Hanlar Savaşıyor (BİTTİ)

Users who are viewing this thread

Herkese merhabalar,
Uzun bir aranın ardından yeni bölümle karşınızdayım. Okuyanlar hikâyenin gidişatını unuttuysa 13. bölümü tekrar okuyarak yeni bölümden devam edebilir...

Midem bulanmıştı. Bu bulantının sebebi aşikârdı. Nökerlerim birileri tarafından katledilmişti. Kimisi boynundan ağaca asılmış ve boğularak can vermiş, kimisinin boğazı kılıçla kesilmiş, kimisi boynu kırılarak öldürülmüş, kimisi de yediği okla hayatını kaybetmişti.
Olacak iş değildi. Haydutlar buna nasıl cüret edebilirdi? Bunca yiğit asker kıçı kırık üç beş çapulcu tarafından bu şekilde öldürülebilir miydi?

Hayır, işin içinde başka bir iş vardı. Şaşkınlık ve tedirginlik arasında bocalarken Kurtbaş ve Kargılı aklıma gelmişti. Onlar neredeydi?
Gördüğüm kadarıyla cesetlerin arasında yoklardı. Sanırım onlarda haydut avına düşmüştü.
Biraz sonra kulaklarımda çınlayan seslerin Kurtbaş'a ait olduğunu fark ettim. Kurtbaş koşarak yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan neler oldu burada? Ah, hayır olamaz!"
-"Kargılı nerede?"
Nefes nefese kalan Kurtbaş konuşurken zorlanıyordu:
-"Kar... Kargılı nök... nökerlerle ormanın içinde. Ben diğerleriyle gürültüyü duyup geldim."
-"Çabuk geri dönün! Tehlike..."

Tam bu sırada tepemizden yağan okların esiri olduk. Dağın tepesindeki kayalıkların ardından yüzleri maskeli adamlar üzerimize ok yağdırıyordu. Kurtbaş elindeki kalkanı kendisine ve bana siper etti. Bir anda kendimizi mağaranın içine yuvarlanırken bulduk.
Yaşadığımız şey anlam verilemeyecek kadar enteresandı. Bu herifler kimdi? Bize neden saldırıyorlardı? Haydut olmaları mümkün değildi. Zira bu kadar kalabalık bir asker grubuna pusu kurmak onların işi olamazdı. O hâlde...

Nökerlerden biri bu esnada içeri koşarak bağırdı:
-"Svadyalılar!"
Olamaz! duyduklarımız doğruysa savaş başlamıştı. İyi de böyle bir savaş akıl kârı değildi. Bir şeyleri sorgulamak gerekiyordu ve bunu yapacak tek kişi bendim.
-"Ne diyorsun sen asker? Ne Svadyası?"
-"Noyan, bunlar Svadya Delileri. Maskelerinden tanıdım. Ülkeye sızmışlar ah, ah!"

Nöker yaralıydı. Bacağından ok yemişti. Kendisini teselli etmek yine bana düştü.
-"Bir şeyin yok. Sadece bir sıyrık, arkamıza geç!"
Bu heriflerin haydut olmadığı belliydi. Nökerin söylediğine göre Svadyalılardı. Fakat burada ne işleri vardı?
Bu savaş hukukuna aykırıydı. Sızma girişimiyle savaş başlatmak ortalığın toz duman olacağının habercisiydi. Bu sırada Kurtbaş da aklındakileri diline döktü:
-"Haha! Onların delileri varsa bizim de fedailerimiz var. Tabi Sancar tasfiye etmediyse."
-"Fedailer kim Kurtbaş?"
-"Kergit Fedaileri Gaddar Noyan. Bu atamız Kergit Han'ın devleti kurduktan sonra oluşturduğu hususi birlik. Senelerdir bu birlik bir gelenek etrafında varlığını sürdürüyor. Düşman mukavemetini kırmak bu fedailerin işi."

Şimdi bunları konuşmanın sırası değildi. Aklım Kargılı ve diğer askerlerdeydi. Bu deliler onlara bir zarar verebilirdi. Biraz sonra mağaradan kalkanlarla dışarı çıkarak okların gazabından kurtulmak için çaba sarf ettik.
Bizim okçularımız da onların ok atmaktan yorgun düşmelerini fırsat bilip aynı şekilde karşılık verdi.
Az sonra düşman askerlerinin gözden kaybolduğunu fark ettik. Tedbiri elden bırakmayıp Kargılı'nın olduğu ormana doğru hareket ettik.

Ormanın içinde seri bir şekilde hareket ederken bundan sonra olacakları düşünmeye koyuldum. Önce nökerlerden birkaçını destek istemesi için Tulga'ya göndermeye karar verdim. Ardından bunun yanlış bir karar olduğunu, eğer onları tek başına gönderirsem deliler tarafından öldürüleceğini düşündüm.
Yapacak iş belliydi. Evvela Kargılı ve diğerlerini sağ salim bulacak, daha sonra Tulga'ya dönecektik. Bu herkesin emniyeti için en doğru karardı.

Bir müddet sonra ormanın içinden bir ses duyduk. Bu ses hayra alamet değildi. Nökerlerimle birlikte sesin geldiği yöne doğru hareket ettik. Öyle ki ormanın derinliklerinde şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Nihayet seslerin geldiği yere vardık.
-"Savulun! Gaddar Noyan geldi!"
-"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Kurtbaş'ın bu haykırışı ve askerlerin naraları beni daha da cesaretlendirdi. Kargılı ve nökerler düşmanla vuruşuyordu. Bu kişiler az önce gördüğümüz maskelilerden başkası değildi.
Cenk meydanına atıldık. Yaklaşık olarak yedi kişilerdi. Biz ise en az onların üç katı kadardık.
Biraz süren çarpışmadan sonra altısını öldürüp, birini yaralı olarak esir aldık. Bundan sonra neler olacağı ele geçirdiğimiz delinin ötüp ötmemesine bağlıydı.

Kargılı herifin boğazına sarılarak şunları söyledi:
-"Konuş ulan, nerdeler lan, kimi yiyon lan sen?"
Kurtbaş:
-"Kim nerede Kargılı? Böyle sorgulama mı olur? Çekil kenara!"
Anlaşılan burada sorguyu yapacak tek kişi yine bendim. Adamlarıma esiri ağaca bağlamalarını emrettim. Nökerler deliyi ağaca bağladılar. Daha sonra deliyi sorgulamak için yanına yaklaştım ve sorguya başladım:
-"Siz kimsiniz?"
-"Hıh. Sen mi ağzımdan laf alacaksın?"
-"Svadya Delisi. Kim olduğunu biliyorum neden buraya geldiniz?"
-"Kim olduğumu bildiğine göre neden diye sorma. Onu da bilirsin."

Delinin güzellikle konuşmayacağı belliydi. Farklı yollar aramak lazımdı. Onu da bulmuştum.
-"Asker hançerini ver!"
-"Ne o? Ellerimi çözüp beni serbest mi bırakacaksın yoksa?"
-"Bırakıcam, bırakıcam, kulakların serbest kalacak."
Evet, hançerle delinin kulağını kesmek için yanına eğildim. Bu onu fazlasıyla zorlayacaktı.
-"Öldür beni! Öldüüüürrrrr!"
-"Aha öldürdüm."
Delinin kulağını kesmiştim. Konuşmazsa öbür kulağını da keseceğimi söyledim. Bütün bunların ardından Svadya delisi acı içinde konuşmaya başladı...

Akşam olmadan yola koyulduk. Gideceğimiz yer Tulga'ydı. Olanları Sancar Han'a anlatmam gerekiyordu. Hiç şüphesiz bu yaşananlar başlayacak olan savaş ateşinin kıvılcımlarıydı.
Bozkırlar esen rüzgarın haşmetiyle kıpır kıpırdı. Atlarımızı uçsuz bucaksız sürdüğümüz bu mümbit araziler bir gün elimizden çıkacak diye öyle çok korkuyordum ki, bu korkum gözümü kırpmadan düşman üzerine atılmamı zorunlu kılıyordu.
Böyle düşünüyordum çünkü düşman evimizin bahçesinde bizden habersiz kol geziyordu. Bu deliler içeriye kendilerini fark ettirmeden girmeyi başardıklarına göre orduda yorgunluk ve muhaberat eksikliği var demekti. Tüm bunlar zamanla çözülebilecek türdendi. O yüzden ilk önceliğimiz Svadyalıları topraklarımıza girmeden savuşturmaktı.

Nihayet Tulga'ya vardık. Atlarımız şehir içine öyle bir hiddetle girmişti ki, insanlar sokaklara fırlayıp gürültünün sebebini idrak etmeye çalışmışlardı. Şehir içindeki nökerler şaşkınlıktan dona kalmış bir şekilde bizi seyrediyorlardı. Hancıbey'in hanın kapısından hayret dolu bakışlarla beni süzmesi ise uzun süre aklımdan gitmeyecekti.
Sarayın önünde durduk ve atımızdan atladık. Koşar adımlarla saray kapısına yönelecektim ki Sancar'ın oğlu Altar beni durdurdu.
-"Gaddar Noyan, sorun mu var?"
-"Benimle gel."
Saraya girdik. Sancar Han ile görüşmek için yanına gittik. Sancar Han ise çoktan birkaç Noyan'ı etrafına toplamış ve savaş hazırlıklarına başlamıştı.
-"Hayrola Gaddar Noyan!"
-"Hayra alamet değil yüce hükümdarım."
Noyanlar birbirlerine şaşkınlıkla baktı. Sancar ise kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
-"Mesele nedir?"
-"Svadyalılar delilerini topraklarımıza göndermiş. Ülkemizi istila etmek için harekete geçmişler. İlk işleri Melihan'ı ele geçirmek olacak. Ordularıyla yoldalar."
-"Derhal orduları toplayın derhal! Bana fedai başını çağırın."

Sancar'ın bahsettiği fedai başı Kurtbaş'ın söylediği Kergit fedailerinden olmalıydı. Büyük bir heyecanla fedai başını beklemeye koyuldum. Fakat Sancar'ın gevşek dili yerinde durmuyordu:
-"Gaddar Noyan ve Asugan Noyan siz kışlaya gidip nökerlerin talimlerini artırmalarını söyleyin ve şehirde kalın. Dundush Noyan ve Brula Noyan siz de yanınıza alacağınız ön kuvvetlerinizle Komutan Beyrek'in yanına gidin!"
Hep bir ağızdan şöyle dedik:
-"Emredersiniz Sancar Han'ımız!"
Altar:
-"Yüce hükümdarım ben de diğer şehirlerden destek kuvvet toplayayım."
-"Hayır sen sarayda Selenge'nin yanında dur!"

Bu söz benim bile ağırıma gitmişti. Altar'ın nasıl ağırına gitmesin? Altar devlet adamlarının huzurunda çocuk muamelesi görmüştü. Kızgınlığı yüzünden okunuyordu. Bu da benim işime geliyordu.
Bütün bu hengâmenin arasında zihnimi yine kurnaz fikirler sarmıştı. Tulga'da kalacak olmam şehirdeki otoritemi artıracaktı. Diğer taraftan da Altar'ı avuçlarımın arasına alacaktım.

Sancar'ın buyruklarını yerine getirmek için Asugan Noyan ile kışlaya hareket ettik. Sancar ise diğer Noyanlarla atlarına binip şehir dışına doğru hareket ettiler. Çıkarken muhafızlardan birine şöyle seslendi:
-"Fedai başına elimdeki bu notu ilet. Onu bekleyecek vaktim yok."
-"Emredersiniz!"

Saray koridorunda yürürken Asugan Noyan ile biraz sohbet ettik. Asugan'ın dediğine göre, Sancar yıllar sonra ilk kez saraydan dışarı çıkmıştı. Böylesi sefaya düşkün birinin savaşta başarılı olması nökerlerin inancına ve kabiliyetine bağlıydı.
Kışlaya doğru emin adımlarla yürürken Svadyalılarla çıkacak savaşı iple çekiyor, Kergit Hanlığı'nın istikbalini ellerime almak için gün sayıyordum...
 
Önceki bölümlere göre biraz kısa bir bölüm oldu. Ama heyecanın doruğu gitgide artmaya devam ediyor...

Asugan Noyan ile saray koridorlarında yürürken bundan sonra olacaklar hakkında sohbet ediyorduk. Bu esnada Altar'ın hiddetli adımlarla sarayın çıkış kapısına yönelmesi dikkatimden kaçmadı. Arkamı döndüğümde Altar'ın kapı muhafızına yaptığı muameleyi görmek beni tedirgin etmişti:
"Çekil lan şurdan!"
Altar'ın bu başıbozuk tavırları ilerleyen zamanlarda sorun çıkaracak cinstendi. Onun Sancar'ın oğlu olması başına buyruk olacağı anlamına gelmezdi. Neticede Sancar yetkiyi bize vermişti.

Bütün bunlar bir kenara, Altar'a karşı davranışım çok da katı olmayacaktı. Zira babasına karşı duyduğu öfkenin acısı benden çıkabilirdi. Amacım onun yumuşak karnına dokunup kulağına tılsımlı sözlerimi fısıldamak olacaktı.
Asugan Noyan'a nasıl davranacağım ise onun kendisinde gizliydi. Hâl ve hareketleri onun ketum olduğunu, aynı zamanda vurdumduymaz biri olduğunu gösteriyordu. Öyle ki bunca strese daha fazla dayanamayıp kısa sürede isyan etmişti.
-"Pöff... Ben gidiyorum Gaddar Noyan, buralar sana emanet."
Şaşırmıştım. Asugan, Sancar Han'ın emrini çiğnemek pahasına şehirden ayrılmayı göze almıştı. Gitmek istemesinin sebebini sorduktan sonra aldığım cevap daha da enteresandı.
-"Sancar Han'ın emri var, bunun bedeli ağır olur senin için."
Asugan, elindeki karahindiba dediği pamuklu çiçeğe üfleyerek değişik bir cevap vermişti.
-"Haha... Sen daha yenisin, bilmezsin. Sancar Han'ın verdiği emir, 'püf' işte bu karahindiba kutlu tüyleri gibi bir yarımda havaya uçar."

Belli ki, Asugan'ın bu umursamaz tavırları benimle uzun bir müddet çekişmesine sebep olacaktı. O çiçeği kıçından bir anda çıkarması da beni oldukça şaşırtmıştı. Çaktırmadan Asugan'ın kıçına baktım. Herhangi bir cebi yoktu. Sihirbaz olup olmadığı konusunda da şüphelerim vardı. Bütün bu saçmalıkların ardından Asugan bana veda etti ve saraydan ayrıldı. Artık Tulga bana kalmıştı ya da ben öyle sanıyordum. Ne demek istediğim ilerleyen zamanlarda anlaşılacaktı...

Bir yandan Asugan'ın gitmesine içten içe sevinirken diğer yandan hanlığın böylesine otorite boşluğuna düştüğünü görmek beni çok üzüyordu. Böyle devlet adamları varken Svadyalılara veya başka bir düşman devlete ihtiyaç yoktu. Esas düşman bunlardı. Böylesine aptal, böylesine kibirli ve böylesine duyarsız heriflerin olduğu bir savaş meydanında akıbetimiz az çok belliydi.
Bu düşüncelerden sıyrılarak sarayın ve şehrin düzenini sağlamak için öncelikle kışlaya gittim. Geçen sefer ki geldiğim kışlaydı burası. Gizli bir geçidi olan kışla. Geçitten yürürken karanlığın doruklara ulaşması da cabası...

Tabi arkamda iki tane de nöker bulunuyordu. Nökerlerle birlikte kışla yolunun karanlık yerine gelmiştik. Elimize meşaleleri alarak yolumuza devam ettik.
Derken bir adam geldi. Arkamızdan koşarak gelen bu kişinin Kargılı olduğunu fark ettik. Kargılı soluk soluğa kalmıştı. Anlaşılan o ki, söyleyecekleri mühimdi.
-"Gaddar Noyan, az önce nökerlerden biri geldi. Şehre ellerinde tuğlarla onlarca asker girmiş. Sanırım misafirimiz var."
-"Yanlış görmüş o nöker. Çıkmıştır, çıkmış. Az önce Asugan Noyan ayrıldı şehirden."
Bu sırada yanımızdaki nökerlerden biri atıldı:
-"Sancar Han'ımız misafir bekliyordu Gaddar Noyan, gelmiş olabilir."

Savaş arefesine girdiğimiz şu dönemde bu misafir kim olabilirdi ki? Hem de bu misafir onlarca askerle birlikte şehre giriyordu.
Başımı öne eğdim. Bir müddet elimle çenemi sıvazlayarak düşünmeye koyuldum. Ardından şöyle dedim:
"Yürüyün!"
Gizli geçitten çıkarken kendi kendimi sorgular olmuştum. Aldığım bu haber deyim yerindeyse şirazemi kaydırmıştı. Bu misafir kim olabilirdi?Sabredecek vaktim yoktu. Bir taraftan sarayın kapısına çıkmak için yürürken diğer taraftan Kargılı'yı soru yağmuruna tuttum:
-"Kimmiş oğlum bu? Onu niye görmediniz?"
-"Sadece misafir olduğunu söyledi nöker, Noyan. Kim olduğunu o da bilmiyormuş."
-"Bilmiyormuş ha! Göster bana o nökeri dışarı çıkarken."

Biraz sonra saray kapısına geldik. Kargılı malumatı veren nökeri göz hareketiyle gösterdi. Nökere şöyle seslendim:
-"Asker, gel buraya!"
-"Emredin Gaddar Noyan!"
-"Eşşoğlueşek! İşini neden tam yapmıyorsun?"
Askeri fırçaladığım esnada şehre giren misafir nökerlerin naralarını işitmeye başladık.
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Biraz sonra da misafirin kendisini görmüştük. Gördüğümüz kişi, olgun gibi duran ama atın üstündeyken gözüme çok çekici gelen bir kadındı. Kadının üstündeki kıyafetler gencinden yaşlısına bütün erkeklerin ilgisini çekmişti.
Kargılı'nın ise ağzının kabak çiçeği gibi açıldığını gördüm. Yine sabrıma yenik düştüm ve sordum:
-"Kimdir bu hatun?"
Kargılı:
-"Me... Melek..."
Anlaşılan Kargılı'nın dibi düşmüştü. Kendine gelmesi için onu uyardım. Bu sırada Kurtbaş'ın da yanımıza geldiğini fark ettim ve ona da aynı soruyu yönelttim:
-"Kimdir bu hatun Kurtbaş?"
Kurtbaş tebessüm ederek başını öne eğdi ve şöyle dedi:
-"Kargılı'nın eski aşkı, Gaddar Noyan."
Duyduklarımın gerçek olup olmadığını anlamak için biraz daha sabredecektim. Bütün bu soruların cevabını birazdan almayı umuyordum.

Nihayet bu kadın atıyla sarayın önüne kadar geldi. Elini havaya kaldırarak şöyle dedi:
"Durun! Atlarınızı dinlendirin yiğitler."
Bu buyruğun ardından kadınla göz göze geldik. Kadının sert bakışları beni kuşkulandırmıştı. Kim Gaddar Noyan'ın bu çelik kadar kuvvetli ve hırçın yüzüne bu şekilde sertçe bakabilirdi?
Derken Selenge'nin sesi duyuldu:
-"Hala! Halacığım..."
-"Kızım!"
Meselenin özü şimdi anlaşılmıştı. Selenge halasının geldiğini görüp yanına koşmuştu. Bu sırada aklıma Selenge'yi esir alan haydutlar gelmişti. Hatırladığım kadarıyla Selenge Ichamur'a halasının yanına gidiyordu. Yolculuk esnasında haydutlar onu ve yanındaki nökerleri tuzağa düşürmüştü. Biz de kahramanlık edip kızı onların elinden almıştık.

Evet, bu Ichamur'da ayrı bir devlet olan o muhteşem kadındı. Bu kadının ülkedeki itibarı en az Sancar Han kadardı. Hevesim kırılmıştı. Tam şehri avuçlarımın arasına almışken bu baş belası kadın ortaya çıkmıştı. Demek ki her zaman kaderim yolumu aydınlatmayacaktı. Biraz da zorluk çekecektim, eziyet görecektim. Her zamankinden daha fazla metanetli olup en doğru zamanda en doğru hamleyi yapacaktım. Öyle ki, birkaç defa ipin ucundan dönmek beni rehavete sürüklememeliydi. Asugan gibi ince belli erkeklere bile taş çıkaracak olan bu kadına karşı dikkatli uyanık olmalıydım.
Hiç şüphesiz önümdeki bu çetin sınavdan da alnımın akıyla çıkmayı başaracaktım ya da ben öyle hissediyordum...
 
İlerleyen bölümlerde göreceğimiz olaylar için hazırlık bölümü olmuş. O yüzden pek yorum yapılamıyor. Yalnız dikkatimi şu çekti: "oğlum", "lan" gibi söylemler var ama pek hikâyeye uymuyorlar sanki. Tabii bunlar sıkıntı değil, biz okuruz.
 
Aslında o ifadeleri düşündüm fakat yerine koyacak isabetli kelime bulamadım. En iyisi kullanmamak.

Özellikle "oğlum" kelimesini önceki bölümlerde hiç kullanmamışım. Şimdi neden kullandım fikrim yok.
 
Şehir meydanı gittikçe kalabalıklaşmıştı. Başka şehirlerden gelen tüccarlar, civar köylerden gelen çiftçiler, şehrin yerlileri ve nökerler...
Hepsi bu kadına dikkat kesilmişti. Bütün bu olanların ardından kendime çekidüzen vermeliydim. Çekidüzen dediysem de el pençe divan durmak gibi değil.
Ellerimi arkaya bağladım. Derin bir nefes alarak kendimi topladım. Kadının saraya doğru yönelmesini beklemeye koyuldum. Biraz sonra kadın atından indi. Ellerimi arkaya bağladığımı görmüş olacaktı ki, aynı şekilde kendisi de ellerini arkaya bağladı. Nitekim rütbe olarak ben onun astıydım. Yapmış olduğum bu hareket, kendisine saygısızlık gibi görülüyordu. Oysa, benim amacım kadının kim olduğunu öğrenmekti. Zira Sancar gitmeden evvel yetkiyi bana devretmişti.

Bu esnada Selenge, halasının koluna girerek saray kapısına doğru yöneldi. Karşımıza geldiklerinde Selenge şöyle dedi:
-"Gaddar Noyan sizi Sancar Han'ımızın kız kardeşi Ulunike ile tanıştırmak istiyorum."
Elimi Ulunike'ye uzatarak tokalaşmak istedim ve şöyle dedim:
-"Öyle mi? Memnun oldum Ulunike Hatun, ben Gaddar Noyan. Hoş geldiniz."
Kadın deliydi. Evet, evet bu esnada ilk aklıma gelen şey buydu. Elimi uzattığımda yüzünü çevirdi ve sarayın içine girdi. İçeri girerken ettiği serzeniş ise beni oldukça şaşırtmıştı.
"Bu hanlığın Noyanlarında edep de kalmamış!"

Gözlerimi kapadım ve kaşlarımı kaldırarak mırıldanmaya başladım.
"Ulu ruhlar bu kadının ruhuna serinlik olsun."
Seneler sonra bu cümle dilimden ilk defa dökülmüştü. Bu sözü babam Hırçın Noyan, anneme söylerdi sürekli. Annem de Ulunike gibi sert bir hatundu. Babam ne zaman onun canını sıkacak bir iş yapsa Halmar'da yer yerinden oynardı. Babam gibi sert mizaçlı bir adam bile annemin hiddetine karşı boynunu bükerdi ve bu duayı ederdi. Ben de babamın ettiği bu duaya çok özenirdim.

Kısa süren bu düşüncelerimin ardından nökerlerle birlikte içeri girdim. Muhafızlardan birine Ulunike'nin nereye gittiğini sordum. O da bana yerleşmek için kendisine hazırlanmış olan odasına gittiğini söyledi. Biraz sonra da bir çığlık koptu.
"Lanet olsun! İş bilmez köpekler. Bu oda neden bu kadar küçük?"
Manyak kadın çıldırmıştı. Şimdiden sarayı birbirine katmıştı. Anlaşılan bu kadınla uğraşmak hayli güç olacaktı.
Az sonra Ulunike koşar adımlarla odasından çıktı. Biz ise Sancar'ın taht odasının kapısında bekliyorduk. Ulunike bizi görür görmez söylenerek yanımıza geldi. İki elini beline koyarak beni çileden çıkaran o aptalca sözü söyledi:
-"Sen bana bak Noyan! Sen ve nökerlerin odamı temizleyeceksiniz. Ben ise içeride oturacağım. İşinizi iyi yapın!"
-"Affedersiniz hanımım. Anlayamadım."
-"Ne demek anlamadın? Aptal mısın sen?"
-"Bana bakın hanımım! Benim bir ağırlığım var. Siz sövüp sayasınız diye buralara gelmedim ben."

Ulunike kaşlarını çattı. Sağ eliyle çenemden tuttu ve dudaklarıma keskince bir bakış attı. Bir an öpecek sanmıştım. Ama öyle olmadı.
-"Ne için gelmiştin hayatım?"
Gevşemiştim. Ama bunu yüzüme yansıtmadım. Tekrar kendimi toplayıp soruyu cevapladım:
-"Kergit Hanlığı'na hizmet etmek için."
-"Sen kimsin? Nesin? Bana kendini tanıt önce. Hizmet mi edersin, yoksa kafanı mı uçurayım ona ben karar veririm."
-"Ben, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Noyan hanımım. Az evvel kapıda tanışmıştık hatırlıyorsanız."
Ulunike, olduğu yerde dona kalmıştı. Şaşkınlığı geçtikten sonra başını öne eğerek yanımızdan ayrıldı. Giderken de ağzıyla babamın ismini sayıklaması dikkatimden kaçmamıştı.
Bu sırada Kurtbaş yanıma geldi ve şöyle dedi:
-"Hırçın Noyan, Ulunike'nin eski aşkıydı Noyan."
Kargılı:
-"Hiç sanmam."
Kurtbaş'tan şüphelenmiştim. Kendisi asker olmaktan ziyade aşk ozanı gibiydi. Kim kime aşık, kimle evli, her şeyi biliyordu.

Bütün bunları düşünüp vakit kaybetmenin sırası değildi. Ulunike çatlak biri olabilirdi. Fakat onun yumuşak karnını öğrenmiş olmak benim için bulunmaz bir fırsattı. Bundan sonra yarım kalan işimi bitirmeye karar verdim. Kışlaya gidip nökerlere moral vermek burada boş boş durup oyalanmaktan daha yararlı olacaktı.
Sadece yanıma Kargılı'yı alıp kışlaya doğru yöneldim. Gizli geçitten geçtikten sonra nihayet ışık görünmüştü. Askerlerin talim sesleri kulaklarımızı çınlatıyordu. Beni gören askerler komutanlarının emriyle oldukları yerde esas duruşa geçmişti. Bu esnada bir konuşma yapmaya karar verdim.
"Nökerlerim! Bildiğiniz gibi savaş kapıda! Her biriniz, Kergit Hanlığı için ölmeye yemin ettiniz. Her biriniz, nerede Svadyalı görürseniz acımadan öldürmeye yemin edeceksiniz. Çünkü siz buralara merhametinizle değil, gazabınızla geldiniz!"
Nökerler haykırdı:
"Çok yaşa Sancar Han, çok yaşa Kergit! Çok yaşa Sancar Han, çok yaşa Gaddar Noyan!"

Nökerlerin olduğu yere merdivenlerden indim. Her bir nökerle elimden geldiğince ilgilenmeye çalıştım. Komutanlara verdiğim talimatlar onları daha da motive etmişti. Sarranidlerin savaş kültürüne aşina olduğum ve Kergit savaş tekniğini de adım gibi bildiğim için nökerler, talim olması amacıyla birkaç nökerle yaptığım dövüşe hayran kalmıştı. Birçoğu onlara gösterdiğim yeni hamleleri daha önce görmediklerini söylediler. Elbette, bu benim gururumu fazlasıyla okşamıştı.
Bir müddet sonra Kargılı ile birlikte alandan ayrılıp dinlenmek üzere odama geçmeye karar verdim.
Derken az önce nökerlere seslendiğim yerde bizi izleyen bir kadın gördüm. Bu kadın tahmin edilebileceği gibi Ulunike idi. Hiç bozuntuya vermeden merdivenlerden usulca çıktık. Kargılı ise kendinden geçmişti. Ulunike biraz önceki tavırlarından uzak bir şekilde davranmaya başlamıştı.

-"Hamasetinize hayran kaldım Gaddar Noyan."
-"Övgüleriniz benim için şereftir hanımım."
Kargılı:
-"Ulunike Hatun, hoş geldiniz. Biraz önce söyleyemedim, af buyrun."
-"Hoş bulduk Kargılı. Görmeyeli ne çok değişmişsin öyle. Geçen sene ölmüş gibisin."
Kargılı bozulmuş, ben ise tebessüm etmiştim. Hep beraber sarayın içine doğru yürüdük. Saray koridorlarına geldiğimizde Ulunike'den dinlenmek için izin istedim. O da akşama kadar vaktimin olduğunu ve akşam beni taht odasında bekleyeceğini söyledi.
Ulunike, yaptıklarından dolayı pişman gibiydi. Kurtbaş'ın söylediği gibiyse, Hırçın Noyan'a olan aşkı bana biraz daha yumuşak davranmasının sebebiydi. Yine de duruşumdan taviz vermeyecek, saygı çerçevesinde kendimi ona ifade edecektim.

Odama geçtim. Dinlenmek üzere yatağıma uzandım. Biraz sonra uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda güneş batmış, hava kararmaya yüz tutmuştu. Derken kapı çaldı. Kapıyı çalanın içeri girmesini emrettim. İçeri giren saray muhafızlarından biriydi.
-"Efendim, akşam yemeği için Ulunike Hatun sizi bekliyor."
-"Peki, çıkabilirsin."
Ayağa kalkıp Ulunike'nin yanına gitmek için hazırlanmaya başladım. Uykudayken hareketsiz olmuş olmalıydım ki, kaslarım uyuşmuştu. Tabi bunda talim yaparken vücuduma aldığım darbeler de etkiliydi.
Odadan ayrıldım. Saray koridorlarında yürürken Altar'a rastladım. Altar da benimle birlikte halasının yemek davetine icabet edecekti. Az sonra beraber Ulunike'nin huzuruna çıktık.

Ulunike:
-"Ah, hoş geldiniz beyler, böyle geçin."
Altar:
-"Yemekler nefis görünüyor."
Altar'ın bu yaklaşımı hoş değildi. Zira bu mecliste yemek bahaneydi. Önemli olan devlet meseleleriydi. Ulunike de Altar'ı bu şekilde uyardı.
Yemekte, civar şehirlerden gelmiş birkaç komutan ve Tulga'da görevli alt rütbeli iki komutan vardı. Hepimiz oturup Ulunike'nin söyleyeceklerine kulak kesildik. Bu esnada Ulunike konuşmaya başladı:
-"Beylerim, savaş kapıda. Svadyalılar Melihan'ı elimizden alıncaya kadar durmayacak. Tecrübeli komutanların görüşlerini merak ederim."
Bu konu hakkındaki ilk sözü söyleyen ben olmuştum.
-"Hanımım, malumunuz Sancar Han orduyu yerinde tetkik etmek için bölgeye gitti. Saraydan ayrılmadan önce yetkiyi bana devretti. Demem o ki, şimdi yetki sizdedir. Ben de ülkede olan biteni size anlatmak isterim."
-"Detaylarıyla istiyorum, buyur."
-"Sancar Han, beni şehrin civarındaki haydutları temizlemek için görevlendirdi. Görevimi yerine getirirken ülkeye 'Svadya Delileri' denilen bir asker grubunun sızdığını gördük. Bunlar bize saldırdı ve güçlükle bertaraf ettik..."
Tüm yaşadıklarımızı Ulunike'ye sakince anlatırken herkes hitabetime hayran olur gibiydi. Orada bulunan komutanlar da söylediklerimi tasdikledikten sonra Ulunike o gece kendi üzerine düşen yetkilerini bana devretmeye karar verdi.

Bu karar alınması gereken bir şeydi. Zira ben aylardır meydanlarda cenk ediyordum. Ulunike, Ichamur'da oturup kazan kaynatmaktan başka bir iş yapmıyordu. Sahada neler olup bittiğini, nasıl önlemler alınırsa bu işin üstesinden gelineceğini en iyi ben biliyordum. Kendisi de bunu kabul etmek zorunda kaldı.
Toplantının ardından odadan ayrılmak üzere ayağa kalktık. Bu esnada Ulunike şöyle seslendi:
-"Gaddar Noyan, sen bekle. Siz çıkabilirsiniz komutanlar, Altar sen de."
-"Emredin hanımım."
-"Anneniz yaşıyor mu?"
Ulunike'nin neden böyle bir soru sorduğunu anlayamamıştım. Ama yine de cevap verdim.
-"Maalesef vefat etti hanımım."
-"Üzüldüm. Gidebilirsin."
Ulunike, babam ve annem arasında neler geçtiğini bilmiyordum ama köprünün altından çok sular aktığı aşikârdı. Belki de ilerleyen zamanlarda her şey açığa çıkacaktı. Bütün bunları düşünürken ertesi günü beklemek üzere odama gittim...

Sabah olmuştu. Gözlerimi yavaşça açarken büyük bir gürültü koptu. Neler olup bittiğini anlamaya fırsat ararken kapımın şiddetli bir şekilde çaldığını duydum.
-"Gir!"
Gelen Kurtbaş'tı. Kurtbaş'ın bu aceleci tavrı beni kuşkulandırmıştı.
-"Gaddar Noyan. Svadya orduları Melihan'a ulaşmak üzereymiş. Sancar Han destek istemiş. Sanırım asker sayısı olarak bizden fazlalar." Duyduklarım beni şaşırtmıştı. Bu kadar çabuk savaş çıkması aklımın ucundan bile geçmemişti. Hemen doğrulup orduyu toparlamak için harekete geçtim. Sarayın dışına çıktığımda kışladaki nökerlerin hazırlanması yönünde komutanlardan birine talimat verdim.
Bu sırada Hancıbey sarayın önüne gelip göz işaretiyle beni hana çağırmıştı. Hancıbey'in bu tavrı beni iyice tedirgin etmişti. Peşinden gitmekle gitmemek arasında kaldım. Sonunda peşine takılıp hana doğru hareket etmeye karar verdim. Hanın kapısına geldiğimde Hancıbey, bana burada beklemem gerektiğini söyledi. Biraz sonra içeri çağırdı.
Handa kimsecikler yoktu. Hancıbey benim için hanı kapatmıştı. Hancıbey'in elinde bir mühür vardı. Bu mührün ne olduğunu anlamaya çalışırken o bana şöyle dedi:

"O kutlu gün geldi Gaddar! O kutlu gün geldi..."
 
Devam Eden Hikâyeler bölümünün yegâne temsilcisi olmak yazma şevkimi gittikçe artırıyor. İşte yeni bölüm sizlerle... :smile:

Hancıbey'in bu sözleri beni oldukça heyecanlandırmıştı. Heyecan şöyle dursun gördüğüm bu mühür beni tedirgin etmeye yetmişti. Kısacası, her karşılaştığım farklı olaydan sonra yaşadığım heyecan duygusu ve kuşku, şimdi beni yine esir almıştı. Hancıbey'e dönerek şöyle dedim:
-"Bu mühür de nedir Hancıbey?"
-"Her şey sırayla Gaddar Noyan. Şimdilik bu mührü görmekle yetineceksin. Eğer savaşta ölmez sağ kalırsan yine yanıma geleceksin. Daha fazla sorgulamadan orduyu toparla."
Hancıbey, bu sözlerin ardından mührü yeniden çıkardığı beze geri sardı. Bir an aklımdan belimdeki kılıcı boynuna dayayıp zorla onu konuşturmak geçse de merakıma yenik düşmemenin de erdemlilik olduğunu hatırladım.

Hancıbey, beni hanın kapısından uğurladı. Yaşadığım şu olay beni o kadar meraklandırmıştı ki, hayatımda yaşadığım en saf ve temiz merak duygusunun bu olduğuna kanaat getirmiştim. Bir an evvel orduyu sefere hazırlayıp Hancıbey'in vakıf olduğu sırra erişmem gerektiğinin farkına vardım.
Sarayın önüne tekrar geldiğimde nökerlerin, komutanlarının emriyle bölüklere ayrıldığını gördüm. Bu disiplinli davranış beni savaştan önce cesaretlendirmişti. Nökerler bu anı bekliyormuşçasına hırslı ve azimliydi. Komutanlara gerekli emirleri verdikten sonra halkın da verdiği destekle şehirden ayrılmak üzere yola çıktık.

Hava kasvetli, toprak nemliydi. Gökyüzüne bakmak için başımı kaldırdığımda kara bulutların tepemizde dolandığını gördüm. Birazdan yağmur yağacakmış da ordu telef olacakmış gibi bir his vardı içimde. Böyle düşünüyordum çünkü atlar bozkırın yağmurdan dolayı çamurlaşmış yüzüne alışık değildi. Bu topraklarda inanç o ki, sefere çıkarken yüzünü gösteren yağmur ordunun mağlup olmasına sebep olurdu. Belki bu bir hurafeydi, ama asla kuruntu değildi. Nedenini yakın bir zamanda anlayacaktık.

Yaklaşık altı bölük vardı. Her bir bölük 300 nökerden oluşmaktaydı. Sancar'ın ve diğer Noyanların birlikleriyle birlikte yaklaşık 20-30 bin kadar askerin Svadyalılar karşısına çıkacağını tahmin ediyordum.
Varacağımız yer Melihan'dı. Söylendiğine göre buradaki arazilerin verimliliği, Svadya ve Kergit'teki tarım arazilerinin verimliliğinin onlarca katıydı. Ne olup bittiğini daha iyi anlamak için Sancar'ın ve Komutan Beyrek'in savaş için kurduğu kampa ulaşmamız gerekiyordu.

Melihan'a yaklaştıkça fırtınalar kopuyor, gökyüzündeki bulutlar adeta yerinde durmaktan utanç duyuyordu. Derken yağmur çiselemeye başlamış zaten nemli olan toprak, yağmurun da yağmasıyla birlikte yavaş yavaş çamura dönüşmeye başlamıştı. Öyle ki, bu çamur bazı bölüklerin kamp alanına daha geç varmasına sebep olacaktı. Sancar'ın huzuruna eksiksiz bir şekilde çıkmak istediğimden dolayı kamp alanına giriş yapmadan evvel benimle beraber gelen dört bölüğü el işaretimle durdurdum. Geride kalan iki bölüğü bekleyip öyle yola devam etme kararı aldım.
Biraz sonra son iki bölük de bize yetişmişti. Geciken bölüklerin komutanlarını sorgulamayı da ihmal etmemiştim:
-"Komutan Akdar, senin birliklerinin yerini alması fazla geç olmadı mı?"
-"Affedersiniz Gaddar Noyan. Bölükteki atlar, bizden önce geçen diğer bölüklerin atlarının yolları bataklığa çevirmesinden dolayı yürümekte zorlandı. Bundan dolayı geciktik."
-"Peki ya senin birliklerin Komutan Batur?"
-"Biz de aynı sebepten muzdaribiz efendim."
-"Pekala. Öyleyse yolumuza devam edelim."

Komutanların mazeretlerini bildirmesinden sonra yolumuza devam ettik. Fazla bir vakit geçmeden nihayet kamp alanı görünmüştü. Gördüğüm kadarıyla Sancar Han, çok da büyük bir orduyla alanda değildi.
Alana geldiğimizde bölüklerin yerlerini almalarını ve teyakkuzda olmalarını emrettim. Ardından konuşmak üzere Sancar Han'ın çadırına doğru yöneldim. Bu sırada alandaki nökerlerin arasında Komutan Beyrek'e rastladım. Komutan Beyrek beni görür görmez şöyle dedi:
-"Nihayet gelebildin Gaddar Noyan. Nökerlerin durumu nedir?"
-"Her biri savaşmaya hazır Komutan Beyrek."
-"Güzel. Bugün bizim en uzun günümüz olacak."
Konuşmamızın ardından Komutan Beyrek Tulga'dan gelen birliklerin yanına gitti. Ben de Han çadırına doğru yürüdüm. Çadırın önündeki muhafızlara Sancar ile görüşmek istediğimi söyledim. Muhafızlardan biri içeri haber saldı. Biraz sonra Sancar müsaade verdi ve içeri girdim. İçeri girer girmez Sancar'ın ayakta olduğunu ve Noyanlarını etrafına topladığını gördüm. Bu esnada Sancar'ın beni fark etmesi güç olmadı.

-"Gel bakalım Gaddar Noyan. Birliklerinin durumu nedir?"
-"Savaş için hazırız Han'ım."
Sancar ve diğer Noyanlarla savaş meselesini istişare ederken nökerlerden biri içeri girdi. Nöker, Svadya ordularının Melihan'a giriş yaptığını ve savaş alanına doğru hareket ettiğini söyledi. Bunun üzerine Sancar Han o müthiş savaş stratejisini konuşturdu.
"Gaddar Noyan, öncü birlik olarak senin gitmeni istiyorum hadi!"
Bu mümkün değildi. Yol yorgunu olan bir birlik savaşa bu hâldeyken gönderilemezdi. Bırakalım bu hâli bir kenara, yaklaşık 1200 kişilik bir asker grubuyla on binlerce askere karşı koymak bile mümkün olamazdı. Bunca sene saraydan çıkmayan bir adamdan da bu beklenirdi. Derken iş bilenin kılıç kuşananın tabirine uyan bir adam içeri girdi, Komutan Beyrek.

Komutan Beyrek, aklımdaki savaş planını bir bir Sancar'a ve bize anlattı. Bu plana göre benim ve benden hemen önce gelen Ulusamai Noyan'ın birlikleri destek kuvvet olarak geride duracaktı. Geriye kalan diğer birlikler topyekûn düşman üzerine gidecekti.
Bir müddet sonra savaş için nökerler bir araya geldi. Ellerinde tuğlarla, kargılarla, ok ve yaylarla her şeyden önemlisi de kabzasından yeni çıkmış kılıçlarla düşman üzerine yürümeye başladılar. Düşman üzerine yürürken atılan naralar ise yeryüzünü inletiyordu:
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Öncü birlikler savaş meydanına yürürken biz ise Ulusamai Noyan ile birlikte "Melihan Tepesi" denilen bir tepeye çıktık. Bu tepe, savaş meydanını yüksekten görüyor ve olası bir aksilik durumunda nökerlerimizin tepenin etrafını dolaşarak, Svadyalı askerlerin arkasından saldırıp savaşı kendi lehimize döndürmesine olanak sağlıyordu.

Biraz sonra her iki tarafın birlikleri yerini aldı. Svadyalıların zırhları göz kamaştırıyordu. Öyle bir kuşanmışlardı ki, atlar bile o çelik zırhlardan nasibini almış vaziyetteydi. Bizimkiler ise tipik bir bozkır göçebesi gibiydi. Atlı birliklerin zırh diye giydikleri kıyafetler kurt postundan yapılmıştı. Başlarındaki miğferlerin çelikten yapılmış tek yeri boynuzlarıydı. Hoş, bu şapkalara miğfer demek bile abes kaçardı. Fakat biz farklı savaşırdık. Hem de çok farklı. Diğerlerine benzemezdik biz. Ölmeyi de iyi bilirdik. Savaşarak ölmek ruhumuzda vardı. İki ordu arasında kıyaslama yaparken atalarımızın o kutlu sözü aklıma gelmişti:

"Yiğit dediğin er meydanında çıplaktır!"

Evet, yiğit bizdik. Ağa da bizdik, bey de bizdik. Savaşın kaybedeni olmak bize yakışmazdı. Tüm bu düşünceler zihnimi kurcalarken savaşın başlamasıyla irkilmiştim. İlk atağa geçen taraf Svadyalılar oldu. Karşılığını ise bizim okçularımız vermişti. Ulusamai Noyan ile beraber savaşı büyük bir heyecanla izlemeye koyulduk. Aradan birkaç saat geçmişti ki, yedek kuvvetlerden birkaç nökerin kaçtığını görmemle feryat etmem bir oldu.
"Ulusamai Noyan askerlerin kaçıyor!"
Dediğim gibi Ulusamai'nin birliğinden bazı nökerler kuyruğunu kıstırmış bir şekilde kaçıyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Çünkü Kergit Hanlığı'nın bir nökeri savaştan kaçamazdı. Kaçarsa cezası ölümdü.

Şaşkınlığım Ulusamai'nin tepkisizliğiyle ayyuka çıkmıştı. Ulusamai alandan kaçan nökerlerin ardından öylece bakarken, Kurtbaş'tan aldığım okla birlikte kaçan askerlerden birini sırtından vurmuştum. Ayni şekilde diğer kaçakları da birliğimdeki nökerler etkisiz hâle getirdi. Ulusamai, senelerin vermiş olduğu sözde tecrübesine ve babası Belir Noyan'ın asaletine güvenmiş olacaktı ki, elinin tersiyle bana tokat attı.
"Sen benim nökerimi nasıl vurursun hadsiz!"
Çılgına döndüm. Bir taraftan meydanda nökerler canını dişine takarak savaşırken diğer taraftan Ulusamai gibi aptallarla uğraşmak kanıma dokunmuştu. Bu tokatın altından kalacak değildim. Dudağım kanamıştı ve bu acıyla Ulusamai'nin burnuna yumruğu indirdim. Birbirimize girdiğimizi gören nökerler de kılıçlarını çekip birbirlerine cephe almışlardı. İşte o anda savaşı kaybedeceğimizi fark etmiştim. Bu olacak iş değildi. Düşmanla savaşması gereken askerler birbirlerine kılıç çekmişti.

Bu esnada Ulusamai, burnundan süzülen kanları eliyle silerken bana karşı şu sözleri sarf etti:
-"Gaddar Noyan, aramıza kan girdi. Hem nökerlerimin hem de bu saygısızlığının bedelini sana ödeteceğim."
-"Yiğit er meydanında belli olur Ulusamai, bekliyorum."
Bu kötü olmuştu. Haksızlığa karşı durduğum için devlet içinde husumet çıkmıştı. Üstelik düşman olduğum kişinin arkası da oldukça sağlamdı. Babası Belir Noyan, amcası Akadan Noyan, dayısı Karaban Noyan...
Ötesi yoktu. Ulusamai ile düşman olmak demek bütün bu Noyanlarla düşman olmak demekti. Ben ise devlette yeniydim. Savaş sonunda sağ kalırsam, yeni bir savaş girdabına sürüklenecektim, Siyaset Savaşı...

Destek birliği sözde birlik olmuştu. İki nöker grubunun arasına nifak girmişti. Elbette bu sorumsuzluğumuzun bedelini ödeyecektik. Ama savaştan kaçan nökerleri öldürdüğüm için de mükafat beklemiyor değildim. Derken tepeye tekrar çıkıp savaşı kaldığı yerden izlemeye devam ettim. Biraz sonra gördüğüm manzara korkunç bir felaketin üzerimize doğru geldiğinin habercisiydi...
 
Güzel bir bölüm keşke savaş stratejisini daha detaylı bir şekilde anlatsaydı daha iyi olabilirdi ama yine de harika yazmışsın gelecek bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.
Kara Bey said:
Devam Eden Hikâyeler bölümünün yegâne temsilcisi olmak yazma şevkimi gittikçe artırıyor. İşte yeni bölüm sizlerle... :smile:

Hancıbey'in bu sözleri beni oldukça heyecanlandırmıştı. Heyecan şöyle dursun gördüğüm bu mühür beni tedirgin etmeye yetmişti. Kısacası, her karşılaştığım farklı olaydan sonra yaşadığım heyecan duygusu ve kuşku, şimdi beni yine esir almıştı. Hancıbey'e dönerek şöyle dedim:
-"Bu mühür de nedir Hancıbey?"
-"Her şey sırayla Gaddar Noyan. Şimdilik bu mührü görmekle yetineceksin. Eğer savaşta ölmez sağ kalırsan yine yanıma geleceksin. Daha fazla sorgulamadan orduyu toparla."
Hancıbey, bu sözlerin ardından mührü yeniden çıkardığı beze geri sardı. Bir an aklımdan belimdeki kılıcı boynuna dayayıp zorla onu konuşturmak geçse de merakıma yenik düşmemenin de erdemlilik olduğunu hatırladım.

Hancıbey, beni hanın kapısından uğurladı. Yaşadığım şu olay beni o kadar meraklandırmıştı ki, hayatımda yaşadığım en saf ve temiz merak duygusunun bu olduğuna kanaat getirmiştim. Bir an evvel orduyu sefere hazırlayıp Hancıbey'in vakıf olduğu sırra erişmem gerektiğinin farkına vardım.
Sarayın önüne tekrar geldiğimde nökerlerin, komutanlarının emriyle bölüklere ayrıldığını gördüm. Bu disiplinli davranış beni savaştan önce cesaretlendirmişti. Nökerler bu anı bekliyormuşçasına hırslı ve azimliydi. Komutanlara gerekli emirleri verdikten sonra halkın da verdiği destekle şehirden ayrılmak üzere yola çıktık.

Hava kasvetli, toprak nemliydi. Gökyüzüne bakmak için başımı kaldırdığımda kara bulutların tepemizde dolandığını gördüm. Birazdan yağmur yağacakmış da ordu telef olacakmış gibi bir his vardı içimde. Böyle düşünüyordum çünkü atlar bozkırın yağmurdan dolayı çamurlaşmış yüzüne alışık değildi. Bu topraklarda inanç o ki, sefere çıkarken yüzünü gösteren yağmur ordunun mağlup olmasına sebep olurdu. Belki bu bir hurafeydi, ama asla kuruntu değildi. Nedenini yakın bir zamanda anlayacaktık.

Yaklaşık altı bölük vardı. Her bir bölük 300 nökerden oluşmaktaydı. Sancar'ın ve diğer Noyanların birlikleriyle birlikte yaklaşık 20-30 bin kadar askerin Svadyalılar karşısına çıkacağını tahmin ediyordum.
Varacağımız yer Melihan'dı. Söylendiğine göre buradaki arazilerin verimliliği, Svadya ve Kergit'teki tarım arazilerinin verimliliğinin onlarca katıydı. Ne olup bittiğini daha iyi anlamak için Sancar'ın ve Komutan Beyrek'in savaş için kurduğu kampa ulaşmamız gerekiyordu.

Melihan'a yaklaştıkça fırtınalar kopuyor, gökyüzündeki bulutlar adeta yerinde durmaktan utanç duyuyordu. Derken yağmur çiselemeye başlamış zaten nemli olan toprak, yağmurun da yağmasıyla birlikte yavaş yavaş çamura dönüşmeye başlamıştı. Öyle ki, bu çamur bazı bölüklerin kamp alanına daha geç varmasına sebep olacaktı. Sancar'ın huzuruna eksiksiz bir şekilde çıkmak istediğimden dolayı kamp alanına giriş yapmadan evvel benimle beraber gelen dört bölüğü el işaretimle durdurdum. Geride kalan iki bölüğü bekleyip öyle yola devam etme kararı aldım.
Biraz sonra son iki bölük de bize yetişmişti. Geciken bölüklerin komutanlarını sorgulamayı da ihmal etmemiştim:
-"Komutan Akdar, senin birliklerinin yerini alması fazla geç olmadı mı?"
-"Affedersiniz Gaddar Noyan. Bölükteki atlar, bizden önce geçen diğer bölüklerin atlarının yolları bataklığa çevirmesinden dolayı yürümekte zorlandı. Bundan dolayı geciktik."
-"Peki ya senin birliklerin Komutan Batur?"
-"Biz de aynı sebepten muzdaribiz efendim."
-"Pekala. Öyleyse yolumuza devam edelim."

Komutanların mazeretlerini bildirmesinden sonra yolumuza devam ettik. Fazla bir vakit geçmeden nihayet kamp alanı görünmüştü. Gördüğüm kadarıyla Sancar Han, çok da büyük bir orduyla alanda değildi.
Alana geldiğimizde bölüklerin yerlerini almalarını ve teyakkuzda olmalarını emrettim. Ardından konuşmak üzere Sancar Han'ın çadırına doğru yöneldim. Bu sırada alandaki nökerlerin arasında Komutan Beyrek'e rastladım. Komutan Beyrek beni görür görmez şöyle dedi:
-"Nihayet gelebildin Gaddar Noyan. Nökerlerin durumu nedir?"
-"Her biri savaşmaya hazır Komutan Beyrek."
-"Güzel. Bugün bizim en uzun günümüz olacak."
Konuşmamızın ardından Komutan Beyrek Tulga'dan gelen birliklerin yanına gitti. Ben de Han çadırına doğru yürüdüm. Çadırın önündeki muhafızlara Sancar ile görüşmek istediğimi söyledim. Muhafızlardan biri içeri haber saldı. Biraz sonra Sancar müsaade verdi ve içeri girdim. İçeri girer girmez Sancar'ın ayakta olduğunu ve Noyanlarını etrafına topladığını gördüm. Bu esnada Sancar'ın beni fark etmesi güç olmadı.

-"Gel bakalım Gaddar Noyan. Birliklerinin durumu nedir?"
-"Savaş için hazırız Han'ım."
Sancar ve diğer Noyanlarla savaş meselesini istişare ederken nökerlerden biri içeri girdi. Nöker, Svadya ordularının Melihan'a giriş yaptığını ve savaş alanına doğru hareket ettiğini söyledi. Bunun üzerine Sancar Han o müthiş savaş stratejisini konuşturdu.
"Gaddar Noyan, öncü birlik olarak senin gitmeni istiyorum hadi!"
Bu mümkün değildi. Yol yorgunu olan bir birlik savaşa bu hâldeyken gönderilemezdi. Bırakalım bu hâli bir kenara, yaklaşık 1200 kişilik bir asker grubuyla on binlerce askere karşı koymak bile mümkün olamazdı. Bunca sene saraydan çıkmayan bir adamdan da bu beklenirdi. Derken iş bilenin kılıç kuşananın tabirine uyan bir adam içeri girdi, Komutan Beyrek.

Komutan Beyrek, aklımdaki savaş planını bir bir Sancar'a ve bize anlattı. Bu plana göre benim ve benden hemen önce gelen Ulusamai Noyan'ın birlikleri destek kuvvet olarak geride duracaktı. Geriye kalan diğer birlikler topyekûn düşman üzerine gidecekti.
Bir müddet sonra savaş için nökerler bir araya geldi. Ellerinde tuğlarla, kargılarla, ok ve yaylarla her şeyden önemlisi de kabzasından yeni çıkmış kılıçlarla düşman üzerine yürümeye başladılar. Düşman üzerine yürürken atılan naralar ise yeryüzünü inletiyordu:
"Uh!.. Uh!.. Uh!.."
Öncü birlikler savaş meydanına yürürken biz ise Ulusamai Noyan ile birlikte "Melihan Tepesi" denilen bir tepeye çıktık. Bu tepe, savaş meydanını yüksekten görüyor ve olası bir aksilik durumunda nökerlerimizin tepenin etrafını dolaşarak, Svadyalı askerlerin arkasından saldırıp savaşı kendi lehimize döndürmesine olanak sağlıyordu.

Biraz sonra her iki tarafın birlikleri yerini aldı. Svadyalıların zırhları göz kamaştırıyordu. Öyle bir kuşanmışlardı ki, atlar bile o çelik zırhlardan nasibini almış vaziyetteydi. Bizimkiler ise tipik bir bozkır göçebesi gibiydi. Atlı birliklerin zırh diye giydikleri kıyafetler kurt postundan yapılmıştı. Başlarındaki miğferlerin çelikten yapılmış tek yeri boynuzlarıydı. Hoş, bu şapkalara miğfer demek bile abes kaçardı. Fakat biz farklı savaşırdık. Hem de çok farklı. Diğerlerine benzemezdik biz. Ölmeyi de iyi bilirdik. Savaşarak ölmek ruhumuzda vardı. İki ordu arasında kıyaslama yaparken atalarımızın o kutlu sözü aklıma gelmişti:

"Yiğit dediğin er meydanında çıplaktır!"

Evet, yiğit bizdik. Ağa da bizdik, bey de bizdik. Savaşın kaybedeni olmak bize yakışmazdı. Tüm bu düşünceler zihnimi kurcalarken savaşın başlamasıyla irkilmiştim. İlk atağa geçen taraf Svadyalılar oldu. Karşılığını ise bizim okçularımız vermişti. Ulusamai Noyan ile beraber savaşı büyük bir heyecanla izlemeye koyulduk. Aradan birkaç saat geçmişti ki, yedek kuvvetlerden birkaç nökerin kaçtığını görmemle feryat etmem bir oldu.
"Ulusamai Noyan askerlerin kaçıyor!"
Dediğim gibi Ulusamai'nin birliğinden bazı nökerler kuyruğunu kıstırmış bir şekilde kaçıyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Çünkü Kergit Hanlığı'nın bir nökeri savaştan kaçamazdı. Kaçarsa cezası ölümdü.

Şaşkınlığım Ulusamai'nin tepkisizliğiyle ayyuka çıkmıştı. Ulusamai alandan kaçan nökerlerin ardından öylece bakarken, Kurtbaş'tan aldığım okla birlikte kaçan askerlerden birini sırtından vurmuştum. Ayni şekilde diğer kaçakları da birliğimdeki nökerler etkisiz hâle getirdi. Ulusamai, senelerin vermiş olduğu sözde tecrübesine ve babası Belir Noyan'ın asaletine güvenmiş olacaktı ki, elinin tersiyle bana tokat attı.
"Sen benim nökerimi nasıl vurursun hadsiz!"
Çılgına döndüm. Bir taraftan meydanda nökerler canını dişine takarak savaşırken diğer taraftan Ulusamai gibi aptallarla uğraşmak kanıma dokunmuştu. Bu tokatın altından kalacak değildim. Dudağım kanamıştı ve bu acıyla Ulusamai'nin burnuna yumruğu indirdim. Birbirimize girdiğimizi gören nökerler de kılıçlarını çekip birbirlerine cephe almışlardı. İşte o anda savaşı kaybedeceğimizi fark etmiştim. Bu olacak iş değildi. Düşmanla savaşması gereken askerler birbirlerine kılıç çekmişti.

Bu esnada Ulusamai, burnundan süzülen kanları eliyle silerken bana karşı şu sözleri sarf etti:
-"Gaddar Noyan, aramıza kan girdi. Hem nökerlerimin hem de bu saygısızlığının bedelini sana ödeteceğim."
-"Yiğit er meydanında belli olur Ulusamai, bekliyorum."
Bu kötü olmuştu. Haksızlığa karşı durduğum için devlet içinde husumet çıkmıştı. Üstelik düşman olduğum kişinin arkası da oldukça sağlamdı. Babası Belir Noyan, amcası Akadan Noyan, dayısı Karaban Noyan...
Ötesi yoktu. Ulusamai ile düşman olmak demek bütün bu Noyanlarla düşman olmak demekti. Ben ise devlette yeniydim. Savaş sonunda sağ kalırsam, yeni bir savaş girdabına sürüklenecektim, Siyaset Savaşı...

Destek birliği sözde birlik olmuştu. İki nöker grubunun arasına nifak girmişti. Elbette bu sorumsuzluğumuzun bedelini ödeyecektik. Ama savaştan kaçan nökerleri öldürdüğüm için de mükafat beklemiyor değildim. Derken tepeye tekrar çıkıp savaşı kaldığı yerden izlemeye devam ettim. Biraz sonra gördüğüm manzara korkunç bir felaketin üzerimize doğru geldiğinin habercisiydi...
 
Back
Top Bottom