Çalakalem Hikayeler ve Karalamalarım

Users who are viewing this thread

Tamamıyla garip ruh hallerine bürünerek yazdığım iki karalamayı buraya koymak istedim.
Hikayelerden birini başka bir sitede paylaşmış, ardından da silmiştim. Diğerini ise hiçbir yerde paylaşmamıştım. Bu gün buraya koymak istedim, bilgisayarımda çürüteceğime birilerinin huzuruna sürmek daha mantıklı sanırım :roll:

Yazım ve mantık hatlarım için şimdiden çok özür dilerim. Üstte de belirttim gibi bunlar üstünkörü, tamamen karamsar bir ruh haline büründüğüm sırada yazdığım şeylerdi. Yazdıklarım üzerinde pek durmamıştım o zamanlar. :oops:

Umarım okurken eğlenceli vakit geçirirsiniz;

Yaz günü... İnsanların dudaklarını kurutan bir sıcak etrafa hakimdi.. Kalabalık her zamanki gibi gürültülüydü. Başları eğik, ellerindeki telefondan ayrılmayan gözlerle geçenler, acelesi varmış gibi koşarken çevresini biraz bile incelemeyenler... Kalabalık içerisindeki insanlar biribirinden o kadar uzak görünüyordu ki! Hepsi birbirine yapancı gibi, gözleri birbirine ulaşmadan çevriliyor, başka taraflara bakıyordu.

Ve bu birbirine yabancı insan topluluğunun içinde ilerken kimsenin dikkatini çekmeyen bir silüet… Kaldırımda yürürken kendisinin diğerleri tarafından umursanmadığını bilse de bütün gözler onun üzerindeymiş gibi tedirgin, yavaş adımlarla ilerliyordu bu silüet.

Kesinlikle biliyordu kimsenin ona bakmadığını. Ama yine de... Yine de korkuyordu bakmalarından. Kahvereni ceketinin ceplerine elini attı silüet. Yavaşça, yanı başındaki yoldan geçen arabaların hızına ve çıkarttıkları motor gürültülerine aldırmadan ilerledi ve ellerindeki içeceklerini yudumladıktan sonra rahatça kahkahalar atarak ilerleyen iki gencin önünden çekinerek geçti.

Kimsenin görmediği bu silüet, yaşlı bir adama aitti. Açık mavi gözleri solgun bir ışık saçan, yüzündeki kırışıklıklarla beraber biraz güneşten yanmış teni parlıyor, yanaklarının birkaç noktasındaki lekeleri belli ediyordu. Uzun beyaz sakalları bakımsız ama düzenli görünüyordu. Uzun zamandır taranmadıkları belli olsa da, elle düzenlenmiş gibiydiler.

Adamın üzerindeki kahverengi takımın omuzlarında sökükler yer alıyordu. Ceketin yenleri, siyah lekelerle süslüydü. Kahverengi kumaş pantalonu ise diz kapaklarından itibaren kirli, kimi noktalarında tekrar dikildiği belli olan eski yamalarla bezenmişti. Son zamanlarda yama bile yapamadığı ise, diz üstünde yer alan ince söküklerden belli oluyordu.

Altındaki beyaz gömlek ise beyazlığını yitirmişti. İlk bakışta asıl renginin kirli bir gri olduğu sanılırdı belki de. Beyaz olduğunu ele veren tek noktaları, uzun zamandır yıkanmamasına rağmen yenlerinin diğer kısımalardan daha beyaz olmasıydı. Sarı kravatı ise, bütün elbiseleri içerisinde en temiz olanıydı. Ya temizliğinden gurur duyduğundan dolayıydı ya da güneşin onu aydınlatmasından bilinmez, parlıyordu tüm asaletiyle. Ayağındaki ayakkabıları ise artık ömrünü doldurmuş, koca kalıp lastikler şekil değiştirmeye başlamıştı. Ama yine de yaşlı adamın ayaklarını koruyacak durumdaydılar.

Adamın beyaz saçları elle düzeltilmiş, yana doğru taranmış gibiydi. Yine de bu düzenin arasında birkaç isyankar saç teli yukarıya doğru kalkıyordu. Elle düzeltildiği de bu isyankar saç tellerinden belliydi zaten.

Adam boynunu eğerken, kalın parmakları ceketinin cebinden çıktı. Kirli avcunun ortasındaki metal paraları ortaya serdi bir yumruk gibi kilitlenen parmak uçları açılıp. Adam, emin olmak için sağ avucunda paraları tutarken, sol elinin işaret parmağıyla tek tek sayıyordu metal bozuklukları. Bu sırada adımları hızlanıyordu yaşlı adamın. Hemen önünde, birkaç metre ilerisinde otobüs durağı görünmüştü bile...

Duraktaki kalabalık ileriye dönük bakışlarla kaldırıma yığılmış, otobüsün gelmesini beklerken adamın heyecanlı adımları bir anda yavaşladı. Kalabalığa girmişti şimdi, durağa varmıştı bile. Ve hiç dikkat çekmiyordu... Yine! Aslında ilk bakışta çekiyordu, bunu o da biliyordu. Ama sonra o bakışlar kaçıyordu hemen. Görmezden geliyordu adamın varlığını. Adam alışmak isterdi bu bakışlara. Böylece insan içine girdiği her zaman başını eğmek zorunda kalmazdı.. Ne güzel olurdu öyle bir cesarete sahip olsa!

Derin bir iç çekerek avucunda saydığı bozuklukları iyice saydı. Mavi gözleri kısılırken, alnında bir karışıklık oluştu. Paraları tekrar avcunda sıkıştırarak, boşta olan elini pantalonunn cebine attı. Arkasında otobüsün o gürültülü motorunu, yavaşça durağa yaklaşan tekerlerini duyuyordu şimdi. Dudaklarını ısırdı, boştaki eli cebini daha da kararlı incelemeye başlamıştı şimdi.

Duraktaki kalabalık yavaşça otobüsün yanaşacağı noktaya yığılırken adamın gözlerinde bir heyecan parıltısı çaktı aniden. Elini çekti hemen cebinden heyecanla! Sonrasında gelen şey ise buruk bir gülümseme ve acı bir yutkunma oldu. Otobüs gelip kapılarını açtığında, adamın adımları dırmuştu bile. Elindeki küçük madeni parayı yarım bir gülümsemeyle diğerlerinin arasına, avcuna yerleştirdi.

Kalabalık, yaşlı adamın tam arkasında, kaldırıma yakın bir yerde duran otobüse atlamak için adamın etrafından geçerken adam yine başını eğdi umutsuzca. Hiçbir şekilde kendisine bakmayan, bakmak dahi istemeyen insanların içerisinden yürüdü yavaş adımlarını durdurmadan. Kalabalık onun yanından geçerken tek bir kelime bile etmedi... Sadece avuçlarının arasındaki bozukluğu sıktı.. Parmaklarının eklemleri bembeyaz görünene kadar sıktı...

Adam boynu bükük ilerlerken, otobüsün kapısı kapandı, tekerlekler tekrar döndü... Motor kükrer gibi bir ses çıkarttı harekete geçtiğini haber verircesine. Sonra yaşlı adamın yanından hızla, arkasında tozdan başka bir şey bırakmadan ilerledi..

Adam bir süre bakakaldı giden otobüse... Avucunda sıktığı, insanların gereğinden fazla değer verdiği metal paraları fırlatmak istedi birden. Yerlere saçmak ve bütün öfkesini salacak bir şekilde haykırmak.. Ama yapmadı, onun yerine metal parçalarını dikkatli bir şekilde tekrar cebine koydu.

Biliyordu, o para denen metal parçaları değerliydi. Adam değer vermiyordu belki bunlara, ama diğer insanalar veriyordu. Hem belli mi olurdu, belki eline biraz daha geçerdi bu değersiz ama işe yarayan metalden? O zaman eve otobüsle de dönerdi.

Yola, eve ulaşana kadar üzerinde yürüyeceği yola baktı sadece. Sonra yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Kaldırımdaki diğer insan kalabalığının içine, kimsenin onu fark etmeyeceği, fark etse dahi görmezden geleceği yere girdi...

Sonbaharın gelişini belli eden, soğuğun insanın ruhunu ürperttiği bir öğleden sonra... Daha yeni bitmiş olan yağmurun hemen ardından, doğanın o görülmeye değer sakinliğinin keyfini çıkartmak için dışarıya çıkmıştım. O her zamanki ıslak toprak kokusu, garip bir huzur veriyordu insana. Ayrıca sahil boyunca yürürken denizin dalgalarının çıkarttığı o kaba ama anlamlı melodiyi de seviyordum. Ayaklarım beni daha da ileri sürüklerken, banklara oturmuş sevgililerin silüetleri çarpıyordu gözüme.

Her adımda gözlerim oturacak boş bir bank, sessizliğin tadına varacak kimsesiz bir köşe arıyordu. Ama mümkün değil! Sanki sevgililer anlaşmalıydı bu gün, hep birlikte bu yanlız insanın keyfini bozalım demişlerdi belkide! Sıradan bir insan olsaydım, şu anda bu kadar sinirim bozulmazdı belki, ama uzun süredir aşka küsmüş, sevgiden nasibini bulamamış birisi için bu kadar sarmaş dolaş insan görmek de katlanılabilecek bir şey değildi.

Küçümseyen gözlerle onları izlerken, soğuktan hissizleşmiş ellerimi uzun paltomun ceplerine soktum. Adımlarımı daha da hızlandırdım bu cehennem gibi kalabalıktan kopmak ve bir sığınak bulmak için. Gri gökyüzü, gri bulutlar, kasvetli deniz ve ürpertici soğuk bir araya gelmesine rağmen bu genç aşıkların keyfini bozamamıştı anlaşılan. Ya da onlar da benim gibi bu havanın tadına varmak istiyordu.. Açıkcası bunlardan hiçbiri umrumda değildi. Benim tek istediğim, onlardan uzakta boş bir banktı kendi düşüncelerimle boğuşmak, içimdeki sorularla yüzleşmek için.

Gözlerim hemen solumda, yapraklarını dökmüş bir ağacın altında duran bank’a kaydı. Beyaz saçlarını bu soğukta bile örtmeye gerek duymamış, ellerini bastonuna dayamış bir şekilde, siyah gözlüklerinin ardından köpüren denize bakan bir adam, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle oturuyordu. Ama benim dikkatimi çeken şey adamın o çok önemli bir sırra sahipmiş gibi huzurlu ve kadim gülümsemesi değil de, yanındaki boş yer oldu. Ne diyebilirdim ki, huzurlu bir gülümseme aramıyordum ben, sadece boş bir yer arıyordum!

Hemen o tarafa doğru yönelip adamın yanına oturdum sırtımı doğrultarak. Bir kere bile başımı çevirip ona doğru bakmadım. Şu anda bakmak istediğim tek yer karşımdaydı. Dalgaları, sanki dünyadan onun varlığını silmek istermiş gibi kayalara ısrarla ve sürekli olarak çarpan deniz daha çok ilgimi çekiyordu. Birkaç martının, kasvetli gökte dönüp durması da ilgi çekiciydi. Ve benim aklımda dolaşan, kulağıma rahatsız edici bir şekilde fısıldayan “Yaşamdan neden keyif alamıyorsun?” sorusu da pek yardımcı olmuyordu ilgimi başka kişileri yöneltmemde.

Uzun süredir böyleydim aslında... Sevgilisiz, yaptığı hiçbir şeyden tatmin olmayan, kendini toplumdan soyutlamaya çalışan ve gitgide insancıl zevklere yabancılaşan bir kişi! Çevremde aile bireylerimden ve ben ne kadar sinir bozucu olursam olayım, ne kadar kalplerini kırarsam kırayım peşimi bırakmamakta kararlı olan birkaç kişiden hariç kimse yoktu. Şikayetçi miydim bu durumdan? Hayır, kesinlikle hayır hem de! Bu benim kendi ellerimle yarattığım bir durumdu.

“Güzel bir gün, değil mi?” dedi sevecen bir ses. “Evet” diye yanıtladım neden cevap verdiğimi bile sorgulamadan. “Özellikle gökyü-” Kelimelerim birden boğazımda düğümlendi başımı çevirip yaşlı adamla gözgöze geldiğimde. Simsiyah gözlüklerinin ardındaki iki gözün, karanlığa hapsolmuş olduğunu daha yeni fark edebilmiştim.

Soğuk, montumun içinden süzülüp bir ürperti şeklinde vücudumu dolaştı. Titrek bir nefes aldım yaptığım hata karşısında. “Ah! Ben..” diye gevelemeye başladım başımı eğerek. Aslında neden böyle suçluluk duyuyordum onu bile bilmiyordum. Normalde böyle başkalarını umursayan biri değildim. Belkide ilk defa kör birine körlüğünü hatırlatacak bir aptallık yaptığımdan bu tepkiyi veriyordum o an. “Özür dilerim. Fark edemedim” .Dudaklarımı aralayıp bunu kırıcı olmayan bir kelimeyle ifade etmek için beynimi yokladım “Sizin... kör olduğunuzu”. Evet, bunu kırmadan söyleyecek, adamın körlüğünü hatırlatmadan ifade edecek bir kelime yoktu. Varsa da ben bulamamıştım. –Kimsenin bulacağını da pek sanmıyorum o kelimeyi! Bir dil dâhisi falan değilse tabii!-

Adam neşeli bir kahkaha atıp, siyah gözlüklerini çıkarttı ve uzun siyah montunun göğüs cebine geçirdi. Eli alışkın olmalıydı ki, adam bu hareketi çok hızlı bir sürede yapmıştı. Çenesini, bastonunu tuttuğu ellerinin üstüne dayadı. Odaksız gözleri doğrudan denize bakarken, dudakları yanaklarındaki kırışıklıkları daha da derinleştirecek şekilde yukarıya kıvrıldı. Sakin bir gülümsemeyle iç çekti. “Dürüst bir genç adamsın değil mi? Yada saygısız. Kör birine kör diyebildiğine göre ikisinden biri olmalısın”.

Yaşlı adamın dudaklarından yükselen duman, renksiz gökyüzüne doğru uzanıyordu. Omuz silktim Ama bir saniye sonra yaptığım hareketin saçmalığını fark ettim. Beni göremeyen karşısında neden omuz silkiyordum ki?! “Sanırım ikisinden de biraz” diye kabullendim durumu. Adam dudaklarını büküp başını salladı anlayışla. “Şimdi kararımı verdim; Dürüst”. Adamın bu sözleri içimde bir gülümseme isteği uyandırmıştı.

Çenesini yukarıya kaldırıp bastonuyla denizi işaret etti. “Söylesene genç adam, orada ne görüyorsun?”. Tereddütle gözlerimi karşıya diktim. Açıkcası dürüst olmam mı gerekiyordu bu kısımda bilemiyorum. Zira, karşımdaki manzara güzel sayılırdı kabul etmek gerekirse. Ve kör birine bunları anlatarak göremediği güzellikleri hatırlatmak da pek de hoş bir şey değildi! Ama yalan söylememek, hayatta sahip olduğum ve koruyabildiğim nadir kurallardan biriydi. Ve bu kuralı şimdi de korumaya kararlıydım.

“Doğrusunu söylemek gerekirse” dedim dudaklarımın arasından çıkıp havaya karışan dumana bakarak. “Mavinin griyle karışımından oluşan deniz yağmurdan sonra sakince dalgalanıyor. Deniz kuşları tekrar ortaya çıkmaya başlamış. Gri bulutların süslediği gökyüzünde süzülüp, bir görünüp bir kayboluyorlar. Oturduğumuz bankın biraz sağında bir kafe var. Denize bitişik olan kısmında, çalışanlar tekrar masaları ve sandalyeleri dışarıya taşıyorlar. Yağmurdan dolayı taş döşemeli zemin ıslanmış. Yağmur sanki her şeyi yavaşlatmış gibi, çalışanlarda uyuşukça hareket ediyorlar biraz”.

Gözlerimi kısıp dudaklarımı ısırdım tereddütle. Evet, herşey bir sakinliğe sahipti. Güzel bir sakinliğe hem de... Ama bu beni neden memnun etmiyordu ki şimdi! Birşeyler eksik gibiydi. Yada sahte. Kararsızdım. Farkında olmadan oturduğum yerde büzüşüp rahatsızca kıvrandım. “Evet?” diye uyardı yaşlı adam beni. Kör gözleri, devam etmem için bana dikilmişti. Sesimdendi muhtemelen, nerede olduğumu anlıyor, tam olarak benim bulunduğum yere bakıyordu. “Devam etsene!” Yaşlı suratının üzerindeki dudakları gerildi ve bana doğru gülümsedi .

“Şey... Bilmiyorum işte, sanırım bu kadar” dedim içimdeki huzursuzluğu sezdirmemeye çalışarak. Başım ben daha farkında olamadan yere doğru eğildi ve sağ elimi paltomun cebinden çıkartıp saçlarımdan geçirdim. Stresli olduğumun bir işaretiydi bu. Adam etkilenmemiş gibi başını ikiyana salladı. “Gördüklerin seni pek tatmin etmedi ha?”.

Cevap vermedim. Zira şu anda hiçbir cevap veresim yoktu. Aslında hiçbir şey yapasım yoktu! Eğer vücudumun çalışma mekanizmasını kontrol eebilsem, yaşamsal hareketler de dahil tüm işleri askıya alır, hücreleri uzun bir tatile gönderirdim sanırım. O kadar sıkılmıştı canım..

“Ben ne görüyorum biliyor musun” dedi neşeli bir ses tonuyla. Başımı ona doğru döndürüken şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. –lafın gelişi falan değil, cidden ağzımı sonuna kadar açmıştım. Çenemi ağrıtacak kadar yani!-

Adama ciddi mi diye bakarken, o ise çenesini öne çıkartıp destek aldığı bastonuna dayadı. “Beyaz ve mavinin karıştığı uçsuz bucaksız bir su görüyorum. Sakin, sanki uykuda gibi hafif dalgalı. Birkaç tekne, üzerinde salınarak süzülüyor... Yelkenleri değişen rüzgara göre kabarıyor, iniyor, denize ve rüzgara ayak uyduruyor sadece. Güneş turuncu bir şekilde tam tepelerinde dikiliyor. Öylece gökyüzünde asılı kalmış, herşeye gözkulak oluyor. Bulutlar bazen renk değiştiriyor, beyazdan mora doğru, mordan da siyaha... Kıvrılarak, şekil değiştirerek ilerliyorlar gökyüzünde. İstediğim herşey oluyorlar; kartal, balık, at, bir ev ya da bir insan figürü... O anda ne görmek istersem! Sakin denizin üzerinde dolanan teknelerdeki insanlar suya doğru eğiliyor nazikçe, parmak uçları uzanıp suyun yüzeyinde oluşan çiçekleri topluyor. Lale, gül, zambak, papatya... Her renkten birçok çiçek!!

Yaşlı adam öyle bir dille anlatıyordu ki bunları, sesinde öyle bir kararlılık vardı ki, inanmamak elde değildi. Gözünüzün önüne gelmiyorsa eğer bunlar, kesinlikle sizde bir sorun vardı. Adamın kelimelerindeki her sesinden kokusuna cidden varmış gibiydi... İçinizde ne olduğunu anlayamadığınız, coskulu bir duygu karmaşası yaratıyordu! Vücudum sevinçten zıplamak gibi aptal bir aktivite bile yapabilirdi şu an. Bacaklarımın gerildiğini hissedebiliyordum. Yemin edebilirdim, adamın anlattıklarını gördüğü yemin edeblirdim!!

Sonunda aptallığımdan kurtulup adama baktabildiğimde, sakince, yüzündeki gülümsemesini hiç düşürmeden yerinden kalktı. “Off” diye mırıldandı bir eliyle sırtına dokunarak. “Sanırım bu gece yatakta ağrıyla kıvranacağım”. Sonra bana baktı o yaşlı gülümsemesiyle. Gözlüklerini çıkartarak hiçbirşeye odaklanamayan, boş gözlerini bana dikti. “Ama senin gibi bir genç adamla tanşmaya değerdi. Umarım hayatta şansın yüzüne güler evlat!!”. Başka hiçbir şey demeden bastonuyla adımlarını yoklayarak uzaklaşırken, ben ise yerimde çakılı kalmıştım. Gözlerim tekrar denizi taradı. O adamın görüpte benim göremediğim ne kadar da çok şey vardı!! Bakışlarımız arasında ne kadar da fark vardı!! Görme eylemi belki de sadece fiziksel bir şey değildi…




 
Last edited:
Güzel bir hikayeydi . Lakin bi yerde normalden biraz daha önemli bir yazım hatası vardı "Omuz siktim" diye  :lol: :lol: :mrgreen: 
Devamını bekliyorum
 
§'ølitare ♠️♥️♣️♦️ said:
Güzel bir hikayeydi . Lakin bi yerde normalden biraz daha önemli bir yazım hatası vardı "Omuz siktim" diye  :lol: :lol: :mrgreen: 
Devamını bekliyorum

Yorumun için teşekkürler, beğenmene sevindim cidden.  :smile:

Ayrıca uyarı için de teşekkürler. Düzelttim bana söylediğim kısmı. Öyle bir yazım hatası için özür dilerim.  :oops:

Devamı konusuna gelirsek, bunlar amaçsız, tek bölümlük hikayeler olduğundan devamı gelmez diye düşünüyorum.  Gelse de çok düzenli ve devamlı bir şekilde gelmez en azından...  :roll:

Yorumun için tekrar teşekkürler, görüşmek üzere.  :smile:
 
“Usta!! Usta!!”

Küçük çocuk, bembeyaz bulutların üzerinde hızlı adımlarla koşuyor, ufacık ayaklarına biraz büyük gelen kırmızı çizmeleri yere sağlam bir şekilde basarak beyaz tabakada zorlukla belli olan patikayı takip ediyordu. Başına taktığı siyah denizci şapkası arkaya doğru biraz kaymış, şapkasının örtemediği uzun kahverengi saçları, biraz büyükçe sayılan tepesi sivri kulaklarını kapatmıştı. Çocuklara özgü iriliğe hala sahip olan gri gözler sağ tarafındaki eski ve yıpranmış tabelayı gördüğünde çocuk daha da hızlandı coşkuyla.

Bulutların zeminine geçirilmiş tahta bir ayak üzerine çivilenmiş eski tabelanın bazı noktaları yıpranmıştı. Gökyüzünün soğuk havası tahtayı yavaş yavaş yaşlandırmış, bazı noktalarının delinmesine neden olmuştu. Eskiden düzenli bir kare şekline sahip olan tabelanın köşeleri zamanla erimiş gibiydi… Tabelayı tutan çivilerden birisi yaşlılığa daha fazla dayanamayıp düşmüş olduğundan tabela sol taraftan aşağıya doğru eğilmişti biraz. Tahriş olmuş tahta yüzeyde ise iri ve özensiz bir el yazısıyla kaleme alınan Yıldız Tamircisi kelimeleri göze çarpıyordu…

İşte ufak çocuk bu tabelayı görünce hızlanmış, tam karşısında, zeminine beyaz sislerin hâkim olduğu, devasa ve pamuğu andıran bir bulutun tam üzerine inşa edilmiş eski kulübeye doğru neşeyle koşmuştu. Nefes nefese kalan ufaklık, alnında oluşan ter damlalarını mavi renkteki askılı tulumunun içine giydiği sarı-beyaz çizgilere sahip tişörtünün koluna sildi yorgunluktan iki büklüm bir şekilde soluklanmaya çalışırken.

Eski kulübenin önünde, elindeki cam kavanozun içinde parlayan ışığa bakan bir adam bekliyordu onu. Adamın saçları beyazlamış, yan tarafları dökülerek alnının büyük bir kısmını ortaya çıkartmıştı. Alnındaki dalgalı üç kırışıklık, yaşlı adamın suratına sevimli bir ifade katıyordu. Dikdörtgen şekline sahip cam çerçeveli gözlüğün ardındaki gri gözler yaşlılığın verdiği yorgunlukla biraz solgunlaşsa da bakışları hala keskindi. Uzun ve düz burnu yüzüne biraz ciddiyet katıyor olsa bile o burunun hemen altındaki ufak dudakların taşıdığı gülümseme bu ciddiyeti hemen dağıtıyordu. Büyük ve sivri kulaklarının bitiminde başlayan çene hatlarında beyaz sakalları uzamaya başlamıştı.

“Seni afacan seni!! Ne bağırıyorsun yine?” dedi yalancı bir kızgınlıkla. Bu sırada gözlerini hala elindeki cam kavanozdan ayırmamıştı. Kavanozun içindeki beyaz ışık sürekli hareket ediyor, hapsolduğu yerden kurtulmaya çalışıyor gibiydi...

“Usta!” dedi ufak çocuk tekrar. Biraz dinlendikten sonra nefesini toplayabilmiş, sonunda sesini daha anlaşılabilir bir hale getirebilmişti. “Yıldızlardan birisi daha sönmüş” Çocuk ustasının vereceği tepkiyi görmek için beklerken yaşlı adam hayal kırıklığını ifade edecek bir şekilde iç geçirdi. “Ah şu insanlar…” diye mırıldandı huysuzca. Sonra elindeki kavanozu çocuğa uzattı. “Tut bakalım şunu iki dakika!”.

Yaşlı adam derme çatma kulübesine girerek gözden kaybolduğunda, ufak çocuk kendi eline tutuşturulmuş olan kavanoza baktı merakla. Kavanozun içindeki şey, gökyüzünde kendi yerine asılmayı bekleyen bir yıldızdı. Yaşı adam bir yıldız tamircisi, ufak çocukta onun çırağıydı. Gökyüzündeki ufak kulübede usta ve çırak beraber çalışır, Atölyeden kendilerine gönderilen yıldızları ölen yıldızlarla değiştirirlerdi.

Ufak çocuk kendini bildi bileli burada iş eksik olmazdı. Hele şu sıralar sürekli yıldızlar ölüyor, yeni gelen yıldızlar ölenlerin yerini doldurmaya yetmiyordu. Gece göğünde artık eskisinden daha az yıldız olduğunu biliyordu çocuk. Ama bunun nedeni ile ilgili bir fikri yoktu. Yıldızların neden öldüğünü ve yeni gelen yıldız sayısının ölenden daha az olmasının sebebini de bilmiyordu.

Çocuğu bu düşüncelerden sıyıran şey, ustasının her zamanki tulumu giymiş bir şekilde, elinde büyük bir merdivenle kulübeden çıkması oldu. “Hadi bakalım, göster şu yıldız nerede öldü!”. Çocuk, eliyle kavanozu sıkı sıkıya kavrayıp göğsüne bastırırken başını salladı hevesle. İşinin en çok bu noktasını seviyordu. Birazdan ustası merdivene çıkıp yeni yıldızı yerine yerleştirecek, sonra da bütün heybetiyle parlamakta olan yıldıza bakacaktılar beraber... Bu düşüncelerle beraber koşmaya başladı az önce geldiği yola doğru.

Ustası ise onun bu haline gülümsemeden edemedi. “Haylaz bu çocuk yahu! Vallahi haylaz!” dedi başını sallayarak. “Ah kerata! Benim de bir zamanlar bunun gibi olduğumu düşününce…” Yaşlı adamın içini bir hüzün kaplarken, gözleri buruk bir parıltı yaydı. Beyaz kaşları biraz düştü, gözleri kısıldı… “Bu iş insanı yıpratıyor gerçekten” dedi kendi kendine. “İnsanların bu kadar çok yıldızı öldürdüğünü görünce üzülmeden edemiyorum. Bu işin sonu hayır değil ya, neyse… Bari bizimkinin ustalık zamanına denk gelmese her şeyin sonu...”

Yaşlı adam her şeyin sonlanacağını çok iyi biliyordu. Neden sonlanacağını da tabii… Yaşlı adam ne zamandan beri bu işi yaptığını hatırlamıyordu bile. Kendisini bildi bileli yıldızları tamir ediyordu bu bulutun üzerinde. Görevini çok severdi eskiden. Göğe baktığı zaman çeşit çeşit yıldız görürdü orada; Yıldızın biri iki insanın aşkı için parlardı, bir diğeri ise sanatçı bir kişinin ilhamını temsil ederdi, başka bir yıldız da bir mucidin başarısının bekçisiydi... Hepsinin bir anlamı vardı… İnsanlar onlara bakar, bir anlam yüklerdi eskiden. Ama şimdi durum farklıydı. Şimdilerde göğe bakan yoktu pek! Herkes yere bakıyordu artık! Kafalar eğik, omuzlar önde yürünüyordu şimdi…

Yaşlı adam üzüntüyle iç geçirirken çırağına çevirdi tekrar gözlerini. Çocuk hevesle yol göstermeye devam ediyordu. Sonunda bir noktada durdu ve parmağıyla gökyüzünü işaret etti. “İşte, bak tam şurada!” dedi. Yaşlı adam kendisine gösterilen noktaya baktı ve hangi yıldızın düştüğünü çok iyi anladı.

Çırağının gösterdiği karanlık noktada eskiden güzelce parlayan beyaz bir yıldız dururdu. Yeryüzündeki iki insan evlenirken seçmişti bu yıldızı. Onların en güzel anlarında oluşan bu yıldız, yaklaşık on yıl boyunca üzerlerinde parlamıştı bu iki insanın. “Yazık olmuş” diyebildi yaşlı adam sadece, “Demek ayrılmışlar”.

Yıldızların sorunu buydu işte… Hepsi bir amaç için yapılıyordu yıldızların; o amaç için yaşıyor, o amaç için gökte asılı kalıp insanlara ilham, umut, mutluluk, huzur aşılıyordular. İnsanların onlar için yüklediği anlam kaybolunca da ölüyordular. Onların eskiden bulunduğu yerde de kapkara, insanı iliklerine kadar donduran, ürpertici bir boşluk kalıyordu geriye. Yıldız tamircisinin görevi bu kara boşluklulara yeni yıldızlar koymaktı.

Ama yaşlı adam görevini yapmakta zorlanıyordu artık. Yıldız Atölyesi’nden çok az yıldız gönderiyordular şu günlerde. Yaşlı adam, Atölye’nin de bir suçu olmadığını biliyordu bu olayda. Yıldızlar kendilerini diğer insanların aydınlanması yolunda feda eden, bütün hayatlarını diğerlerine bir şeyler öğretmeye adamış insanların ruhlarından yapılıyordu. Ancak bu fedakâr insanların ruhları bir yıldıza dönüşüp diğer insanların hayatlarını anlamlı kılmayı kabul ediyordu. Kendini başkalarının yolunda feda eden insanlar azdı artık. Bu da yeni gelen yıldızların sayısının ciddi anlamda düşük olmasına neden oluyordu.

Bir süre daha karanlık boşluğa baktıktan sonra merdivenini kurdu yaşlı adam. “Hadi bakalım!”  dedi çırağına, “Uzat şu yıldızı artık”. Küçük çocuk büyük bir gülümsemeyle kavanozun kapağını açtı. “Buyur Usta!” Ellerini kavanozun içine daldırarak parmaklarıyla huzurlu bir sıcaklık yayan yıldızı kavradı. Yıldız kendisini kavrayan elleri hissetmiş gibi durdu, daha da parlak bir ışık yaymaya başladı. Küçük çocuk yıldızlara dokunmanın verdiği hissi çok sevdiğinden, kıkırdamasına engel olamadı parlak ışığı ustasına uzatırken.

Yaşlı tamirci sol elindeki yıldızla beraber merdivenleri hızlı adımlarla çıkarken, merdiven, adam basamakları çıktıkça daha da uzadı ve göğe doğru daha fazla basamak ortaya çıktı. Yaşlı tamirci ne bulunduğu yüksekliği umursadı çıkarken, ne de düşme ihtimalini… Sadece yukarıya doğru çıkmaya devam etti. Sonunda yıldızı bırakacağı noktaya geldiğinde durdu, son bir kez elindeki güzelliğe baktı huzurla. “Hadi bakalım” dedi sevecen bir tonda. “Git de garibanın birinin hayatını anlamlandır, tamam mı?” Yıldızı usulca karanlık ve soğuk noktaya doğru uzattı.

Yıldız, kendisine verilen görevi anlamış gibi tamircinin parmaklarından ayrılıp yukarıya doğru süzüldü ve insanın içini ürpertip bakanları huzursuz edecek derecedeki karanlık boşluğa yerleşti. Yıldızın orada asılı kalmasıyla beraber parlaklığı bir anda arttı ve etrafa taze bir ışık yayıldı.

Tamirci yaptığı işe gururla incelerken, aşağıdaki ufak çırak hayran hayran bakışlarını alamıyordu yıldızdan. Kim bilir hangi insanın hayatına ışık saçacaktı bu yıldız. “Usta be, geriye hiç yıldız kalmadığında ne yapacağız biz?” diye sordu çocuk şüpheyle.

Ustanın kaşları kalktı bu soru karşısında. “Öyle şey mi olur hergele! Elbet geriye yıldız kalacak! Bütün insanlar deli değil ya? İlla ki birileri gökyüzüne bakmaya devam edecek!”. Çocuk ustasının sözlerini geleceğin bir teminatıymış gibi karşıladı, “Doğru diyorsun. Elbet geriye yıldız kalır!” dedi yüzünde bütün dişlerini gösterecek kadar büyük bir gülümsemeyle.

Ustası toparlanıp kulübesine doğru adımlarken, “Ben diğer yıldızları kontrole gidiyorum usta!” dedi çocuk neşeli bir şekilde. Sonra da ustasının cevabını bile beklemeden koşarak uzaklaşmaya başladı. Yaşlı adam onun bu haline gülüp kulübesine doğru uzaklaşırken ufak çırak çoktan ustasının zıttı yönünde koşup ezbere bildiği yıldızları kontrol etmeye gitmişti bile…

Daha yarım saat bile geçmemişti ki bütün bulut aceleci bir nidayla yankılandı;

“Usta!! Usta!!”
 
Hikayelerin üçünü de büyük bir keyifle okudum. Betimlemeler ve dilin kullanımı oldukça başarılı. Ancak birinci hikaye diğer ikisinin biraz gerisinde kalıyor. Havada kalmış. Yani anlatılmak istenen bir mesajı yokmuş ya da anlatılmak istenen mesaj iyi verilememiş gibi. Karakterin karamsar psikoloji içerisinde, tam tarif edemiyorum ama, boğulmuş gibi. İkinci ve üçüncü hikaye her açıdan başarılı. Özellikle son hikaye çok iyi. Belki çırağın tekrar ustasının yanına gelip “Usta!! Usta!!” dediği kısımda bitirseydin, çok daha vurucu bir son olabilirdi. Tabii bu şahsi bir düşünce. Eline ve hayal gücüne sağlık.

 
Homerøs said:
Hikayelerin üçünü de büyük bir keyifle okudum. Betimlemeler ve dilin kullanımı oldukça başarılı. Ancak birinci hikaye diğer ikisinin biraz gerisinde kalıyor. Havada kalmış. Yani anlatılmak istenen bir mesajı yokmuş ya da anlatılmak istenen mesaj iyi verilememiş gibi. Karakterin karamsar psikoloji içerisinde, tam tarif edemiyorum ama, boğulmuş gibi. İkinci ve üçüncü hikaye her açıdan başarılı. Özellikle son hikaye çok iyi. Belki çırağın tekrar ustasının yanına gelip “Usta!! Usta!!” dediği kısımda bitirseydin, çok daha vurucu bir son olabilirdi. Tabii bu şahsi bir düşünce. Eline ve hayal gücüne sağlık.

Öncelikle güzel yorumun için teşekkür ederim cidden. Beğenmene gerçekten sevindim.  :smile:

Birinci hikaye ile ilgili görüşlerine kesinlikle katılıyorum. O hikayeyi yazarken biraz kırılmış, biraz dalgın, biraz da öfkeli bir ruh haline bürünmüştüm. Ve bu ruh hali yazdıklarıma da yansımış olacak ki gerçekten de hikayenin mesajını karamsar ruh hali içinde boğmuşum farkında bile olmadan.  :roll:

Üçüncü hikaye için bir şeyler söylemek gerekirse; Aslında senin dediğin gibi tam olarak “Usta!! Usta!!” nidalarıyla beraber bitirmek istemiştim hikayeyi. Fakat okuyucu için başa dönüşün biraz belirsiz olacağını düşünmüş ve bundan vazgeçerek giriş paragrafını aynen tekrarlama yolunu izlemiştim. Ama senin de yorumunu görünce bu kısmı tekrar düzelterek dediğin gibi yapmaya karar verdim.  :roll:

Hikayemi okuyup yorumlama ve akılcı eleştiriler yapma zahmetine girdiğin için teşekkürler cidden.  :smile:
 
Kızıl $aman said:
“Usta!! Usta!!”

Küçük çocuk, bembeyaz bulutların üzerinde hızlı adımlarla koşuyor, ufacık ayaklarına biraz büyük gelen kırmızı çizmeleri yere sağlam bir şekilde basarak beyaz tabakada zorlukla belli olan patikayı takip ediyordu. Başına taktığı siyah denizci şapkası arkaya doğru biraz kaymış, şapkasının örtemediği uzun kahverengi saçları, biraz büyükçe sayılan tepesi sivri kulaklarını kapatmıştı. Çocuklara özgü iriliğe hala sahip olan gri gözler sağ tarafındaki eski ve yıpranmış tabelayı gördüğünde çocuk daha da hızlandı coşkuyla.

Bulutların zeminine geçirilmiş tahta bir ayak üzerine çivilenmiş eski tabelanın bazı noktaları yıpranmıştı. Gökyüzünün soğuk havası tahtayı yavaş yavaş yaşlandırmış, bazı noktalarının delinmesine neden olmuştu. Eskiden düzenli bir kare şekline sahip olan tabelanın köşeleri zamanla erimiş gibiydi… Tabelayı tutan çivilerden birisi yaşlılığa daha fazla dayanamayıp düşmüş olduğundan tabela sol taraftan aşağıya doğru eğilmişti biraz. Tahriş olmuş tahta yüzeyde ise iri ve özensiz bir el yazısıyla kaleme alınan Yıldız Tamircisi kelimeleri göze çarpıyordu…

İşte ufak çocuk bu tabelayı görünce hızlanmış, tam karşısında, zeminine beyaz sislerin hâkim olduğu, devasa ve pamuğu andıran bir bulutun tam üzerine inşa edilmiş eski kulübeye doğru neşeyle koşmuştu. Nefes nefese kalan ufaklık, alnında oluşan ter damlalarını mavi renkteki askılı tulumunun içine giydiği sarı-beyaz çizgilere sahip tişörtünün koluna sildi yorgunluktan iki büklüm bir şekilde soluklanmaya çalışırken.

Eski kulübenin önünde, elindeki cam kavanozun içinde parlayan ışığa bakan bir adam bekliyordu onu. Adamın saçları beyazlamış, yan tarafları dökülerek alnının büyük bir kısmını ortaya çıkartmıştı. Alnındaki dalgalı üç kırışıklık, yaşlı adamın suratına sevimli bir ifade katıyordu. Dikdörtgen şekline sahip cam çerçeveli gözlüğün ardındaki gri gözler yaşlılığın verdiği yorgunlukla biraz solgunlaşsa da bakışları hala keskindi. Uzun ve düz burnu yüzüne biraz ciddiyet katıyor olsa bile o burunun hemen altındaki ufak dudakların taşıdığı gülümseme bu ciddiyeti hemen dağıtıyordu. Büyük ve sivri kulaklarının bitiminde başlayan çene hatlarında beyaz sakalları uzamaya başlamıştı.

“Seni afacan seni!! Ne bağırıyorsun yine?” dedi yalancı bir kızgınlıkla. Bu sırada gözlerini hala elindeki cam kavanozdan ayırmamıştı. Kavanozun içindeki beyaz ışık sürekli hareket ediyor, hapsolduğu yerden kurtulmaya çalışıyor gibiydi...

“Usta!” dedi ufak çocuk tekrar. Biraz dinlendikten sonra nefesini toplayabilmiş, sonunda sesini daha anlaşılabilir bir hale getirebilmişti. “Yıldızlardan birisi daha sönmüş” Çocuk ustasının vereceği tepkiyi görmek için beklerken yaşlı adam hayal kırıklığını ifade edecek bir şekilde iç geçirdi. “Ah şu insanlar…” diye mırıldandı huysuzca. Sonra elindeki kavanozu çocuğa uzattı. “Tut bakalım şunu iki dakika!”.

Yaşlı adam derme çatma kulübesine girerek gözden kaybolduğunda, ufak çocuk kendi eline tutuşturulmuş olan kavanoza baktı merakla. Kavanozun içindeki şey, gökyüzünde kendi yerine asılmayı bekleyen bir yıldızdı. Yaşı adam bir yıldız tamircisi, ufak çocukta onun çırağıydı. Gökyüzündeki ufak kulübede usta ve çırak beraber çalışır, Atölyeden kendilerine gönderilen yıldızları ölen yıldızlarla değiştirirlerdi.

Ufak çocuk kendini bildi bileli burada iş eksik olmazdı. Hele şu sıralar sürekli yıldızlar ölüyor, yeni gelen yıldızlar ölenlerin yerini doldurmaya yetmiyordu. Gece göğünde artık eskisinden daha az yıldız olduğunu biliyordu çocuk. Ama bunun nedeni ile ilgili bir fikri yoktu. Yıldızların neden öldüğünü ve yeni gelen yıldız sayısının ölenden daha az olmasının sebebini de bilmiyordu.

Çocuğu bu düşüncelerden sıyıran şey, ustasının her zamanki tulumu giymiş bir şekilde, elinde büyük bir merdivenle kulübeden çıkması oldu. “Hadi bakalım, göster şu yıldız nerede öldü!”. Çocuk, eliyle kavanozu sıkı sıkıya kavrayıp göğsüne bastırırken başını salladı hevesle. İşinin en çok bu noktasını seviyordu. Birazdan ustası merdivene çıkıp yeni yıldızı yerine yerleştirecek, sonra da bütün heybetiyle parlamakta olan yıldıza bakacaktılar beraber... Bu düşüncelerle beraber koşmaya başladı az önce geldiği yola doğru.

Ustası ise onun bu haline gülümsemeden edemedi. “Haylaz bu çocuk yahu! Vallahi haylaz!” dedi başını sallayarak. “Ah kerata! Benim de bir zamanlar bunun gibi olduğumu düşününce…” Yaşlı adamın içini bir hüzün kaplarken, gözleri buruk bir parıltı yaydı. Beyaz kaşları biraz düştü, gözleri kısıldı… “Bu iş insanı yıpratıyor gerçekten” dedi kendi kendine. “İnsanların bu kadar çok yıldızı öldürdüğünü görünce üzülmeden edemiyorum. Bu işin sonu hayır değil ya, neyse… Bari bizimkinin ustalık zamanına denk gelmese her şeyin sonu...”

Yaşlı adam her şeyin sonlanacağını çok iyi biliyordu. Neden sonlanacağını da tabii… Yaşlı adam ne zamandan beri bu işi yaptığını hatırlamıyordu bile. Kendisini bildi bileli yıldızları tamir ediyordu bu bulutun üzerinde. Görevini çok severdi eskiden. Göğe baktığı zaman çeşit çeşit yıldız görürdü orada; Yıldızın biri iki insanın aşkı için parlardı, bir diğeri ise sanatçı bir kişinin ilhamını temsil ederdi, başka bir yıldız da bir mucidin başarısının bekçisiydi... Hepsinin bir anlamı vardı… İnsanlar onlara bakar, bir anlam yüklerdi eskiden. Ama şimdi durum farklıydı. Şimdilerde göğe bakan yoktu pek! Herkes yere bakıyordu artık! Kafalar eğik, omuzlar önde yürünüyordu şimdi…

Yaşlı adam üzüntüyle iç geçirirken çırağına çevirdi tekrar gözlerini. Çocuk hevesle yol göstermeye devam ediyordu. Sonunda bir noktada durdu ve parmağıyla gökyüzünü işaret etti. “İşte, bak tam şurada!” dedi. Yaşlı adam kendisine gösterilen noktaya baktı ve hangi yıldızın düştüğünü çok iyi anladı.

Çırağının gösterdiği karanlık noktada eskiden güzelce parlayan beyaz bir yıldız dururdu. Yeryüzündeki iki insan evlenirken seçmişti bu yıldızı. Onların en güzel anlarında oluşan bu yıldız, yaklaşık on yıl boyunca üzerlerinde parlamıştı bu iki insanın. “Yazık olmuş” diyebildi yaşlı adam sadece, “Demek ayrılmışlar”.

Yıldızların sorunu buydu işte… Hepsi bir amaç için yapılıyordu yıldızların; o amaç için yaşıyor, o amaç için gökte asılı kalıp insanlara ilham, umut, mutluluk, huzur aşılıyordular. İnsanların onlar için yüklediği anlam kaybolunca da ölüyordular. Onların eskiden bulunduğu yerde de kapkara, insanı iliklerine kadar donduran, ürpertici bir boşluk kalıyordu geriye. Yıldız tamircisinin görevi bu kara boşluklulara yeni yıldızlar koymaktı.

Ama yaşlı adam görevini yapmakta zorlanıyordu artık. Yıldız Atölyesi’nden çok az yıldız gönderiyordular şu günlerde. Yaşlı adam, Atölye’nin de bir suçu olmadığını biliyordu bu olayda. Yıldızlar kendilerini diğer insanların aydınlanması yolunda feda eden, bütün hayatlarını diğerlerine bir şeyler öğretmeye adamış insanların ruhlarından yapılıyordu. Ancak bu fedakâr insanların ruhları bir yıldıza dönüşüp diğer insanların hayatlarını anlamlı kılmayı kabul ediyordu. Kendini başkalarının yolunda feda eden insanlar azdı artık. Bu da yeni gelen yıldızların sayısının ciddi anlamda düşük olmasına neden oluyordu.

Bir süre daha karanlık boşluğa baktıktan sonra merdivenini kurdu yaşlı adam. “Hadi bakalım!”  dedi çırağına, “Uzat şu yıldızı artık”. Küçük çocuk büyük bir gülümsemeyle kavanozun kapağını açtı. “Buyur Usta!” Ellerini kavanozun içine daldırarak parmaklarıyla huzurlu bir sıcaklık yayan yıldızı kavradı. Yıldız kendisini kavrayan elleri hissetmiş gibi durdu, daha da parlak bir ışık yaymaya başladı. Küçük çocuk yıldızlara dokunmanın verdiği hissi çok sevdiğinden, kıkırdamasına engel olamadı parlak ışığı ustasına uzatırken.

Yaşlı tamirci sol elindeki yıldızla beraber merdivenleri hızlı adımlarla çıkarken, merdiven, adam basamakları çıktıkça daha da uzadı ve göğe doğru daha fazla basamak ortaya çıktı. Yaşlı tamirci ne bulunduğu yüksekliği umursadı çıkarken, ne de düşme ihtimalini… Sadece yukarıya doğru çıkmaya devam etti. Sonunda yıldızı bırakacağı noktaya geldiğinde durdu, son bir kez elindeki güzelliğe baktı huzurla. “Hadi bakalım” dedi sevecen bir tonda. “Git de garibanın birinin hayatını anlamlandır, tamam mı?” Yıldızı usulca karanlık ve soğuk noktaya doğru uzattı.

Yıldız, kendisine verilen görevi anlamış gibi tamircinin parmaklarından ayrılıp yukarıya doğru süzüldü ve insanın içini ürpertip bakanları huzursuz edecek derecedeki karanlık boşluğa yerleşti. Yıldızın orada asılı kalmasıyla beraber parlaklığı bir anda arttı ve etrafa taze bir ışık yayıldı.

Tamirci yaptığı işe gururla incelerken, aşağıdaki ufak çırak hayran hayran bakışlarını alamıyordu yıldızdan. Kim bilir hangi insanın hayatına ışık saçacaktı bu yıldız. “Usta be, geriye hiç yıldız kalmadığında ne yapacağız biz?” diye sordu çocuk şüpheyle.

Ustanın kaşları kalktı bu soru karşısında. “Öyle şey mi olur hergele! Elbet geriye yıldız kalacak! Bütün insanlar deli değil ya? İlla ki birileri gökyüzüne bakmaya devam edecek!”. Çocuk ustasının sözlerini geleceğin bir teminatıymış gibi karşıladı, “Doğru diyorsun. Elbet geriye yıldız kalır!” dedi yüzünde bütün dişlerini gösterecek kadar büyük bir gülümsemeyle.

Ustası toparlanıp kulübesine doğru adımlarken, “Ben diğer yıldızları kontrole gidiyorum usta!” dedi çocuk neşeli bir şekilde. Sonra da ustasının cevabını bile beklemeden koşarak uzaklaşmaya başladı. Yaşlı adam onun bu haline gülüp kulübesine doğru uzaklaşırken ufak çırak çoktan ustasının zıttı yönünde koşup ezbere bildiği yıldızları kontrol etmeye gitmişti bile…

Daha yarım saat bile geçmemişti ki bütün bulut aceleci bir nidayla yankılandı;

“Usta!! Usta!!”
Oha lan bu bölüm çok güzeldi . Sonraki bölümü bekliyorum 
 
Hocam nasıl bir şey yazdıysan içim daraldı, ama garip bir şekilde kendini okutarak devamını bekletti bana. :grin: Bilmiyorum, pek benim okuduğum tarz değil. Distopik romanları anımsattı bana.

İyi çalışmalar.
 
Kara Bey said:
Fırsatını bulduğumda okumaya başlayacağım. İlgi çekici bir şeye benziyor.

Öncelikle yorum için teşekkürler, umarım okuduğun zaman beğenirsin.  :smile: Geç cevap verdiğim için çok özür dilerim bu arada, müsait olduğum anda cevap vereceğim diye aklımın bir köşesine yazmıştım ama uçup gitmiş. Hikayeye gelen yeni yorumu kontrol etmek için girdiğimde gördüm yanıt vermediğimi. Bu durum için cidden özür dilerim.  :roll:

Wuuthrad said:
Hocam nasıl bir şey yazdıysan içim daraldı, ama garip bir şekilde kendini okutarak devamını bekletti bana. :grin: Bilmiyorum, pek benim okuduğum tarz değil. Distopik romanları anımsattı bana.


İyi çalışmalar.

Okurken içinde bir şeyler hissetmeni sağlayabildiysem ne mutlu bana. Çünkü yazarken ki en büyük hedeflerimden biri hikayedeki duyguları okuyucuya aktarmayı sağlamak. Bunda başarılı olabildiysem sevindim.  :smile: Distopik romanları anımsatmasına gelirsek; bunu duyunca ayrı bir mutlu oldum çünkü şu sıralar o türde bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Sanırım oradaki yazım üslubum burada kendini göstermiş biraz.  :lol:

Yorumun için teşekkürler. Geç yanıt verdiğim için de çok özür dilerim. Senin ve Kara Bey'in yorumlarını yanıtlamayı müsait olduğum bir anda yapacaktım ama aklımdan çıkmış. Cidden üzgünüm bu durum için.  :roll:

§'ølitare ♠️♥️♣️♦️ said:
Devamı gelecek mi

Aslında kafamda yavaş yavaş şekillenmeye başlayan bir hikaye var. Ama şu anda çok cılız bir iskeleti olduğundan dolayı yazıya geçiremiyorum. Biraz daha ete kemiğe büründüğünde, yazmaya hazır hale geldiğinde kaleme alacağım fakat bu ne zaman olur bilemiyorum. Kesin bir tarih vermek yanlış olur bir sonraki hikayenin ne zaman geleceğiyle ilgili. Bu belirsiz cevap için özür dilerim.  :roll:
 
Selam! Uzun süredir bilgisayarımda duran, bir türlü devamını getiremediğim projemin bir kısmını buraya koymak istedim. Aslında bu başlangıç kısmı, ama üşengeçliğim dolayısıyla bir türlü devamını getirememiştim. Eh, boşa gitmesindense birkaç kişinin okumasına sunup tepkilerini görmek daha hoş ve mantıklı bir seçenek sanırım  :roll:

Öncelikle okumadan önce şunu belirtmelyim; Bu tek bölümlük bir hikaye değil kesinlikle! Uzun bir giriş bölümünün başlangıç kısmıydı bu kısım. Ama tamamlamadım. Forumda paylaşırken bu ufak karalama için bir konu açmak istemediğim için de Çalakalem Hikayeler konusunun içine koymayı tercih ettim.

Umarım okurken keyifli vakit geçirirsiniz. Herhangi bir hatam varsa belirtebilirsiniz. Hemen düzeltmeye çalışırım.  :smile:

Sağlıcakla kalın!


Kan tüketiminin İnsanlardan karşılanması kesinlikle yasaktır. Ayrıca eğlenmek amacıyla yapılan, 'Dişsiz Avı' adı verilen etkinlikler 1. Seviyeden suç sayılıp etkinliği düzenleyen ve katılımcı rolüyle etkinlikte bulunan her Üstün Irk üyesi, Üstatlar Konseyi'nin yetkilendirdiği Üstün Irk Ceza Meclisi üyelerince yargılanıp bu yargılanma süresi boyunca Üstün Irk haklarından mahrum kalacak, aynı şekilde bu Üstün Irk'lar, Canlıları Koruma Kanunu'ndan da yararlanamayacaktır. Yargı süresinin sonunda Ceza Meclisi üyelerinin uygun gördüğü cezaya çarptırılacak ve itiraz hakları olmayacaktır...
Üstatlar Konseyi 95.Kararnamesi
89.Madde


Geniş sınıfta, yüksek topuklu siyah çizmeleriyle dolaşan subay üniformalı kadın sert gözlerle sınıfı süzdü elindeki kitabı okumayı bırakarak. Siyah üniformanın omuzlarındaki parıltılı altın sarısı rengindeki apoletlerin üzerinde kırmızı iki yıldız, kadının teğmenliğini simgeliyordu.


"Bayan Delzhemn" Teğmen sol elinde tuttuğu kitabı göstererek "Acaba az önce okuduğum kararname maddesini açıklamak ister misiniz?" diye sordu kibarca. Ama beyaz teniyle tezat oluşturacak şekilde kırmızı olan dudakları sesindeki kibarlığın sahteliğini gösterir şekilde dümdüzdü; hiçbir gülümseme yoktu kadın subayın dudaklarında.


Sınıfın diğer 79 üyesi büyük bir rahatlıkla az önce göz teması kurmaktan kaçındıkları öğretmenlerine tekrar bakarken, Anna nasıl olup da her seferinde kendisine kötü şans yarattığını düşünüyordu. Her saf Üstün Irk gibi Anne ve Babasından miras aldığı kırmızı gözlerini kadın subaya yönlendirirken hiç istemeyerek de olsa yerinden kalktı. Rahatlamak için sağ elini uzun, kahverengi saçlarına götürüp oynadı biraz.


Şu anda stresli olmasının nedeni soruyu bilmemesinden falan değildi aslında. Babası sayesinde Anna politikaya çok ilgiliydi, bu tip sorular onun için çok basit bile sayılırdı. Ama soruyu soranın bir subay olması Anna'nın gözünü korkutan şeydi. Subayları sevmezdi o.. Orduyla ilgili hiçbir şeyi sevmezdi. O Siyah üniformalar, o soğuk, duygudan arındırılmış, taş gibi yontulmuş köşeli suratlar, o yavaş ama düzenli, mekanik bir hissiyat yayan hareketler.. Korkutucu gözüküyordu Anna'nın gözüne.


"Evet, Efendim" dedi başıyla saygıyla selam verdikten sonra. "95. Kararname'yi inceleyeceksek dönemin şartlarına bakmamız gerekir öncelikle; Mutlak Zaferden sonra ortalık bu günkü kadar düzenli değildi. Üstün Irk yönetimi ele almış olsa da etrafta çok fazla Melez vardı ve bazıları İnsansı duyguları atlatmayı becerememişti. Yaşamak için İnsanlardan kan emme zorunluluğu bir yana, bunu yaparken zevk alan, işi oyuna çeviren Üstün Irklar vardı".


Teğmen kırmızı gözlerini ilgiyle açarak o duygusuz yüzüne bir gülümseme kondurdu. "Çok güzel" dedi Anna'nın başlangıç noktasını beğenerek. "Lütfen devam edin Bayan Delzhemn!" Başıyla işaret verdi.


"İşler bu kadar karışıkken araştırmacılarımız Temiz Kan'ı yaptı; Bu, o dönem için büyük bir olaydı. Artık pis insan kanına ihtiyaç kalmamıştı. Bu yüzden Üstatlar Konseyi bir yasa çıkartarak insanlardan kan emmeyi yasakladı. Damızlık çiftlikleri kapatıldı ve insanların ödemeye zorunlu oldukları Yıllık Kan Vergisi kaldırıldı. Dişsiz Avları yasaklandı ve katılımcıları konseye bağlı Kanun Muhafaza Süğleri tarafından tutuklanmaya başladı. Buna ek olarak, az önce okuduğunuz kararname çıkartılarak bu etkinliklere katılanları Üstün Irk Haklarından mahrum ettiler-”


“Ve Aziz üstatlarımızın bunu yapmalarındaki amaç?” diye sordu kadın dikkatini Anna’nın kullanacağı bütün kelimeleri incelemek için toplarken.


Anna bir kaç saniye durakladı kadının gözlerinin içine bakarak. “Üstatlarımız, Büyük Savaş’tan sonra ortaya çıkan melezlerin sayısındaki artıştan rahatsızdı efendim. Çünkü topluluğumuzda nüfus ağırlığı onlara geçmişti”.


“Şunu unutmayın” dedi kadın bakışlarını sınıftaki çocukların üstünde gezdirerek. “Nüfusumuzda melezlerin olması kabul edilebilirdir. Bunun hiçbir yanlışlığı yoktur. Ama nüfusumuzun çoğunluğu o dönemde onlara geçemezdi. Zira burada bahsettiğimiz melezler bu günkü gibi eğitimli ve topluluğumuza ayak uydurmayı başarmış melezler değildi. Burada bahsedilen melezler tamamıyla insani güdüleriyle hareket eden, Üstün Irk olmanın bilincini ve sorumluluklarını kavrayamamış zavallı yaratıklardı. O dönemin şartlarında insanlardan kan emmek kabul edilebilirdi, ama onlardan kan emerken bundan zevk almak... Bu iğrenilecek bir davranıştır. Hele bunu bir oyuna çevirmek insansı bir kibre sahip olmak demektir! Bu yüzden melezlerin çoğu Üstün Irk haklarından mahrum edildiler ve tıpkı insanlar gibi muamele gördüler. Zamanla bu melezler eğitildi ve topluluğumuza ayak uydurdular”.


Teğmen sınıftaki her bir öğrencisini süzdü önce, sonra da parmağıyla gözlüğünü düzeltti. “Aklınızın bir köşesine yazın; Eğer çok uzun süre beraber yaşamanın sonucunda eğitimde ve ahlakta kendi yargılarını oluşturarak belirli bir seviyeye ulaşmış bir topluluğun arasına bu değer yargılarına uymayacak başka bir topluluk eklerseniz elde edeceğin tek şey çatışma olur! Bu yeni topluluğu kendinize katmadan önce onları eğitmeli, kendi değer yargılarınızı onlara aşılamalı ve kurallarınıza boyun eğmelerini sağlamalısınız ki farklılığın ortaya çıkartabileceği huzursuzluklar engellensin. Eğer bu işlemi yapmazsanız, topluluğunuza aldığınız dış unsurlar binlerce yıllık beraber yaşamanın getirmiş olduğu varoluşunuzu sağlayan kuralları değiştirecek ve sizi kendilerine benzetecek, sizi özgün yapan kuralları elinizden alarak yok olmanızı sağlayacaktır. Bu nedenle topluluğunuza dış unsur aldığınız zaman onları eğitmek zorunludur”.


“Eğitilemeyenlere ne olur?” diye sordu sınıfın arkasından yükselen bir ses aniden. Anna, başını yavaşça döndürerek sesin geldiği tarafa baktı. Kızıl gözleri meraklı bir şekilde Subay’ın üzerine dikilmiş olan Helmund Balzer’ı gördü. Sarı saçlı genç çocuk bütün dikkatini Subay’dan gelecek açıklamaya vermişken, üniforma içindeki vücudu dikleşmiş, sıraya düzgün bir şekilde uzattığı elinin parmakları sıkıca kalemini kavramış ve önündeki kâğıda yazmayı bekliyordu. Teğmen, sakin bir şekilde sorunun kaynağına yönlendirdi dikkatini. Anna, kadının ne düşündüğünü görebiliyordu; Bir ders sırasında Üst Makam’dan, yani teğmenden izin almadan söze karışmak, İnsanî davranış kapsamına giren, Okul Yönetmeliği’nin “Cezaya uygun” olarak kabul ettiği bir önsuçtu. Kadın, şu anda Helmund’a ceza verip vermemesi gerektiğine karar veriyordu. Helmund, Subay’ın kendisine uzun uzun bakmasından rahatsız olarak biraz kıpırdandı ve beyaz teni biraz kızardı.


Sonunda bir karara varmış olan Subay, çocuğun işlediği önsuçun cezaya değer olmadığını düşünerek çocuğun sorusuna cevap verdi. “Kararnamede de açıkça belirttiği gibi, Bay Balzer, eğer kurallara uymayan olursa bütün Üstün Irk haklarından yoksun bırakılır, ayrıca bu kişilerin Canlıları Koruma Kanunu’ndan da yararlanmasına izin verilmez. Bundan sonra kendilerine karşı işlenen herhangi bir suç karşısında adalet talep etme hakları olmaz bu kişilerin”.


Kadın subay dediklerinin öğrenciler tarafından iyice hazmedilmesini bekledikten sonra “Bu cezanın temelinde yatan nedeni bana açıklayacak olan var mı?” diye sordu beklentiyle. Anna’nın sol tarafında oturan bir kız sakince el kaldırdı. Subay ona söz hakkı verdiğini belli edercesine başını sallarken, Anna rahatlamış bir şekilde oturdu yerine. Az önce söz hakkı isteyen kız soğukkanlı bir şekilde ayağa kalkarak Subay’la göz teması kurdu. “Zincir Kuralı, efendim” dedi kız duygudan yoksun bir şekilde. “Herhangi bir kışkırtma ya da geçerli neden bulunmadan başka bir canlıya saldırmak, ortak yaşam kuralını çiğnemektir. Ortak yaşam kuralını çiğnemek, doğanın dengesine aykırı düşmektir. Doğanın dengesine aykırı düşmek, dünyanın yaşamını tehdit etmektir. Dünyanın yaşamını tehdit eden birey kendisini topluluğun düşmanı ilan etmiş sayılır. Kendisini topluluğun düşmanı ilan etmiş bireyin de bu topluluğun oluşturduğu kurallar tarafından sağlanan korunmaya ihtiyacı yoktur. Bu nedenle herhangi bir varlığa saldırganca tutum, bütün haklardan mahrum kalma cezasını getirir. Buna adalet talep etmek de dâhil”.


Kız bu açıklamalardan sonra ayakta dikilerek subayın emirlerini bekledi. Kadın subay etkilenmiş bir şekilde eliyle kıza oturmasını işaret ederken, “Bravo, Bayan Graff. Gerçekten de Zincir Kuralı’nı eksiksiz açıkladınız. Bu kural, topluluğumuzun adaletini insanların sistemlerinden ayıran kuraldır çocuklar. İnsanlar zamanla sadelikten uzaklaştılar ve sayfalarca hukuk kuralları yazarak adaleti tesis etmeye çalışma hatasına düştüler. Oysa Zincir Kuralı başlangıçtan beri var olagelmiştir. Kuralları eğip bükmeye, değişik durumlara uyarlamak için detaylandırmaya çalışmak hatadır. Temel kuralı asla unutmayın; Bir varlığa zarar veren, siz de dâhil bütün varlıklara zarar verme potansiyeline sahiptir. Yani ceza kat’i ve hızlı olmalıdır. Ayrıca kuralları çiğnemeyi seçen birey, kurallar tarafından korunma ayrıcalığını da kaybeder”   

SÖZLÜK​

Dişsiz; İnsan, Üstün Irk avantajlarından ve bilgisinden mahrum bırakılmış olan varlık. Dişsiz kelimesi daha çok toplumdaki İnsan-Karşıtları tarafından bir hakaret olarak kullanılır. Bu kelime genellikle Saf Üstün Irklar tarafından değil de Melezler tarafından kullanılmaktadır. Kelimenin resmî belgelerde kullanımı sadece bir kez olup bu kullanım Dişsiz Avı etkinliklerinin yasaklandığı Üstatlar Konseyi 95.Kararnamesi-89.Madde’de görülür. Ayrıca bu kelime ile bağlantılı diğer sözcükler için bakınız; Dişsiz Avı, Dişsiz Seviciler


Dişsiz Avı; Büyük Savaş’ın hemen ardından ortaya çıkan eğitimsiz Melezlerin kendilerini doyurmanın yanında eğlenme ihtiyaçlarını da karşılamak için ortaya çıkarttıkları bir oyun. Bu oyuna göre sayısı herhangi bir kuralla belirlenmediği için değişken olan katılımcı Melezler, geniş ve engellerle dolu bir araziye sayıları Melezlere yetecek kadar olan İnsanları salardı ve onların uzaklaşması için belli bir süre tanırlardı. Oyunun yapıldığı arazi koşulları değişken olmakla birlikte, bu araziye her zaman İnsanların kullanımı için çeşitli silahlar konulurdu. Bu oyunda İnsanların hayatta kalmak için birbirleriyle sıkça takım olduğuna rastlanmıştır. Melezler yeterli sürenin geçtiğini düşündükten sonra İnsanların peşine düşerdi ve yakalanan ‘Dişsiz’in kanı son damlasına kadar içilirdi. Oyun, bütün İnsanlar yakalandığında sonlanırdı. Bu oyun daha sonra Üstatlar Konseyi tarafından yasa dışı ilan edilmiş ve katılımcılar ağır cezalara çarptırılmıştır.


Dişsiz Seviciler; İnsanlara karşı sempati duyan ve onların düzgün ve planlı bir eğitim sonucunda Üstün Irk vasıflarına kavuşabileceği inancına sahip Melezler için İnsan-Karşıtları tarafından hakaret amaçlı kullanılan kelime.


Büyük Savaş; 1881-1919 yılları arasında gerçekleşen, dünya üzerindeki insan nüfusunun %70’inin imhası ya da savaşamaz hale gelmesiyle sonuçlanan savaş. Savaş İnsanlar arasındaki hizipleşmelerin ve çıkar çatışmalarının sonucunda başlamış ve sonunda İnsan yönetimleri savaşı devam ettiremez konuma gelene kadar sürmüş, en sonunda da bütün taraflar savaş öncesi konumlarına gelmek şartıyla barışı kabul etmiştir. Savaş sırasında yaşanabilir çevre çok büyük zarar görmüştür.


Mutlak Zafer; Büyük savaştan sonraki İnsan Nüfusu azlığını fırsat bilen Üstün Irk’ın doğadaki İnsan tahribatını ve diğer canlıların katliamını durdurmak amacıyla yönetimi ele geçirmesi. Mutlak Zafer, dünyanın farklı yerlerinde farklı tarihlerde gerçekleşse de 15 günlük bir süre sonucunda bütün İnsan hâkimiyeti sonlandırılmış ve Üstatlar Konseyi yönetime geçmiş, uzun ve acı dolu İnsanlık Çağı kapanmıştır. Mutlak Zafer sırasında insan nüfusunun fazlalığına karşılık Safkanlar çok sayıda Melez ortaya çıkartarak sayı dengesini sağlamış, İnsanlar mağlup edildikten sonra bu Melezler topluluğa katılırken İnsanlar küçük yaşam alanlarına sürülmüş ve teknolojiden yalıtılmıştır.
 
Kimsecikler de ne zamandır yorum yazmamış. Şaman'ım yazar da biz okumaz mıyız? :grin:

Bu çalakalemlerin devam etsin çok isterim be abi. Hazır ben de geri dönmüşken Dörtyol'a :smile:

Vampirli hikayelerden bıkmış olsam da; bana yine güzel bir eser okuttun :grin: Lakin önceki hikayeler cidden vurucu... Eski Sivri Köşe zamanlarımı hatırlattı :  :mrgreen: :mrgreen: :mrgreen:
 
Bannerlord için yazmaya başlayıp memnuniyetsizliğim sonucu bıraktığım bir karalama. Yazım hatalarım bol olabilir, bu nedenle affınıza sığınıyorum. Hatalarımı gösterdiğiniz takdirde düzeltmeye çalışırım elimden geldiğince.

Keyifli okumalar

Güneşin kızıllığı kaybolmaya yüz tutmuş, karanlık, cesetlerle dolu sokakların üzerini kaplamaya başlamıştı ağır ağır. Bir zamanların görkemli ve aşılamaz şehirlerinden Zeonica’nın hasarlı surlarının içindeki haykırışlar ve bağırışlar, yerlerde kıvranan yaralı yakarışlarını boğuyor, duyulmaz bir hale getiriyordu.

Şehrin düşman eline geçtiğini belli eden Vlandiya sancakları surlara asılmaya başlanmış, kuşatmacıların bir aya yakındır surları döven devasa mancınıkları sonunda atış yapmayı kesmişti. Geride mancınıkları ateşlemekle görevli gynourlar ve kuşatma kampına arkadan yapılacak herhangi bir baskını önlemek için seksen kişi kaldığından, şu anda kaosa kapılmış şehrin aksine kampta sükûnet hâkimdi.

Şehrin girişinde, sabaha karşı yüzlerce insanın ele geçirmek için inatla mücadele edip can verdiği kapıyı koruyan gözetleme kulelerinin olduğu noktada tepeden tırnağa zırhlara bürünmüş bir kişi ise burçlardan aşağıya bakıp az ötede uzanan denizin dalgalarını duymaya çalışıyordu.

Khuzait zırhları içinde, tepesinde tüylerin dikili olduğu bir miğfer giyen adam yorgun gibiydi. Yanındaki birkaç yoldaşı ise, az ötede yükselen çığlıklar normal bir olaymış gibi hiç umursamadan manzaranın tadını çıkartmaya çalışıyordu.

Viseleus, yani az öncesine kadar sessiz bir şekilde denize bakan adam, kafasını yanındakilere çevirerek “Vivein” dedi içlerinden birine. Dizlerine kadar gelen zincirli zırhı ve imparatorluk tarzında yapılmış olan omuzluklarıyla ürkütücü bir görünüm kazanmış bir kadın dönerek kendisine seslenen adama baktı. “Evet, patron?” diye sordu kahverengi gözlerini dikkatle Viseleus’a dikerek.

Viseleus, burçlara yaslanıp yorgunluğu üzerinden atmaya çalışırken miğferini çıkarttı ve tutması için Vivein’e uzattı. Eskilerin inek hırsızı, kendisine uzatılan miğfere erişmek için birkaç adım atarak Visileus’a yanaştı hemen.

Viseleus, miğferini çıkarttığında, saçları İmparatorlukta çok popüler bir tarzda kısa kesilmiş olduğundan, geniş alnındaki terler ortaya çıkmıştı. Kara saçlarını biraz karıştırdı. “Garios’tan bir haber var mı?”

Vivein, miğferi koltukaltına sıkıştırıp omuz silkti. “Emrettiğin gibi, Pera, yanına biraz adam alıp onun peşine düştü. En son, şehir merkezindeki kuleye çekilmesini engellemeye çalışıyordu” dedi umursamaz bir tavırla. “Ondan sonra bir haber gelmedi hiç.

Viseleus başını sallayıp birkaç saniye düşündükten sonra “Istiona” diye bağırdı. “Aşağıya inip yaralıların tedavisine yardıma başla. Ayrıca bizimkilerden birini bul ve Pera’ya ulaşmasını söyle. Garios’u yakaladıysalar doğrudan buraya getirsinler. Kesinlikle Liena’ya görünmeden getirsinler ama!”

Bal rengi saçını toplayarak topuz yapmış, omzunda çift elli balta taşıyan bir kadın başını eğerek “Emredersiniz Lordum!” dedi. Şifacı olmasına rağmen savaşlarda ön safta çarpışmayı seven, İmpratorlukta doğmasına rağmen Sturgialılar arasında büyümüş bir kadındı Istiona. Bunu da şivesi, Lorduna olan sonsuz sadakati, çöle düşse bile yanından ayırmadığı hayvan postundan pelerini ve savaşlarda ürkütücü bir zarafetle kullandığı baltasıyla belli ediyordu zaten.

Kadın acele bir şekilde surlardan ayrılırken Viseleus keskin hatları olan geniş çenesinin sivri ucunu ovuşturmaya başladı. Kalın kaşlarını çatarak başını burçlardan dışarıya doğru uzattı ve aşağıya doğru bir göz gezdirdi.

Vivein, patronunun aklından geçenleri anlayınca sırttı. “Emin misin?” diye sordu düşünceli gözüken adama. “Yani, bana göre hava hoş ama senin Prenses pek de mutlu olmaz duyduğu zaman.”

Viseleus, Vivein’in karısını aşağılamasını görmezden geldi. İnek hırsızı olarak büyüyen, sonra kariyer değişikliğiyle paralı asker olan kadının ahlak değerleri, Vlandiya’nın en önde gelen ailelerinden birinden çok daha farklıydı; Karısı savaş meydanında ordulara kendisi komuta edecek kadar cesur bir kadındı. Ama cesaretiyle birlikte merhameti de diyarda nam salmıştı. Savaşta esir düşmüş komutanlara şanına yaraşır bir şekilde davranır, birkaç dakika önce adamlarını boğazladığı birinin elini sıkıca tutup sırtına vurarak rakibinin gözü pekliğini övebilirdi rahatlıkla. Viseleus ve Liena’nın hizmetindekiler her zaman emeklerinin karşılıklarını alırlardı eksiksiz. Ama eli daha bol olan daima Liena’ydı. Bir de Vlandiya’lı asillere has onur takıntısı vardı tabii! Savaşın ortasında bile mükemmeliyetten uzaklaşmamak için elinden geleni yapıyor, şerefine kara bir leke getirecek her türlü davranıştan kaçınıyordu.

Viseleus karısının bu özelliklerini çoğu zaman seviyordu. Ama bazı anlarda.. şerefin ve onurun pek de anlamı olmayan savaş meydanlarında cidden bu kurallar yüzünden kafayı yiyecekmiş gibi oluyordu. Soylu bir ailenin tek temsilcisi olan bir komutanı yakalamışken salıvermek gibi mesela! Soyluların pek yücelttiği bu davranışın altında merhamet eylemi görmüyordu Viseleus. Ona göre birkaç asil savaş meydanında yakalandıkları zaman kellelerini kurtaracak bazı kurallar uydurmuş ve bunu halka onur ve şeref adıyla yutturmuştular. Salıverilen komutan şehrine, kalesine ya da köyüne geri dönecek, tekrar bir ordu kuracak ve başka bir savaşta gene birilerinin karşısına çıkacaktı. Ve yığınla adam sırf bir asil serbest bırakıldı diye ölecekti! Bu döngü değişmeden devam ediyor, sıradan askerler savaşlarda ölürken ya da esir edilip köle tüccarlarına satılırken, köyler yağmalanıp sıradan insanlar kesilirken, asil sınıfı hiç etkilenmiyordu bütün bunlardan.

Viseleus karısının da parçası olduğu bu saçma düzeni düşünmeyi bırakarak başını salladı. Gözleri hala surların üstünden aşağıya bakıyordu. Sonunda omuz silkerek “Yapacak bir şey yok.” Dedi kabullenmiş bir şekilde. “Eğer ortalığı temizleye karar verdiysek elimizi kirletmeyi de kabul etmişizdir!”

Vivein’in yüzünü çarpık bir gülümseme süslerken gözleri delice bir parıltı yaydı. “Ellerimi kirletmeyi severim ben!” diye belirtti heyecanla.

Viseleus kadının sözlerine başını sallarken surlardan bakmayı bırakıp bulunduğu yere çöktü. Bir aydır almak için uğraştığı şehrin yağmalanma sesleri yükselip yanan binaların dumanıyla kararmış olan gökyüzünde çınlarken gözlerini kapadı. Bacaklarını iyice uzatıp sırtını burçlara yasladı. Bütün kuşatmanın yorgunluğu üzerine çökmüş gibi hissediyordu şu an. “Vivein” diye mırıldandı gözleri hala kapalıyken. “Pera gelinceye kadar uykumu kimsenin bölmesine izin verme”.

Vivein de üzerindeki zırhlar şıngırdarken Viseleus’un yanına çöktü. “Emrin olun patron!” karşılık verdi hevesle. Sonra yakında onları bekleyen birkaç askere yönlendirdi delici bakışlarını. “Evet baylar, patronu duydunuz, Pera gelene kadar kimse ses çıkartmasın. Etrafa dağılın ve Pera’yı bekleyin, kimseyi de bu kısma geçirmeyin!”

Askerler bu emri yorgunlukla karışık bir itaatle uyguladılar. Ağır adımlarla yavaş yavaş uzaklaştılar. Vivein de bu sırada gökyüzünü izlemeye koyuldu yanındaki komutanı uyurken…



Viseleus’u pek de rahat olmayan uykusundan uyandıran şey ise bir tekme oldu. Bacağına atılan hafif tekme aniden gözlerini açmasına neden olurken ayaklarının dibine homurtularla debelenen bir şekil yığıldı. Viseleus gözkapaklarını ovuşturup neler olduğunu çözmeye çalışırken “İmparator hazretlerini getirdim” dedi berrak bir ses. Viseleus karşısına dikilmiş figüre baktı. Tepeden tırnağa ağır zırhlara bürünmüş kadının miğferinin önü açık olmasa kimsenin onu tanımasına imkân yoktu.

Pera, mavi gözleriyle uykulu adamı süzerken zırhlı çizmeleriyle, debelenen figürün üzerine bastı. Miğferini dikkatlice çıkartarak kahverengi saçlarının omzuna düşmesini sağladı. “Bana verdiğin işin pek kolay olmadığını da belirtmeliyim” dedi derin bir nefes verirken. Bu sırada elindeki yüzünün tamamını kapatacak şekilde yapılmış miğferi yakınlarındaki askerlerinden birine fırlattı.

Viseleus kendisine gelmeye çalışırken yerde inleyen adamı inceledi. Adamın zırhları kana bulanmıştı. Uzun saçları terden dolayı ıslanmış, sol elmacık kemiğinin üzerinde büyük bir şişkinlik oluşmuştu. Ağzına kirli bir paçavra tıkıştırılmış, elleri çözülmesi zor bir şekilde bağlanmıştı. Buraya getirilirken biraz tartaklandığı belli oluyordu.

“Nerede buldunuz?” Viseleus ayağa kalkarken sordu.

“Bak, o çok güzel hikâye işte!” dedi Pera sırıtarak. “Biz buradaki pek haşmetli imparatoru kovalarken onlar da gidip doğrudan kuleye girişin önünü kesmiş olan Prens Morcon ve ordusuna saldırdılar. Oraya vardığımızda Prens çoktan buradaki arkadaşımızı esir almıştı”

Viseleus kaşlarını kaldırarak yerdeki adamı süzdü.

“Biz de Prens’in yanına gittik. İmparator’u almaya geldiğimizi, senin emrettiğini anlattım, o da vermek istemediğini falan açıkladı.” Diye devam etti anlatmaya Pera. “Bana o saçma savaş ve ganimet kurallarını açıklıyordu ki sıkılıp burnuna yumruğu çaktım. Biraz arbede yaşandı, bizim çocuklar onların çocukları azıcık hırpaladı ama sonunda imparatorumuzu alıp getirmeyi başardım. Ah, unutmadan; Prens Gordon çok sinirlendi, gidip krala ağlayacak sanırım!

Viseleus Garios’u incelerken omuz silkti. “Kral’ın pek de umursayacağını sanmam. Gordon baş belası küçük çocuktan başka bir şey değil onun gözünde. Hatta bu kuşatmaya sırf şans eseri öldürülür umuduyla gönderdiğine de eminim Prensi.

Pera, hayal kırıklığını açıkça gösterecek şekilde iç çekti. “Keşke öyle olsa” diye belirtti dalgınca. “Ama beceriksiz düşmanlar sağ olsun, hala hayatta!”.

Viseleus, Pera’yı umursamayı bırakarak bütün dikkatini yerde garip hırıltılar çıkararak debelenen Garios’a verdi. Eğilerek elini uzattı ve Garios’un ağzındaki paçavrayı çıkarıp attı. Yaralı adamın ilk tepkisi öksürmek oldu bunun karşılığında.

“İmparator” dedi Viseleus sesinde hafif bir iğnelemeyle. “Umarım buraya kadar olan yolculuğunuz rahat geçmiştir?”

Garios, siyah gözlerini kısarak karşısındakinin kim olduğunu anlamaya çalıştı. Hırıltılı bir ses çıkararak hafifçe nefes aldı. Yerinde doğrulmaya çabalarken “Viseleus” diye inledi acı bir şekilde. “Tahmin etmeliydim! Bu barbar kadını peşime sen mi yolladın?”

Pera, bu sözler karşısında kahkahasını tutamazken yerden kalkmaya teşebbüs eden adamı omuzlarından tutarak diz çöktürdü. “Ah, iltifatınız için teşekkür ederim haşmetlim” dedi neşeli bir şekilde. Garios kendisini kavrayan güçlü ellere karşı koyacak enerjiyi bulamayıp diz çökmeyi kabullendi çaresizce.

Esir İmparator, surların üzerinden etrafını çevrelemiş askerlere ve yanmakta olan şehrine baktı bir süre. “Hala o kadının ayak işlerini yapıyorsun değil mi?” diye sordu Viseleus’a tiksintiyle bakarken. Sonra vücudundaki yaraları hatırlamış gibi acıyla yüzünü buruşturdu aniden.

“O kadın derken? İmparatoriçeden mi bahsediyorsun?” Viseleus sordu sahte bir masumiyetle

Garios, sinirden dişlerini gıcırdatırken damağındaki metalik tadı fark etti ve tükürerek ağzındaki kandan kurtuldu. “İmparatoriçe? Hah, o kadın bir şehri bile yönetemez düzgün şekilde! Ne imparatoriçesinden bahsediyorsun sen!” öfkeyle belirtti.

Viseleus’un siyah kaşları yukarıya doğru kalktı. “Ah, şu anda burada diz çökmüş, sözde imparatorluğunun yanışını izleyen sensin ama çölde bir bir zaferler kazanıp Aserai şehirlerini ele geçiren ise o kadın; Bu duruma ne diyorsun peki?”

Garios histerik bir kahkaha patlattı başını geriye doğru atarak. “Toprak fethetmek mi? Cidden bu savaşı ona mı indirgiyorsun sen? Rhagaea, Lucan ve benim aramdaki savaşın tamamıyla fikir savaşı olduğunun farkında mısın sen?” Sordu ciddi bir şekilde.

Viseleus, yerde diz çöktürülmüş adamın yanından geçerek surlara yaklaştı ve dirseğini burca dayadı. Gözleri ilerideki limana odaklanmışken “Gayet farkındayım” diye açıkladı sakince. “Bu yüzden de Lucan ve senin… İkinizin de durdurulması gerekiyor! Fikirleriniz filizlenmesine izin verilemeyecek kadar zehir taşıyor çünkü!”

Garios, bu sözleri duyunca öfkeyle yerinden kalkmak için hamle ettiyse de o ana kadar sessizce konuşmaları dinlemekle yetinen Pera adamın omuzlarını daha da sıkı kavrarken diziyle adamın sırtına sertçe geçirdi. “Haşmetmeabları şu anda içinde bulunduğu durumu kavrasa iyi olur!” diye bildirdi kısık ama zehirli bir ses tonuyla. “Yoksa ben kavratmasını iyi bilirim!”

Garios, kadının sözlerini ciddiye alıp tekrar boyun eğdi. “Asıl zehirli olan Rhagea ve Lucon’un fikirleri. Birisi koskoca İmparatorluğu asillerin önüne sermek istiyor, diğeri de tek bir ailenin bütün sorunları gidermesini bekliyor! İmparatorluk için canlarını ortaya koyan askerlerin hiçbir söz hakkı yok!”

Viseleus arkasında diz çökmüş adamı dinlerken başını iki yana salladı. “Ne yaptığınız hakkında hiçbir fikriniz yok değil mi! Ne yani, sırf askerler istiyor diye tek bildikleri şey savaşmak olan insanlara mı emanet edelim İmparatorluğu? Bunun sonsuz bir savaş döngüsü yaratacağını göremeyecek kadar kör müsün? Askerler iyi bir komutan olduğun için şu an seni destekliyor ve hâlihazırda bir savaş sürdürdüğün için bir problem yaşamıyorsun ama İmparatorluğun tamamına hâkim olsaydın bu çok çabuk değişecekti; Askerlerin atadığı bir yönetici olduğun için her zaman ilk olarak ordunun isteklerini ön plana koyman gerekecekti. Ordu da daha fazla yağma için savaştan başka bir şey istemeyecekti!”

Garios öfkeyle kıpırdanırken “Ben halkın sesiyim!” diye hırladı hırçın bir sesle.

“Hayır, sen generallerin sesisin” diye düzeltti onu Viseleus. “Ve bu kötü bir şey değil.” ekledi sakince. “İmparatorluk her zaman generallerin sesini dikkate almalı, ama o sesin ülkeyi yönetmesine izin verilemez! Yoksa sonsuz savaşlar İmparatorluğun sonunu getirecektir.”

“Peki, sizin planınız ne!” diye hırladı Garios. “Etrafına bir bak! Mağrur Zeonica’nın surlarında Vlandiya sancakları uçuşuyor! Kalrad barbarları şehri boğazlıyor ve başlarında da bir hain var! Bu da mı Rhagaea’nın işi?”



Viseleus, esir adamın sözleri karşısında yüzünü buruşturdu. “Zeonica zaten senin orduların bu şehre girdiği an boğazlanmıştı Garios” dedi sesi bir parça hüzünlü çıkarken. “İmparatoriçe ve ben onu senin elinden kurtarmak için elimizden geleni yaptık. Sonunda da oldu.”

Daha sonra düşünceli bir şekilde etrafına baktı. “İtiraf etmeliyim, bunu Vlandiya ordusunun başında yapacağımı pek de düşünmemiştim. Ama şartlar bunu gerektirdi; İlk başlarda Vlandiya’ya gönderildiğimde tek görevim olanları izleyip rapor etmekti. Daha sonra içeriye sızıp politikada söz sahibi olmam istendi. Ama ben bunları becerene kadar Vlandiya o kadar hızlı büyüyüp istikrarlı bir güç haline geldi ki… Sonuçta Vlandiya’daki pozisyonumu koruyarak İmparatorlukla bir çatışmayı engellemeye çalışırken buldum kendimi. Bu sırada da evlenip çocuk sahibi oldum. Şu an bulunduğum pozisyonda İmparatorluk için yapabileceğim en iyi şey bu.” Etrafını gösterdi eliyle. Sonra yüzünde bir sırıtış belirdi. “Ama merak etme, her şey plana göre ilerliyor”

Garios, inanamamanın verdiği bir şok ifadesiyle karşısındakine bakıyordu bir delinin sözlerindeki anlamı çözmeye çalışırken. “Plan!” Kanlı dudakları tükürükler saçarken bağırdı kontrolsüzce. “Ne hastalıklı bir planınız var da İmparatorluk şehrini barbarlara yem ediyorsunuz!”

Viseleus birkaç saniye durakladı, sonra kararsızlığını aşınca da başını yana eğerek sağ şakağını ovmaya başladı. “Pekâlâ!” dedi “Sanırım sana anlatmamın bir mahsuru olmaz”. Etrafında sadece kendi adamları olduğuna emin oldu bir göz gezdirip. “Fark ettiğin üzere, Vlandiya artık durdurulması imkânsız bir güç haline geldi. Bu yüzden İmparatoriçeyi onlarla bir savaşa girmekten kaçınması konusunda ikna ettim. Şu anki hedefim Vlandiya içinde kendime güçlü bir yer edinmek. Bu sırada da İmparatorluğun güçlenmesi için Rhagea’ya yardım ediyorum elimden geldiğince. Yeterince güçlenip nüfuz kazandığımda Kralı tahttan indirmeyi deneyeceğim. İmparatorluk da buna destek verecek tabii.”

Garios vücudunun acılarıyla iki büklüm olmasına rağmen kahkaha attı. “Vlandiyalılar bir yabancıyı Kral olarak kabul eder mi sence?” alaylı bir şekilde sordu.

Viseleus “Yabancı mı? Yabancı olan kim?” dedi açık bir merakla. “Ben yıllardır Vlandiya için savaşıyorum Garios. Şu an hiç kimse beni bir yabancı olarak görmüyor ki! Karım bir Vlandiyalı, çocuklarım Vlandiyalı. Vlandiya’da yönettiğim topraklar var… Vlandiya için savaşırken esir düşüp zindana atıldığım zamanlar bile oldu! Anlıyorsun ya; Ben yabancı değilim, aksine gerçek bir Vlandiyalıyım! Bu yüzden de birçok destekçi kazanacağıma inanıyorum. Tabii, iş burada bitmiyor!”. Viseleus eğilerek Garios’un çenesini tuttu ve gözlerinin içine baktı. “İki çocuğum olduğundan haberin var mı?” diye sordu aniden.

Garios bu ani konu değişikliği karşısında şaşırmıştı. “Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu kaşlarını çatarken.

“Görüyorsun ya; Rhagea’nın en küçük çocuğu ve benimki aynı yaşta. Tahta geçtiğimde onları nişanlayacağız. Daha sonra onlar vesilesiyle İmpratorluk ve Vlandiya’yı savaşsız birleştirmeyi planlıyoruz!”

Garios planın eksikliğini görünce ciddi mi diye baktı Viseleus’a. “Delirdiniz mi siz! Bu kadar basit olacağına inanıyor musunuz cidden?”

Viseleus ayağa kalkıp surlara yaklaştı onu dinlerken. Başını burçlardan çıkarıp aşağıya doğru bakarken “Eh, yolumuza bir takım engeller çıkacağı kesin” diye kabullendi sakince. “Ama bu planı gerçekleştirmemize kimse engel olamaz. İtirazlar ya dille ya da silahla basıtırılacak!” Omuz silkti “Çünkü diğer senaryolarda ödenecek çok fazla bedel ve alınacak çok az ödül var!”. Daha sonra da Pera’ya başıyla tutsak adamı işaret etti. “Getir onu!”

Pera, mavi gözleri mutlulukla parlarken şevkle Garius’un omzundan kavradı ve onu sürüklemeye başladı. Adam “Dur, bekle!” diye kıvranırken de onu burca doğru yasladı.

Viseleus kendini kadının sağlam kavrayışından kurtarmak için çırpınan Garios’u yakaladı. “Şu anda yaptığım şeyi şahsi olarak algılama” dedi sakince adama. “Ama senin fidye karşılığı serbest kalıp ortalığı daha fazla karıştırmanı istemiyorum!”.

Garius daha cevap vermeye bile fırsat olmadan Pera ve Viseleus tarafından surlardan aşağıya doğru fırlatıldı. Tek yapabildiği şey haykırmak olmuştu.

Pera, çok kısa bir süre içerisinde beyni zeminle kavuşan kanlar içerisinde adamın cesedine bakarken ellerini silkeledi. “Bu iş de bitti” diye belirtti kendisinden tatmin olmuş bir şekilde.

Viseleus, gözlerini eski generalin cesedinden ayırmadan düşüncelere dalmıştı. “Yola döşenmiş bir taş daha” diye mırıldandı kendi kendine.
 
Last edited:
Uzun bir aradan sonra üzerimdeki pası giderme denemesi. Beğenilmesi dileğiyle...

Not;Hatalarım olabilir, bildirmeniz halinde düzelmeye çalışacağım.

“Demek ağaç bu?”

Elinde gevşekçe tuttuğu baltayla ağır ağır büyük ağaca yaklaşırken bir yandan da kalın kaşlarının altındaki her an çıkacakmış gibi görünen pörtlek kahverengi gözleriyle tepenin tam sırtında bütün heybetiyle duran devasa ağaca bakıyordu bu sözleri söyleyen adam.

“Evet, bu kalan sonuncu ağaç”

Arkadaşına cevap veren kişi, tepenin hemen aşağısındaki toprak yolun kenarına park ettiği arabanın bagajından testeresini çıkartıyordu aynı anda. Elindeki testereyi toprağa bırakıp soluklanmak için birkaç saniye durakladı. Ardından da kafasındaki kumral saçları saklayan şapkayı çıkartmak zorunda kaldı sıcaktan dolayı ferahlamak için. Mavi gözleri, tepenin tamamında gezindi bir süre.
Etrafta yakın zamanda yapılmış bir katliamın izleri duruyordu. Kesilmiş onlarca ağaç gövdesi yolun kenarında düzenli bir şekilde toplanmış, yüklenip götürülerek bir yerlerde yakılmayı bekliyordu. Eskiden ağaçların olduğu yerdeyse, gövdeden arta kalan kısımlar sanki hala ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş, geri kalan kısımlarının geri dönüşünü bekliyormuş gibi duruyordu köklerinin yavaş yavaş ölmesini beklerken.

“Söylesene, biz bu ağaçları neden kesiyoruz?”

Kahverengi gözlü adam elindeki baltayı yere dayayıp etrafı incelerken sordu içtenlikle. Bugün işte ilk günüydü, kesimin daha önceki aşamalarında burada değildi yani. Ama şu anda bulunduğu yere bakınca buranın kimseye zararı olmayan bir yer olduğunu söyleyebilirdi kesinlikle. Hatta kesilmiş ağaçların durduğu yeri hayal gücüyle eski şekilde gözünün önüne getirdiğinde gayet de huzurlu bir yer görebiliyordu aslında.

Arkadaşı yukarıya, kalan son ağaca doğru elinde testereyle gelirken omuz silkti. Tepenin batısında yer alan, belli belirsiz noktaların yığınını gösterdi başıyla. “Köylüler istedi” diye açıkladı durumu. “Burası eskiden onların kutsal alanıydı”.

Bu sözler karşısında biraz huzursuz oldu işe yeni başlayan adam. Buranın bir kutsal alan olması hoşuna gitmemişti. Elindeki baltaya kaydı kahverengi gözler. Bir anda balta ona düşmanıymış gibi gelmeye başladı.

Arkadaşının huzursuzluğunu görünce gülmeden edemedi diğeri. Bu da kahverengi gözlü adamı daha da tedirgin etti. “Bunlar manyak mı yahu! Ne yapmaya çalışıyor bu deliler!”

“Korkmana gerek yok, ağaçlar susmuşlar” diye teminat verdi deneyimli olan. Karşısındaki kalın kaşlar anlamaz bir şekilde çatılınca da bıkkın bir şekilde bir nefes bıraktı. “Köylüler eskiden buraya danışmaya gelir, bu ağaçlardan ne yapmaları gerektiğine dair fikir alırlarmış. Sonraları ağaçların verdiği fikirleri beğenmemeye, önerilenin tam tersini yapmaya başlamışlar. Bunun üzerine ağaçlar da susmuş. Bir süre sonra köyde işler ters gitmeye, herkes birbirine düşmeye başlayınca tekrar ağaçlara gelmişler ama ağaçlar bu sefer onlara cevap vermemiş; bu durum da onları daha da sinirlendirmiş, hepsini kesmeye karar vermişler. Birazını kendileri kestikten sonra da işi fazla zahmetli bulup dışarıdan adam çağırmaya karar vermişler.”

“Eee, ağaçları kesince her şey düzelecek miymiş ki?” Durumun saçmalığı karşısında şaşkınlığını gizleyemedi kahverengi gözlü adam. Bunu söylerken de kalan son ağaca bakıyordu. Suskunluğunu bozmayan ağaç ise sadece orada dikiliyor, tepedeki diğer ağaçların kaderini paylaşmak için bekliyordu.

“Şu anda o köy cehennem yeri. Herkes terk etmeye can atıyor, tartışmasız, vukuatsız tek bir günleri bile yok, hepsi iliklerine kadar yozlaşmış ve çekilmez. Birbirilerinin başını yemeden tek bir saniye bile geçiremezler ama ilginç olarak hepsinin tek bir ortak görüşü var; Her şey bu ağaçlar yüzüne oldu. Eğer ağaçlar onları daha fazla uyarsalarmış bunlar olmazmış.”

Kahverengi gözlü adam elindeki baltayı sıkıca kavrarken öfkeyle kaşlarını çattı. “O zaman bu ağacı da keselim de bırakalım birbirilerini yemeye devam etsinler” dedi burnundan nefes verirken. “Bu sefer suçlayacak kimi bulacaklar acaba?”
 
Uzun zaman sonra foruma bakayım dedim. Normalde buraya bir şey yazılmış olabileceğine pek ihtimal vermedim ama görünce bir sevindim. Diyalog ve betimlemeler yine çok güzel olmuş, eline sağlık.
 
Back
Top Bottom