Hanlar Savaşıyor (BİTTİ)

Users who are viewing this thread

İçeri giren asker Kergit Hanlığı'nın iradesine başkaldıran aşiretleri haber etmişti. Bu mesele Sancar'ı fazlasıyla rahatsız etti. Öyle ki, Sancar'ın orduları savaştan yeni çıkmış, yıpranmış olan ordunun içerideki bir isyana karşı koyacak gücü kalmamıştı. Aslında böyle bir gücü vardı. Fakat asilere karşı koymak demek dışarıdaki düşman için istilaya davetiye çıkarmak demekti. Bunun bilincinde olan Sancar haberi duyar duymaz olduğu yere çöküvermişti. Bir müddet düşündükten sonra şöyle söyledi:
-"İsyan ha! Ne çok düşmanımız varmış meğer... Hangi aşiretler ayaklanmış peki?"
-"Khuzaitlerden Dağlar aşireti ve Hangaylar, Ak Kergitlerden Çenek boyu ve Cücem boyu."
-"Demek öyle. Mazeretleri neymiş?"
-"Bilmiyoruz yüce Han'ım."

Sancar Han el işaretiyle askerin dışarı çıkmasını istedi. Ardından bize döndü ve şöyle dedi:
-"Bunların üzerine gidip daha fazla kayıp veremeyiz."
Karaban Noyan:
-"Başlarını ezmekten başka çaremiz var mıdır?"
-"Vardır. Anlaşma yoluna gideceğiz. Bu aşiretler geçmişte de başımıza belaydılar. Şimdi yine dağlara taşlara çıktılar."
Akadan Noyan:
-"Bence bırakalım dursunlar. Nasıl olsa şehirlere musallat olamazlar."
Tonju Noyan:
-"Peki ya köyler? Köyleri kim kollayacak?"
Sancar Han:
-"Ben diyeceğimi dedim. İçinizde gönüllü olan var mıdır? Bu asileri konuşarak durduracağız."
Noyanlar başlarını öne eğdi. Hiçbiri gönüllü değildi. Demek ki bu aşiretlerle uğraşmak zor işti. Bunu fırsat bilerek Sancar'ın gözünde kaybettiğim itibarı kazanmak adına atıldım:
-"Ben gönüllüyüm efendim. Gereken ne ise yaparım?"

Bu sözümün ardından bazı Noyanların birbirlerine bakarak gülüşmeye başladıklarını fark ettim. Bu oldukça canımı sıkmıştı. Altında kalacak değildim.
-"Hayrola beyler. Koskoca hanlık beyleri üç beş başı bozukla baş edemeyecekse bu meclisi ne diye işgal eder sorarım sizlere?"
Ulusamai Noyan:
-"Bu aşiretler senin dağda biçtiğin haydutlara benzemez Gaddar Noyan."
Sancar Han:
-"Kesin artık! Başka gönüllü olan var mıdır? Yoksa kendim bu vazifeyi vereceğim."
Sancar'ın bu serzenişinin ardından sırasıyla Brula, Tonju ve Urubay Noyanlar vazife için gönüllü oldular. Tonju'nun bu işi istemesi Sancar'ın dikkatini çekti:
-"Tonju Noyan senin bu yaşınla o delilere laf anlatabileceğini sanmıyorum."
-"Aman yüce Han'ım öyleyse burada neden duruyorum? Bunca yıllık tecrübem ve siyasetim onları dize getirmeye yetecektir."
-"Öyle olsun bakalım."
Bu üç Noyanın bu görevi istemesi tesadüf değildi. Bunun nedenini ilerleyen zamanlarda öğrenecektim.

Sancar Han, Khuzaitlerden kalma aşiretleri dizginlemek için beni ve Brula'yı görevlendirdi. Diğer boylar içinse Tonju ve Urubay görevliydi. Anlaşılan o ki, benim için yeni ve farklı bir macera daha başlıyordu.
Geceye doğru yola çıktık. Kergit Hanlığı'nın ayakta durması için bu isyanı bitirmek önemliydi. Aksi takdirde Khuzait atalarımızın kaderinin bir benzerini biz de yaşayacaktık. Geçmişte Khuzaitler, Aserai destekli boyların isyanıyla parçalanmıştı. Babamın bana anlattığı en feci olay olan bu yıkılış, içeriye giren askerin söylediği o sözlerle birlikte yeniden zihnimde kendine yer bulmuştu.
O vakitler çocuktum. Babam uyumadan evvel bana vakit buldukça Khuzait destanlarını anlatırdı. Babam bir keresinde uyumadan evvel yine yanıma gelmişti. Bu sefer destan değil, bir devrin nasıl hüzünlü bir şekilde sona erdiğini anlatmaya geldi...


-"Baba bu gece bana hangi kahramanın zaferlerini anlatacaksın?"
-"Bu gece o kahramanların zaferlerini değil, o kahramanların sahip olduğu devletin nasıl yıkıldığını anlatacağım oğul."
-"Nasıl yıkıldı baba?"
-"Bak oğul! Bir vakitler atalarımızın Akkalat diye meşhur bir şehri varmış. Bu şehir öyle meşhurmuş öyle ihtişamlıymış ki, düşmanlarımız bu ihtişamı kıskanır olmuş. Günlerden bir gün Aserailer bu şehre gözünü dikmiş. O zamanlar Aserailer öyle güçlüymüşler ki, Güney ve Kuzey İmparatorluklarını yıkıp bize sınır komşusu olmuşlar."
-"Aserailer kimdir baba?
-"Sarranidlerin ataları oğul. Neyse, Aserai'nin ünlü kumandanlarından Ceber, adamlarını Akkalat'a göndermiş. Bu adamlar kısa bir süre içerisinde burada ticareti ele geçirmişler. Öyle ki, şehirliler bu adamlara borçlanmış ve borçlarını ödeyemez duruma gelmişler. Bu darlıktan Akkalat yakınlarındaki boylar da nasibini almış. Bu boylar geçimlerini Akkalat'taki ticaretten ve hayvancılıktan sağlıyormuş. O zamanın Khuzait kağanı ordusunun asker ihtiyacını bu boylardan sağlıyormuş. Üstelik bu boylar, Aserailerin hududuna çok yakınmış. Olası bir saldırıya ilk önce bu boyların askerleri karşılık verirmiş. Gel zaman git zaman bu boylar yokluk çekmeye başlamış. Öyle zorluklar yaşamışlar ki, Khuzait kağanı bu boyların ihtiyaçlarını görmezden gelip sarayında keyif çatmaya devam etmiş. Bunun üzerine Aserai komutanı Ceber durur mu, bunlara Khuzait kağanına başkaldırmaları karşılığında altınlar, gümüşler, hayvan yemleri, tahıllar ve aklına gelen bütün yardımı yapacağının sözünü vermiş. Zavallı boylar da açlıktan ölmek yerine teklifi kabul edip Khuzait Hanlığı'na başkaldırmışlar. Bu isyan büyümüş büyümüş ve Akkalat'ta erzak sorunu yaşayan diğer askerlere de sirayet etmiş. Akkalat şehrinin askerleri de bu isyana katılınca Aserailer ülkemizi istila etmişler. Khuzaitlerin yıkılacağını anlayan diğer aşiretler ve bazı ileri gelen köyler de kendi idarelerini tesis etmişler. Nihayet Kergitler bütün bu isyancıları tek çatı altına toplayıp devletimizi kurmuşlar..."



Evet, bu olay bana babamın anlattığı hikâyeyi hatırlatmıştı. Belki Khuzaitler tam anlamıyla bu şekilde yıkılmamıştı ama ülkenin iç isyanlar sonucu dağıldığı herkesçe bilinmekteydi.

Atlarımızla Tulga'dan ayrılıp Distar Kalesi'nin yakınlarına doğru yol almaya devam ettik. Yol boyunca merak ettiklerimi Brula Noyan'a sormak istemiştim. Bir müddet yol aldıktan sonra yine Taşlık vadisine gelmiştik. Her zaman olduğu gibi burada dinlenmeye karar verdik. Bu esnada aklımdakileri Brula Noyan'a sormak için onun yanına gittim. Yanına geldiğimi gören Brula Noyan şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan yolumuz biraz uzun. Ben şu ağacın altında biraz kestireyim."
-"İznin olursa seninle konuşmak isterim."
-"Öyle mi? Merak ettim şimdi. Şuraya oturup konuşalım."
Brula Noyan ile bir ağacın altına oturduk. Ben sordum o cevapladı.
-"Şu asilerle ilgili birkaç şey öğrenmek isterim."
-"Seni dinliyorum."
-"Ülkede aşiretlerin olduğunu biliyordum. Fakat bunların bir kısmının Khuzaitler olduğunu bilmiyordum. Bunlar dağılmadı mı? Hâlâ nasıl varlıklarını devam ettiriyorlar?"
-"Bunlar soylu aşiretlerdir. Khuzait Hanlığı yıkılırken isyan etmeyen tek aşiret bunlardır. Sonuçta hanlığın kurucularıydılar. En tehlikelileri de Dağlar aşiretidir."
-"Dağlar ismini az önce de duymuştuk. Bana pek yabancı gelmiyor. Sanki bir yerlerden işitmiş gibiyim."
-"Hele o aşiretin bir beyi vardır. 40 kağana 40 diş söktürür. Onlar ayaklandıysa Sancar'ın hâli yaman."
-"Bu bizim işimize de gelmez."
-"Orası da öyle."

Brula Noyan'a merak ettiklerimi sorduktan sonra biraz daha dinlenip tekrar yola koyulduk. İlk varacağımız yer Dağlar aşiretiydi. Ertesi sabah varacağımız yere nihayet yaklaşmıştık. Bir süre daha yol aldıktan sonra önümüzde bir tepe belirdi. Bu esnada Brula Noyan bu tepeye çıkmamız ve aşiretlerin bulunduğu muhitin ne durumda olduğunu görmemiz gerektiğini söyledi.
Atları en yakın ağaçlara bağladık. Nökerlere tepenin eteklerinde beklemesini söyledim. Brula Noyan, Kurtbaş ve Kargılı ile birlikte tepeye çıktık. Tepeye çıktığımızda gördüğümüz manzara dehşet vericiydi. Aşiretlerin askerleri yoldan geçen kervanların önünü kesiyor, mallarına el koyuyordu. Bir taraftan da yüzleri maskeli üç beş grup civardaki dağlara tepelere çıkmış, gözcülük yapıyordu. Bu esnada Brula Noyan konuşmaya başladı:
-"İşte şu sol tarafta gördüğünüz çadırlar Dağlar aşiretine ait. Bu askerler de onlardan. Bakın şu sağ tarafta zar zor görünen birkaç çadırı görüyor musunuz? Orası da Hangaylar. Buraya biraz uzaklar."
Kargılı:
-"Şu eşkıyalara bak hele. Ahan da şurda otlayan keçiden farkları yok."
Kurtbaş:
-"Yol boyunca keçiden, inekten bahsedip durdun. Orda keçi yok dağ ayısı. Çok acıktın herhalde."
-"He. Öyle acıktım ki seni bile yerim."
Göz işaretiyle ikisini de susturduktan sonra Brula Noyan'a şöyle dedim:
-"Bunlar bizi tanımaz. Aralarından geçemeyiz, başka bir yol bulmak lazım."
Brula Noyan:
-"Ne yazık ki, başka yol yok. Bizi tanımayacakları kesin. Neticede bize isyan ettiler. Kaderimize razı olacağız."

Bulunduğumuz tepeden aşağı inip Dağların oymağına doğru ilerledik. Yolda giderken daha önce de tahmin ettiğimiz gibi eşkıyalar önümüzü kesti.
-"Durun baklım! Kimsiniz? Nereye böyle?"
Cevapladım:
-"Görmez misin sancağımızı?"
-"Biz öyle bir sancak tanımıyoruz."
Kurtbaş kılıcını çekti:
-"Tanıtırız anam!"
Kurtbaş'ın bu fevri hareketiyle bir anda eşkıyalar etrafımızı sarmıştı.
Biraz da hiddetle şöyle dedim:
-"Kurtbaş! Sok o kılıcı beline."
Kurtbaş kılıcı beline soktu. Aşiretin adamları içinse aynısını söyleyemeyecektim. Derken bir adam belirdi. Bu adamın sesi oldukça naifti. Sanki bana birini hatırlatıyordu.
-"Noluyor burda? İndirin kılıçlarınızı!"
Adamlar kılıçlarını indirdiler. İşte bu sırada karşımızda beliren adamı görmemle Dağlar aşiretini daha önce nerede duyduğumu hatırlamam bir oldu.

-"Bahestur, kardeşim!"
-"Gaddar, bu sen misin?"
Evet, bu kişi benim Shariz'den en yakın arkadaşım Bahestur'du. Bahestur ile Shariz'de kaldığım zamanlarda okul arkadaşıydık. Kendisi bahsettiği gibi Dağlar aşiretindendi. Daha önce bu aşiretin namını ondan duymuştum. Kader bizi bu sefer Sarranid topraklarında değil, kendi yurdumuzda bir araya getirmişti. Bahestur sözlerine devam ederken orada bulunan herkes şaşırmış vaziyetteydi.
-"Görmeyeli ne çok değişmişsin Gaddar."
-"Sen hiç değişmemişsin."
-"Seni burada görmek ne güzel."
-"Ben aynısını söyleyemeyeceğim Bahestur."
O andan sonra Bahestur'a tüm olan biteni anlatmıştım. Bahestur bana yapabilecek bir şeyinin olmadığını, babasının bu isyanı emrettiğini söylemişti. Bahestur bizi dağ çadırında ağırlamak istedi. Biz de bu isteği karşılıksız koymadık. Çadıra gittiğimizde sohbete devam ettik. Şöyle dedim:
-"Sen ilim adamıydın Bahestur. Bakıyorum da o hâlinden eser kalmamış. Kılıç kuşanmışsın."
-"Ailede tek erkek evlat olunca böyle oluyor Gaddar. Hekim olmak için Shariz'e geldim. Döndüğümde ağabeyim vefat etmişti. Babamın tek varisi benim anlayacağın. Senin de Noyan olmana oldukça sevindim. Bu hanlığın senin gibi yiğitlere ihtiyacı var."
-"Ağabeyin için üzüldüm. Diğer meseleye gelince, Kergitlerin bana ihtiyacı var mı yok mu bilmem ama sizin bu hareketiniz affedilir gibi değil. Kergit Hanlığı bunun bedelini ağır ödetir."
-"Bunun için babamla konuşmanız gerekecek. Ben sadece emirlere bağlıyım."

Bahestur ile dertleştikten sonra babasının huzuruna çıkmak için yola koyulduk. Bahestur da bize eşlik ederek ara bulucu olmaya çalışacaktı. Belli ki o da bu işten memnun değildi. Atlarımızla ağır ağır ilerlerken Brula Noyan bana dönüp şöyle dedi:
-"Senin Bariyye'de yaşadığını biliyordum."
-"Evet, Bariyye'de büyüdüm. Fakat annemle beraber ticaret için birkaç sene Shariz'de de bulunduk. Annem bir süre esnaflık yaptı. Ben de o sıralar hem anneme yardım ettim hem de diplomasi okudum. Bahestur ile orada tanıştık. Tabi öğrenimim yarım kaldı tekrar Bariyye'ye döndük."
Brula Noyan'ın sorularını cevaplarken Dağlar beyinin çadırının önüne çoktan gelmiştik. Atlarımızdan inip çadıra doğru yöneldik. Bahestur kapıdaki askerlere durumu bildirdi. Haber gelene kadar bekledik. Bu esnada Brula Noyan kulağıma bir şeyler fısıldadı:
-"Sancar'ın devrilmesi için bunlara ihtiyacımız var Gaddar Noyan. Beni anladın değil mi?"
-"Fazlasıyla anladım."
Biraz sonra müsaade geldi ve içeri girdik. Bu rahatsız edici bir durumdu çünkü bir aşiretin beyi koskoca devlet adamını kapının önünde bekletmişti. Bu düzen değişmeliydi. Elbet bir gün değişecekti.
İçeri Brula, Bahestur ve ben girmiştik. Kendimizi tanıttıktan sonra bu bey kendini şöyle tanıttı:
-"Ben Khuzait Hanlığı soyundan, Dağlar aşiretinin beyi Görmüş oğlu Baydar'ım. Buraya niçin geldiniz?"
Cevapladım:
-"Buraya neden başkaldırdığınızı öğrenmeye ve bu isyanı durdurmaya geldik Baydar Bey."
-"Siz mi benden hesap soracaksınız?"
Bahestur:
-"Baba! Gaddar Noyan benim en yakın arkadaşımdır. Kendisiyle tıp eğitimi için gittiğim Shariz'den tanışırız. Yani bizim kardeşimizdir, soydaşımızdır. Bu isyanın bitmesini ister."
-"Bu bir şeref meselesidir. Sancar Han vergileri fazlasıyla artırdı, ahaliye zulmetti. Senelerdir sabrederiz fakat bu işin varacağı bir yer yok."
Bunun üzerine şöyle dedim:
-"Biz buraya huzursuzluk çıkarmaya gelmedik. Şu yaptığınız ölüm sebebidir. Ordularımızla toplanıp üzerinize yürüsek ne yapardınız? Sancar Han bizi sizinle anlaşıp, derdinize çare olmamız için gönderdi."
-"Biz Sancar'ı tanımayız. Kendi devletimizi kurduk. Kanınızın akmasını istemiyorsanız defolun gidin buradan."
-"Anladığım kadarıyla siz vergileri bahane edip intikam hissiyle hareket ediyorsunuz. Khuzaitler bizim de atalarımızdır. Bu yaptığınız ise tıpkı Khuzaitlere isyan eden boyların yaptığına benziyor. Bildiğiniz gibi Aserailer o isyanlar yüzünden ülkemizi işgal etmek için kendinde cesaret buldu. Sonrası ise malum."
-"Peki tek suç bizde midir? Hükümdarınızın hiç mi suçu yok? Bizimle beraber diğer boylar neden ayaklandı? Onlar da Sancar'ın zulmü altındalar."

Bu konuşmaların ardından Brula Noyan'ın kulağıma fısıldadıklarından hareketle Baydar Bey'e söylediklerim tarihe geçecek, kulaktan kulağa duyulacak, nesilden nesile anlatılacaktı. O gün ona öyle şeyler söylemiştim ki zamanı geldiğinde o söylediklerim tahta uzanan bir merdiven olacaktı ya da ben öyle zannediyordum...
 
Hiç merak etmeyin. Bundan sonraki bölümler de sıralı ve planlı. Aksiyona, entrikaya, siyasete doyacaksınız. 21 bölümlük bu serüvende okuduğunuz her olay geleceğe dair bir ipucudur. Her bir olay birbiriyle bağıntılı şekilde sistematik olarak genişliyor...
 
Gündüz vaktim olmuyor lakin gece yazıyorum. Sizin için değer...

Dağlar aşiretini hâllettikten sonra sıra Hangaylara gelmişti. Baydar Bey'in çadırından çıktığımızda derin bir nefes aldım. Ardından Brula Noyan'a dönüp sessizce şöyle dedim:
-"Dağlar aşireti tamam. Sırada Hangaylar var. Oraya Kurtbaş ile birlikte gitmeni istiyorum Brula Noyan. İçeride söylediklerimi aynı şekilde söylersin Hangay beyine. Ben Kargılı ile beraber Hancıbey'e verdiğim sözü tutmak için Tulga'ya gidiyorum."
-"Şans seninle olsun Gaddar Noyan. Seni aramızda görmek güzel."
Bahsettiğim mesele aşikârdı. Hancıbey'e gidip Kergit Han'ın mührü üzerine yemin edecektim. Ben de Uluların vazifelisi olacaktım. Brula ile ayrılmadan evvel bir şeyi daha merak ediyordum. Merakımı giderecek bir yanıt almadan ayrılmaya niyetli değildim. Kurtbaş ve Kargılı'nın duyamayacağı bir şekilde şöyle dedim:
-"Brula Noyan! Ya öbür boylar ne olacak? Tonju ve Urubay..."
-"Şşş... Görev sırdır!"
Anlamıştım. Brula'nın kastettiği şey belliydi. Tonju ve Urubay da bizdendi. Bunu duymak beni oldukça rahatlatmıştı. Hani demiştim ya Tonju ve Urubay'ın bu iş için gönüllü olması tesadüf değildi diye. İşte onun sebebini şimdi öğrenmiştim.

Bütün bu konuşmalarımızın ardından vakit kaybetmeden Tulga'ya dönmek için atlarımıza atladık. Tabi her seferinde merakına yenik düşen Kargılı bu sefer de boş durmadı:
-"Gaddar Noyan ayaklanma bitecek mi?"
-"Bakacağız Kargılı."
Kargılı ve bize refakat eden nökerlere hızlı olmamız gerektiğini söyledim. Bir an evvel şehre dönmeliydim. Çünkü esas mesele şehirdeydi. Hancıbey ve o yüzü karanlık gizemli adama sadakat yemini etmeliydim.
Atlarımızla dağlar aştık, tepeler geçtik, atımızın nallarıyla derelerde ıslandık. Akşamüstüne doğru atlarımızın yorulduğunu fark edip bir yerde dinlenmemiz gerektiğine karar verdik.
İşte tam bu esnada olmayacak denen şey oldu. Bu olay öylesine büyük bir faciaydı ki, tahta giden çiçekli yolu tamamen çamura çevirecek düzeydeydi. Atıldım:
"Pusu!"

Maalesef bu bir tuzaktı. Dinlenmek üzere durduğumuz yerin iki tarafı kayalarla çevriliydi. Bu alanda bodur ağaçların yanı sıra oldukça büyük dikenli otlar da vardı. İşte bize tuzak kuran haydut görünümlü adamların kimisi bu dikenlerin üzerinden atlayarak, kimisi de ellerindeki kılıçla dikenleri biçerek karşımıza çıktılar.
Yapılacak belliydi. Haydutlarla çarpışacaktık. Adamlarla vuruşana kadar onları sıradan bir bozkır haydutu sanıyordum. Fakat vuruştuktan sonra anladım ki bunlar sıradan bir haydut değildi.
-"Teslim olun! Kaçacak yeriniz yok."
Daha emniyetli olması açısından nökerlerin çoğunu Brula Noyan'ın yanına vermiştim. Biz ise sekiz kişi kalmıştık. Haydutlara gelince, onlar epey kalabalıktı. Haydutun bu çağrısına cevap verdim:
-"Gel de o dilini koparayım."
Haydut başı, söylediğime karşılık vererek bütün adamlarını üstümüze saldı. Haykırdım:
"Haydi yiğitlerim alın bunların kellesini!"

Vuruşmaya başladık. Adam başına üç haydut düşüyordu. Benim de payıma üç kişi düşmüştü. Haydutlardan biri kılıcını boynuma sallayarak hamlesini yaptı. Seri bir şekilde boynumu kaçırdım. İkincisi elindeki kargıyı aniden göğsüme doğru fırlattı. Kıvraklığım bu sefer de işe yaradı fakat kargı sağ omzumu sıyırmıştı. Bu olay benim canımı fazlasıyla acıtmıştı. O acıyla hücum sırasının bana geçtiğini hissedip üçüncü haydutun hamlesine fırsat vermeden kılıcımla onun boynunu kestim. Diğer iki haydutla da aynı anda vuruşmaya başladım. Sağ elimdeki kılıcı bir tanesine sallıyor, sol elime yerden aldığım kalın çomakla da diğerinin hamlesini savuşturuyordum. Derken Kargılı'nın feryadını duydum. Sesin geldiği yere arkamı döner dönmez adamlardan birinin sert bir şekilde boynuma vurduğunu hissettim. Aldığım bu darbe yere yığılmama ve gözlerimin yavaşça kapanmasına sebep oldu. Gözlerim kapanırken Kargılı'nın bacağından yaralanıp yere yığıldığını görmemle bayılmam bir oldu.

Gözlerimi açtığımda kendimi dört bir yanında meşalelerin yandığı, leş gibi kokan bir mağarada buldum. Kendime gelmeye başladığımda doğrulmak için hareket ettim. Fakat bu esnada ellerimin ve ayaklarımın bağlı olduğunu fark ettim. Esir düşmüştüm. Öyle ki, bu esaret zamansız olmuştu. Üstelik aleme madara olacaktım. koskoca Gaddar Noyan baldırı çıplak haydutlara esir düşmüş diyeceklerdi. Bu benim gururuma ağır gelmeye çoktan başlamıştı.
Derken bir adam geldi. Bu adam iri yarı biriydi. Hatırlamıştım. Bu bana teslim olmamızı söyleyen haydut başıydı. Dikkatli baktığımda pala bıyığı olduğunu gördüm. Meydanda vuruşurken yüzü kapalıydı fakat ben onu sesinden tanımıştım. Adamın elinde bir balta vardı. Az sonra baltanın sapını diğer eline ardı ardına vurarak kahkaha atmaya başladı. Kahkahası bittikten sonra şöyle dedi:
-"Vay vay vay! Bizimki uyanmış develer koşun!"
Zorlanarak karşılık verdim:
-"Bu yaptığınız yanınıza kalır mı sanırsınız? Benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?"
-"Diyelim ki biliyoruz nolacak?"
İşte bu esnada adam baltanın sapını suratıma vurdu. Belki de bu darbe aklımı başıma getirmişti. Konuşmaya devam ettim:
-"Kargılı nerde?"
-"Kargılı kim? Şu ayağını kesip itlere yedirdiğimiz mi ha, hahaha. Bu herifi ezin develer!"

Herifin söylediklerine inanamadım. Kargılı ölmüş olamazdı. Eğer öldüyse yıkılırdım, mahvolurdum. Bütün bunları düşünürken haydutlardan ikisi sırayla beni pataklamaya başladılar. Dayağın etkisiyle gözlerim bulanıklaşmaya başlamış, ağzımdan kanlar gelmişti. Onlar vurdukça ben direndim. Onlar vurdukça ağzıma dolan kanı suratlarına tükürdüm. Bir süre daha işkence ettikten sonra beni kendi hâlime bırakıp mağaradan dışarı çıktılar. Aradan belli bir zaman geçti. Haydut başı tekrar içeri girerek diğerlerine şöyle dedi:
"Şu ayıdan bozma herifi getirin."
Bu kişinin kim olduğunu merak ederken içeriye girenin Kargılı olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Kargılı ölmemişti. Sadece bacağındaki yaradan dolayı yürümekte zorluk çekiyordu. İşin ilginç tarafı ise başkaydı. Haydutlar Kargılı'nın yarasıyla yakından ilgilenmişti. Kan kaybından ölmesine izin vermemişlerdi. Sıradan bir haydut bunu yapmazdı. İşin içinde iş olduğunu anlamak fazla zamanımı almamıştı.

Kargılı yarı baygındı. Gözlerini açtığı anda kendisine seslendim.
-"Kargılı iyi misin?"
-"Ben... Ben iyiyim. Siz nasılsınız Gaddar Noyan?"
-"Beni boş ver. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmamız lazım."
-"Gad... Gaddar Noyan, nökerleri öldürdüler."
Kargılı'yla ağır aksak konuşurken hiç beklemediğimiz bir olay yaşadık. Haydut başı tekrar mağaraya girdi ve adamlarına şöyle dedi:
-"Şunların ellerini ayaklarını çözün, atlarını dışarıya bağlayın defolup gitsinler."
-"Emredersiniz!"
Bu inanılır gibi değildi. Daha doğrusu çok tuhaftı. Haydutlar bizi esir almışlar ve bir müddet sonra serbest bırakmışlardı. Bu olay kafamı allak bullak etmiş, beni derin düşüncelere sevk etmişti.
Haydutlar hızlı bir şekilde ellerimizdeki ve ayaklarımızdaki urganları kestiler. Ardından arkalarına bile bakmadan kaçtılar.
Kargılı:
-"Bu neydi şimdi?"
-"Hiç hayra alamet bir şey değildi."

Olduğumuz yerden ayağa kalktık. Kargılı yürümekte zorlanıyordu. O hâliyle bile haydutların peşine düşmek istiyordu.
-"Peşlerinden gidelim. Ben bunun altında kalmam."
-"Saçmalamayı kes! Öbür ayağını da ben keserim. Bunlar bir yerlerden emir almışlar ama kimden?"
Biraz düşündükten sonra haydutların bizi neden alıkoyduklarını idrak etmiştim.
-"Bunlar bir iş çevirdiler. Belli ki Tulga'ya gecikmemizi istediler, çabuk olmalıyız!"
-"Haydutlar mı?"
-"Yürü dedim!"
Kargılı'ya laf anlatamayacaktım. Bir an önce Kargılı'nın bir kolunu omzuma atıp atına kadar ona eşlik ettim. Atın yanına gelince de güçlükle bindirdim. Ardından kendim atıma atladım. Adamlar atları da geride bıraktıklarına göre ölmemizi istememişlerdi. Mutlaka bir yerlerden emir aldıklarını düşünüyordum ama kimden?

At üstünde Tulga'ya doğru hızlıca yol alırken Kargılı'yı da onu geride bırakmamak adına devamlı gözetliyordum. Brula Noyan ve Kurtbaş'ın durumu da aklımdan çıkmıyordu. Onları da esir almış olabilirlerdi. Fakat benim bunları düşünecek vaktim yoktu. Ne olursa olsun kaderime razı gelecektim. Bir müddet sonra Taşlık vadisine ulaştık. Artık tehlike geçmiş gibiydi. Burada yine biraz soluklandıktan sonra şehre doğru tekrar yola koyulduk.
Akşam olmuştu. Nihayet şehre varmıştık. Şehre yaralı bir vaziyette girdiğimizi gören birkaç nöker yardım için yanımıza koştu. Onlara şunu söyledim:
-"Çabuk Kargılı'yı hekime götürün."
-"Emredersiniz Gaddar Noyan!"
Ben ise neler olup bittiğini öğrenmek için derhal Hancıbey'in hanına doğru hareket ettim. Derken nökerlerden biri hana girmeden önce önümü kesti ve bana şöyle dedi:
"Gaddar Noyan, bugün meczup bir ihtiyar geldi. Bize bu notu size iletmemiz için bıraktı."
Nökerin elinde bir kağıt vardı. Bu kağıtta ne yazıyordu? Bu notu bırakan ihtiyar meczup kimdi?
Tüm bu soruların cevabını kağıdı okuyarak öğrenmiştim. Kağıtta şunlar yazıyordu:


"Sevgili Gaddar Noyan,
Ben ev sahibinim. Aylardır kiranızı ödemediniz. Bu yüzden zor durumdayım. Sizi bu gece evinizde bekliyor olacağım."



Bu kişi yoldaşlarımla Tulga'ya geldiğimde evini kiraladığım ihtiyardı. Söylediklerinde haklıydı. Aylardır hakkı olan parasını ona ödememiştim. Devlet işlerinden dolayı bunu es geçmiştim. İhtiyarın ihtiyacını gidermek ve onu fazla bekletmemek için önce eve doğru yol aldım. Ondan sonra Hancıbey'in yanına uğramaya karar verdim.
Kısa bir süre içinde evin önüne vardım. Görünürde içeride kimse yok gibiydi. Evin camından içeri baktım. Her yer zifiri karanlıktı. İhtiyar uzunca bir süre beni beklemişti belli ki. Gelmeyince de evden ayrılmıştı. Yine de eve girip yoklamak istedim. Kapıyı açıp içeri girdiğimde hakikaten kimsenin olmadığını gördüm. Burada daha fazla beklemenin gereği yoktu. Tam evden dışarı çıkıyordum ki garip bir ses duyuldu. Bu ses evin arka bahçesinden geliyordu. Ağaç sesi olduğunu düşünüp tekrar dışarı çıkmak için hareketlendiğimde daha gürültülü bir ikinci sesi duymuştum.

Sesin ne olduğunu öğrenmek şart olmuştu. Bu öyle ağaç sesine benzer bir şey değildi. Ne olduğunu anlamak için evin arka bahçesine doğru ağır adımlarla yöneldim. Arka bahçeye açılan kapıya geldikten sonra elimle yavaşça kapıyı aralamaya başladım. Kapıyı tamamen açtığımda gördüğüm şey aklımı kaçırmama sebep olacak gibiydi.
Bir ağaç ve bu ağaca iple asılmış bir adam! Bu dehşet verici olaya şahit olduktan sonra aniden kılıcımı kınından çekip bağırdım:
"Çıkın ortaya!"
Amacım bu adamı oraya asanları ortaya çıkarmaktı. Fakat adamlar ortaya çıkmadı. Demek ki işlerini bitirip toz olmuşlardı.
İçeriden bir meşale aldım. Ağaca boynundan asılmış adama yavaş yavaş yaklaşmaya başladım. Bu adam kimdi? Onu kim bizim evin bahçesine asmıştı?
Nihayet meşaleyi adamın yüzüne tuttum. O anda korktuğum başıma gelmişti. Bu ev sahibiydi. Adamcağızın boynuna ip geçirip ağacın dalına asmışlardı.
"İhtiyar..."

Bu olay bardağı taşıran son damla olmuştu. Gün boyu başımıza gelen belaların devam edeceği belliydi. Doğru düşünmüştüm. Bizi haydutlara tutsak ettirip kendileri Tulga'da kuyumuzu kazmıştı. İyi ama bu adamlar kimdi?
Biraz daha meşalenin de yardımıyla ihtiyarın üzerine dikkat kesildim. Az sonra incecik bir iple boynuna bir kağıt asıldığını fark etmemle şaşkınlığa uğramam bir oldu. Bu, bugün aldığım ikinci nottu. İhtiyarın boynundan çıkardığım kağıdı büyük bir heyecanla okumaya başladım. Kağıtta yazılanlar beni bir kez daha şaşkınlığa uğratmıştı:


"Orhun'un intikamını alacağız!"


Bu olamazdı. Orhun'u öldürdüğümü yoldaşlarımdan başka kimse bilmiyordu. Bu notu yazan yoldaşlarım değildi. Zira gün boyu beraberdik. Üstelik onlara güvenim sonsuzdu. Peki onlar olamayacağına göre kimdi?
Biraz sonra aklıma gelen kişinin adını sesli bir şekilde dişlerimi sıkarak haykırdım:
"Hancıbey!"
Bu durumu bizden başka bir de Hancıbey biliyordu. Hancıbey'e olana güvenim bu olaydan sonra bir kez daha sarsılmıştı. Nitekim hain bildiğim Komutan Atalan'ın hain olmadığını yine Hancıbey'den öğrenerek hayal kırıklığına uğramıştım. Bu sefer de Orhun belası karşıma çıkmıştı. Hadi Atalan benim iyiliğim için öldürüldü? Ya Orhun'un intikamını benden kim alacaktı? Üstelik Orhun'u bu bahçede öldürmüştüm. İhtiyarın da bu bahçede öldürülmesi tesadüf müydü?
Bütün bunların cevabını öğrenmek için hızlıca evden ayrıldım. Arka bahçeye kimse giremesin diye de kapının önüne ve arkasına ne varsa yığdım. Şimdi gideceğim yer Hancıbey'in hanıydı. Oraya daha önce planladığım gibi Ululara katılmak için değil, Hancıbey'den hesap sormak için gidecektim.

Gecenin karanlığı ağırlığını gitgide artırıyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Yolda yürürken düşündüğüm tek şey, Hancıbey'i sorguladıktan sonra onu öldürmekti. Bunu yapabilirdim. Gözüm kararmıştı bir kere. Sabrım tükenmişti.
Belli bir süre sonra hana geldim. Hiddetli bir şekilde kapıyı açarak içeri girdim. Hancıbey ortalıkta görünmüyordu. Fakat elemanı onun yerine bakar gibiydi. Sordum:
-"Ustan nerede yiğidim?"
-"Bugün hiç uğramadı Gaddar Noyan efendimiz."
-"Ne demek uğramadı, o burada kalmıyor mu?"
-"Hayır. Evinde kalıyor efendimiz."
Elemanın bu sözünün ardından kendi kendime mırıldandım:
"Hayatın yalan Hancıbey."
-"Bir şey mi dediniz?"
-"Sen bırak şimdi bir şeyi filan. Düş önüme, bana Hancıbey'in evini göster derhal!"
-"İyi ama müşteriler..."
Dışarı çıktım ve ilk gördüğüm nökere şöyle dedim:
-"Asker buraya bak. Biz gelene kadar hana sen bakıyorsun."
-"Emredersiniz Gaddar Noyan!"

Handan ayrıldık. O güne kadar Hancıbey'in handa kaldığını biliyordum. Bana yine yalan söylemişti. Üstelik böyle bir günde ortalıkta gözükmemesi ona olan kuşkularımı daha çok arttırmıştı.
Eleman önde ben arkada Hancıbey'in evinin yolunu tuttuk. Bir müddet yürüdükten sonra evin önüne geldik.
-"Burası mı?"
-"Burası efendimiz."
-"Tamam sen hana dön."
Elemanın gözden kaybolduğundan emin olana kadar evin önünde bekledim. O gidince evin kapısına yaklaştım. Hanenin her yeri dökülüyordu. Tahta kapısının da bazı yerleri delik deşikti. Yine mırıldandım:
"Köpek bağlasan durmaz burda. Ne cins adammışsın sen. Seni tanıdığım güne lanet olsun."
Kapıyı çaldım. Ses soluk çıkmıyordu. Birkaç defa daha kapıyı çaldıktan sonra yine karşılık alamadım. Daha fazla dayanamayıp ayağımla kapıyı kırdım ve bağırdım:
"Çık dışarı köpek!"

Kapıyı kırar kırmaz içeri girdiğimde gördüğüm manzara hayatımı, hayallerimi, umutlarımı... Kısacası her şeyimi mahvetmişti...
 
Uzun bir aradan sonra yine bir geçiş bölümü oldu. Bundan sonraki bölümleri dikkatlice takip etmenizi öneriyorum.

Kapıyı kırıp içeri girdiğimde gördüğüm manzara beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Hancıbey ihtiyara yapıldığı gibi bir urganla asılmıştı. Gördüğüm bu vahşet beni oldukça tedirgin etmiş, daha doğrusu korkutmuştu. Birileri vardı ve bu birileri sırlarımızı biliyordu. Üstelik yakınlarımızı elimizden teker teker alıyordu. Orhun'u benim öldürdüğümü yoldaşlarımdan başka sadece Hancıbey biliyordu. Bu olaydan sonra Hancıbey'e olan öfkem yerini üzüntüye bırakmıştı. Duvardaki meşalelerden birini elime aldım. Kapı kırık olduğu için kapanmıyordu. Etrafıma bakındım. Evin bir köşesindeki yatak dikkatimi çekti. Yatağı tek elimle kapıya kadar sürükleyip açık olan yeri kapattım.
Ardından meşaleyle birlikte Hancıbey'e doğru yaklaştım. Ev sahibini de aynı şekilde öldürmüşlerdi. Bu olayın sorumluları muhakkak ortaya çıkacaktı. Fakat bu şimdi değildi...

Elimdeki meşaleyi Hancıbey'in yüzüne tuttuğumda boynuna asılmış bir not dikkatimi çekti. Yine aynı olayla karşı karşıyaydım. Birileri sanki benimle oyun oynuyordu. Bu, bugün aldığım üçüncü nottu.
Yavaşça notu Hancıbey'in boynundan çıkardım. Notta şöyle yazıyordu:


"Buraya kadar..."


Tam bu esnada kapı vurulmaya başladı. Meşaleyi bir kenara koyup kılıcıma davrandım. Gelenler beni tuzağa çekmiş olabilirdi. Belki de birazdan işimi bitirip beni Hancıbey'in yanına göndereceklerdi.
Derken içimi rahatlatan o sesi duydum:
"Gaddar Noyan ben Kurtbaş. Burada olduğunu öğrendik."
Gelenler bizimkilerdi. Derin bir nefes aldım ve kılıcımı kınına geri soktum. Ardından kapının önüne sürüklediğim yatağı tekrar yerine çektim. Kurtbaş, Kargılı ve Brula Noyan beraber gelmişlerdi. Brula Noyan gördükleri karşısında afalladı ve şöyle dedi:
-"Bu da ne böyle?"
Kargılı:
-"Hancıbey'e bunu kim yaptı Gaddar Noyan?"
-"Öğrenecez."

Kurtbaş ve Kargılı kapıyı yatakla birlikte tekrar kapattılar. Daha sonra Hancıbey'i yere indirmelerini söyledim. Bunu da yaptıktan sonra meseleyi tartışmaya başladık. Kargılı'ya şöyle dedim:
-"Hele bir iyileşeydin. Niye geldin Kargılı?"
-"Ben iyiyim beyim. Seni yalnız bırakamam."
Kurtbaş:
-"Şimdi nolcak Gaddar Noyan?"
-"Bir iz, bir işaret arayacağız."
Brula Noyan tok bir sesle şöyle dedi:
-"Kurtbaş ve Kargılı Hancıbey'i gömsün."
Kargılı:
-"Nereye?"
Kargılı'nın sorusunu ben cevapladım:
-"Bizim evin bahçesine gömün. İhtiyarı da asmışlar beraber gömersiniz."
-"Sen ne dersin Gaddar Noyan?"
-"Uzatma Kargılı! İşinizi yapın."

Kurtbaş ve Kargılı cesetlerle uğraşırken, Brula Noyan ile benim amacım farklı olacaktı. Hancıbey Ulular meclisindendi. Kergit Han'ın mührü kendisindeydi. Ölmeden önce mutlaka bu mührü bir yere saklamış olmalıydı. Biz mührün peşine düşecektik. Bu sırada Kurtbaş ve Kargılı Hancıbey'i kamufle etmek için çaba harcıyordu. Kargılı:
-"Of of! Gecenin bu yarısı cesetlerle uğraşıyoruz. Öldürmesi kolay da gömmesi zor be arkadaş."
Kurtbaş:
-"Söylenme deve! Acele et. Tut şunun ayaklarından."
Kurtbaş ve Kargılı nihayet Hancıbey'i gizleyerek evden çıkardı. Onların gittiğinden emin olunca Brula ile baş başa kaldık. Brula şöyle dedi:
-"Mührü mü arayacağız?"
-"Evet. Bulamazsak Ululara ulaşırız senin de yardımınla."
-"Ulular çoktan uykuya geçmiştir. Meclisin bir üyesi infaz edilmiş, ifşa olma tehlikesine karşı ortadan kaybolmuşlardır."
-"Sen de mi ulaşamazsın?"
-"Onlar bize ne zaman ulaşmak isterse o zaman."

Bu kötü olmuştu. Hancıbey'i öldürenler bizim apaçık düşmanımızdı, bu belliydi. Fakat bunlar kimdi? Bizden ne istiyorlardı? Orhun'u benim öldürdüğümü Hancıbey'den öğrenmiş olmalılardı. Aksi takdirde bunu kimse bilemezdi. Hancıbey'in konuşup konuşmamasından emin olmak için Brula'ya şunu sordum:
-"Hancıbey sırlarımızı söylemiş midir?"
-"Söylediğini sanmam. Ululardan olmak o kadar kolay değil. Hepimiz belli imtihanlardan geçerek bu makama eriştik. Hancıbey de bu imtihanlara tabi olmuş birisi."
Hancıbey ötmediyse kim sırrımızı ifşa etmişti? Yoldaşlarım olmazdı. Zira onlar benim yanımdaydı. Üstelik Brula bile Orhun'dan haberdar değildi. Bütün bu düşünceleri bir kenara bırakarak evvela mührü bulmaya odaklandık.
Brula Noyan:
-"Mühür evde midir dersin?"
-"Evden daha güvenli bir yer olamaz."

Gözlerimi kıstım. Dikkatimi evin içindeki eşyalara verdim. Mühür Hancıbey'in üstünden çıkmamıştı. Fakat evde olduğundan emindim. Aramadığımız yer kalmamıştı. Duvarda asılı çerçeveler, yerdeki kilimler, dolapların içi, evin köşesindeki sandıklar...
Bulamadık. Öyle ki, bitkin düşüp olduğumuz yere çöküverdik. Bu esnada mırıldanmaya başladım:
"Bu ateşin içinden nasıl çıkacağız?"
Brula Noyan da yorgun bir hâlde şöyle dedi:
-"Burada yok gibi. Hancıbey ölmeden önce sana bir şey demiş miydi? Herhangi bir ipucu teşkil edecek en ufak bir şey..."
-"Hancıbey'in bunca zaman bana söyledikleri bile yalanmış. Adının bile Hancıbey olduğundan şüpheliyim."
-"Adı zaten Hancıbey değil ki. Bilmiyor muydun?"
Bu sözleri işittikten sonra Hancıbey'in hayatının yalan olduğuna bir kez daha kanaat getirmiştim.
-"Ya ne?"
-"Ben de birkaç sene evvel öğrendim. Hancıbey takma ismiymiş, asıl ismi Tokhuzbek."
Bunu duyduktan sonra zihnimi kurcalayan onca saçmalık bir araya gelmiş ve sanki bir bütünün parçalarını oluşturmuştu. Ani bir şekilde ayağa kalktım. Aradığım ipucunu bulmuş gibiydim. Brula Noyan merakına yenik düşüp sordu:
-"Bir iz mi buldun?"
-"Galiba. 'Tokhuz', 'dokuz' demek. Bek ne demek?"
-"Çocukken çok duyardım bunu. Büyükannem sandığa 'bek' derdi."
-"Dokuz Sandık!.. Aradığımızı bulduk. Mühür Hancıbey'in adında gizli. Sandıklara tekrar bakalım Brula Noyan."

Evin dört köşesi vardı. Bu dört köşede de dört sandık... Her biri çapraz vaziyetteydi. Az önce baktığımız sandıklar bunlardı. Bir daha baktık fakat yine mührü bulamadık. Hancıbey'in isminden hareketle beynimdeki yapbozu yeniden tamamlamaya çalıştım.
"Tokhuzbek... Dokuz sandık..."
Yapbozu tamamlamıştım. Bu dört sandık evin tam ortasına bakıyordu. Köşeleri de aynı hizada evin orta yerini işaret ediyordu. Brula Noyan ne yaptığımı anlamakta güçlük çekiyordu. Daha fazla dayanamayıp sordu:
-"Benim idrak edemediğim bir şey mi var?"
-"Her bir sandıktan dokuz adım... Varacağımız yer aynı yere çıkarsa işler değişir."

Sandıklardan birinin önünde durdum. Baldırlarımı sandığın köşesine dayadım. Evin ortasına doğru dokuz adım saydım.
"Bir, iki, üç..."
Attığım her adımdan sonra sanki ayağımın altında bir şeyler oluyor, buna kalp atışlarım da eşlik ediyordu. Bunca sene ölümle beraber yaşamış bir adamın mührü ölmeden önce sağda solda bırakması mantıklı gelmiyordu. Nitekim bu düşüncelerimde de haklı çıktım.
Dördüncü sandıktan da dokuz adım sayarak evin tam orta yerine geldim. İşte bu esnada olanlar oldu.

"Yedi, sekiz, dokuz..."

Son adımla birlikte adeta zelzele başladı. Eski püskü ahşapla döşenmiş ev bir anda harabeye dönmeye başlamıştı. Brula Noyan sarsıntının etkisiyle yere düşmüş, ben ise şaşkınlığımla olduğum yerde donakalmıştım. Brula haykırdı:
-"Burdan çıkalım Gaddar Noyan!"
-"Bekle!"
İşte bu sırada duvardaki çerçevelerden biri aşağı düşmüş, hemen sonra da sallantı durmuştu. Çerçevenin aşağı düşmesiyle karşımıza bir kol çıktı. Bu kolun ne olduğunu anlamak için duvara yaklaştım. Elimle kolu tuttum. Oynatmaya çalıştığımda ise kolun aşağı doğru hareket ettiğini hissettim. Brula'yı çağırdım:
"Aradığımızı bulduk Brula Noyan. Gelebilirsin."
Kolu aşağı doğru indirdiğimde ummadığımız bir olayla daha karşılaştık. Evin en sağ köşesindeki sandığın önündeki zemin açılmaya başladı. Belli ki, Hancıbey bu zeminin olduğu yere bir şeyler gizlemişti. Hemen sandığın olduğu yere gittik.
Ne olduğunu anlamak için yere çömeldiğimizde Kergit Han'ın mührünün buraya gizlendiğini gördük. Brula Noyan bunun üzerine şöyle dedi:
-"Devlet yiğit bir evladını kaybetti. Yazık oldu..."
-"Haklısın."

Brula Noyan haklıydı. Hancıbey'in bu kadar akıllı, bu kadar cesur ve bir o kadar da ülkesine sadık olması onun çok büyük bir insan olduğunun kanıtıydı. Brula konuşmaya devam etti:
-"Senin de bu kadar zeki olduğunu bilmiyordum Gaddar Noyan. Adamın isminden bile mührü bulmaya başardın."
-"Senin yardımını da görmezden gelemem. Adının Tokhuzbek olduğunu senden öğrendim."
Mührü saklandığı yerden çıkarıp Brula Noyan'a verdim. Bende durması uygun olmazdı çünkü benim Ulularla bir bağım yoktu. Brula, mührü emanet etmek için en makul kişiydi.
O gece mührü Brula Noyan'a verip Hancıbey'in evinden ayrıldım. Artık Hancıbey, daha doğrusu Tokhuzbek yoktu. Bundan sonra neler olacağını ise yalnızca ben biliyordum. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı...

Eleştirilerinizi ve tavsiyelerinizi bekliyorum. :smile:
 
Nerede kaldı bu yeni bölüm diye kaç gündür söyleniyordum, geldiği iyi oldu. Fakat halen heyecanı yakalayamadım.
Neyse zaten geçiş bölümüymüş.

Yeni bölümü bekliyoruz
 
Teşekkürler.

Eleştirin arkadaşlar. Kırılır, yazmayı bırakır diye çekinmeyin. :smile:

Bu hikâyeyi kazasız belasız bitirdikten sonra başka projelerim de var. Tarihi kurgu yazmak istiyorum fakat uzun bir ara vereceğim foruma. Beni burada tutan tek etken bu hikâye bu kadar ilgi görmesini tahmin etmiyordum yazmaya başlarken. Fikirlerinize de ihtiyacım var.
 
Yorucu bir gecenin ardından sarayda benim için ayrılmış odaya kendimi zor atmıştım. Bundan sonra yapacağım ilk şey, sakin olup sadece dinlenmeye odaklanmaktı. Bariyye'de sırtıma attığım heybe ile başlayan kar tanesi küçüklüğündeki bu macera, yol boyunca yuvarlanarak büyümüş, Tulga'ya geldiğimden itibaren ise adeta bir çığ olmuştu.
Evet, kazanan her zaman kaderiyle aynı doğrultuda olduğu için kazanmıştı. Kaybeden ise kaderiyle barışık olmadığı için kaybetmişti. Benimki de bundan farksızdı. Kergit Hanlığı Sancar ile son demlerini yaşıyordu. Bunun farkında olup uyananlar yanımda saf tutmaya başlamış, uyanamayıp sadece kendi canını ve cebini düşünenler ise Sancar ile beraber olmuşlardı.

Bu kabul edilebilir bir durum değildi. Bunca vakittir yaşadığım olayların ardından gizliden gizliye ortaya çıkmış düşmanlarım, fikirlerimin değişmesine sebep olmuştu. Artık siyaset bitmişti. Artık hoşgörü toprağa gömdüğüm haydutlardan farksızdı. Bundan sonra iktidara güç yoluyla erişmek istemeye başladım. Sana karşı geleni öldürerek, tahtın sahibi olana kadar en ufak bir yanlış yapanın üstünü çizerek...
Nitekim bu tavrım, çok kan akmasına sebep olacaktı. Sancar'ın tahtı kan dökerek, aman dileyeni kılıçtan geçirerek ele geçirmesine karşı olan ben, istemeden de olsa bu hareketin en başat aktörü olmaya rıza göstermeye başlamıştım.

Sabah olmuştu. Yattığım yatak beni gece boyu rahatsız etmiş, planladığım gibi doğru düzgün dinlenmeme fırsat vermemişti.
Doğruldum. Boynumun tutulduğunu hissettim. Yatağın içinde sağa sola dönerek kendime gelmeyi amaçlıyordum. Biraz sonra kendimi az da olsa dinç hissedip ayağa kalktım. Üstümü giyindim. Kılıcımı kuşandım, saçlarımı bağladım. Bugün dünden de, önceki günden de farklı olacaktı. Aklımdakileri yoldaşlarıma anlatmak için sabırsızlanıyor, daha doğrusu söylediklerimden sonra alacağım tepkileri merak ediyordum. Çünkü fikirlerim herkesin kaldırabileceği türden değildi. Nitekim bu yolda masumların da kanı akacaktı.
Biraz sonra odadan ayrıldım. İlk işim Brula Noyan ve diğerleriyle görüşmemiz olacaktı. Bir önceki gece, Brula ile ayrılmadan evvel ertesi gün Hancıbey'in hanında buluşmamız gerektiğini söylemiştim. İlk işimiz cinayetlerin sırrını çözmek olacaktı. Bu esnada da ilk defa bir masumun kanı akacaktı...

Hana ulaştım. Gelen giden yoktu. Kurtbaş ve Kargılı'ya dikkat çekmemek için benden biraz sonra hana gelmelerini emrettim. Zira düşmanlarımız her şeyimizi biliyordu. Saklayacak sırrımız kalmamıştı. Orhun'u öldürdüğümüzü bilenler tahtta gözümüz olduğunu da muhakkak öğrenmişlerdi.
Az sonra Brula Noyan ve yoldaşlarım hana geldi. Hancıbey'in elemanı hanın tezgahında mahzun bir şekilde bekliyordu. Ustasını kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşıyor, bundan sonra ne olacağını merak ediyordu.
Yoldaşlarımla mahzene girdik. Gündüz handa fazla müşteri olmayacağını fırsat bilerek elemanı da yanımıza çağırdık. Hancıbey'i kimin öldürdüğünü bulmaktan ziyade, düşmanlarımızın Orhun olayını nasıl öğrendiğini bulmalıydık. Aradığımız cevap ise birazdan ortaya çıkacaktı.

Mahzende beş kişiydik. Mahzende bulunan herkesin yüzüne sırayla baktım. Ardından sözlerime şöyle başladım:
-"Beylerim, büyük bir düşmanla karşı karşıyayız. Hancıbey'i öldürenler de bu düşmanlar. Sırrımızı ben, Kurtbaş, Kargılı ve Hancıbey biliyordu. Brula Noyan ise olaydan sonra öğrendi. Ben derim ki, Hancıbey sırrımızı açık etti."
Brula Noyan:
-"Ben hâlâ öyle düşünmüyorum. Hancıbey ağzı sıkı biridir. Konuşmadığı için de öldürmeyi seçtiler."
Elemanın ağzını yokladım.
-"Senin adın nedir aslanım?"
-"Kun... Kuntar efendimiz."
-"Anlat bakalım Kuntar, Hancıbey'le en son ne zaman görüştün?"
-"Dünden evvel. Şey... ben sadece..."

Kuntar'da bir şeyler vardı. Hâl ve hareketleri kendisinin bir şeyleri bildiğini açık ediyordu.
-"Geveleme! Hancıbey'le ne konuştunuz?"
Eleman bu sert çıkışımdan sonra korkarak her şeyi anlattı...
-"Efendimiz ben... Şöyle söyleyeyim. Hancıbey her zaman, gece olduğunda biraz dinlenmek için evine gider, ardından da geri gelirdi. Dün gece yine biraz uyumak için eve gitti. Hanı bana emanet etti. Fakat bu sefer erken dönmedi. Ben bir yandan müşterilerle ilgilenirken, diğer yandan da ustamı merak ediyordum. Ustamı beklediğim sırada..."
Kuntar bir anda durakladı.
Brula Noyan:
-"Ustanı beklediğin sırada ne?"
-"Ustamı beklediğim sırada içeri birkaç tane üstü başı yırtık adam girdi. Adamların suratı çok korkunçtu. Beni mahzene çektiler. Tehdit ettiler. Hancıbey ile alakalı ne biliyorsam söylememi aksi takdirde hasta yatağında yatan annemi öldüreceklerini söylediler. Çok korktum beni affedin."

Duyduklarımıza inanamadık. Yoksa Kuntar da mı Orhun'u öğrenmişti? Hayır bu olamazdı. Hancıbey'in bunu bir çocuğa söylemesi mümkün değildi. Kuntar'ın ağzından her şeyi duymak istiyordum. Kargılı'ya işaret ettim. O da belindeki hançeri çekip çocuğun boynuna dayadı ve şöyle dedi:
-"Her şeyi anlat, keserim!"
-"Tam... Tamam anlatıcam. Nolur yapmayın. Ben Orhun nökerin öldürüldüğünü biliyordum. Siz mahzende olayı konuşurken gizlice sizi dinledim. Adamlara bunu ben söyledim."
Mesele anlaşılmıştı. Hesap edemediğimiz olay olmuş, bir çocuk neredeyse bütün planlarımızı alt üst etmişti. Eleman korkmuştu. Fakat benim korkaklığa hiç tahammülüm yoktu. Kargılı'ya da korkaklığın cezasını kesmesini söyledim:
-"Kes şunun boğazını."
-"Anlamadım Gaddar No..."
-"Kes dedim aptal! Emirlerimi ikiletecek misin?"
Kargılı Kuntar'ın boğazını kesmişti. Kuntar bir çuval inciri farkında olmadan berbat etmiş, bu kutlu davamıza zarar vermişti. Kuntar öldükten sonra Kargılı ve Kurtbaş'ın üzüntüsü, Brula'nın da tepkisizliği dikkatimi çekmişti.

Kargılı elemanın cesedini mahzenin köşesine sürükledi. Cesedi sürüklerken de şöyle mırıldandı:
"İki gündür o ceset senin bu ceset benim. Öldürmesi kolay da uğraşması zor..."
Kurtbaş:
"Dünden beri aynı şeyi sayıklama Kargılı! Yapamıyorsan çekil git."
Çocuğun annesinin hasta olduğunu öğrenmiştik. Kurtbaş'a gerekenin yapılmasını, annesinin ihtiyacının giderilmesini söyledim.
Brula Noyan, sakallarını sıvazlayarak şöyle dedi:
-"Neden öldürdük?"
-"Arkada şahit kalamazdı. Zaten size söyleyeceklerim de bununla ilgiliydi denk gelmiş oldu."
-"Bize söylemek istediğin nedir?"
-"Şartlar değişti. Siyaset bitti, savaş başladı. Bugün cephemizden bir kişiyi evinde astılar, yarın ne olur kimse bilemez. Ben derim ki, başta Komutan Beyrek olmak üzere bütün Noyanları kendi safımıza çekmeye uğraşalım. Biat edenler bizimle olur ki zaten Tonju ve Urubay Noyan bizimle birlikte."
Kargılı:
-"Nasıl? Tonju ve Urubay ne zaman bize itaat etti?"
Kurtbaş gülerek şunu dedi:
-"Devlet meselelerini sen anlamazsın."
Kurtbaş'ın bu sakin tavrı beni oldukça kuşkulandırmıştı. Kurtbaş'tan daha önce de şüphelenmiştim. Fakat o şüphelerimi boşa çıkarmıştı. Bu sefer Tonju ve Urubay'ın bize katıldığını öğrenince verdiği rahat tepki kendisine olan güvenimi zedelemişti. Bir an Kurtbaş'ın düşmanlarla iş birliği içinde olduğunu bile düşünmüştüm. Bunun da kokusu bir gün ortaya çıkardı.

Kargılı:
-"Hele hele dünden olmaya bak sen. Sen ne anlarsın asıl? İşin gücün elinle bıyığını sıvazlamak, yoldan geçen hatunların kıç..."
Brula Noyan öksürerek:
-"Meselenin mahiyetini iyice anlatmanı bekliyorum Gaddar Noyan. Benim itaatim sanadır."
-"İlk işimiz Komutan Beyrek'tir. Onunla görüşeceğim. Ona benimle olmasını güzellikle söyleyeceğim. Aksi bir durum olursa bedelini öder."
-"Bu çok riskli. Sonunda ölüm olabilir."
-"Ölüm veya yaşam... İpliğimiz pazara çıktı. Yakın bir zamanda Sancar gürültü patırtıyı öğrenip tepemize binecektir Brula Noyan."
-"Komutanı nereye çağıracağız peki?"
Bir müddet düşündüm. Ardından kararımı verdim:
-"Kurtbaş mekan ayarla, göçebeyiz."
Böyle dememin bir sebebi vardı. Komutan Beyrek'i yanımıza çekebilirsek Kurtbaş'ın bulduğu mekanda diğer Noyanları da ağırlayacaktık. Yanımıza çekemezsek Komutan Beyrek'i öldürüp, mekan değiştirecektik. Bunu yapmaktaki amacım ortalığı karıştırmaktı. Cesedi mekanda bırakıp başka yere gidecek ve böylece arkamızda iz bırakmayacaktık. Deyim yerindeyse oradan oraya göçecektik. Bunu düşünürken bir şeyi daha atlamadım.
-"Kurtbaş! Mekanı bizzat sen değil, bir başkası ayarlasın. Beyrek itaat ederse mekanı ayarlayan kişiye dokunma, etmezse öldür! Arkada şahit bırakmak istemiyorum."
-"Emredersin Gaddar Noyan."

Handan ayrıldık. Gece olduğu zaman Kargılı'nın hana geri dönüp elemanı bir yere gizlice gömmesini söyledim. Ardından Beyrek'i bulmak için saraya gittim. Acele etmeliydik zira Sancar kendisine karşı olduğumuzu öğrenmek üzereydi. Belki de öğrenmişti. İşte sorun da burada başlıyordu. Sancar bizim kim olduğumuzu ve amacımızın ne olduğunu öğrendiğinde başımıza gelecek felaketlerin endişesiyle yaşamaya devam ediyorduk. Ancak iyimser olmalıydık. İyimser olmalıydık ki, tahta giden bu yolda dik durabilelim, adımlarımızı yere sağlam basabilelim.
Saraya geri döndüğümde ilk işim nökerlerden birine Beyrek'i sormak oldu. Fakat herhangi bir yanıt alamamıştım. Derken Sancar'ın oğlu Altar'ın yanıma geldiğini fark ettim. Altar:
-"Gaddar Noyan birini mi arıyordunuz?"
-"Evet Altar. Komutan Beyrek'i arıyorum."
-"Az evvel kışladaydı."
Beyrek'in yerini öğrenmiştim. Kışlaya doğru hareket ettim. Belli ki Beyrek burada askerleri talim ediyordu. Biraz sonra kışlaya vardım. Nökerler meydanda talim ediyor, Komutan Beyrek ise yukarıdan onları seyrediyordu. Beyrek'in arkası dönüktü. İki elini bağdaş yapmış bir şekilde göğsünde tutuyordu. Yanına yaklaşmaya başladım. Temennim Beyrek'in bana itaat etmesiydi. Zira böyle zeki ve kendinden emin komutanlarla hanlığı yönetmek bana çok şey kazandırırdı.

Ben de ellerimi arkaya bağlayarak iyice yanına sokuldum. Bu sırada beni şaşkınlığa uğratacak o söz Beyrek'in dudaklarından döküldü:
-"Buyrun Gaddar Noyan, sizi dinliyorum."
Şaşırmıştım. Çünkü Beyrek'in arkası bana dönüktü. Beni görmediği hâlde nasıl tanımıştı? Sorumun cevabını yine kendisinden öğrendim.
-"Nerden anladın benim olduğumu?"
-"Ağır ağır yürürken hafifçe burnunu çeken başka tanıdığım yok Gaddar Noyan."
Beyrek'in bu dikkati beni çok etkilemişti. Aslında yapılacak belliydi. Noyanların içindeki en ahmak olanla işe başlayacaktım. Belli bir güce eriştikten sonra Beyrek gibi ağır adamlara sıra gelecekti. Yanlış bir seçim yaptığımı o anda anlamıştım. Bu yanlış seçimin bedelini de yakın bir zamanda ödeyecek gibiydim.

Komutan Beyrek'e şunları söyledim:
-"Durumlar kötü. Svadyalılar ordumuza ağır bir darbe vurdu. Sen de bilirsin ki, bu daha başlangıç ve devamı mutlaka gelecek."
-"Yani?"
-"Yanisi şu, seni akşam daha sonra sana adamlarım aracılığıyla bildireceğim yere bekliyorum."
-"Neden?"
-"Burada konuşulamayacak kadar mühim bir mesele. Devletin bekası söz konusu. Bunu ancak sen çözebilirsin, orduyu en iyi sen tanıyorsun."
Komutan Beyrek bu sözlerimin ardından nökerlerin üzerine verdiği dikkati bana vermiş, yüzünü bana dönmüştü. Ardından şöyle dedi:
-"Sana itimadım tamdır Gaddar Noyan. Senin Melihan'da yaptığın cengaverliği unutamam. Bu kadar önemli bir meseleyi de muhakkak dinlemek isterim. Adamını bekliyor olacağım."
Beyrek attığım yemi yutmuştu. Kendisine teşekkür edip oradan ayrıldım. Ayrılmadan evvel bu konunun sadece aramızda kalmasını ve bu konudan kimseye bahsetmemesini istedim. Aksi takdirde Beyrek eğer ölürse, benimle buluşacağını bilen birisi olayın faili olduğumu anlamakta zorlanmayacaktı.

Kışladan ayrılıp Kurtbaş'tan haber beklemeye koyuldum. Vakit hızla geçiyor, her geçen zaman dilimi beni heyecanlandırıyordu. Akşam üzeri olduğunda Kurtbaş'tan beklediğim haber nihayet gelmişti. Kurtbaş yanımıza geldiğinde biz Brula ile birlikte şehir meydanında halkın derdini dinliyor, esnafın yüzünü güldürmeye çalışıyorduk. Bunu yapmaktaki maksadımız halkın gözünde hoş görünüp kendilerini ihmal eden Sancar'a karşı beni desteklemelerini sağlamaktı. Belki hanlık içinde siyaset bitmişti ama insanlar arasında siyaset bitemezdi, bitmemeliydi.
Kurtbaş yanımıza geldi ve şunu dedi:
-"Mekan hazır Gaddar Noyan."
-"Çok güzel. Beyrek'e bizzat mekanı haber ver. Akşam onu orada bekliyor olacağım."
-"Emrin olur."
Kurtbaş Beyrek'in yanına gidip buluşma yerini haber vermişti. O bu işi yaparken ben ise akıllılık edip Brula Noyan'a şunları söyledim:
-"Brula Noyan derhal atına atlayıp kendi kalene gitmeni ve teyakkuzda olmanı istiyorum."
-"Yanında olmak isterim."
-"Dediğimi yap, Beyrek sandığımızdan daha zeki. Eğer bana bir şey olursa gerekeni yaparsın."
Brula'nın neden Tulga'dan ayrılmasını istediğimi yalnızca ben biliyordum. Sadece bu isteğimin bile neden bu kadar önemli olduğunu zaman bize gösterecekti.

Akşam oldu. Hava bir yandan gitgide kararıyor, diğer yandan da hafifçe yağmur çiseliyordu. Şimdi tam vakti olduğunu düşünüp Kargılı'ya kilitlediğimiz hana geri gitmesini ve Kuntar'ı müsait bir yere gömmesini söyledim. O yanımızdan ayrıldıktan sonra Kurtbaş ile baş başa kalmıştık. Kurtbaş buluşma için ayarladığı yere kadar bana eşlik etti.
Bir müddet sonra mekana geldik. Buranın samanlık olduğunu görünce Kurtbaş'a dönüp şöyle dedim:
-"Burası güvenli mi dersin?"
-"Güvenlidir Gaddar Noyan. İçeriyi elimden geldiğince düzenledim. Oturma yerleriniz bile hazır."
Kurtbaş'tan şüpheleniyordum. Arada bir kendisini süzüyor, hareketlerine dikkat ediyordum. Şüphelenmeliydim, hem de herkesten. Çünkü yaptığımız iş hafife alınacak gibi değildi. Bu yolda nice dost sandıklarımız hain, nice hain sandıklarımız hakiki dost çıkabilirdi.
Yine de Kurtbaş'a güvenmekten başka çarem olmadığını düşünüp peşinden gitmeye devam ettim.
Kurtbaş samanlığın kapısını açtı. Dediği gibi ortamı olabildiğince ayarlamıştı. Elindeki meşaleleri de samanlığın müsait olan köşelerine asmıştı. Bu andan itibaren Kurtbaş'a günün en önemli vazifesini vermiştim. Ona şunları söyledim:
"Eline bir urgan al ve bir yere saklan. Beyrek biat etmediğinde gerekeni yapacaksın."
Kurtbaş kafasını sallayarak emrimi onayladı. Daha sonra söylediğim gibi sağlam bir ip buldu ve samanlığın bir köşesine saklandı.

Gece oluyordu. Komutan Beyrek henüz gelmemişti. O gelmedikçe sabrım zorlanıyor, boğazım düğümlenir gibi oluyordu. Kendisine kurduğum bu tezgahı anlayacağını düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyordum. Daha fazla dayanamayıp samanlıktan dışarı çıktım. Tam bu sırada Beyrek'in kendine has yürüyüşüyle ağır ve temkinli bir şekilde samanlığa doğru yaklaştığını gördüm. Beyrek bir yandan bana doğru yaklaşıyor, öbür yandan da takip edilip edilmediğini yoklamak için arkasını dönüyordu. Anlamıştım ki, Beyrek sözüme itimat etmişti.
Biraz sonra yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Kutlu geceler Gaddar Noyan!"
-"Sana da Komutan Beyrek. Buyur içeri geçelim."
Beyrek ile içeri geçtik. Kendisine el işaretimle oturacağı yeri gösterdim. Oturacağı yer önemliydi çünkü Kurtbaş olumsuz bir durum olduğunda gerekeni yapabilmeliydi. Bu yüzden Kurtbaş'ın saklandığı yerin tam önünü işaret ettim. Beyrek gösterdiğim yere oturduktan sonra konuşmaya başladı:
-"Bana söyleyeceklerin nedir? Dinliyorum."
-"Komutan Beyrek, sana açık yüreklilikle şunları söylemek isterim. Senden isteğim, söyleyeceklerim bitene kadar sözümü kesmemendir."
-"Dikkatle dinliyorum."
-"Ben ki, kutlu atamız Kergit Han'ın soyundan olma Hırçın Noyan oğlu Gaddar Noyan..."
O andan itibaren kim olduğumu, amacımı, planlarımı kısacası hayatıma dair her şeyimi anlatmıştım. Beyrek söylediklerimi pür dikkat dinlerken gözleri de duyduklarının etkisiyle fal taşı gibi açılıyordu. Nihayet konuşmam bitmişti. Bundan sonra Beyrek'in vereceği karşılığı merak etmeye başlamıştım.
Derken Beyrek ayağa kalktı. Ardından kendi sonunu getirecek o sözleri söylemeye başladı:
"Hadsiz köpek! Ben devlet meselesi diye buraya geliyorum. Sen bana Sancar Han'ımıza ve hanlığımıza yaptığın ihaneti anlatıyorsun. Bir de bunu marifetmiş gibi yapıyorsun. Sana güvenmekle hata etmişim. Bunun bedelini ağır ödeyeceksin!"

Beyrek'in dedikleri beni incitmiş, töreye aykırı davranan Sancar'ı savunması da zoruma gitmişti. Maalesef devlet bir yiğit evladını kaybedecekti. Bu olaydan sonra göz işaretimle Kurtbaş'a gerekeni yapmasını emrettim. O da yerinden fırlayarak elindeki urganı Beyrek'in boğazına doladı ve onu boğmaya başladı.
Kurtbaş ipi öyle sert sıkıyordu ki, adeta Beyrek'in boynu kopacak gibiydi. O zorladıkça Beyrek'in yüzü mosmor oluyor, can havliyle bağırmaya çalışması da boğazından garip garip sesler çıkmasına neden oluyordu. Beyrek'in kılıçla öldürülmesini istememiştim. Çünkü töre bunu emrediyordu. İhanet dahi etse herhangi bir devlet adamını kanla öldürmek töreye aykırıydı.
Biraz sonra Beyrek can vermiş, Kurtbaş'ın ise onu öldürene kadar canı çıkmıştı. Plan işe yaramamıştı. Beyrek itaat etmemişti. Kurtbaş'a daha önceden de dediğim gibi mekanı ayarlayan adamı öldürmesini emrettim. Beyrek'in cesedini bulanlar o adama ulaşabilirdi. Bu iş bizim için fazlasıyla sorun teşkil ederdi.

Meşaleleri söndürdük ve Beyrek'in cesedini orada bırakarak samanlıktan ayrıldık. Yolda giderken Kurtbaş'a dönüp şöyle dedim:
-"Hatırlıyor musun Kurtbaş? Haydutları avlamak için dağlardayık ve bir mağarada konaklıyorduk."
-"Hatırlıyorum."
-"Mağaradayken Beyrek yanımıza gelmişti ve Svadyalıların Melihan'a yaklaştığını haber etmişti. O gittikten sonra tahta giden yolun Beyrek'in kellesinden geçeceğini söylemiştim de siz şaşırmıştınız."
-"Evet çok iyi hatırlıyorum. Beyrek'in biat etmeyeceğini doğru tahmin etmişsin Gaddar Noyan."
-"İçimde az da olsa bir umut vardı. Ama Sancar'ın Beyrek'i çocukluktan alıp yetiştirmesi buna mani olacaktı, oldu da. O Sancar'a en çok bağlı olan kişiydi. Şimdi ise kellesi elimde kaldı... Taht bizi bekler Kurtbaş..."
Kurtbaş'la birlikte saraya geri döndüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi bizim için ayrılan odamıza çekildik. Bundan sonra yapacağımız iş sadece beklemek ve diğer Noyanları da aynı şekilde dize getirmek olacaktı.

O gece rahat bir uyku uyudum. Ertesi sabah uyandığımda yapacağım ilk iş hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranıp Sancar Han'ın ne yapacağını görmek olacaktı.
Nihayet ertesi gün olmuştu. Üstümü başımı giyinip dışarı çıktım. Saray ahalisinin durumunu gözlemlemeye başladım. Fakat hiç beklemediğim bir şeyle karşılaştım. Nökerlerde herhangi bir telaş yoktu. Sarayda bulunan birkaç Noyan da olanlardan habersiz davranıyordu. Sarayın dışına çıktım. Dışarıda da aynı durum söz konusuydu. Demek ki Beyrek'in cesedi henüz bulunamamıştı. Daha doğrusu kimsenin Beyrek'in öldüğünden haberi yoktu. Nasılsa akşama doğru ortalık karışacak, Beyrek sağda solda aranacaktı. Ben ise tahta giden bu yolda karşıma çıkacak büyük engellerden birini bertaraf etmenin rahatlığını yaşayacaktım. Derken işler hiç de planladığım gibi gitmedi. Ellerimi arkaya bağlayarak, şehir meydanına doğru ilerlerken gür bir ses duymamla, Kergit Hanlığı'nın nökerlerinin halkın gözü önünde etrafımı kuşatması bir olmuştu:

"Gaddar! Olduğun yerde kal, teslim ol!"
 
Etrafımı çeviren nökerlerden kimisi elindeki kargıyı boynuma dayamış, kimisi okuyla göğsüme nişan almış, kimisi de çelik kılıcın soğuğunu ensemde hissettirmişti. Neler olup bittiğini anlayana kadar, kendimi korku ve endişeyle karışık bir duygunun içinde bulmuştum. Teslim olmamı söyleyen kişinin hiç beklemediğim biri olması, Bariyye çöllerinde başlayan bu sevdanın başarısız bir şekilde nihayete ereceğini haber verir gibiydi... Sancar Han!...

Evet, Sancar şehir meydanına ilerlerken nökerlerine işaret vermiş ve beni esir almıştı. Belli ki, kendisine kurduğum bu kumpasın farkına varmış ve beni etkisiz hâle getirmek için harekete geçmişti.
İhtiyar ev sahibinin infazı, Hancıbey'in öldürülmesi, Kargılı ile beraber isyancı aşiretler vazifemizi tamamladıktan sonra şehre dönerken haydutlara esir düşmemiz Sancar Han'ın oyunuydu ya da ben öyle zannediyordum.
Öyle zannediyordum çünkü Komutan Beyrek'i öldürdükten sonra ifşa olmam bunu gösterir nitelikteydi. Bütün bunları düşünürken bir süre sonra Sancar sessizliği bozacak o cümleleri söyledi:
-"Hain! Sarayımda çakal beslemişim."
-"Çakalın kendisi muhakkak ortaya çıkacaktır Sancar Han!"
-"Atın bu herifi zindana. Onunla yarın hesaplaşacağım."

Nökerler Sancar'ın emrine uyup beni ayaklarımdan ve kollarımdan zincirlemişlerdi. Tulga meydanında, halkın gözü önünde böyle aşağılanmış olmak kanıma dokunuyordu. Seneler boyu hain olarak anılacak olmanın verdiği hüzün ise tarif edilemez bir acıydı.
Artık yolun sonu gelmiş, töreyi bozan Sancar'ı devirememiştim. Ertesi gün idam edilecek olmanın verdiği keder, adeta Kalradya'yı başıma yıkmıştı. Yoldaşlarımla kurduğum hayaller kül olmuş, kahraman olarak Kergit tarihine yazılmak yerine hain olarak anılacak olmak, kutlu bozkır dağlarında çakallara aş olmaktan farksız olmuştu.
Derken, saray zindanına götürülürken bir olaya şahit oldum. Halkın bana olan nefret dolu bakışlarını görmek istemiş olmam, Kargılı'nın kimseye fark ettirmeden gizlice Tulga'dan ayrıldığını görmeme sebep olmuştu. Kargılı'nın bu hareketi beni heyecanlandırmış, Brula Noyan'ın Distar Kalesi'ne gitmesini istemiş olmanın ne kadar doğru bir karar olduğunu bana göstermişti. Zira Kargılı'nın gideceği tek yer Distar Kalesi'ydi. Öte yandan Kurtbaş ise ortalarda görünmüyordu. Sancar saraya girerken Kurtbaş ve Kargılı'nın da zapt edilmesini emretmişti. Bundan sonraki tek dileğim ikisinin de yakalanmamasıydı.

Artık zindandaydım. Sancar gibi basiretsiz birine av olmak beni ziyadesiyle üzüyordu. Onun bu kadar entrikaya tahammül edebilecek bir siyasetinin olmadığını düşünüyordum fakat yanılmıştım. O andan itibaren Sancar'ın zekasının benden daha iyi olduğuna kanaat getirmeye başlamıştım ta ki o isim zindana beni ziyarete gelene kadar...
Zindanda yalnız ve çilekeş bir vaziyette iken koridordaki ayak seslerini duymamla irkilmem bir oldu. Gelen kişinin kim olduğu umrumda değildi. Mağlup olduktan sonra ayaklarıma gelen kişinin ne önemi vardı?
Tüm bu düşünceler etrafında gözümün önünde beliren o iğrenç suratın Melihan savaşından beri düşmanlık beslediğim Ulusamai Noyan'a ait olması, beni bir kez daha şaşırtmıştı. Bir müddet bakıştıktan sonra Ulusamai konuşmaya başladı:
"Vah, vah, vah... Vah ki vah! Gaddar Noyan olmuş Hain Noyan!"
Ulusamai'nin bu şekilde konuşması beni çileden çıkardı. Fakat ben susup önüme dönmeyi tercih ettim. Ardından Ulusamai beni dumura uğratacak o sözleri söyledi:
-"Sarranid Sultanlığı'ndan kalkıp Sultan Hakim'in casusu olarak buraya geldin. Amacın Kergit Hanlığı'na diz çöktürüp, Sarranidlerin istilasına meydan vermekti. İlk başta senin nökerin olan Orhun, böyle bir ihanetin içinde olduğunu işitince sana karşı durdu. Sen de onu öldürüp arka bahçeye gömdün. Sırrını bilen yalnızca üç kişiydi. Bu üç kişi içinde sana en çok yardımı dokunan bir başka casus olan Hancıbey, benim tarafımdan idam edildi."
Demek en başından beri bize tuzak kuran Ulusamai idi. Demek sırrımızı öğrenip bizi Sancar'a gammazlayan da kendisi idi. Daha fazla dayanamayarak cevap verdim:
-"Hancıbey bu devletin adamıydı. O Kergit Han'ın soyundan gelmeyen Sancar'a düşmandı. Ama siz töre yerine gücü seçtiniz."
-"Tabi, tabi. Töreyi bozan sizdiniz. Sancar Han'ımıza karşı geldiniz. Bedelini de ağır ödeyeceksiniz."

Ulusamai bu sözünün ardından arkasını döndü ve gitti. Bunca tezgahı Sancar'ın yapamayacağı aşikardı. Bir süre Sancar'ın benden daha siyasi birisi olduğunu düşündükten sonra Ulusamai, bu düşüncelerime söyledikleriyle son vermişti. O gün siyasi olacak kişinin yalnızca hükümdar değil, onun yanındakilerin de olması gerektiğine kanaat getirmiştim. Nitekim devleti büyüten siyasette rakip tanımayan hükümdarlar olabilirdi. Büyük devletler ise hükümdardan başka büyük düşünen devlet adamlarıyla daha fazla büyüyebilirdi. Bu zindandan bir çıkış yolu bulduğum takdirde yapacağım ilk iş devlet adamlarının ayırt edilmesi olmalıydı. Asugan gibi "sancısız başım kıçımı kaşıyayım" kafasındaki devlet adamlarının derhal öldürülmesi gerekmekteydi. Bunu bu ülkede yapabilecek tek otoriter kişi de bendim.

Zaman kırlarda delişmen olan taylar misali akıp gidiyordu. Ellerim ve ayaklarım duvara zincirli, başım ise biraz ağrılıydı. Ertesi güne kadar tek umudum Kargılı'ydı. Artık ok yaydan çıkmıştı. Buradan kurtulsam bile ya başka bir krallığa sürülüp bundan sonraki yaşamıma herhangi bir demirci esnafı olarak devam edecektim ki bildiğim tek meslek buydu, ya da daha da güçlenip tahta giden bütün yolları denemekten kaçınmayacaktım.

Geceyi derin düşüncelerle geçirirken farkında olmadan uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda birkaç kişinin zindana doğru adım attığını işittim. Gelenlerin Sancar ve nökerler olduğunu görmemle infaz vaktimin geldiğini anlamam bir oldu.
Sancar demir parmaklıkların önünde durarak nökerlere kapıyı açmalarını emretti. Nökerler kapıyı açtıktan sonra Sancar tek başına içeri girdi ve şöyle dedi:
-"Yazık evlat, yazık. Sana makam, mevki verdim. Seni kızımı kurtardığın için oğlumla eş değer tuttum. Ama sen haksız bir şekilde baban Hırçın Noyan'ın intikamını almayı seçtin."
-"Ben töreyi uyguladım. Soyunun Kergit Han'a dayanmadığı belli. O taht Kergit'in soyundan gelen birinin hakkıydı."
-"Bu hakkın sahibi sen misin?"
-"Evet."
-"Gözüm görmesin bunu, şehir meydanında öldürün!"
Vakit gelmişti. Uzun bir süre Sancar'ın başına ilmek ilmek ördüğüm bu örümcek ağı, baykuşlar tarafından tahrip edilmiş ve sonum getirilmişti. Nökerlerden ikisi ayaklarımı çözdü. Ardından bu iki nöker koluma girerek beni şehir meydanına doğru götürmek için hareketlendi.
İşte tam bu sırada olmayacak denen şey olmuş, Sancar hayatında ilk defa bu kadar zor bir duruma maruz kalmıştı. Bir ulak gelmişti ve Sancar'a mektup vermişti. Sancar mektubu aldıktan sonra el işaretiyle bizi durdurup, mektubu sesli bir şekilde okumaya başlamıştı.


"Sancar Han!
Ben ki, Kergit Han'ın töresine biat etmiş Brula Noyan'ım. Gaddar Noyan'ı derhal serbest bırakın!
Aksi takdirde Ichamur'a gitmekte olan Ulunike ve Selenge Hatun'u Distar'ın avlusunda infaz eder, ordularımla civar köyleri tarumar ederim bilesin!"


Sancar okuduklarının etkisiyle bir an için sendeleyip yere düşecek gibi oldu. Brula Noyan isyan ateşini nihayet yakmıştı. Kargılı, düşündüğümü yapıp durumu Brula Noyan'a bildirmiş olmalıydı. İşte o anda kendime gelen özgüvenin de tesiriyle Sancar'a ettiğim şu sözler belki de tarih kitaplarına not düşülecekti:

"Sanma kendini kutlu gökte ey töreden ruhsat almamış Han!
Karşına bir kurt çıkar...
Evvela nökerini, sonra Noyanını, ardından da kadınlarını elinden alır ey ahmak Sancar Han!"

Sancar hiçbir söz söylemeden hiddetli bir şekilde zindandan ayrıldı. Zindandan ayrılırken tekrar zincirlenmem gerektiğini de nökerlere söyledi. Mucize olmuş, infaz ertelenmiş, bundan sonra olacaklar zihnimi meşgul etmeye başlamıştı. Artık geri dönüş yoktu. Kergit'e asi durup savaşı başlatacaktık. Bu savaşta kazanan ya ben olacaktım ya da Sancar olacaktı. Bunun neticesini de zaman gösterecekti.

Zindanda bir süre daha akıbetimi bekledikten sonra nökerlerden biri yanıma geldi. Zincirleri tekrar çözüp artık serbest olduğumu bana bildirdi. Bu iş çok kısa bir sürede bitmişti. Bundan sonra herkes susacak, er meydanı konuşacaktı.
Nöker önden giderken ben de arkasından yürüdüm. Bir müddet sonra sarayın dışına çıktık. Saray dışında Sancar Han ve onun birkaç Noyan'ı öfkeli bir şekilde bana bakıyordu. Şehirden sağ salim ayrılmam lazımdı. Çünkü Ulunike ve Selenge'nin canı tehlikedeydi. Tulga'dan ayrılmadan önce aklımda Altar ve Selenge vardı. Altar ve Selenge iyi iki kardeşti. Onlar mizaç olarak babalarına benzemiyorlardı. Fakat alnıma vurulan hain yaftasından onlar da nasibini alacak ve bana kin besleyeceklerdi. Ama bu sonsuz değildi. Başardığım takdirde herkes bir gün gerçekleri öğrenecekti. Gerçekleri sindiremeyen kim varsa kılıcımın tadına bakacak, bana itaat etmeyenler acımasızca katledilecekti. Bu benim hayalimdi, zira ne kadar sert olursam insanların o kadar bana sevgi besleyeceğini düşünmekteydim.

Benim için özel olarak tahsis edilmiş atıma atladım. Ayrılmak üzere hareketlenecektim ki, Sancar son kez şunları söyledi:
-"Bu iş burda bitmez Gaddar! Eğer kız kardeşim ve kızımı bana göndermezseniz leşinizi şahinler bile bulamayacak bilesiniz."
-"Sen ve adamların da şunu bilsin ki, Kergit Han'ın gasp edilmiş töresini ayağa kaldıracağım. Ardından korkaklıkla yönettiğin bu hanlığı Kalradya'ya hakim kılacağım..."
 
Afrandez said:
Wowowow, fazla hızlı oldu bu. Daha doğru düzgün bir hazırlık yok

Yorumun için teşekkürler...

25 bölüm oldu. Bu kadar zaman hikâyeyi takip eden herkese minnettarım. Elimden geldiğince okuru fazla sıkmamaya gayret ediyorum. Bundan sonra da bu şekilde devam edip hikâyeyi nihayete erdirmeyi düşünüyorum.
 
İşte yeni bölüm!
Yorumlarınızı bekliyorum...

Atıma atladım. Varacağım yer belliydi. Distar Kalesi'ne gidip Brula Noyan ile beraber ilan ettiğimiz savaşımız için hazırlanacaktık. Acele etmeliydik çünkü Sancar Han bizi yok etmeye muktedirdi. Evet, o bizden güçlüydü. Nöker sayısı olarak da Noyan adedi olarak da bizden üstündü. Bizim yapmamız gereken ise eksikliklerimizi tamamlayıp Sancar'ın karşısına çıkmaktı.
Peşime on beş nöker takılmıştı. Bu nökerler Ulunike ve Selenge'yi sağ salim teslim alıp Tulga'ya geri döneceklerdi. Ardından isyan ateşi yanmaya başlayacaktı. Çetin bir yola girmiştik. Bu yolun sonunda ya zafer vardı ya da ölüm. Ötesi yoktu. Olsa ne olurdu? Mağlup olduktan sonra yaşamanın ne anlamı vardı? Benim hedefim töreyi ayağa kaldırmak değil miydi? Hiç şüphesiz öyleydi. Bunun için anamdan, babamdan, sevdiklerimden bile vazgeçecek kadar gözümü karartmıştım. En sevdiklerimi bile öldürebilirdim. Zira "hanlık" kutsaldı. Hanlık yaşarsa ulusumuz da yaşardı.

İşte bu düşüncelerle yoluma devam ettim. Bir yandan da sonrasını düşünmek zorundaydım. Eğer başarırsak ne olacaktı? İktidarı ele geçirdiğimde ne yapacaktım? Ani gelişen bu asi tavrımızın neticesi lehimize olduğunda olacakları düşünmek bile istemiyordum. Zira asıl mesele ondan sonra başlayacaktı. Bir ulusun kaderini avuçlarıma alacaktım. Yapacağım en ufak bir yanlış, hanlığın sonunu getirebilirdi.
Şimdi bunları düşünmenin ne yeri ne de sırasıydı. Düşünülmesi gereken mesele, bundan sonra nasıl bir siyaset izleyeceğimizdi. Bunu da Brula ile yapacağım görüşmeyle kararlaştıracaktım.

Akşamüstüne doğru Distar Kalesi'ne yaklaştık. Nökerler benim hain olduğumu sanıyor, yol boyunca öfke dolu bakışlarla benliğimi sorguluyordu. Dinlenmek üzere durduğumuz bir yerde nökerlerden biri beni kastederek şöyle dedi:
-"İçimize sonradan girdi. Hain olduğu belliydi."
Bir başka nöker cevapladı:
-"Boş versene. Nasıl olsa sülük gibi ezilecekler. Kergit Hanlığı bunun gibileri çok gördü."
Cevap vermedim. Verilecek bir cevap olmuş olsaydı bile onu ben değil ancak kılıcım verirdi. Sakinliğimi koruyup yola devam etmemiz gerektiğini, Distar'a çok az bir mesafe kaldığını söyledim. Yeteri kadar dinlendikten ve atlarımızı da dinlendirdikten sonra yolumuza devam ettik.

Biraz sonra Distar Kalesi görünür oldu. Bu kaleyi daha evvel haydutlar için dağ bayır gezerken görmüştüm. Gözüme çarpan önemli bir farklılık vardı. Daha önce gördüğümde kale burçlarında Sancar'ın atlı okçu sancağı varken şimdi bu sancak indirilmişti. Brula Noyan hızlı davranmış, Distar Kalesi'ni isyancı mekânımız hâline getirmişti.
Nihayet kaleye vardık. At üstünde kaleden içeri girdiğimizde Brula'ya bağlı nökerler esas duruşa geçti. Bunun üzerine ben de elimi yumruk yapıp göğsüme götürerek selam verdim. Bir müddet sonra Brula ve Kargılı'nın beraber dışarı çıktığını gördüm. Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Kargılı olanları Brula'ya haber vermişti. Ardından Brula'da hızlı ve akıllıca düşünerek Ichamur yoluna gönderdiği nökerleriyle Selenge ve Ulunike'yi esir almıştı. Brula sağ salim geldiğimi görünce heyecanlı bir şekilde bana sarıldı. Ardından şunu söyledi:
-"Gaddar Noyan tertibimiz işe yaradı demek."
-"Eksik olma Brula Noyan. Sana da minnettarım Kargılı."
-"O nasıl söz Gaddar Bey'im. Yoluna canımı veririm."
Biraz sonra Brula nökerlerden birine işaret etti. Selenge ve Ulunike Sancar'ın nökerlerine teslim edilecekti. Özellikle Selenge'ye görünmemek için kaleye geçmek istedim. Brula ve Kargılı da bana eşlik etti. İçeri girmeden evvel Sancar'ın nökerlerine bir müddet daha beklemelerini, Sancar'a ileteceğim bir şeyin olduğunu söyledim.

Kalenin içine girdik. İçerisi de dışarısı gibi oldukça ihtişamlıydı. Kalenin koridorlarında yürürken duvarlarda asılı olanlar dikkatimi çekmişti. Belirli aralıklarla asılmış yapay kurt başı, birbiriyle çarpık ikişer kılıç, keçi kılı kaplamalı tahta kalkanlar...
Brula Noyan'ın bu kadar zevkli ve görünüşe önem veren biri olduğunu tahmin etmiyordum. Makam odasına girdiğimizde ise gördüklerim beni daha da çok şaşırtmıştı. Odanın dört bir tarafına asılmış üç ok-bir yaylı kızıl sancak...
Bu başından beri davasını ettiğim Kergit Han'ın sancağıydı. Gözlerim buğulandı. Brula'nın töresine bu kadar bağlı olması beni kendisine daha da hayran bırakmıştı. O da benim gibi atamızın yolundaydı. Tahta giden bu yolda onun yaptığı bu hareket beni daha fazla cesaretlendirmişti. Brula Noyan konuştu:
"Bu kutlu yolda ateş, bu odada harlanacak. Siz de Kergit Han'ımızın devletini yeniden ihya edeceksiniz. Ben ki, Kergit Hanlığı'nın Noyan'ı
Brula! Kergitlerin meşru hükümdarı olan Hırçın oğlu Gaddar Han'a biat, onun töresine de itaat ediyorum!"
Brula Noyan bu sözlerinin ardından kılıcını çekti ve iki eliyle kılıcını başına götürerek önümde eğildi. Bu yolda bana hükümdar olarak biat eden ilk kişi Brula Noyan oldu. Muhakkak bunun mükafatını da alacaktı.

Brula Noyan'ın bağlılığını kabul ettikten sonra esas meseleye geldik. Sancar'a vereceğimiz cevap oldukça mühimdi. Biraz sessizlikten sonra söze girdim:
-"Şimdi yapmamız gereken savaşa hazırlanmaktır. Sancar boş durmayacak. İlk işi burayı zapt etmek olacak."
Brula Noyan:
-"Ordu savaştan yeni çıktı. Ağır kayıplar verdik. Acele etmeyecektir."
-"Elimizdeki asker sayısı sınırlı. Sadece civar oymakların askerlerini toplayıp gelse direnemeyiz."
Kargılı:
-"Tehdit edelim. Buraya yürüyecek olursa köyleri yağmalayacağımızı söyleyelim."
-"Köy yağmalarsan, kendi halkına zulmedersen asker sana itaat etmez Kargılı."
Brula Noyan:
-"Tonju ve Urubay Noyan haber beklemekte. İlk malumatımızda onları safımıza katabiliriz."
-"Şimdilik beklesinler. Onlar için ayrı bir planım var."

Brula ve Kargılı'yla istişare ederken aklıma Kurtbaş gelmişti. Kurtbaş Distar'a uğramamıştı. Kargılı'ya sordum:
-"Kurtbaş nerede?"
-"Ben onu en son dün gördüm."
-"Kahretsin! Eğer olanlardan haberi yoksa Tulga'dadır. Ben ona ortalıktan kaybolma demiştim."
-"Kurtbaş'ı onların insafına terk edemeyiz."
-"O bulur bir yolunu... Umarım bulur..."
Kurtbaş'ın yanımızda olmaması kötü olmuştu. Eğer Tulga'da kaldıysa onu öldürebilirlerdi. Diğer taraftan Sancar'a ne diyeceğimizi de kararlaştırmıştık. Kararımızı bildirmek için kalenin avlusuna çıktık. Nökerler, Ulunike ve Selenge ile birlikte avluda bekliyordu. Selenge'ye görünmek istememiştim fakat başka çarem yoktu. Sancar'ın Distar'a saldırmasını önlemek için Selenge'ye bir müddet daha görünmek zorundaydım.

Sancar'ın nökerlerine evvela şunu söyledim:
-"Yiğit nökerler! Sancar'a bağlılığınızı anlıyorum. Fakat şunu bilin ki, ben hain değilim. Ben töreye baş kaldırıp tahta oturan Sancar'a karşı olan birisiyim. Kergit Han'ın soyundanım. Size teklifim şudur ki, bana biat edin. Biat edin ki, ak giren kılıcımız kızıla boyansın."
Nökerlerden biri cevap verdi:
-"Biz hainlerle iş birliği yapmayız. Şimdi bırakın bizi gidelim. Aksi takdirde Sancar Han burayı başınıza yıkar!"
-"Diğer nökerler de böyle mi düşünürler?"
Nökerler hep birlikte onaylarcasına başlarını salladılar. Yapılacak belliydi. Kergit Hanlığı'ndan on dört asker eksilecekti. Emrimi verdim:
-"Nökerler! Bu köpek töresizlere cezalarını kesin!"
Kale avlusundaki nökerler emrimi dinlemiş, bu on beş başıbozuğa hadlerini bildirmek için kılıçlarını çekmişlerdi. Ben de Brula ve Kargılı ile birlikte kale kapısının yanındaki tahta merdivenlerden kalenin burcuna çıktım. Selenge ve Ulunike'nin bana olan nefret dolu bakışları da gözümden kaçmamıştı. Vakti geldiğinde onlar da öğrenecekti.
Biraz sonra nökerlerim, bunların on dördünü kuş avlar gibi avlamış, leşlerini avluya sermişti. Son iti öldürmeden önce nökerleri durdurdum:
-"Durun! Bu herif bizim habercimiz olsun... Sancar'a gidip olanları anlat. Eğer bize saldırmaya kalkarsa kızının ve kız kardeşinin ölüsünü teslim ederim."
Bunun üzerine Selenge bana dönerek şöyle dedi:
-"Alçak! Seni adam sanmıştım. Sana inanmıştım. Sen ise askeri birbirine kırdırdın."
Ellerimi her iki yana açarak yanıtladım:
-"Yine inanırsın güzelim. Yine inanırsınız... Alın bunları içeri. Nezaketle misafir edin."

Geride kalan iti atına bindirip Tulga'ya gönderdik. Ona nöker diyemiyordum çünkü töreye itaat etmemişti. Sancar tarafından aldatıldığı için nökerdi. Ama gerçekleri öğrendikten sonra aynı yolda devam etmesi onun nökerliğini bitirmişti. O artık bir it idi. Şimdi belki de son kez Sancar'a köpekliğini yapacaktı. Zira Ulunike ve Selenge'nin geri gelmediğini gören Sancar, Brula Noyan'dan sonra ikinci hayal kırıklığını yaşayacak ve askerini öldürecekti.
Bu mesele de hâllolduktan sonra bütün nökerlerin avluya toplanmasını istedim. Nökerler avluya toplandığında şunları söyledim:
"Hepiniz şunu bilin! Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı Hırçın oğlu Gaddar Han benim. Bundan sonra kılıçlarımız çelikten bir yastık, atlarımız yoldaş bir sevgili, yurdumuz sancağımızın altında bir döşek olacaktır!"
Bu esnada nökerler kalenin dört bir tarafına üç oklu sancağımızı çektiler. Ardından da bütün nökerler haykırdı:
"Çok yaşa Gaddar Han! Çok yaşa Kergit!"

Gece oldu. Günün yorgunluğunu üzerimden atmak için odama çekildim. Brula Noyan kendi odasını bana tahsis etmişti. Odanın camı kalenin arka cephesine bakıyordu. Gökyüzünde dolunay ve ona eşlik eden yıldızlar vardı. Dağlardan gelen kurt sesleri ise gecenin sessizliğini bozuyor, yakında kopacak olan fırtınanın haberini veriyordu. Artık hükümdardım. Fakat doğru adım atmadığım vakit çakallara yem olacağımın bilincindeydim. Bazen içimde doğan bezmişlik hissi yine ruhumu esir alıyor, kötü ruhlar bütün bu yaptıklarımdan pişman olup Sancar'a teslim olmam gerektiğini bana fısıldıyordu. Ne gerek vardı? Neden isyan etmiştim? Neden Sancar'ın Noyanlığını yapıp Kergit Hanlığı'ına hizmet etmeye devam etmemiştim? Acaba "töre" diyerek kendimi mi kandırıyordum? İçimdeki bu taht aşkı şahsi hırslarımın bir ürünü müydü? Kendimi toparladım. Başından beri ne için emek harcıyordum? Babamın intikamın almak için... Töreyi ayağa kaldırmak için... Kergit'in evlatlarına hak ettiği itibarı sağlamak için...
Evet, çok kan dökülecekti ama Kergit Hanlığı yeniden kurulacaktı. Belki bu uğurda yoldaşlarımı bile öldürecektim ki, töre tekrar dirilsin. Belki sevdiğimi diri diri gömecektim ki, Kergit Kalradya'ya hükmetsin. Fakat bu teselli de fayda etmemişti. Çıldırmak üzereydim. Başımı iki elimin arasına aldım ve mırıldandım:
"Kes şunu... Kes şunu..."
Vicdanım konuşuyordu. Vicdanımın sesini susturmaya çalışıyordum. Ancak bu nafile bir çabaydı. Vicdanım sussa ruhum susmayacaktı. Nereye gidersem gideyim içimdekiler de peşimden geleceklerdi.

Derken kapı çaldı. Kapının çalması beni mutlu etmişti. Çünkü daha fazla yalnız kalmış olsaydım kendimi öldürebilirdim. Yalnızlığın bana göre olmadığını, mutlaka birileriyle iç içe olmanın bana daha iyi geldiğini o anda anladım.
"Gir!"
İçeri giren Kargılı'ydı. Ne olduğunu merak ederek sordum:
-"Noldu?"
-"Gaddar Han'ım az önce bir haber geldi. Ortalık karışmış. Tulbuk Kalesi'nde nökerler birbirine girmiş."
-"Nasıl?"
-"İsyanımızın Tulbuk'a sirayet ettiği söyleniyor. Sancar, Tulbuk'a gereken erzağı sağlayamıyormuş. Nökerlerin bir kısmı bizden cesaret alıp Chaurka Noyan'ı esir almış. Tabi bunlar söylenti. Kesin bir bilgi yok."
Kargılı'nın verdiği malumat beni memnun etmişti. Birileri askeri hareketlendiriyordu. Melihan'daki hezimet ile zaten mevcut olan sabırsızlık, isyanımızla birlikte ayyuka çıkmıştı. Kargılı'ya emrimi verdim:
-"Bilginin doğruluğunu teyit et. Eğer bu olanlar doğruysa tez vakitte Chaurka'ya birini gönder. Ondan bize biat edip birliklerimize katılmasını iste."
-"Bunu yaparsak isyancı nökerlerin bizim adamlarımız olduğu sanılır."
-"Daha iyi ya. Sancar gücümüzü olduğundan daha fazla ensesinde hissetsin."
Şansımız yaver gidiyordu. Yaptığım bu hamleden sonra Sancar, isyanın yayılmasını önlemek için sulh teklif etmek durumunda kalacaktı. Ulunike ve Selenge'nin elimde olması da cabasıydı...
O gece uzun bir aradan sonra derin bir uyku çektim. Ertesi gün bugünden daha yorucu olacak gibi duruyordu.

Sabah oldu. Uyandığımda ilk işim Kargılı'yı bulmak olmuştu. Üstümü giyindim ve odadan dışarı çıktım. Kale avlusuna çıktığımda Kargılı'nın nökerlerle sohbet hâlinde olduğunu gördüm. Ellerimi arkaya bağladıktan sonra Kargılı'yı yanıma çağırdım. Kargılı yanıma geldi:
-"Emredin yüce hükümdarım!"
-"Kurtbaş'tan haber var mı?"
-"Maalesef yok Gaddar Han."
-"Tulbuk'tan haber var mı?"
-"Adamlardan birini dün gece gönderdim. Hâlâ ses soluk yok."
-"Tamam işine bak."
Kargılı ile konuştuktan sonra Ulunike ve Selenge'nin durumunu merak ettim. Tekrar içeri girerek tutsak oldukları odaya doğru yöneldim. Onları zindana attırmamıştım. Attırmak için de bir sebep yoktu. Onlar benim için değerliydi. En azından birisi Kargılı için değerliydi. Belki de hislerim değişir, Kargılı için değerli olan Ulunike benim için değerli olabilirdi, bilemiyordum. Hislerime yenik düşmemeliydim. Hislerime yenik düşersem Kargılı'ya ihanet etmiş olurdum. İhanet etsem ne olurdu? Kargılı buna karşılık bana asi durduğu vakit onun da kellesini almaktan geri durmazdım. Neticede herkes bana mutlaka itaat edecekti.

Bu düşünceleri bir kenara bırakıp odanın bulunduğu koridora girdim. Oda kapısını görmemle şaşkınlığa uğramam bir olmuştu. Kapıda nöbet tutan iki nöker baygın bir şekilde yerde yatıyordu. Bu olacak iş değildi. Odaya doğru koştum. Yerdeki nökerlerin nabızlarına baktım. Neyse ki yaşıyorlardı. Bunları bu hâle kim getirmişti? Odaya girdiğimde bu sorunun cevabını öğrenmeyi umuyordum. Hiddetli bir şekilde kapıyı açıp odaya girdim. İçeri girdiğimde gördüğüm manzarayla olduğum yerde donakalmam bir oldu...
 
Bölümleri biraz geriden takip ediyordum, en sonunda bugün yakaladım :smile: Kurgu ve buna bağlı olarak hikaye gayet iyi ilerliyor. Emeğine sağlık.
 
Homerøs said:
Bölümleri biraz geriden takip ediyordum, en sonunda bugün yakaladım :smile: Kurgu ve buna bağlı olarak hikaye gayet iyi ilerliyor. Emeğine sağlık.

Çok teşekkürler.

1-2 gün içerisinde yeni bölüm gelecek. Çok yoğunum birkaç haftadır uzunca vakit ayıramadım bu süreçte kusura bakmayın. Hikâyeden soğumak yok aynı hevesle devam... :smile:
 
Ulunike ve Selenge'nin odasına girdiğimde onların odada olmadığını görmüştüm. Kapıda nöbet bekleyen nökerler yerde yatıyordu. Peki, hatunlar neredeydi?
Kılıcımı çekip bu sorunun cevabını öğrenmek için Brula Noyan'ı bulmaya gittim. Derken bir ses işittim. Bu ses Brula'ya aitti.
"Yakalayın onları, kaçırmayın!"
Sesin geldiği yöne doğru yöneldim. Kalenin duvarlarındaki meşaleler koridoru aydınlatmaya yetmiyordu. Loş ve dar bir koridorda kılıcımla beraber Brula'nın yanına koştum.
Koridorun sonu ikiye ayrılıyordu. Sağa mı gitmeliydim yoksa sola mı? Bir an afalladım. Yolumu bulmak için bağırmaktan başka çarem yoktu:
"Brula Noyan neredesin?"
Bir müddet sessizlikten sonra Brula, ardında iki nökerle sağ taraftan geldiler. Onları görünce kılıcımı kınına sokup şöyle dedim:
-"Neler oluyor?"
-"Gaddar Han'ım birkaç kendini bilmez Selenge ve Ulunike'yi kaleden kaçırdı. Peşinden adam saldım."
-"Kahretsin! Adamların sağlam değil belli ki. Köstebekler içine sızmış."
-"Onlara bedelini ödeteceğimden şüpheniz olmasın."
-"Nereden kaçırdılar?"
-"Kalenin altında dehliz var, oradan."
-"Sen burda kal emniyeti sağla Brula. Dehliz nereye çıkıyorsa, arka tarafına da nökerleri yolla. Her ihtimale karşı tedbirimiz olsun."

İş başa düşmüştü. Sancar'ın adamları Brula'nın kalesine kadar sızıp Ulunike ve Selenge'yi kaçırmışlardı. Benim yapacağım şey ise peşlerinden gitmekti. Brula'ya kalede kalmasını söyledim. Ardındaki iki nökeri de yanıma alıp dehlize indik.
Brula'nın tarif ettiği yönde ilerledik. Karşımıza çıkan merdivenlerden usulca indik. Aşağı indiğimizde orduya ait zırhların, kalkanların, miğferlerin ve dahi birçok askeri teçhizatın olduğu bir ardiye gördüm.
Vakit kaybetmeden yola devam ettik. Selenge ve Ulunike bizim için iyi bir kozdu. Bu kozu Sancar'a kaptırmaya niyetim yoktu. Onları kaçıranlarla da ayrıca hesaplaşacaktım.
Dehliz dar ve tavanı alçaktı. Eğilerek burayı geçip dışarı çıkmayı umut ettik. Biraz sonra da çıkışa geldik. Burası ucu bucağı olmayan bir ormana çıkıyordu. Sık ağaçlarla kaplı bu ormanın bozkır iklimine uygun olmadığı aşikardı. Zaten Distar Kalesi'nin bulunduğu konum da tam olarak bozkır değildi.
Bu düşünceler içinde ormanın içlerine doğru yürüdük. Casuslar hatunları buradan kaçırmış olmalıydı. Zira başka bir çıkış yoktu. Bir süre patikada ilerledik. Patikanın sonu yamalık bir yola çıkıyordu. Güçlükle burayı da aştıktan sonra ormanın içine iyice girmiştik. Arkamıza baktığımızda kale görünmüyordu. Etraftaki yoğun sis de cabası...

Düzlüğe çıktıktan sonra olduğumuz yerde durduk. Ayak izlerini takip ederek yola devam etmeye çalıştık. Ancak bu mümkün görünmüyordu. Casuslar atlarıyla kaçmış olsalardı izler belirgin olabilirdi. Ama insanların ayak izi çabuk kaybolan cinstendi.
Bu esnada nökerlerden biri dile geldi.
"Ordalar!"
Yoğun sisli bir ortamda kaçan casusları fark etmek zor olmasına rağmen nökerlerden biri uyanık çıkmıştı. Peşlerinden gitmeye başladık. Derken arkalarından giderken karşılaştığımız manzara korkunçtu. Brula Noyan'ın casusların peşine saldığı üç nöker casuslar tarafından öldürülmüştü. Bu acı olaya karşın onları orada bırakmak zorundaydık.
Hızlıca koşmaya devam ettik. Ormanın derinliklerinde bu denli hızlı koşmak bana göre değildi. Öbür taraftan ben bir hükümdardım. Hükümdarlığıma yakışır olmak zorundaydım. Diğer yandan casusları ve hatunları da elden kaçırmış gibiydik.
Nökerlerime işaret edip durmalarını söyledim. Giden gitmişti. Artık koşmanın bir anlamı yoktu. Sancar ilk büyük hamlesini yapmış, kendisine saldırı fırsatını sağlamıştı. Şimdi elimde bir koz yoktu. Sahip olduğumuz orduyu toparlayıp savaşa hazırlanmamız gerekiyordu.

Kaleye geri dönmek için hareketlendiğimizde hiç umulmadık bir şeyle karşılaştık. Ormanın ortasındaydık. Çevremizi kaplayan tepelerden bir uğultu yükseldi. Bu uğultu benim aşina olduğum türdendi.
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Bunlar Kergit nökerleriydi. Yüzlerinde maske, üzerlerinde seyyahları andıran yırtık pırtık kıyafetler olan ne idüğü belirsiz onlarca savaşçı etrafımızı kuşatmaya başlamıştı. Aslında kim oldukları belliydi. Muhtemelen Sancar'ın adamlarıydı.
Yaklaşık on beş nöker etrafımızı çevreledi. Biz ise üç kişiydik. Tuzağa çekilmiştik. Hem de hiç bana yakışmayacak türden bir tuzak...
Nökerlere önderlik eden kişi bir anda ortaya çıktı. Yüzü maskeliydi. Selenge ve Ulunike de arkasında bekliyordu.
Konuşmaya başladım:
-"Kimsin?"
-"Katilin."
-"O kadar emin olma."
-"Kim olduğumu merak mı ediyorsun?"
Cevap vermedim. Bir süre sessizlikten sonra adam maskesini de yavaşça çıkararak kendini tanıttı.
-"Ben, Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı, Sancar Han'dan olma Altar Bey'im!"

Şaşırmıştım. Bu Sancar'ın oğlu Altar'ın ta kendisiydi. Demek casuslar Altar'a çalışıyordu. Demek bizi tuzağa çeken Altar'ın kendisiydi. Altar bu hareketiyle beni oldukça şaşırtmıştı. Altar oldukça toydu. Fakat toyluğunu aşmış görünüyordu. Konuşmaya devam etti:
-"Neden ihanet ettin Gaddar?"
-"Kimseye ihanet ettiğim yok."
Altar başını sallayarak şöyle karşılık verdi:
-"Seni dinleyecek durumda değilim. Askerler, yanındaki nökerleri öldürün. Gaddar'ı da zapt edin. Cezasını Sancar Han kesecek."
Altar beni alt etmişti. Fakat Altar'ın bilmediği bir şey vardı. Brula Noyan'a emrettiğim gibi nökerler her ihtimale karşı ormanın çıkışında olacaklardı. Ben almış olduğum bu tedbirin rahatlığını yaşarken, aptal nökerlerimden birisi konuşarak her şeyi berbat etti:
-"Bizi öldürseniz de buradan sağ çıkamazsınız. Nökerler ormanın çıkışında bekliyor."
Altar:
-"Demek öyle... O zaman beraber ölürüz. Kaybedecek bir şeyim yok."

Altar'ın gözü kararmıştı. Nökerin yaptığı bu hata bizi ölüme götürecekti. Altar'dan evvel ben davranıp, nökerin gırtlağını oracıkta kestim. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Altar'ın gazabına uğrayacaktım. Altar nökerlerine emretti:
"Okçular, nişan al!"
Okçular üzerime nişan aldı. Buraya kadardı. Daha önce Sancar beni bu şekilde esir almıştı. Beni kurtaran Brula Noyan olmuştu. Şimdi ise oğlu tarafından esir alınmıştım. Oysaki çekirge üçüncü sıçrayışında yakayı ele verirdi. Ben ikinci sıçrayışımda yakayı ele vermiştim. Bu Kalradya'nın kanunlarına aykırıydı.
İşte bu esnada olmayacak denen şey olmuş, üçüncü ve son sıçrama şansımı, şahit olduğumuz bu olayla yakalamıştım. Ormanın içinde yankılanan tok bir ses Sancar ile savaşımın seyrini değiştirecek düzeydeydi.
"Okçular... Şimdi!"
Ormanın aşağı taraflarından gelen oklar Altar'ın nökerlerine isabet etmişti. Altar kılıcını çekerek nökerlerine mevzi almalarını emretti.
Ben de fırsattan istifade ederek yerdeki kalkanlardan birini alıp, okun geldiği yöne doğru hareket ettim. Altar bağırdı:
-"Sen de kimsin?"
Karşıdan gelen cevap hem merakımı gidermişti hem de uzun süre haber alamadığım yoldaşımın ortaya çıkmasından dolayı beni oldukça mutlu etmişti.

"Ben, Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı Gaddar Han'ın fedaisi Kurtbaş!"
 
Back
Top Bottom