Herkese merhabalar,
Uzun bir aranın ardından yeni bölümle karşınızdayım. Okuyanlar hikâyenin gidişatını unuttuysa 13. bölümü tekrar okuyarak yeni bölümden devam edebilir...
Uzun bir aranın ardından yeni bölümle karşınızdayım. Okuyanlar hikâyenin gidişatını unuttuysa 13. bölümü tekrar okuyarak yeni bölümden devam edebilir...
Midem bulanmıştı. Bu bulantının sebebi aşikârdı. Nökerlerim birileri tarafından katledilmişti. Kimisi boynundan ağaca asılmış ve boğularak can vermiş, kimisinin boğazı kılıçla kesilmiş, kimisi boynu kırılarak öldürülmüş, kimisi de yediği okla hayatını kaybetmişti.
Olacak iş değildi. Haydutlar buna nasıl cüret edebilirdi? Bunca yiğit asker kıçı kırık üç beş çapulcu tarafından bu şekilde öldürülebilir miydi?
Hayır, işin içinde başka bir iş vardı. Şaşkınlık ve tedirginlik arasında bocalarken Kurtbaş ve Kargılı aklıma gelmişti. Onlar neredeydi?
Gördüğüm kadarıyla cesetlerin arasında yoklardı. Sanırım onlarda haydut avına düşmüştü.
Biraz sonra kulaklarımda çınlayan seslerin Kurtbaş'a ait olduğunu fark ettim. Kurtbaş koşarak yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan neler oldu burada? Ah, hayır olamaz!"
-"Kargılı nerede?"
Nefes nefese kalan Kurtbaş konuşurken zorlanıyordu:
-"Kar... Kargılı nök... nökerlerle ormanın içinde. Ben diğerleriyle gürültüyü duyup geldim."
-"Çabuk geri dönün! Tehlike..."
Tam bu sırada tepemizden yağan okların esiri olduk. Dağın tepesindeki kayalıkların ardından yüzleri maskeli adamlar üzerimize ok yağdırıyordu. Kurtbaş elindeki kalkanı kendisine ve bana siper etti. Bir anda kendimizi mağaranın içine yuvarlanırken bulduk.
Yaşadığımız şey anlam verilemeyecek kadar enteresandı. Bu herifler kimdi? Bize neden saldırıyorlardı? Haydut olmaları mümkün değildi. Zira bu kadar kalabalık bir asker grubuna pusu kurmak onların işi olamazdı. O hâlde...
Nökerlerden biri bu esnada içeri koşarak bağırdı:
-"Svadyalılar!"
Olamaz! duyduklarımız doğruysa savaş başlamıştı. İyi de böyle bir savaş akıl kârı değildi. Bir şeyleri sorgulamak gerekiyordu ve bunu yapacak tek kişi bendim.
-"Ne diyorsun sen asker? Ne Svadyası?"
-"Noyan, bunlar Svadya Delileri. Maskelerinden tanıdım. Ülkeye sızmışlar ah, ah!"
Nöker yaralıydı. Bacağından ok yemişti. Kendisini teselli etmek yine bana düştü.
-"Bir şeyin yok. Sadece bir sıyrık, arkamıza geç!"
Bu heriflerin haydut olmadığı belliydi. Nökerin söylediğine göre Svadyalılardı. Fakat burada ne işleri vardı?
Bu savaş hukukuna aykırıydı. Sızma girişimiyle savaş başlatmak ortalığın toz duman olacağının habercisiydi. Bu sırada Kurtbaş da aklındakileri diline döktü:
-"Haha! Onların delileri varsa bizim de fedailerimiz var. Tabi Sancar tasfiye etmediyse."
-"Fedailer kim Kurtbaş?"
-"Kergit Fedaileri Gaddar Noyan. Bu atamız Kergit Han'ın devleti kurduktan sonra oluşturduğu hususi birlik. Senelerdir bu birlik bir gelenek etrafında varlığını sürdürüyor. Düşman mukavemetini kırmak bu fedailerin işi."
Şimdi bunları konuşmanın sırası değildi. Aklım Kargılı ve diğer askerlerdeydi. Bu deliler onlara bir zarar verebilirdi. Biraz sonra mağaradan kalkanlarla dışarı çıkarak okların gazabından kurtulmak için çaba sarf ettik.
Bizim okçularımız da onların ok atmaktan yorgun düşmelerini fırsat bilip aynı şekilde karşılık verdi.
Az sonra düşman askerlerinin gözden kaybolduğunu fark ettik. Tedbiri elden bırakmayıp Kargılı'nın olduğu ormana doğru hareket ettik.
Ormanın içinde seri bir şekilde hareket ederken bundan sonra olacakları düşünmeye koyuldum. Önce nökerlerden birkaçını destek istemesi için Tulga'ya göndermeye karar verdim. Ardından bunun yanlış bir karar olduğunu, eğer onları tek başına gönderirsem deliler tarafından öldürüleceğini düşündüm.
Yapacak iş belliydi. Evvela Kargılı ve diğerlerini sağ salim bulacak, daha sonra Tulga'ya dönecektik. Bu herkesin emniyeti için en doğru karardı.
Bir müddet sonra ormanın içinden bir ses duyduk. Bu ses hayra alamet değildi. Nökerlerimle birlikte sesin geldiği yöne doğru hareket ettik. Öyle ki ormanın derinliklerinde şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Nihayet seslerin geldiği yere vardık.
-"Savulun! Gaddar Noyan geldi!"
-"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Kurtbaş'ın bu haykırışı ve askerlerin naraları beni daha da cesaretlendirdi. Kargılı ve nökerler düşmanla vuruşuyordu. Bu kişiler az önce gördüğümüz maskelilerden başkası değildi.
Cenk meydanına atıldık. Yaklaşık olarak yedi kişilerdi. Biz ise en az onların üç katı kadardık.
Biraz süren çarpışmadan sonra altısını öldürüp, birini yaralı olarak esir aldık. Bundan sonra neler olacağı ele geçirdiğimiz delinin ötüp ötmemesine bağlıydı.
Kargılı herifin boğazına sarılarak şunları söyledi:
-"Konuş ulan, nerdeler lan, kimi yiyon lan sen?"
Kurtbaş:
-"Kim nerede Kargılı? Böyle sorgulama mı olur? Çekil kenara!"
Anlaşılan burada sorguyu yapacak tek kişi yine bendim. Adamlarıma esiri ağaca bağlamalarını emrettim. Nökerler deliyi ağaca bağladılar. Daha sonra deliyi sorgulamak için yanına yaklaştım ve sorguya başladım:
-"Siz kimsiniz?"
-"Hıh. Sen mi ağzımdan laf alacaksın?"
-"Svadya Delisi. Kim olduğunu biliyorum neden buraya geldiniz?"
-"Kim olduğumu bildiğine göre neden diye sorma. Onu da bilirsin."
Delinin güzellikle konuşmayacağı belliydi. Farklı yollar aramak lazımdı. Onu da bulmuştum.
-"Asker hançerini ver!"
-"Ne o? Ellerimi çözüp beni serbest mi bırakacaksın yoksa?"
-"Bırakıcam, bırakıcam, kulakların serbest kalacak."
Evet, hançerle delinin kulağını kesmek için yanına eğildim. Bu onu fazlasıyla zorlayacaktı.
-"Öldür beni! Öldüüüürrrrr!"
-"Aha öldürdüm."
Delinin kulağını kesmiştim. Konuşmazsa öbür kulağını da keseceğimi söyledim. Bütün bunların ardından Svadya delisi acı içinde konuşmaya başladı...
Akşam olmadan yola koyulduk. Gideceğimiz yer Tulga'ydı. Olanları Sancar Han'a anlatmam gerekiyordu. Hiç şüphesiz bu yaşananlar başlayacak olan savaş ateşinin kıvılcımlarıydı.
Bozkırlar esen rüzgarın haşmetiyle kıpır kıpırdı. Atlarımızı uçsuz bucaksız sürdüğümüz bu mümbit araziler bir gün elimizden çıkacak diye öyle çok korkuyordum ki, bu korkum gözümü kırpmadan düşman üzerine atılmamı zorunlu kılıyordu.
Böyle düşünüyordum çünkü düşman evimizin bahçesinde bizden habersiz kol geziyordu. Bu deliler içeriye kendilerini fark ettirmeden girmeyi başardıklarına göre orduda yorgunluk ve muhaberat eksikliği var demekti. Tüm bunlar zamanla çözülebilecek türdendi. O yüzden ilk önceliğimiz Svadyalıları topraklarımıza girmeden savuşturmaktı.
Nihayet Tulga'ya vardık. Atlarımız şehir içine öyle bir hiddetle girmişti ki, insanlar sokaklara fırlayıp gürültünün sebebini idrak etmeye çalışmışlardı. Şehir içindeki nökerler şaşkınlıktan dona kalmış bir şekilde bizi seyrediyorlardı. Hancıbey'in hanın kapısından hayret dolu bakışlarla beni süzmesi ise uzun süre aklımdan gitmeyecekti.
Sarayın önünde durduk ve atımızdan atladık. Koşar adımlarla saray kapısına yönelecektim ki Sancar'ın oğlu Altar beni durdurdu.
-"Gaddar Noyan, sorun mu var?"
-"Benimle gel."
Saraya girdik. Sancar Han ile görüşmek için yanına gittik. Sancar Han ise çoktan birkaç Noyan'ı etrafına toplamış ve savaş hazırlıklarına başlamıştı.
-"Hayrola Gaddar Noyan!"
-"Hayra alamet değil yüce hükümdarım."
Noyanlar birbirlerine şaşkınlıkla baktı. Sancar ise kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
-"Mesele nedir?"
-"Svadyalılar delilerini topraklarımıza göndermiş. Ülkemizi istila etmek için harekete geçmişler. İlk işleri Melihan'ı ele geçirmek olacak. Ordularıyla yoldalar."
-"Derhal orduları toplayın derhal! Bana fedai başını çağırın."
Sancar'ın bahsettiği fedai başı Kurtbaş'ın söylediği Kergit fedailerinden olmalıydı. Büyük bir heyecanla fedai başını beklemeye koyuldum. Fakat Sancar'ın gevşek dili yerinde durmuyordu:
-"Gaddar Noyan ve Asugan Noyan siz kışlaya gidip nökerlerin talimlerini artırmalarını söyleyin ve şehirde kalın. Dundush Noyan ve Brula Noyan siz de yanınıza alacağınız ön kuvvetlerinizle Komutan Beyrek'in yanına gidin!"
Hep bir ağızdan şöyle dedik:
-"Emredersiniz Sancar Han'ımız!"
Altar:
-"Yüce hükümdarım ben de diğer şehirlerden destek kuvvet toplayayım."
-"Hayır sen sarayda Selenge'nin yanında dur!"
Bu söz benim bile ağırıma gitmişti. Altar'ın nasıl ağırına gitmesin? Altar devlet adamlarının huzurunda çocuk muamelesi görmüştü. Kızgınlığı yüzünden okunuyordu. Bu da benim işime geliyordu.
Bütün bu hengâmenin arasında zihnimi yine kurnaz fikirler sarmıştı. Tulga'da kalacak olmam şehirdeki otoritemi artıracaktı. Diğer taraftan da Altar'ı avuçlarımın arasına alacaktım.
Sancar'ın buyruklarını yerine getirmek için Asugan Noyan ile kışlaya hareket ettik. Sancar ise diğer Noyanlarla atlarına binip şehir dışına doğru hareket ettiler. Çıkarken muhafızlardan birine şöyle seslendi:
-"Fedai başına elimdeki bu notu ilet. Onu bekleyecek vaktim yok."
-"Emredersiniz!"
Saray koridorunda yürürken Asugan Noyan ile biraz sohbet ettik. Asugan'ın dediğine göre, Sancar yıllar sonra ilk kez saraydan dışarı çıkmıştı. Böylesi sefaya düşkün birinin savaşta başarılı olması nökerlerin inancına ve kabiliyetine bağlıydı.
Kışlaya doğru emin adımlarla yürürken Svadyalılarla çıkacak savaşı iple çekiyor, Kergit Hanlığı'nın istikbalini ellerime almak için gün sayıyordum...
Olacak iş değildi. Haydutlar buna nasıl cüret edebilirdi? Bunca yiğit asker kıçı kırık üç beş çapulcu tarafından bu şekilde öldürülebilir miydi?
Hayır, işin içinde başka bir iş vardı. Şaşkınlık ve tedirginlik arasında bocalarken Kurtbaş ve Kargılı aklıma gelmişti. Onlar neredeydi?
Gördüğüm kadarıyla cesetlerin arasında yoklardı. Sanırım onlarda haydut avına düşmüştü.
Biraz sonra kulaklarımda çınlayan seslerin Kurtbaş'a ait olduğunu fark ettim. Kurtbaş koşarak yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan neler oldu burada? Ah, hayır olamaz!"
-"Kargılı nerede?"
Nefes nefese kalan Kurtbaş konuşurken zorlanıyordu:
-"Kar... Kargılı nök... nökerlerle ormanın içinde. Ben diğerleriyle gürültüyü duyup geldim."
-"Çabuk geri dönün! Tehlike..."
Tam bu sırada tepemizden yağan okların esiri olduk. Dağın tepesindeki kayalıkların ardından yüzleri maskeli adamlar üzerimize ok yağdırıyordu. Kurtbaş elindeki kalkanı kendisine ve bana siper etti. Bir anda kendimizi mağaranın içine yuvarlanırken bulduk.
Yaşadığımız şey anlam verilemeyecek kadar enteresandı. Bu herifler kimdi? Bize neden saldırıyorlardı? Haydut olmaları mümkün değildi. Zira bu kadar kalabalık bir asker grubuna pusu kurmak onların işi olamazdı. O hâlde...
Nökerlerden biri bu esnada içeri koşarak bağırdı:
-"Svadyalılar!"
Olamaz! duyduklarımız doğruysa savaş başlamıştı. İyi de böyle bir savaş akıl kârı değildi. Bir şeyleri sorgulamak gerekiyordu ve bunu yapacak tek kişi bendim.
-"Ne diyorsun sen asker? Ne Svadyası?"
-"Noyan, bunlar Svadya Delileri. Maskelerinden tanıdım. Ülkeye sızmışlar ah, ah!"
Nöker yaralıydı. Bacağından ok yemişti. Kendisini teselli etmek yine bana düştü.
-"Bir şeyin yok. Sadece bir sıyrık, arkamıza geç!"
Bu heriflerin haydut olmadığı belliydi. Nökerin söylediğine göre Svadyalılardı. Fakat burada ne işleri vardı?
Bu savaş hukukuna aykırıydı. Sızma girişimiyle savaş başlatmak ortalığın toz duman olacağının habercisiydi. Bu sırada Kurtbaş da aklındakileri diline döktü:
-"Haha! Onların delileri varsa bizim de fedailerimiz var. Tabi Sancar tasfiye etmediyse."
-"Fedailer kim Kurtbaş?"
-"Kergit Fedaileri Gaddar Noyan. Bu atamız Kergit Han'ın devleti kurduktan sonra oluşturduğu hususi birlik. Senelerdir bu birlik bir gelenek etrafında varlığını sürdürüyor. Düşman mukavemetini kırmak bu fedailerin işi."
Şimdi bunları konuşmanın sırası değildi. Aklım Kargılı ve diğer askerlerdeydi. Bu deliler onlara bir zarar verebilirdi. Biraz sonra mağaradan kalkanlarla dışarı çıkarak okların gazabından kurtulmak için çaba sarf ettik.
Bizim okçularımız da onların ok atmaktan yorgun düşmelerini fırsat bilip aynı şekilde karşılık verdi.
Az sonra düşman askerlerinin gözden kaybolduğunu fark ettik. Tedbiri elden bırakmayıp Kargılı'nın olduğu ormana doğru hareket ettik.
Ormanın içinde seri bir şekilde hareket ederken bundan sonra olacakları düşünmeye koyuldum. Önce nökerlerden birkaçını destek istemesi için Tulga'ya göndermeye karar verdim. Ardından bunun yanlış bir karar olduğunu, eğer onları tek başına gönderirsem deliler tarafından öldürüleceğini düşündüm.
Yapacak iş belliydi. Evvela Kargılı ve diğerlerini sağ salim bulacak, daha sonra Tulga'ya dönecektik. Bu herkesin emniyeti için en doğru karardı.
Bir müddet sonra ormanın içinden bir ses duyduk. Bu ses hayra alamet değildi. Nökerlerimle birlikte sesin geldiği yöne doğru hareket ettik. Öyle ki ormanın derinliklerinde şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Nihayet seslerin geldiği yere vardık.
-"Savulun! Gaddar Noyan geldi!"
-"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Kurtbaş'ın bu haykırışı ve askerlerin naraları beni daha da cesaretlendirdi. Kargılı ve nökerler düşmanla vuruşuyordu. Bu kişiler az önce gördüğümüz maskelilerden başkası değildi.
Cenk meydanına atıldık. Yaklaşık olarak yedi kişilerdi. Biz ise en az onların üç katı kadardık.
Biraz süren çarpışmadan sonra altısını öldürüp, birini yaralı olarak esir aldık. Bundan sonra neler olacağı ele geçirdiğimiz delinin ötüp ötmemesine bağlıydı.
Kargılı herifin boğazına sarılarak şunları söyledi:
-"Konuş ulan, nerdeler lan, kimi yiyon lan sen?"
Kurtbaş:
-"Kim nerede Kargılı? Böyle sorgulama mı olur? Çekil kenara!"
Anlaşılan burada sorguyu yapacak tek kişi yine bendim. Adamlarıma esiri ağaca bağlamalarını emrettim. Nökerler deliyi ağaca bağladılar. Daha sonra deliyi sorgulamak için yanına yaklaştım ve sorguya başladım:
-"Siz kimsiniz?"
-"Hıh. Sen mi ağzımdan laf alacaksın?"
-"Svadya Delisi. Kim olduğunu biliyorum neden buraya geldiniz?"
-"Kim olduğumu bildiğine göre neden diye sorma. Onu da bilirsin."
Delinin güzellikle konuşmayacağı belliydi. Farklı yollar aramak lazımdı. Onu da bulmuştum.
-"Asker hançerini ver!"
-"Ne o? Ellerimi çözüp beni serbest mi bırakacaksın yoksa?"
-"Bırakıcam, bırakıcam, kulakların serbest kalacak."
Evet, hançerle delinin kulağını kesmek için yanına eğildim. Bu onu fazlasıyla zorlayacaktı.
-"Öldür beni! Öldüüüürrrrr!"
-"Aha öldürdüm."
Delinin kulağını kesmiştim. Konuşmazsa öbür kulağını da keseceğimi söyledim. Bütün bunların ardından Svadya delisi acı içinde konuşmaya başladı...
Akşam olmadan yola koyulduk. Gideceğimiz yer Tulga'ydı. Olanları Sancar Han'a anlatmam gerekiyordu. Hiç şüphesiz bu yaşananlar başlayacak olan savaş ateşinin kıvılcımlarıydı.
Bozkırlar esen rüzgarın haşmetiyle kıpır kıpırdı. Atlarımızı uçsuz bucaksız sürdüğümüz bu mümbit araziler bir gün elimizden çıkacak diye öyle çok korkuyordum ki, bu korkum gözümü kırpmadan düşman üzerine atılmamı zorunlu kılıyordu.
Böyle düşünüyordum çünkü düşman evimizin bahçesinde bizden habersiz kol geziyordu. Bu deliler içeriye kendilerini fark ettirmeden girmeyi başardıklarına göre orduda yorgunluk ve muhaberat eksikliği var demekti. Tüm bunlar zamanla çözülebilecek türdendi. O yüzden ilk önceliğimiz Svadyalıları topraklarımıza girmeden savuşturmaktı.
Nihayet Tulga'ya vardık. Atlarımız şehir içine öyle bir hiddetle girmişti ki, insanlar sokaklara fırlayıp gürültünün sebebini idrak etmeye çalışmışlardı. Şehir içindeki nökerler şaşkınlıktan dona kalmış bir şekilde bizi seyrediyorlardı. Hancıbey'in hanın kapısından hayret dolu bakışlarla beni süzmesi ise uzun süre aklımdan gitmeyecekti.
Sarayın önünde durduk ve atımızdan atladık. Koşar adımlarla saray kapısına yönelecektim ki Sancar'ın oğlu Altar beni durdurdu.
-"Gaddar Noyan, sorun mu var?"
-"Benimle gel."
Saraya girdik. Sancar Han ile görüşmek için yanına gittik. Sancar Han ise çoktan birkaç Noyan'ı etrafına toplamış ve savaş hazırlıklarına başlamıştı.
-"Hayrola Gaddar Noyan!"
-"Hayra alamet değil yüce hükümdarım."
Noyanlar birbirlerine şaşkınlıkla baktı. Sancar ise kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
-"Mesele nedir?"
-"Svadyalılar delilerini topraklarımıza göndermiş. Ülkemizi istila etmek için harekete geçmişler. İlk işleri Melihan'ı ele geçirmek olacak. Ordularıyla yoldalar."
-"Derhal orduları toplayın derhal! Bana fedai başını çağırın."
Sancar'ın bahsettiği fedai başı Kurtbaş'ın söylediği Kergit fedailerinden olmalıydı. Büyük bir heyecanla fedai başını beklemeye koyuldum. Fakat Sancar'ın gevşek dili yerinde durmuyordu:
-"Gaddar Noyan ve Asugan Noyan siz kışlaya gidip nökerlerin talimlerini artırmalarını söyleyin ve şehirde kalın. Dundush Noyan ve Brula Noyan siz de yanınıza alacağınız ön kuvvetlerinizle Komutan Beyrek'in yanına gidin!"
Hep bir ağızdan şöyle dedik:
-"Emredersiniz Sancar Han'ımız!"
Altar:
-"Yüce hükümdarım ben de diğer şehirlerden destek kuvvet toplayayım."
-"Hayır sen sarayda Selenge'nin yanında dur!"
Bu söz benim bile ağırıma gitmişti. Altar'ın nasıl ağırına gitmesin? Altar devlet adamlarının huzurunda çocuk muamelesi görmüştü. Kızgınlığı yüzünden okunuyordu. Bu da benim işime geliyordu.
Bütün bu hengâmenin arasında zihnimi yine kurnaz fikirler sarmıştı. Tulga'da kalacak olmam şehirdeki otoritemi artıracaktı. Diğer taraftan da Altar'ı avuçlarımın arasına alacaktım.
Sancar'ın buyruklarını yerine getirmek için Asugan Noyan ile kışlaya hareket ettik. Sancar ise diğer Noyanlarla atlarına binip şehir dışına doğru hareket ettiler. Çıkarken muhafızlardan birine şöyle seslendi:
-"Fedai başına elimdeki bu notu ilet. Onu bekleyecek vaktim yok."
-"Emredersiniz!"
Saray koridorunda yürürken Asugan Noyan ile biraz sohbet ettik. Asugan'ın dediğine göre, Sancar yıllar sonra ilk kez saraydan dışarı çıkmıştı. Böylesi sefaya düşkün birinin savaşta başarılı olması nökerlerin inancına ve kabiliyetine bağlıydı.
Kışlaya doğru emin adımlarla yürürken Svadyalılarla çıkacak savaşı iple çekiyor, Kergit Hanlığı'nın istikbalini ellerime almak için gün sayıyordum...