ve köyün ortak bir şehir adı olacak ancak kendi içerisinde farklı adlarla anılacaktı. Dolayısıyla hem kalelerin noyanları kalacak hem de köye yeni bir noyan atanacaktı. Bu üç birimin en tepesinde ise ben olacaktım Ögeday Kalesi'nin ana kalesinde konaklayacaktım. Yani hem şehrin, hem de kalenin noyanı olacaktım. Burası, Acun'un gördüğü göreceği en büyük, en güzel ve en zengin şehri olacaktı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan Kostantinapolis benim şehrimin yanında sönük kalacaktı.

Bu şehre isim vermek için Uhhun kalesi noyanı olan Dundush Noyan ile bir toplantı yaptım. "Nova Roma" isminde karar kıldık. Latince kökenli bir isimdi. Eskiden Acun'un en büyük, en güzel ve en zengin şehri olan Roma Şehri'nin başına bir "Nova" yani "Yeni" sıfatı getirerek bu ismi meydana getirdik. İçerdeki köye ise "Yeni Köy" adını vermeye karar verdik. Derhal Kergit'in en büyük mühendislerini burada Ögeday Kalesinde topladım. Planı açtım. Hemen başlamalarını emrettim. Bir hafta sonra kuleler yapılmaya başlandı. Ögeday Kalesinde hâlâ söz sahibi olan köy yaşlısı Batu Beg'e köylülerden şehir hayatına adapte olamayanları toplayıp iki kale arasına yerleşmelerini söyledim. Batu Beg bu emre o kadar mutlu oldu ki... Bir ay sonra iki kale arasında bir tarla sürülmeye başlandığını ve planlanan sur dışında koyun ve sığır otlatıldığını gördüm. Mühendislere kapıyı bu tarafa yapmalarını söyledim. Zamanla köy nüfusu baya arttı. İlginç olan şu ki kaleler dışarıdan göç aldığı için kalelerin de nüfusu artıyordu.

Yaklaşık iki sene sonunda surlar tamamlandı. Uhhun Kalesine bir arena inşa ettirdik. Pazar yeri zaten Ögeday Kalesinde vardı. Tam olarak iki yıl, dört ay sonunda iki kale ve köy şehir olarak ilan edilmeye hazırdı. Köy, iki kaleye yetiyor hâttâ bazı erzaklar kervanlar yoluyla ihraç ediliyordu. Dundush Noyan ile ortak çıkardığımız bir ferman ile Kergit Hanlığına, Nova Roma şehrinin kurulduğunu ve başında benim yani Ögeday Han'ın geçtiğini belirttik. Arada kurulan köyün başına Alagur Noyan'ı geçirdim ancak o yalnızca gelirleri toplayacaktı. Köyün işleri bendeydi. Kergit Hanlığı içerisindeki işler bitince Kalradya'nın tamamına "Nova Roma"nın kurulduğunu duyurdum. Kergit Hanlığı, gerek ekonomisi ile, gerek ordusu ile tüm Kalradya'yı korkutuyordu. Kimse savaş açmaya cesaret edemiyordu. Ancak ben de onların gelişmesini bekleyecek değildim. Savaş yakındı...

Dördüncü Bölüm

Tüm noyanlara birliklerini en iyi duruma getirmeleri hususunda bir emir yolladım. En kötü birlik Kergit Atlısı olmak üzere tüm ordu donatılacaktı. Sonuç olarak yaklaşık on bin kişilik devasa bir ordu oluşacaktı. Hedef Sarranid Sultanlığıydı. Çünkü daha önce bir kaç Kergitli köylü Sarranid'e gidip onların dinine, yani İslam'a, tabi olmak istemiş ancak Sarranidliler bu isteklerini "Sarranidli olmayan, Müslüman olamaz!" diyerek reddetmiş ve köylüleri katletmişler. Ordu hazırlanmaya başlayınca Sarranid haricindeki tüm devletlere yeni bir ticaret anlaşması teklifi sundum. Bu onlara zarar vermeyeceğim anlamına geliyordu. Hepsi kabul etti. Tam iki sene boyunca sürecek ve duruma göre uzatılacak olan ticaret anlaşmaları imzalamıştım. Altı ay sonra Svadya eğitimi görmüş ve diğer yaya birliklerimi Nova Roma'da bırakıp diğer birliklerimi yanıma alarak Unuzdaq Kalesine doğru yola çıktım. Tam bin kişilik atlı ordumla Unuzdaq Kalesine vardım. Tüm ordunun burada toplanması konusunda noyanlara bir emir yolladım. Bir ay sonunda tüm ordu toplandı. Ordu on beş noyan ve toplamda on bin neferden oluşuyordu. Sarranid Sultanlığı'na önden bir elçi yolladım. Elçi Sarranid Sultanlığı’na savaş açtığımı bildirmekle görevliydi. Yolladığım elçi daha dönmeden bu devasa ordu ile Shariz'e doğru yola çıktım. Ordunun her adımında yer zelzeleler oluyormuş gibi tir tir titriyordu. Shariz kapılarına dayanınca Sultan Hakim benimle konuşmak için şehirden çıktı. Suratındaki endişe kilometrelerce uzaktan anlaşılabiliyordu ancak kibrinden ödün vermeyi başaramayan Hakim küstahça laflar etmekten geri durmuyor yahut duramıyordu. Benim artık öldüğümü, bu yaptığımın kendi ölüm fermanımı imzalamaktan başka bir şey olmadığını falan zırvaladı. "En iyi ordunu topla, meydanda savaşalım. Kazanan Sarranid topraklarının sahibidir." dedim. Büyük bir mutluluk ve memnuniyetle onayladı. Herhalde ki meydan savaşını kolayca kazanacağını düşünüyordu. Şu Sarranidlerin gereksiz kibri görünen o ki beden ve akıllarını kuşatmış olan cehaletten gelmekteydi. Cehaletin kuşatması, en büyük orduların kuşatmasından çok daha risklidir ve Sarranidler bu risk ile hayatlarını sürmekteydiler. Neyse… Kibri başından taşan Sultan Hakim’e bir ay sonra Mit Nun Köyü yakınlarında onu bekleyeceğimi söyledim ve oradan ayrıldım. Tam bir ay boyunca Unuzdaq Kalesinde on bin nefere ziyafet verdikten sonra Mit Nun Köyüne gittim. Karşımda yaklaşık yirmi bin kişilik bir ordu buldum. Güldüm. Noyanlar ne yapacağımızı sordu. "Tüm emir komutayı bana bırakın ve siz kenarda savaşı izleyip keyfini çıkarın." dedim. Hepsi kabul etti. Ancak akıllarındaki soruyu biliyordum: Bu adam hiç savaş yapmadı. Acaba nasıl yenileceğiz?

Karşıdaki ordu bir ayda kurulmuştu ve dolayısıyla ordunun büyük kısmı acemi birliklerdi. Oysa benim ordum tamamen gelişmiş birliklerden oluşuyordu. Ancak karşımızdaki bedeviler önlere en iyi birlikleri koydukları için göz korkutucu duruyordu.

Önce tüm atlı okçuları ikiye böldüm. Yarısını düşmanın sağ çaprazına, yarısını sol çaprazına yerleştirdim. Kargıcı ve atlılarımı ortada tuttum ancak biraz daha ileri gitmelerini emrettim. Üç yüz kişilik bir kargıcı ve atlılardan oluşan bir birliği düşmana hücum ettirdim. Hepsi öleceğini biliyordu. Bu birlikleri hemen öldürdüler. Ancak bu bedeviler taktik nedir bilmediği için hemen dağıldılar. Kimisi askerlerden ganimet topluyor kimisi kafasına göre hücum ediyor kimisi de ganimetten daha fazla pay almak için silah arkadaşlarını öldürüyordu. Hücum edenler en gelişmiş birlikleriydi. Hepsi kolayca kılıçtan geçirildi. Daha sonra okçulara atış emri verdim. Düşmanın üzerine ok yağmuru yağıyordu. Tam o esnada noyanlara düşmanın geride bekleyen emirlerini halletmelerini ve Sultan Hakim'i sağ salim ele geçirmelerini söyledim. Yanlarına otuz kargıcı alarak onlar o işi halletmeye gitti. Okçulara atışı kestirttim. Kargıcı ve atlılara hücum emri verdim. Okçulara ise düşmanın etrafında yuvarlak çizercesine at koşturmalarını, kaçan olursa öldürmelerini emrettim. Yaklaşık üç saat sonra tek bir Sarranidli kalmıştı. O da Sultan Hakim... İlginç olan bizim yalnızca üç yüz kişilik kayıp vermemizdi. Üç yüze karşı yirmi bin kayıp... Sultan Hakim benden af diliyordu. Ancak ben hem köylülerime yapılanı hem de bana yaptığı küstahlığı unutamıyordum. On bin nefere geri çekilin emri verdim. Hepsi şaşırdı ama çekildiler. Sultan Hakim'i yere serdim. "İstersen kalk ama önermem." diyerek atımdan ayrıldım. "On bin nefere tek sıra hâlinde beni takip edin" dedim. Atımla dört nala Sultan Hakim'in üzerinden geçtim. On bin atlı da geçti. Artık gömmek gerekmiyordu. "Yağma serbesttir!" dedim.

Askerlerin ganimetle işi bittikten sonra Sarranid topraklarını kendime bağlamak yerine kendi hâline bırakıp noyanları serbest bıraktım. Nova Roma'ya gittim.

Bu olay tüm Kalradya çapında yankılandı ve diğer krallar teker teker bana gelip bağlılıklarını sundular. Ben de hepsini kabul edip, lordlarının, kontlarının, yarllarının kendilerine bağlı kalabileceğini, kendi isimlerinde kral sıfatının bulunabileceğini ancak hepsinin üstünde benim bulunacağımı söyledim. Yani her krallığı birer eyalet durumuna getirip Kergit Hanlığını tüm Kalradya'nın başına geçirdim. Tüm krallıklara ayrı eyaletler vermemin tek sebebi Kergit kültürünü korumaktı.

...

Nova Roma surlarına çıktım. Bir sigara yaktım ve ufku izlemeye koyuldum.

Son Bölüm

Yirmi sene boyunca Kalradya'yı hâkimiyetim altında tuttum. Lordlar, Kontlar, Yarllar bana bağlı değildi. Ancak hepsinin kralı bana bağlıydı. Yirmi sene sonunda hem babam Timuçin'in intikamını almış olmanın, hem de onun ülküsünü yerine getirmiş olmanın esenliğiyle yaşamla aramdaki bağları kopardım. Son nefesimi vermeden önce Kergit halkına son hitap edişim şu olmuştu:

Ey Kergit halkı! Ey Türk ve Moğollar! Ey Turanî kavimler!

Ben, Ögeday Han! Timuçin'in oğlu... Evet benim soyum Moğoldur. Ancak ben Moğol olduğum kadar Türk'üm de! Ben sizlerin atasıyım. Bu Acun'da babamın da, benim de tek isteğimiz Turanî kavimleri en iyi yere getirmekti ve ben bunu başardım! Önümüzdeki senelerde, Türkleri yahut Moğolları Acun'a hükmettirecek milletler olacaktır ancak Turan'ı tekrar kurabilecek bir millet bulunamayacaktır. Turan bundan seneler sonra ancak ve ancak tek bir kişinin izinden gidilir ise tekrar kurulacaktır. Milleti ona Atatürk der! Bir gün o kişi bu Acun'a gelirse onun yolundan çıkmayınız. Çıkan kişiler Turan karşıtı kişilerdir. Turanî kavimlerin tekrar Acun'a hükmetmesini istemeyen kişilerdir.

Ey kanı şanlı kardeşlerim! Tanrı sizin yanınızdadır!
 
O kadar şairiz dedik bir tane de naçizane bir şiirımi bırakayım şuraya

Ben şimdi kollarımı hangi yöne açayım
Dostum desem kalmadı
sevdiğim bi' sevgilim
hiç olmadı

Yalnızlığın en derin kuyusunda
sabit bir rotadayım
Hızım değişiyor
ama benim etkim yok
devir sabit
rolantideyim
Hızımı belirleyenler
yokuşlar
çukurlar
çakıllar

Şeridimin dışına çıkmıyorum
Direksiyon bende
ama yolum belirli
Nereye varıyor
bilmiyorum

Zamanla daireler çiziyorum
Bir kaç dost, candan can
Sonra yine kendimle başbaşa
bir bira şişesinin karşısında
nefes ala ala
can veriyorum
Galiba ben
kazandıkça kaybediyorum
 
Bana bölümler aceleyle yazılmış gibi geldi. Yazı akıcı ama çok yüzeysel. Olayın biri bitiyor biri başlıyor.  Bu yüzden hikayeden çok günlük gibi durmuş yazdıklarınız.
 
Homerøs said:
Bana bölümler aceleyle yazılmış gibi geldi. Yazı akıcı ama çok yüzeysel. Olayın biri bitiyor biri başlıyor.  Bu yüzden hikayeden çok günlük gibi durmuş yazdıklarınız.

Betimlemelere girersem kullanacağım tabirlerin anlaşılmama ihtimalinin yüksek olmasından dolayı derine inmedim. Bir de birinci kişi ağzı ile yazdığım için günlük gibi oldu. Eleştirileriniz için teşekkür ederim.
 
Ellerine,Hayallerine sağlık başarılı buldum sonucta bir oyun etrafinda dpnen bir kurmaca hikayede cok büyük gerçeklikler yada koca yaziyi tek başına kotulestirecek ayrıntılar arayacak değiliz (!).

Ah kadınlar 1 kalradyayida,7 cihanida ic ice katar bunlar  :grin:

Edit:Yazım hatalarim icin kusura bakmayin mobilden ancak bu kadar :smile:
 
Back
Top Bottom