Hanlar Savaşıyor (BİTTİ)

Users who are viewing this thread

Sancar Han'dan aldığım komutanlık mühründen devletin ileri gelenleri haberdar olacaktı. Her ne kadar bu başlangıç gibi görünse de devamı muhakkak gelecekti. En azından ben öyle umuyordum. Sancar'a bağlılıklarımızı tekrar bildirerek huzurundan ayrıldık. Saray koridorlarında yürürken muhafızlardan birinin söyledikleri olduğum yerde durmamı sağladı.
-"Komutan Gaddar! Lütfen ardımdan geliniz."
Muhafızın ne demek istediğini anlamıştım. Koskoca hanlığın komutanı, eski püskü bozkır kıyafetleriyle nökerlere komutanlık edecek değildi. Muhafızın ardından yürümeye başladım. Bu sırada yoldaşlarıma da beni saray dışında beklemelerini söyledim. Saray muhafızı tahmin ettiğim gibi yalnızca rütbelilerin giymesine izin verilen zırhı ve miğferi bana takdim etti.
Yeni zırhımı özenle giydim. Miğferi ise sağ kolumun altına aldım. Zira kapalı mekânda miğfer giymek edebe aykırıydı.
Bundan sonra muhafız, ardından ayrılmamam gerektiğini bildirdi. Büyük bir heyecanla kendisini takip etmeye devam ettim. Attığım her adımda heyecanım artıyor, aynı zamanda yürüdüğümüz yolun nereye vardığını tahmin etmeye çalışıyordum.

Bir müddet sonra sarayın koridorları bana yabancı gelmeye başlamıştı. Yürüdüğümüz yolda kulağımı tırmalayan iki şey vardı. Bunlardan biri ayak seslerimiz, diğeri ise duvarda belli aralıklarla sıralanmış meşalelerin insanı ıssızlığa sürükleyen yırtıcı sesleriydi.
Nereye gittiğimizi gerçekten kestiremiyordum. Bir anda kendimi hayallerde bulmuştum. Sancar'ın beni tuzağa düşürdüğünü, beni aslında zindana gönderdiğini düşündüm. Hayır, hayır... Bu olamazdı. Bunu yapmak isteseydi tek bir emriyle yapabilirdi. Neticede sarayda dört kişiydik. Onca nöker arasından sıyrılıp kaçamazdık. Neyse ki zihnimi bulandıran bu düşünceler kısa sürede yerini özgüvene bırakmıştı. Bu özgüvenin sebebi belliydi:
-"Komutanım! Birazdan gizli bir geçitten geçeceğiz. Lütfen bu meşaleyi elinize alın. Zira geçit zifiri karanlık."
Bu sözlerin sahibi deminden beri arkasından yürüdüğüm muhafızdı. Bana bu şekilde hitap etmesi gururumu okşamıştı. Kendime geldim ve muhafızın bana uzattığı meşaleyi elime aldım. Biraz yürüdükten sonra karşımıza demir parmaklıkları olan genişçe bir kapı çıktı. Sanırım gittiğimiz yer devletin gizli sırlarının bulunduğu bir hücreydi. Burada devletin sırlarını öğrenecektim. Sonrasında devlet adına başka ülkelerde casuslukta bulunacaktım. Bir dakika... Yine hayallere dalmıştım. Ben bir casus değildim. Sadece Tulga civarındaki haydutları avlamak için vazifelendirilmiş basit bir askerdim.

Muhafız zincirlerle bağlanmış olan kapıyı açtı. Onun az önce bahsettiği zifiri karanlık buradan itibaren başlıyordu. Bir yandan elimizdeki meşalelerle yolumuzu bulurken diğer yandan muhafıza sorular sormaya başlamıştım:
-"Nereye gidiyoruz?"
-"Biraz daha sabredin komutanım."
Biraz daha sabretmeye mecburdum. Muhafıza birkaç soru daha sorduktan sonra onun ketum biri olduğunu anladım. Yürümeye devam ettik. İşte beklediğim an gelmişti. Bir ışık göründü. Bu ışık, karanlığa alışmış buğulu gözlerimi kamaştırmaya yetmişti. Gördüğümüz bu aydınlığa yaklaşırken işittiğim sesler yüzümde tebessüm oluşturmuştu.
"Uh! Uh! Uh!"
Bu sesler bana bir yerden tanıdık geliyordu. Bu sesleri daha evvel yoldaşlarımla Peshmi Köyü civarında duymuştuk. Sancar'ın oğlu Altar nökerleriyle bizi yolda durdurmuştu. Nökerlerin çıkardığı sesler de aynen bu şekildeydi. Biraz sonra gördüğüm manzara tüylerimi diken diken etti.
Ellerinde tuğlar, kargılar, kılıçlar, kalkanlar bulunan yiğit nökerler talim yapıyordu. Atların kişneyişleri yeri göğü inletiyordu. Böyle büyük bir orduyu daha evvel görmemiştim.

Meğerse sarayın gizli bir bölümünde Kergit ordularının talim alanı varmış. Biz ise bu nökerleri tepeden seyretme fırsatı buluyorduk. Tam bu esnada muhafız bağırdı:
"Nökerler!"
Nökerler oldukları yerde durdular. Bir anda hepsi hizaya geçip saray muhafızını dinlemeye koyuldular.
"Yeni komutanımız Hırçın Noyan oğlu Gaddar sizleri selamlamaya geldi."
Demek ki babamın namı hâlâ geçerliliğini koruyordu. Bu durum, Sancar'ın meşruiyet kazanmak için haksızca öldürdüğü eski devlet adamlarının ordu üstündeki tesirine müdahale etmediğini gösteriyordu.
Bu sözlerin ardından muhafız bana dönerek şöyle dedi:
-"Sancar Han'ın emriyle nökerlerden otuz tanesini himayeniz altına alacaksınız komutanım. Şimdi nökerlere kendinizi tanıtabilirsiniz."
-"Sağ ol muhafız."
Herkesin dikkati benim üstümdeydi. Dilimden dökülecek kelimeler oldukça mühimdi.
-"Yiğit nökerler! Ben ki, Hırçın Noyan oğlu Gaddar!
Sancar Han'ın buyruğuyla, Kalradya'nın asil nökerleriyle birlikte diyarlar fethetmeye geldim."
-"Çok yaşa Komutan Gaddar! Çok yaşa Komutan Gaddar!"
Bulunduğumuz yerden talim alanına inen bir merdiven vardı. Konuşmamı yaptıktan sonra talim alanına indim. Kendime otuz yiğit savaşçı seçtim. Bu savaşçılarla birlikte görev başına geçmek için saraydan ayrıldım.

Atlarımızın üstünde şehir meydanına doğru ilerlemeye başladık. Yoldaşlarım yanımda, yiğit nökerler ardımda ağır ağır ilerliyorduk. Tabi bundan başka Hancıbey'e biat eden ordudan bağımsız nökerler de vardı. Onları da yanımıza almaya karar verdik. Yaklaşık kırk kırk beş kişilik bir ekip olmuştuk. Artık dağlar bizimdi. Yoldan geçen kervanlar bize selam verecekti. Haydutlar o kokuşmuş dillerini keskin kılıçlarımıza uzatacaktı. Her şey istediğim gibi gidiyordu. Şehir meydanına geldiğimizde Kargılı şöyle dedi:
-"Noyanlığa giden ilk adım komutan olmaktır. Sen de bunu başardın yüce komutanım."
-"Sen dur. Bak ben daha neler yapacağım Kargılı."
Yapacağım şey belliydi. Sancar'ın sarayını, ordusunu, emrindeki hatunlarını ilmek ilmek kendime bağlayacaktım. Vakti geldiğinde öyle şeyler yapacaktım ki, Kergit halkı ızdırabı kendilerine reva gören Sancar'ın feryatlarından memnun olurken, Sancar'ın yumuşak başlılığını fırsat bilip devletimizin sınırlarında at koşturan komşu devletler başıma üşüşecekti. İçimdeki acımasız ruh, makamı, mevkiyi, rütbeyi gördükçe kabaracaktı. Kabardıkça etrafına ateşler saçacaktı. Bu ateşten nasibini almayan talihli kişiler, çok sevdiğim halkım ve yiğit nökerlerim olacaktı. Kalradya'nın efendisi de yüce halkım olacaktı. Herkes halkımın refahı için çalışacaktı. Diğer halklar benim için atımın nallarına kurban olacaktı ya da ben öyle sanacaktım.

Şimdi geriye aklımdaki tek sorunun cevabını bulmak kaldı. Sancar'ın yanındaki yiğit kimdi? Altar'ın ağabeyi olduğuna kanaat getirmiştim. Ama ne Altar'a ne de Sancar'a benzemiyordu. Hancıbey'e sordum:
-"Hancıbey, Sancar'ın yanındakini tanıyor muydun?"
-"Tanırım komutanım. Kendisi Komutan Beyrek'tir. Şu daha önce de bahsettiğim ordu komutanıdır."
Şimdi taşlar yerine oturmuştu. O yiğit, yüce Kergit ordusunun komutanıydı demek. Kendisi hedeflerime giden en büyük basamak olacaktı. Ordunun kalbine giden yol Komutan Beyrek'in kellesinden geçecekti. Onunla ilgili yapacağımız tertibi sonra düşünecektik. Şimdi yapılacak tek şey görevimizi hakkıyla yerine getirmekti. Hancıbey benden müsaade istedi ve ekmek teknesine döndü. Yoldaşlarım ve arkamızdan gelen yiğit nökerlerle atlarımızı şehir dışına sürdük. Haydutların kabusu olmaya gidiyorduk. Atlarımızı uçsuz bucaksız bozkırlara sürerken attığımız naralar arşı titretiyordu.
Akşam üstüydü. Hava biraz sonra kararacaktı. Tulga'nın civarında kendimize bulduğumuz bir mağarada avladığımız hayvanlarla karnımızı doyurduk. Haydutlar daha çok şafak vakti ortaya çıkıyordu. Bu namussuzlar, kervanları yağmalamayı kendileri için şeref sayıyorlardı. Bariyye'de ikâmet ederken çöl haramileriyle haşır neşirdim. Ama ilk önceleri bozkır haydutları hakkında fazla bir bilgim yoktu. Yanımda Kurtbaş ve Kargılı gibi tecrübe timsali adamlar olduğu için çok da fazla endişelenmiyordum.

Geceyi bulunduğumuz mağarada geçirdik. Bu mağaranın çevresi bodur ağaçlarla kaplıydı. Dışarıdan bakan kimse mağaranın girişini kolay kolay göremezdi. Esasen bu gizlilik abidesi ve içi de bayağı geniş olan mağaraya bizi getiren kişi nökerlerden biriydi. Bu nökere arkadaşları kısaca "İzcili" diyordu. Sebebi ise izcilik yeteneğinin çok iyi olmasıydı. İzcili, nökerler arasında boyu en ufak olan biriydi. Boyunun kısa olması bazen arkadaşları arasında dalga konusu oluyordu. Ama iş güreşmeye gelince onu yenebilen kimse çıkmıyordu. Bunu hep beraber içinde bulunduğumuz bu büyük mağarada müşahede etmiştik. Canları sıkılan nökerler benden izin alıp İzcili ile sırayla güreş tutmuştu. Tabi İzcili'nin o kısacık boyuyla dev gibi adamları alaşağı etmesi beni de oldukça eğlendiriyordu. Nökerlerimden yaklaşık yirmi beşi dağlarda haydut avına çıkmıştı. On tanesi etrafı gözetliyordu. Geriye kalan biz ise mağarada sohbet ediyorduk. Derken bir çığlık sesi kulaklarımızda yankılandı. Bu ses bir kadına aitti. Sesi duymamızla mağaradan dışarıya fırlamamız bir oldu.
Dışarıya çıktığımızda onlarca haydutun mağaranın etrafını kuşattığını gördük. Nihayet eğlence başlıyordu. Biz yaklaşık on beş kişiydik. Haydutlar bizim iki katımız kadardı. Kafamı sağ tarafa çevirdiğimde gördüklerim beni dumura uğratmıştı. Selenge Hatun...

Haydutlar Sancar Han'ın kızı Selenge Hatun'u ve yanındaki nökerleri esir almışlardı. Selenge'nin burada ne işi vardı? Bu soruyu kendime soracak vaktim yoktu. Gür bir sesle bağırdım:
-"Bre ırz düşmanları. Sizin haddiniz midir Sancar Han'ın kızını tutsak etmek?"
Haydutlardan biri atıldı:
-"Şimdi seni de tutsak edecez gebeş oğlan!"
Bu hakaret iliklerimi titretmişti. Askerlerimin önünde böyle bir hakarete maruz kalmak beni çileden çıkarmıştı.
-"Öyle mi koçum? Şimdi senin o pislik başını, yavşak bedeninden ayıracam! Saldırın yiğitler!"
Askerlerim haydutların üzerine davrandı. Biz de geri durmadık tabi. Kurtbaş bir tarafta, Kargılı bir tarafta, ben bir tarafta...
Sırayla haydutların leşlerini yerlere seriyorduk. Öyle ki, Selenge'nin varlığını bile unutmuştuk.
Derken gözlerimin kararmasına sebep olan o şiddetli acıyı omzumda hissetmiştim.
"Tak!"
Haydutlardan biri omzumu okla vurmuştu. Uzun süredir yara almayan vücudum, bu ok darbesine takat getiremiyordu. Acı içinde yüzümü buruşturdum. Biraz da ağlamaklı oldum. Ama ağlayamazdım, Selenge bana bakarken asla!
Acımı içime gömdüm ve oku vücudumdan çıkararak haydutlarla cenk etmeye devam ettim.
Haydutlardan biri zincirlerle bağladıkları esirlerin arasından Selenge'yi çekip çıkardı. Hançerini Selenge'nin boğazına dayadı. Bu sırada haydut avına çıkmış olan nökerler de geri dönmüştü. Artık ekibimiz tamamlanmıştı. Şimdi bizi azınlıkta görüp saldırmaya yeltenen haydutlar düşünecekti.
Aslanlar gibi savaşarak haydutların birçoğunu telef ettik. Geriye kalanlar ise Selenge'nin boğazına hançer dayayan haydutun yanına kadar geriledi. Selenge ağlıyordu. Ben de bir taraftan omzuma aldığım darbenin acısını içimde yaşıyordum.
-"Yaklaşmayın kız ölür!"
Kargılı:
-"Ulan hergele, kız ölürse siz yaşayacak mısınız?"
-"Yaklaşmayın dedim."
Haydut şaka yapar gibi görünmüyordu. En ufak bir hareketimiz kızın hayatına mal olabilirdi. Söze girdim:
-"Kızı bırak, beni al. Ben işinize yararım ama kız yaramaz."
-"Sen de kimsin be? Koskoca hükümdarın kızı varken sana mı kaldık?"
Bu iş böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydık. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...
Okçu nökerlerime emir verdim:
-"Okçular, nişan al!"
Bu sırada ben de omzuma aldığım yaraya rağmen elimdeki okla tam Selenge'nin arkasındaki hayduta nişan aldım.
Haydutlardan biri kendi canını düşünüp dile geldi:
-"Bırak ulan kızı öldürtecek misin bizi?"
Hançeri tutan ahmağın arkadaşıyla laf dalaşına girerken dikkati dağıldı. Fırsattan istifade edip emrimi verdim:
-"Şimdi!"

Okçuların atışları tam isabetti. Ben de hançerli haydutu tam alnından vurmuştum. Selenge sayemde kurtulmuştu. Bundan sonra neler olacağına Sancar Han karar verecekti.
 
Sırf şu hikâyenin daha da güzel olmasını istediğimden, ilham almak için dağlara çıkıyorum. Her bir bölümü özenerek yazmaya çalışıyorum. Üşenmezsem hikâyedeki karakterlerin hayalimdeki tasvirlerini Warband yardımıyla atacağım. Umarım okuyanların da daha çok hoşuna gider. :smile:
 
Selenge ağlıyordu. Yaşadığı şeyler kolay değildi. Haydutların onu tutsak etmesi zoruna gitmişti belli ki. Fakat bir yandan da kurtulmuş olmanın verdiği ferahlık gözlerinden okunuyordu. Olayın şokunu atlatması kolay olmayacaktı. Neticede o bir saray kızıydı. Saray adabını almış olmak dağlarda işe yaramazdı. Tabi bunun üstüne de hatun olması yaşadığı durumun vehametini bir nebze olsun açıklıyordu.
Selenge'nin yanına koştum. Adamlarıma leşleri tez vakitte toplamalarını ve bulunduğumuz muhitin güvenliğini sağlamalarını emrettim. Selenge'nin yanına geldiğimde ona şöyle söyledim:
-"Tehlike geçti Selenge Hatun."
-"Ben... Ben, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Gaddar Bey. Hayatımı kurtardınız."
-"Vazifemdi. Şimdi bunları düşünmenin vakti değil. Buyrun içeri gidelim."

Selenge Hatun ile birlikte konakladığımız mağaraya gittik. Kurtbaş çevredeki emniyeti sağlarken, Kargılı da peşimden geldi. Şimdi benim merak ettiğim bir şey vardı. Selenge'nin burada ne işi vardı? Yanındaki bunca nökerle nereye gidiyordu? Bu soruların cevabını almayı umuyordum.
Nökerlerden biri Selenge'ye ve bana su ikram etti. Tam bu esnada fırsattan istifade edip meselenin aslını öğrenmek için onunla diyalog kurmaya başladım.
-"Biraz daha iyi misiniz?"
-"Evet, teşekkür ederim. Sizin yaranız nasıl? Çok geçmiş olsun."
-"Ah, evet. Yaralıydım ama unutmuşum. Siz söyleyince ağrımaya başladı."
Hakikaten de yaralandığımı unutmuştum. Kolumdan süzülen koyu renkli kan bedenimi acıtmaktan ziyade ruhumu serinletmişti adeta. Sebebi neydi?
Konuşmaya devam ettim.
-"İzniniz olursa merakımı gidermek için sormak istiyorum."
-"Tabi, tabi buyrun."
-"Affınıza sığınarak, nereye gittiğinizi ve haydutlara nasıl esir olduğunuzu öğrenebilir miyim?"
-"Ben Ichamur'a gidiyordum. Emniyetimi sağlamak için nökerler de bana refakat ediyordu. Şehirden ayrıldık. Belli bir süre yol aldıktan sonra Taşlık vadisine geldik. Burada sayıca bizden çok haydut bizi esir aldı."
-"Ichamur'a neden gidiyordunuz?"
-"Halam orada yaşıyor. Uzun süredir göremiyordum. Babamdan izin alıp yanına gitmek istedim."
Bu sözleri duyunca başımdan kaynar sular dökülür gibi oldu. Töremize göre hükümdarın kız kardeşi hükümdardan büyük ise o tahtın en öncelikli naibi olurdu. Sancar'ın kız kardeşi olduğunu bilmiyordum. Bunu öğrenir öğrenmez kız kardeşinin Sancar'dan küçük olmasını ümit ettim. Sonraki sözlerim bu meseleyle ilgiliydi.
-"Sancar Han'ımızın kız kardeşi ondan küçük sanırım."
-"Hayır. Ablası olur."

İşte şimdi zokayı biraz daha gırtlağımda hissetmiştim. Sancar'ın halefi olarak kendime rakip gördüğüm tek kişiyi Altar'dı.
Bundan sonra hamlelerimi biraz daha düşünerek ve işimi sağlama alarak yapmam gerekecekti. Emindim ki, Sancar Han'ın ablası Ichamur'da ayrı bir devletti. Zira taht naibi olmak bunu gerektirirdi. Bir müddet zihnim düşüncelere gark oldu. Fakat Selenge'ye bunu hissettirmedim.
-"Siz burada bir müddet istirahat ediniz. Ichamur'a gitmeniz için saraydan gerekli takviyeyi sağlayacağım."
-"Saraya mı gidiyorsunuz? Ben de geliyorum."
Mağaradan dışarı çıktık. Hiddetli bir şekilde Kurtbaş'a seslendim ve onu yanıma çağırdım. Kurtbaş koşarak geldi.
-"Emirleriniz komutanım?"
-"Ben birkaç nökerle Tulga'ya dönüyorum. Sancar Han'a bizzat meselenin mahiyetini izah etmem gerekiyor. Ben dönene kadar emir komuta sendedir Kurtbaş. Şehrin civarında değil eli kılıçlı haydut, baldırı çıplak çapulcu bile istemiyorum!"
-"Emredersiniz komutan Gaddar!"
Bu sırada şehre geri dönmeden önce de İzcili'ye gereken talimatları verdim. Ondan Kurtbaş'a haydutları bulma konusunda yardımcı olmasını istedim.

Beş tane yiğit asker seçtim. Selenge'yi de yanıma alarak saraya doğru yol aldık. At üstünde giderken heyecanıma heyecan katan derin düşünceler yine zihnimi esir almıştı. Sancar'a durumu izah ettikten sonra ne olacaktı? Acaba Sancar'dan mükâfat alabilecek miydim?
Hayır, hayır mükâfat istemiyorum. Sadece hakkım olan Noyanlığı bana versin o yeter. Bu da bu kadar kolay değildi. Zira Noyan olmak için bir takım şartlar vardı.
Birincisi, soylu olman gerekiyordu. İkincisi, bu şana erişebilmek için ordunun içinde veya ordudan bağımsız bir şekilde bir süre rütbeli komutanlık yapman gerekiyordu. Üstelik bu şartları sağladıktan sonra da Noyan olunacak diye bir şey yoktu. Çünkü takdir sadece hükümdarındı.
İlk şart bende doğuştan vardı. İkinci şartım içinse daha erkendi. Yeni komutan olmuş birine Noyanlık şerefini bahşetmek kolay iş değildi. Hükümdarın, hanlık erkânı içindeki otoritesi sarsılabilirdi. En azından yaptığım bu işle Sancar'ın gözündeki itibarımı arttırabilecektim. Bu şimdilik bana yeterdi.
Bu düşünceler eşliğinde Taşlık vadisine çoktan gelmiştik. Selenge buraya geldiğimizde atını bana daha çok yaklaştırdı. Böylece bana yakın bir şekilde yol alıyordu. Belli ki korkuları dirilmişti. Çünkü haydutlar onları burada tutsak etmişti.
Derken vadinin çıkışındaki oluğun yanında durduk. Derler ki, bu oluktan akan su şifa imiş. Dertlere derman imiş. Bundan sebep hem atlarımıza serinletmek, hem de kendimiz kana kana su içmek için burada durduk.

Oluğun yanına geldiğimde Selenge de peşimden geldi. Onun ardımdan geldiğini görünce ona öncelik verdim. Daha sonra da ben bu şifalı sudan doya doya içtim. Son olarak askerler de bundan nasibini aldı tabi.
Biraz dinlenmek için gölgelik bulduk. Askerler bir yerde biz başka bir yerde istirahate çekildik. Bu esnada Selenge bana sorular sormaya başladı.
-"Komutan Gaddar. Size de hayırlı olsun diyemedim. Babamın sizi rütbeli komutanı yapması beni memnun etti. Gördüm ki, bu kararı isabet olmuş."
-"Sağ olun. Bu benim için büyük şeref."
-"Sizinle ilk tanıştığımızda adınız bana garip gelmişti. Burası yeri mi bilmiyorum ama isminizin hikâyesini sorabilir miyim?"
Hafifçe güldüm. Ardından Selenge'nin sorusunu cevaplamaya başladım.
-"Annemin anlattığına göre adımı babam koymuş. Sebebi ise çok ilginç. Can anamın karnına düştüğümden doğumuma kadar ona hep eziyet etmişim. Bulunduğum yer bana dar geldiğinden midir bilmem ama sürekli attığım tekmeler anamın canını acıtır olmuş. Babam da anneme ettirdiğim her feryattan sonra 'Gaddar oğlum yine etti edeceğini.' dermiş. Doğduğumda da adımı bundan sebep almışım."
-"Babanız oğlan olduğunuzu nereden biliyordu?"
-"Rüyasında görmüş..."
Bir yandan Selenge ile muhabbetin dibine vurup birbirimizi tanımaya çalışırken öte yandan kulağıma aşina olan sesleri yeniden duymaya başlamıştım.
"Uh!... Uh!... Uh!"
Sesleri duyar duymaz oturduğum yerden ayağa fırladım. Tulga'ya oldukça yakındık. Seslerin bu denli yakından gelmesi beni kuşkulandırmıştı, daha doğrusu heyecanlandırmıştı. Yoksa ordu sefere mi çıkıyordu? Bu soruyu kendime sorarken seslerin Tulga tarafından değil, vadinin girişinden geldiğini nökerlerden birinin söylemesiyle anladım. Altar'ın yine ava çıkmış olabileceği ihtimali aklıma geldi. Birazdan kim olduklarını görebilecektik.

Askerlerin naraları yerini kısrakların nal seslerine bırakmıştı. Birazdan gelenlerin tahmin ettiğim gibi nökerler olduğunu gördüm. Nökerlere önderlik eden kişiyi ise tanıyamadım. Ama Selenge tanımıştı.
-"Brula Noyan!"
-"Brula Noyan mı?"
Evet, bu kişi Selenge'nin söylediğine göre Sancar'ın Noyanlarından Brula'ydı. Peki ya neden Tulga'ya geliyordu? Birazdan nedenini öğrenecektim.
Brula Noyan nökerleriyle birlikte bizi görünce durdu. Atından iner inmez yanımıza geldi ve şöyle dedi:
-"Selenge Hatun, sizi burada görmek beni şaşırttı. Ah... Merhaba komutan."
-"Merhabalar efendim."
Brula, benim komutan olduğumu üstümdeki zırhtan anlamıştı. Kendimi tanıttım. Yaşadığımız olayları kısaca anlattım. Ardından Brula Noyan ve askerleri atlarına binip Tulga'ya doğru yol aldılar. Onların arkasından biz de atlarımıza bindik. Fakat hemen arkalarından gitmedik. Biraz aramızdaki mesafenin açılmasını bekledim ki aklımdakileri Selenge ile konuşabileyim.
-"Brula Noyan neden Tulga'ya gidiyor bilginiz var mıdır Selenge Hatun?"
-"Babam ben saraydan ayrılmadan evvel ziyafet tertiplemişti. Ülkenin dört bir yanından Noyanlar bu ziyafete iştirak edecektir."
Bunları duymak beni bir kez daha kaderimle baş başa bırakmıştı. Bu kader öyle bir şeydi ki, sürekli önümü açıyor, bana yardımcı oluyordu. Bakalım bu iş böyle nereye kadar sürecekti. Kaderim yolumu açıyordu çünkü, ülkenin bütün soyluları saraydayken saraya gitme fırsatına erişmiştim. Yaşadığım her acı verici olayın ardından mutlaka istikbalim bana göz kırpıyor, bana gittiğim yoldan geri dönmemem gerektiğini söylüyordu. Hayatında kaç insan devlet adamlarının bulunduğu ortamda kendine yer bulurdu?
Bu kadar kendimi eziklemem yeterdi. Ben de soylu biriydim. Babam da bu ülkeye hizmet etmiş bir Noyan idi. Zaten Brula Noyan'a babamın adını söylediğimde gözleri dolar gibi olmuştu. Onun o sıcakkanlılığı içimi ısıtmıştı. Şimdi de diğer Noyanlarla tanışma vaktiydi.

Nihayet Tulga'ya gelmiştik. Şehir içinde şölen havası vardı. Nökerler asayişi sağlamak için şehir içinde önlemleri artırmışlardı. İnsanlar yoksulluklarını unutmuş şehir dışından gelen Noyanların saraya girişlerini hayranlıkla seyrediyordu. Kimileri de tezahürat yapıyordu. Demek ki bu işler böyleydi. Halk kendisini görmezden gelenlere kayıtsız şartsız biat etmeyi bir borç biliyordu. Yeter ki şaşaa olsun, gösteriş olsun, güçle harmanlanmış gövde gösterisi olsun. Gerisi mühim değildi.
Ama bu düzen böyle gitmezdi, gidemezdi. Ben bir devlet terbiyesi almıştım. Devletin bana göstermediği terbiyeyi annem göstermişti. O kızgın güneşin altındaki çöllerde, Kergit Hanlığı'nın gelenekleriyle yetişmiş olmanın gururunu hep içimde taşıdım. Şimdi ise yetiştiğim bu geleneklerde muhakkak değiştirmek isteyeceğim hususlar vardı.
Selenge ile birlikte saraya yöneldik. Saray girişinde sıkı bir önlem vardı. İçeri girmek istediğimde kapıdaki muhafızlar beklemediğim bir şekilde beni engelledi. Sebebini sorduğumda muhafızlardan biri içeriye sadece yüksek rütbeli komutanların ve Noyanların girebileceğini söyledi.
Sinirlendim. Öfkeyle karışık soğukkanlılığımla bana yapılan bu saygısızlığa yanıt verdim:
-"Terbiyesizliğin lüzumu yok. Sancar Han'a bir mesele hakkında izahat vereceğim."
-"Maalesef komutanım, emirler böyle."
Bu sırada Selenge devreye girdi ve muhafızı ikna etti.
-"Size emrediyorum. Komutan Gaddar'ı içeri alın!"
-"Peki Selenge Hatun."

İçeri girdiğimizde koridorlar kalabalıktı. Orduya bağlı rütbeliler birbirleriyle duvar kenarlarında sohbet ediyor, şen şakrak eğleniyorlardı. Bu kadar eğlence beni rahatsız etmişti. Ordu senelerdir sefer dahi yapmıyordu. Komutanlar bundan üzüntü duyacağına zevkin doruklarına çıkıyorlardı. Olan savaşmak için can atan garip nökerlere oluyordu. Anlaşılan Sancar da kendi gibi basiretsizleri ordunun içine doldurmuştu. Derken Altar karşımıza çıktı.
-"Selenge! Senin burada ne işin var?"
-"Abi..."
Selenge, abisinin boynuna sarılmıştı. Olanları ağlayarak anlattı. Altar yaşananlardan dolayı üzüntü duyduğunu ve bana olan minnetini ifade etti.
"Sen yiğit adamsın Komutan Gaddar!"
Ziyafet çoktan başlamıştı. Biz de ziyafetin bulunduğu salonun kapısında bekliyorduk. Muhafızlardan biri Sancar'a haber verdi. Ardından Noyanların da bulunduğu ziyafet salonuna kabul edildik. İçeri girdiğimizde Selenge koşarak babasının boynuna sarıldı.
-"Babacığım!"
-"Kızım!"
Sancar Han soğukkanlı davrandı. Bütün bu olanların açıklamasını beklemeden önce beni Noyanlarıyla tanıştırdı. Noyanlar adımı daha evvel Atalan olayıyla duymuştu. Her biri benimle tanışmaktan memnun oldu. Daha sonra Sancar meselenin özünü anlatmamı istedi. Yaşadığımız her şeyi teferruatıyla anlattıktan sonra Sancar şöyle dedi:
-"Sen benim hayatımı ikinci kez kurtardın Gaddar. Önce hanlığımı Atalan belasından kurtardın, sonra da canımdan bir parça kızımı şerefsizlerden kurtardın. Mutlaka bu iyiliklerinin karşılığını fazlasıyla alacaksın."
-"Vazifemdi yüce Han'ım."
-"Yok, yok. Bu vazifeyle olacak bir iş değil. Gördüğüm kadarıyla kızımın hayatı için yaralanmışsın. Her babayiğit bunu yapamaz. Ben nice adam gönderdim dağlara. Her biri de ürkek tavşan gibi haydutların üstesinden gelmeyi beceremedi. Şimdi sen yenisin. İlk icraatını başarıyla gerçekleştirmen şehrin her yanını kaplayan haydut mikrobunu temizlemene işarettir. Bu cesaretin, diğer komutanlara da güven verecektir."

O kadar Noyanın içinde bu övgülere mazhar olmam beni ziyadesiyle gururlandırmıştı. Sancar, içkinin dozunu kaçırmanın verdiği gevezelikle de beni övdükçe övdü.
Son olarak ettiği kelâm ise beni o kadar şaşırtmıştı ki, uzunca bir süre kendime gelmem zor olacaktı.
"Bugünden itibaren biline,
Hırçın Noyan oğlu Komutan Gaddar benim sadık Noyanımdır!"


KARAKTERLER

oVk207.jpg
6NXQ93.jpg
DDdEdl.jpg
LDn2nb.jpg
LDn2nz.jpg
5yQ4QA.jpg
6NXQyk.jpg
aYGj1d.jpg
EDRbyD.jpg
VDMA3R.jpg
 
Şimdi Sancar kalkıp da “sarhoştum o sıra, bana ne sen noyan değlsin” demesin?

Şaka maka güzel bölümdü, sadece detaylı olduğu halde olay biraz hızlı gelişti gibi geldi.
 
Afrandez said:
Şimdi Sancar kalkıp da “sarhoştum o sıra, bana ne sen noyan değlsin” demesin?
Ümüğünü sıkarım onun. :grin:

Afrandez said:
Şaka maka güzel bölümdü, sadece detaylı olduğu halde olay biraz hızlı gelişti gibi geldi.
Sıkmamaya çalışıyorum biraz. 11 bölüm yazdım. Bu geçen 11 bölümde karakteri anca buraya getirebildim. Benim aklımdaki senaryoları bilsen forum tarihinin en uzun hikâyesini yazacak kadar farklı ve heyecanlı olaylar var. Tabi bu öngörü, umarım yazmaktan sıkılmam. Yoksa final bölümü çok da yakın gözükmüyor. Bazı bölümler fazla atraksiyonlu olmayabiliyor ama kafamdaki şeylere zemin hazırlamaya çalışıyorum. Yorumun için teşekkür ederim ayrıca. :smile:
 
Uzun bir süre yazamadım ne olur kusuruma bakmayın. Son günlerde işlerim yoğunlaştı yeni bölümü yazmaya vakit ayıramadım. Ya bu akşam ya da birkaç gün içinde yeni bölüm gelir.
 
Kara Bey said:
Uzun bir süre yazamadım ne olur kusuruma bakmayın. Son günlerde işlerim yoğunlaştı yeni bölümü yazmaya vakit ayıramadım. Ya bu akşam ya da birkaç gün içinde yeni bölüm gelir.

Sen yaşıyormuydun yahu?
 
Etraf buz kesmişti. Sancar ettiği sözlerin farkına varmış mıydı bilinmez ama Noyanlar duydukları karşısında sessizliğe bürünmüştü. Benim durumum ise onlardan aşağı kalır değildi. Şimdi aklımı kurcalayan Sancar'ın bunu ayık kafayla değil de ayyaş kafayla söylemesiydi. Noyanların aklını kurcalayan ise daha farklıydı. Daha dün ıssız çöllerden çıkagelmiş bu adam Noyan olmak için ne kadar güvenilirdi?
Elbette bu düşünceler onların kendi iç hesaplaşması olmaktan öteye gidemezdi. Neticede son sözü söyleyen onlar değildi.

Ben işittiklerim karşısında şaşkın olmaktan ziyade tedirgindim. Zira bu işin bu kadar kolay olması beni kuşkulandırmaya yetmişti. Eğlence salonunda herkes birbirinin suratına uzun uzun bakarken Sancar sessizliği bozdu.
"Eee, eğlenmiyor muyuz ha? Gel bakalım Gaddar Noyan, sen de katıl aramıza."
Fırsat ayağıma gelmişken istifade etmesini bilmeliydim. Nitekim öyle de oldu.
O gün Noyanların hemen hemen hepsiyle tanışmıştım. Toplantıya iştirak etmeyen Noyanlar da yok değildi. Onlarla da nasılsa bir gün tanışacaktım.
Eğlence bitiminde saraydan ayrılmadan evvel Sancar beni ve diğerlerini huzuruna çağırdı. Yapılacak belliydi. Devlet erkânının huzurunda Sancar Han'a bağlılık yemini edecektim.

Biraz sonra hazırlıklar tamamlandı. Sancar tahtına oturdu ve Noyanlar da Sancar'ın sağına ve soluna sırayla konuşlandı. Sancar kendinden emin bir şekilde şunları söyledi:
"Söyleyeceklerimi tekrar et!
Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı Sancar Han'a bağlı kalacağıma,
Yaşadığım müddetçe size ve davanıza sadık kalacağıma,
Kergit töresine bağlı kalacağıma ve hanlığın bekasına hizmet edeceğime,
namusum ve şerefim üzerine yemin ederim!"
Sancar'ın ardından tekrar ettiğim bu cümleler benim nasıl büyük bir yolun yolcusu olduğumu bir kez daha bana hissettirmişti. Bu sözlerin ardından Noyanlığımın mührü olarak bana özel bir kılıç ve yay takdim edildi.
Bundan böyle ben de bu devletin sadık hizmetkarı olacaktım, tabi köprüyü geçene kadar.

Bu öyle bir köprüydü ki, altındaki soğuk ve dibi görünmeyen suların haşmetine dayanmak için üstünden geçenleri aşağı bile itebilirdi. Öyle bir köprüydü ki, sıradağların alnında bulunan deryayı kendine köle bile edebilirdi. Fakat bu düzen bozulmalıydı. Bozulmalıydı ki, köprüden ürkerek geçen ahali benim bahşedeceğim huzura kavuşmalıydı. Tabi bu huzur bana itaat ile mümkün olabilirdi. Çünkü ben demek Kergit Hanlığı demek olmalıydı. Kergit Hanlığı demek ise ben...
Sancar farkında olmadan kendi hükümranlığının kuyusunu kazıyordu. Günü geldiğinde, güneş yüzünü gösterince, yağmur kuru tenlere düşünce yaptıklarından pişman olacaktı ya da ben öyle düşünüyordum.

Bütün bu hayalleri bir kenara bırakıp Sancar'ın dudaklarından dökülecek kelimelere odaklandım.
-"Bugünden itibaren Gaddar Noyan benim sadık adamlarımdandır. Hepinizin ona destek olmasını istiyorum."
-"Bağlılığım sonsuza kadardır yüce hükümdarım!"
Noyanlar beni tebrik ederek sırayla Sancar'ın huzurundan çekildi. Sancar bana bir şeyler söyleyeceğini belirterek odada durmamı istedi. Biraz sonra onunla baş başa kaldık. Sancar şöyle dedi:
-"Sana verdiğim vazifeyi tamamlamanı istiyorum Gaddar. Şehrin civarında haydut kalmayıncaya dek vazifen devam edecek. Noyan olarak bir süre saraya bağlı kalacaksın. Sana özel bir ev hazırlatacağım."
-"Emredersiniz efendim."

Sancar Han'ın huzurundan ayrıldım. Sarayın koridorlarında yürürken karşıma çıkan kişi Altar'dı.
-"Gaddar Noyan! Öncelikle yeni vazifen hayırlara vesile olsun."
-"Sağ olun."
-"Törene katılamadım. Sarayda mühim işlerim vardı. Başarılar dilerim."
-"Sağ olun."
Altar sıcakkanlı birisiydi. Tabi kendisine sıcak davranana karşı bu özelliğini gösteriyordu. Ayak üstü bu muhabbetin ardından çıkış kapısına yöneldim. Daha fazla kimseyle konuşmak istemiyordum. İçimde sanki anlamlandıramadığım bir his vardı. Bu hissin beni esir etmesi an meselesiydi. Dışarı çıktığımda saray muhafızından atımı istedim. Artık dağlara dönmenin vaktiydi. Oradaki işimi halledip en kısa zamanda şehre geri dönmeliydim. Atım gelir gelmez yola çıktım.

Bir müddet sonra Taşlık vadisine vardım. Daha önce de yaptığım gibi oluğun başında soluklanmayı tercih ettim. Yeterince dinlendikten sonra adamlarımın bulunduğu yere doğru tekrardan yol aldım.
Yolda giderken bundan sonrasını kafamda tasarlamaya başladım. Şimdi ne yapacaktım?
Yapılması gerekenleri tek tek irdeledim. Hancıbey ve diğer yoldaşlarımla da durumu istişare edecektim. Bütün bunları düşünürken üç tane atlının üstüme doğru hızlı bir şekilde geldiğini fark ettim. Bunlar da kimdi? Buranın adamları değildi. Atımı durdurdum. Belki de beni avlamaya geliyorlardı. Bunları sorgulayacak vakit yoktu. Gür bir sesle bağırdım:
-"Hey! Durun bakalım."
Atlılar sesimin şiddetinden midir bilinmez ama ani bir şekilde tam yanımda durdular.
-"Sen de kimsin?"
-"Asıl siz kimsiniz? Kergit topraklarında işiniz nedir?"
İçlerinden biri üstümdeki kıyafetten ve belimdeki kılıç kabzasından kim olduğumu anlamıştı.
-"Biz Svadya'dan geliriz. Kergit Han'ına yüce kralımızdan haber getirdik. Sen de onun komutanlarından olmalısın."
-"Evet, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Noyan."

Bu sözlerin ardından benimle konuşan ulağın surat ifadesi sertleşti.
-"Demek Hırçın Noyan oğlu..."
Tam bu esnada bizimkilerden birkaçı vadinin tepelerinden aşağı naralar atarak yanıma geldi.
"Uh!... Uh!... Uh!..."
Onların bu ani hareketi ulakları korkutmuş gibiydi.
-"Biz, biz sadece haber getirdik. Art niyetimiz yoktur."
-"Hadi yolunuza..."
Nökerlerden biri ulaklar gittikten sonra şunları söyledi:
-"Komutanım, sizi tepeden gördük. Yabancıları da yanınızda görünce aksi bir durum olduğunu düşündük."
-"Aferin asker."
Yola tekrar koyulduk. Biraz sonra nökerlerin yanına vardık. Kurtbaş ve Kargılı beni karşıladı. Kurtbaş'a ahvali sordum. Bana birkaç haydut ve çapulcu sürüsünü öldürdüklerini söyledi. Kurtbaş'ın verdiği bu malumatın ardından müjdeli haberi vermek istedim. Nökerlerime müjdeli haberi vermeden evvel bir çığlık koptu:
-"Komutanııımmm! Bu kılıç, bu yay neler oluyor?"

Sesin sahibi İzcili'ydi. Anlaşılan İzcili benim kim olduğumu tam idrak edememişti. Bana karşı arkadaşıyla konuşur gibi davranması kaşlarımı çatmama yetmişti. Kargılı durumu anlayıp atıldı:
-"İzcili!"
Kurtbaş da meselenin gerisinde kalmadı.
-"Noyanın oğlu Noyan! Emrindeyiz Gaddar Noyan!"
Yoldaşlarıma sarıldım. Onlarla sevincimi paylaşmak bana o kadar iyi gelmişti ki, uzun bir zamandır bu denli mutlu olmamıştık. Askerler de mutluluğumuza ortak oldu:
"Çok yaşa Gaddar Noyan! Çok yaşa Gaddar Noyan!"
Bu sırada kısa bir konuşma yapmanın yerinde olacağını düşündüm.
"Yoldaşlarım, nökerlerim, yiğitlerim. Bundan böyle her zamankinden daha fazla hırslı, her zamankinden daha fazla hiddetli, her zamankinden daha fazla dirayetli olacağız. Omuz üstünde baş, taş üstünde taş kalmayıncaya kadar yağmacılarla çarpışacağız!"

Konuşmamın ardından askerlerin keyiflerine bakmalarını söyledim. Ardından Kurtbaş ve Kargılı'yı hususi olarak konuşmak için mağaraya çağırdım. Mağarada bizi kimsenin duyamayacağı bir yere girdik. Yoldaşlarım dikkatle beni dinlemeye koyuldu.
-"Bundan sonrası daha zor yiğitler. Aklımdan geçenleri tek tek size anlatacağım."
Kurtbaş:
-"Planın nedir Gaddar Noyan?"
-"Evvela Hancıbey ile de görüşeceğim. Ona söyleyeceklerimden sonra her şey daha da netleşecek. Şimdi beni iyi dinleyin..."
Kurtbaş ve Kargılı beni dinlerken ben anlattıklarımla onları hayrete düşürmüştüm.
-"Komutan Beyrek bizim ilk hedefimiz olacak. Onu kendi safımıza çekmek için çaba harcayacağız."
Kargılı:
-"İyi ama nasıl? Beyrek, Sancar'a kayıtsız şartsız itaat eder. Sancar onu küçüklükten beri yetiştirmiş, ordunun komutanı yapmış."
-"O zaman ikinci aşamaya geçeceğiz."
Kurtbaş:
-"İkinci aşama nedir?"
-"Onu öldürmek!"

Tüm bunları kendi aramızda konuşurken hemen yakınımızda bir ses duyduk. Bu ses ayak sesiydi. Kargılı elini beline götürdü ve kılıcını hafifçe çekmeye başladı. Elimle Kargılı'ya durmasını işaret ettim. Ardından hızlı bir hareketle mağaranın içine doğru yöneldim.
Mağaranın içine giden yolun kenarında uzunca bir kaya vardı. Bu kayanın arkasında birisi olduğunu fark ettim. Tam bu esnada bu ahmak kılıcını çekip bağırmaya başladı:
-"Sizi hainler. Komutan Beyrek'in arkasından iş çevirirsiniz ha. Şimdi görürsünüz siz."
Bu kişi nökerlerden biriydi. Gizli gizli konuşmalarımızı dinlemiş, sonra da yakalanarak bir çuval inciri berbat etmişti. Bu esnada kılıcıyla bana doğru hamle yaptı. İlk hamlesi boşa gidince elimin tersiyle suratına şamarı attım.

Şamarın etkisiyle yere kapaklanan bu herifi Kurtbaş ve Kargılı beraber zapt etmişti. Konuşmaya başladım:
-"Kimin casususun it oğlu?"
-"Babanın."
Kargılı bir tane yapıştırdı.
-"Kime hizmet ediyorsun kahpe?"
-"Anana."
Kurtbaş da geri kalmadı.
-"Şimdi ananı babana göstereyim de ortalık şenlensin köpek soyu."
Noyanlığımın mührü olan kılıcımı çektim. Bunu gören casus ağzındakileri dökmüştü.
-"Seni bu devletin Noyanı yapan adama nasıl ihanet edersin ha?"
Evet tam da düşündüğüm gibiydi. Bu herif Sancar'ın içimize yerleştirdiği casustu. Demek ki Sancar emrim altına verdiği nökerlerin arasına casus yerleştirmişti. Şükür ki kader yine bana yardım etmişti. Sancar en ufak bir yanlışımdan haberdar olacak, sonrasında ipimi çekecekti. Bu kadar aklı buna kim vermişti? O ana kadar Sancar'ın istihbarattan anlamadığını düşünürdüm, yanılmıştım.

Bu casusu tek bir yumruk darbesiyle bayılttıktan sonra diğer nökerlerin önüne sürüklemenin doğru olacağını düşündüm. Kurtbaş ve Kargılı içimizdeki haini peşimden mağaranın dışına sürükledi. Nökerler gördükleri karşısında şaşkındı. Biraz sonra onlara şunu söyledim:
-"Bu hain içimize sızmış. Sancar Han'ımızın ve bizim kuyumuzu kazmak için düşman devletler tarafından görevlendirilmiş."
-"Yuh, asalım haini, keselim haini!"
-"İçimizde bulunan hainler, her birinizin kim olduğunu biliyorum. Kendinize çekidüzen verin. Aksi takdirde sonunuz bu şekilde olur."

Bu sözlerle amacım askerlerin arasında başka casus olup olmadığını saptamak ve onlara gözdağı vermekti. Her birine o korkuyu vermeyi amaçlamıştım. Bu casus işi hiç aklıma gelmemişti. Şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyatlı olmak lazımdı.
Bütün bunların ardından içimizdeki casusu diğer nökerlerin gözü önünde idam ettim. Sancar bundan elbette rahatsız olacaktı. Çünkü onun adamını öldürmüştüm. İçimizde mutlaka birden fazla casus vardı. Tek bir casusun olması düşünülemezdi. Bunun için öldürdüğüm bu askerin haydutlar tarafından öldürüldüğü yalanını söylemeyecektim. Zira yalan söylediğim açığa çıkabilirdi. Bu riski göze alamazdım.
Nökerler biraz ürkmüş gibiydi. Bu korku onların her birini hizaya getirecekti. Çünkü askerler her zaman korktukları kişiye biat etmeyi tercih ederlerdi. Ben böyle inanıyordum. İnandığım bu düşünceyi hayatımda da uygulamaya başlamıştım.

Havanın kararmasıyla ortam iyice soğumuştu. Bozkırlarda gece soğuğunu ilk defa bu kadar yakından hissetmiştim. Bariyye çöllerindeki gece soğukları buranın soğuğuyla aşık atabilirdi. Neyse ki mağaranın içi bu soğuğu bir nebze de olsa engelleme görevi görüyordu. Gözlerim ortamın dinginliğinin verdiği gevşeklikle kapanmaya başladı. Tam hülyalara dalmıştım ki boynuma dokunan buz gibi bir çelik gözlerimi aniden açmama sebep olmuştu. Bu çeliğin kılıç olduğunu fark etmem zaman almamıştı ki, kılıcın sahibinin ettiği sözler mağarayı yankılatmaya ve beni de şaşkınlığın doruklarına ulaştırmaya yetmişti.

"Uyursan, ölürsün!"
 
Kara Bey said:
Etraf buz kesmişti. Sancar ettiği sözlerin farkına varmış mıydı bilinmez ama Noyanlar duydukları karşısında sessizliğe bürünmüştü. Benim durumum ise onlardan aşağı kalır değildi. Şimdi aklımı kurcalayan Sancar'ın bunu ayık kafayla değil de ayyaş kafayla söylemesiydi. Noyanların aklını kurcalayan ise daha farklıydı. Daha dün ıssız çöllerden çıkagelmiş bu adam Noyan olmak için ne kadar güvenilirdi?
Elbette bu düşünceler onların kendi iç hesaplaşması olmaktan öteye gidemezdi. Neticede son sözü söyleyen onlar değildi.

Ben işittiklerim karşısında şaşkın olmaktan ziyade tedirgindim. Zira bu işin bu kadar kolay olması beni kuşkulandırmaya yetmişti. Eğlence salonunda herkes birbirinin suratına uzun uzun bakarken Sancar sessizliği bozdu.
"Eee, eğlenmiyor muyuz ha? Gel bakalım Gaddar Noyan, sen de katıl aramıza."
Fırsat ayağıma gelmişken istifade etmesini bilmeliydim. Nitekim öyle de oldu.
O gün Noyanların hemen hemen hepsiyle tanışmıştım. Toplantıya iştirak etmeyen Noyanlar da yok değildi. Onlarla da nasılsa bir gün tanışacaktım.
Eğlence bitiminde saraydan ayrılmadan evvel Sancar beni ve diğerlerini huzuruna çağırdı. Yapılacak belliydi. Devlet erkânının huzurunda Sancar Han'a bağlılık yemini edecektim.

Biraz sonra hazırlıklar tamamlandı. Sancar tahtına oturdu ve Noyanlar da Sancar'ın sağına ve soluna sırayla konuşlandı. Sancar kendinden emin bir şekilde şunları söyledi:
"Söyleyeceklerimi tekrar et!
Kergit Hanlığı'nın meşru hükümdarı Sancar Han'a bağlı kalacağıma,
Yaşadığım müddetçe size ve davanıza sadık kalacağıma,
Kergit töresine bağlı kalacağıma ve hanlığın bekasına hizmet edeceğime,
namusum ve şerefim üzerine yemin ederim!"
Sancar'ın ardından tekrar ettiğim bu cümleler benim nasıl büyük bir yolun yolcusu olduğumu bir kez daha bana hissettirmişti. Bu sözlerin ardından Noyanlığımın mührü olarak bana özel bir kılıç ve yay takdim edildi.
Bundan böyle ben de bu devletin sadık hizmetkarı olacaktım, tabi köprüyü geçene kadar.

Bu öyle bir köprüydü ki, altındaki soğuk ve dibi görünmeyen suların haşmetine dayanmak için üstünden geçenleri aşağı bile itebilirdi. Öyle bir köprüydü ki, sıradağların alnında bulunan deryayı kendine köle bile edebilirdi. Fakat bu düzen bozulmalıydı. Bozulmalıydı ki, köprüden ürkerek geçen ahali benim bahşedeceğim huzura kavuşmalıydı. Tabi bu huzur bana itaat ile mümkün olabilirdi. Çünkü ben demek Kergit Hanlığı demek olmalıydı. Kergit Hanlığı demek ise ben...
Sancar farkında olmadan kendi hükümranlığının kuyusunu kazıyordu. Günü geldiğinde, güneş yüzünü gösterince, yağmur kuru tenlere düşünce yaptıklarından pişman olacaktı ya da ben öyle düşünüyordum.

Bütün bu hayalleri bir kenara bırakıp Sancar'ın dudaklarından dökülecek kelimelere odaklandım.
-"Bugünden itibaren Gaddar Noyan benim sadık adamlarımdandır. Hepinizin ona destek olmasını istiyorum."
-"Bağlılığım sonsuza kadardır yüce hükümdarım!"
Noyanlar beni tebrik ederek sırayla Sancar'ın huzurundan çekildi. Sancar bana bir şeyler söyleyeceğini belirterek odada durmamı istedi. Biraz sonra onunla baş başa kaldık. Sancar şöyle dedi:
-"Sana verdiğim vazifeyi tamamlamanı istiyorum Gaddar. Şehrin civarında haydut kalmayıncaya dek vazifen devam edecek. Noyan olarak bir süre saraya bağlı kalacaksın. Sana özel bir ev hazırlatacağım."
-"Emredersiniz efendim."

Sancar Han'ın huzurundan ayrıldım. Sarayın koridorlarında yürürken karşıma çıkan kişi Altar'dı.
-"Gaddar Noyan! Öncelikle yeni vazifen hayırlara vesile olsun."
-"Sağ olun."
-"Törene katılamadım. Sarayda mühim işlerim vardı. Başarılar dilerim."
-"Sağ olun."
Altar sıcakkanlı birisiydi. Tabi kendisine sıcak davranana karşı bu özelliğini gösteriyordu. Ayak üstü bu muhabbetin ardından çıkış kapısına yöneldim. Daha fazla kimseyle konuşmak istemiyordum. İçimde sanki anlamlandıramadığım bir his vardı. Bu hissin beni esir etmesi an meselesiydi. Dışarı çıktığımda saray muhafızından atımı istedim. Artık dağlara dönmenin vaktiydi. Oradaki işimi halledip en kısa zamanda şehre geri dönmeliydim. Atım gelir gelmez yola çıktım.

Bir müddet sonra Taşlık vadisine vardım. Daha önce de yaptığım gibi oluğun başında soluklanmayı tercih ettim. Yeterince dinlendikten sonra adamlarımın bulunduğu yere doğru tekrardan yol aldım.
Yolda giderken bundan sonrasını kafamda tasarlamaya başladım. Şimdi ne yapacaktım?
Yapılması gerekenleri tek tek irdeledim. Hancıbey ve diğer yoldaşlarımla da durumu istişare edecektim. Bütün bunları düşünürken üç tane atlının üstüme doğru hızlı bir şekilde geldiğini fark ettim. Bunlar da kimdi? Buranın adamları değildi. Atımı durdurdum. Belki de beni avlamaya geliyorlardı. Bunları sorgulayacak vakit yoktu. Gür bir sesle bağırdım:
-"Hey! Durun bakalım."
Atlılar sesimin şiddetinden midir bilinmez ama ani bir şekilde tam yanımda durdular.
-"Sen de kimsin?"
-"Asıl siz kimsiniz? Kergit topraklarında işiniz nedir?"
İçlerinden biri üstümdeki kıyafetten ve belimdeki kılıç kabzasından kim olduğumu anlamıştı.
-"Biz Svadya'dan geliriz. Kergit Han'ına yüce kralımızdan haber getirdik. Sen de onun komutanlarından olmalısın."
-"Evet, Hırçın Noyan oğlu Gaddar Noyan."

Bu sözlerin ardından benimle konuşan ulağın surat ifadesi sertleşti.
-"Demek Hırçın Noyan oğlu..."
Tam bu esnada bizimkilerden birkaçı vadinin tepelerinden aşağı naralar atarak yanıma geldi.
"Uh!... Uh!... Uh!..."
Onların bu ani hareketi ulakları korkutmuş gibiydi.
-"Biz, biz sadece haber getirdik. Art niyetimiz yoktur."
-"Hadi yolunuza..."
Nökerlerden biri ulaklar gittikten sonra şunları söyledi:
-"Komutanım, sizi tepeden gördük. Yabancıları da yanınızda görünce aksi bir durum olduğunu düşündük."
-"Aferin asker."
Yola tekrar koyulduk. Biraz sonra nökerlerin yanına vardık. Kurtbaş ve Kargılı beni karşıladı. Kurtbaş'a ahvali sordum. Bana birkaç haydut ve çapulcu sürüsünü öldürdüklerini söyledi. Kurtbaş'ın verdiği bu malumatın ardından müjdeli haberi vermek istedim. Nökerlerime müjdeli haberi vermeden evvel bir çığlık koptu:
-"Komutanııımmm! Bu kılıç, bu yay neler oluyor?"

Sesin sahibi İzcili'ydi. Anlaşılan İzcili benim kim olduğumu tam idrak edememişti. Bana karşı arkadaşıyla konuşur gibi davranması kaşlarımı çatmama yetmişti. Kargılı durumu anlayıp atıldı:
-"İzcili!"
Kurtbaş da meselenin gerisinde kalmadı.
-"Noyanın oğlu Noyan! Emrindeyiz Gaddar Noyan!"
Yoldaşlarıma sarıldım. Onlarla sevincimi paylaşmak bana o kadar iyi gelmişti ki, uzun bir zamandır bu denli mutlu olmamıştık. Askerler de mutluluğumuza ortak oldu:
"Çok yaşa Gaddar Noyan! Çok yaşa Gaddar Noyan!"
Bu sırada kısa bir konuşma yapmanın yerinde olacağını düşündüm.
"Yoldaşlarım, nökerlerim, yiğitlerim. Bundan böyle her zamankinden daha fazla hırslı, her zamankinden daha fazla hiddetli, her zamankinden daha fazla dirayetli olacağız. Omuz üstünde baş, taş üstünde taş kalmayıncaya kadar yağmacılarla çarpışacağız!"

Konuşmamın ardından askerlerin keyiflerine bakmalarını söyledim. Ardından Kurtbaş ve Kargılı'yı hususi olarak konuşmak için mağaraya çağırdım. Mağarada bizi kimsenin duyamayacağı bir yere girdik. Yoldaşlarım dikkatle beni dinlemeye koyuldu.
-"Bundan sonrası daha zor yiğitler. Aklımdan geçenleri tek tek size anlatacağım."
Kurtbaş:
-"Planın nedir Gaddar Noyan?"
-"Evvela Hancıbey ile de görüşeceğim. Ona söyleyeceklerimden sonra her şey daha da netleşecek. Şimdi beni iyi dinleyin..."
Kurtbaş ve Kargılı beni dinlerken ben anlattıklarımla onları hayrete düşürmüştüm.
-"Komutan Beyrek bizim ilk hedefimiz olacak. Onu kendi safımıza çekmek için çaba harcayacağız."
Kargılı:
-"İyi ama nasıl? Beyrek, Sancar'a kayıtsız şartsız itaat eder. Sancar onu küçüklükten beri yetiştirmiş, ordunun komutanı yapmış."
-"O zaman ikinci aşamaya geçeceğiz."
Kurtbaş:
-"İkinci aşama nedir?"
-"Onu öldürmek!"

Tüm bunları kendi aramızda konuşurken hemen yakınımızda bir ses duyduk. Bu ses ayak sesiydi. Kargılı elini beline götürdü ve kılıcını hafifçe çekmeye başladı. Elimle Kargılı'ya durmasını işaret ettim. Ardından hızlı bir hareketle mağaranın içine doğru yöneldim.
Mağaranın içine giden yolun kenarında uzunca bir kaya vardı. Bu kayanın arkasında birisi olduğunu fark ettim. Tam bu esnada bu ahmak kılıcını çekip bağırmaya başladı:
-"Sizi hainler. Komutan Beyrek'in arkasından iş çevirirsiniz ha. Şimdi görürsünüz siz."
Bu kişi nökerlerden biriydi. Gizli gizli konuşmalarımızı dinlemiş, sonra da yakalanarak bir çuval inciri berbat etmişti. Bu esnada kılıcıyla bana doğru hamle yaptı. İlk hamlesi boşa gidince elimin tersiyle suratına şamarı attım.

Şamarın etkisiyle yere kapaklanan bu herifi Kurtbaş ve Kargılı beraber zapt etmişti. Konuşmaya başladım:
-"Kimin casususun it oğlu?"
-"Babanın."
Kargılı bir tane yapıştırdı.
-"Kime hizmet ediyorsun kahpe?"
-"Anana."
Kurtbaş da geri kalmadı.
-"Şimdi ananı babana göstereyim de ortalık şenlensin köpek soyu."
Noyanlığımın mührü olan kılıcımı çektim. Bunu gören casus ağzındakileri dökmüştü.
-"Seni bu devletin Noyanı yapan adama nasıl ihanet edersin ha?"
Evet tam da düşündüğüm gibiydi. Bu herif Sancar'ın içimize yerleştirdiği casustu. Demek ki Sancar emrim altına verdiği nökerlerin arasına casus yerleştirmişti. Şükür ki kader yine bana yardım etmişti. Sancar en ufak bir yanlışımdan haberdar olacak, sonrasında ipimi çekecekti. Bu kadar aklı buna kim vermişti? O ana kadar Sancar'ın istihbarattan anlamadığını düşünürdüm, yanılmıştım.

Bu casusu tek bir yumruk darbesiyle bayılttıktan sonra diğer nökerlerin önüne sürüklemenin doğru olacağını düşündüm. Kurtbaş ve Kargılı içimizdeki haini peşimden mağaranın dışına sürükledi. Nökerler gördükleri karşısında şaşkındı. Biraz sonra onlara şunu söyledim:
-"Bu hain içimize sızmış. Sancar Han'ımızın ve bizim kuyumuzu kazmak için düşman devletler tarafından görevlendirilmiş."
-"Yuh, asalım haini, keselim haini!"
-"İçimizde bulunan hainler, her birinizin kim olduğunu biliyorum. Kendinize çekidüzen verin. Aksi takdirde sonunuz bu şekilde olur."

Bu sözlerle amacım askerlerin arasında başka casus olup olmadığını saptamak ve onlara gözdağı vermekti. Her birine o korkuyu vermeyi amaçlamıştım. Bu casus işi hiç aklıma gelmemişti. Şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyatlı olmak lazımdı.
Bütün bunların ardından içimizdeki casusu diğer nökerlerin gözü önünde idam ettim. Sancar bundan elbette rahatsız olacaktı. Çünkü onun adamını öldürmüştüm. İçimizde mutlaka birden fazla casus vardı. Tek bir casusun olması düşünülemezdi. Bunun için öldürdüğüm bu askerin haydutlar tarafından öldürüldüğü yalanını söylemeyecektim. Zira yalan söylediğim açığa çıkabilirdi. Bu riski göze alamazdım.
Nökerler biraz ürkmüş gibiydi. Bu korku onların her birini hizaya getirecekti. Çünkü askerler her zaman korktukları kişiye biat etmeyi tercih ederlerdi. Ben böyle inanıyordum. İnandığım bu düşünceyi hayatımda da uygulamaya başlamıştım.

Havanın kararmasıyla ortam iyice soğumuştu. Bozkırlarda gece soğuğunu ilk defa bu kadar yakından hissetmiştim. Bariyye çöllerindeki gece soğukları buranın soğuğuyla aşık atabilirdi. Neyse ki mağaranın içi bu soğuğu bir nebze de olsa engelleme görevi görüyordu. Gözlerim ortamın dinginliğinin verdiği gevşeklikle kapanmaya başladı. Tam hülyalara dalmıştım ki boynuma dokunan buz gibi bir çelik gözlerimi aniden açmama sebep olmuştu. Bu çeliğin kılıç olduğunu fark etmem zaman almamıştı ki, kılıcın sahibinin ettiği sözler mağarayı yankılatmaya ve beni de şaşkınlığın doruklarına ulaştırmaya yetmişti.

"Uyursan, ölürsün!"

Keyifli bir bölümdü, İlk okuduğum Dört Yol Hanı hikayesi bu. Bu hikayeden esinlenerek kendi hikayeme başladım zaten, başarılarının devamını dilerim.
 
Sarsılarak gözlerimi açtım. Bu ses bana tanıdık geliyordu. Olamaz! Yine içimizdeki hainlerden biri mi sırtımızdan vurmuştu? Bu olmamalıydı. Birden fazla ve ardı ardına gelen ihanetleri bu bünye kaldıramazdı. Neyse ki biraz sonra durumu fark etmeye başladım. Ellerinde meşaleler olan birkaç adam gördüm. Boynuma kılıcını dayayan herifin ise kim olduğunu idrak etmem biraz zaman aldı. Ta ki ikinci kez o cümle tekrar edilene kadar...

"Uyursan, ölürsün Gaddar Noyan!"

Bu sözü söyleyen adam sol elindeki meşaleyi kendi yüzüne yavaşça yaklaştırdı. Meşale adamın suratını yanaştıkça karşımdaki kişinin yüz hatları daha da keskinleşiyordu. Evet, şimdi onun kim olduğunu öğrendim, Komutan Beyrek...
Bir taraftan şaşkınlığımı kaşlarımı çatarak belli ederken diğer taraftan Komutan Beyrek'in bu mağarada ne işi olduğunu düşünmeye koyuldum. Derken Komutan Beyrek kılıcını boynumdan indirdi ve şöyle dedi:
-"Rahatsız ettiğim için üzgünüm Gaddar Noyan. Söyleyeceklerim mühim."
-"Rahatsız olmadım Komutan Beyrek, şöyle geçelim hele. Beni takip edin."
Uzandığım yerden doğrulup Beyrek'i mağaranın bir başka bölümüne götürdüm.
Burada yalnız kalıp mühim olan meseleyi konuşacaktık.

Aslında Komutan Beyrek rütbe olarak benden üstün değildi. Ben de ondan üstün değildim. Ordu komutanı olması onu hükümdara biraz daha yakınlaştırıyordu o kadar. Fakat o diğer Noyanların askerlerine emir verme hakkına sahip değildi. Olası bir savaş durumunda orduyu toparlama ve Noyanlarla temas kurma görevlerini yerine getiriyordu. Bana bu şekilde kılıcıyla takılması benim için herhangi bir sorun teşkil etmezdi.

Komutan Beyrek ile bahsettiği mühim konuyu konuşmaya başladık.
-"Seni dinliyorum Komutan Beyrek."
-"Gaddar Noyan durumlar iç açıcı değil. Buraya bizzat Sancar Han'ın emriyle geldim. Daha doğrusu buraya değil Svadya sınırına gitmem emredildi. Buradan geçerken durumu istişare etmek için yanına geldim."
-"Sorun nedir?"
-"Svadya'dan ulak geldi. Kral Harlaus Rindyar ve Halmar arasındaki muhit için belirlenen vergiyi ödemediğimiz için bizi tehdit etti.""

Bu Tulga'dan dönerken yolda karşılaştığım ulak olmalıydı. Merak edip olayın mahiyetini sordum.

-"Anlayamadım. Vergi derken?"
-"Bundan dört sene önceydi. Svadya orduları Halmar ve Rindyar arasında kalan Melihan bölgesini istila etme peşindeydi. Buralardaki topraklar münbittir. Biz de bunu fırsat bilip sahipsiz olan bu bölgeyi Svadyalılardan evvel muhasaraya aldık."
-"Sonra?"
-"Sonrası vahim. Svadyalılarla Melihan bölgesinde vuruştuk. Asker sayısı olarak bizden fazlaydılar ve bizi bölgeden çıkardılar. Fakat Sancar Han akıllılık edip Harlaus ile anlaşmanın yolunu buldu. Svadyalıların bu bölgeyi idare edecek kadar nüfuslarının olmadığını, bölgeyi bize verip karşılığında vergi verebileceğimizi söyledi. Onlar da kabul etti. Şimdi de vergi borcunu geciktirdik."

Bütün bu duyduklarım karşısında dayanamadım. Hiddetli bir şekilde şöyle dedim:
-"Koskoca Kergit Hanlığı nasıl haraç verir?"
-"Bunun kararını sen veremezsin, yüce hükümdarımızın takdiridir."
Beyrek'in bu çıkışı beni daha da sinirlendirmişti. Fakat bir çuval inciri berbat etmemek adına bozuntuya vermedim. Sinirimin yüzümden okunmaması için de başımı öne eğdim. Ama iç sesim daha fazla sessiz duramayacaktı:
"Yüce hükümdarınızın anasını satayım!"

Bir müddet sessizlik oluştu. Bu derin sessizliği yine ben bozmaya karar verdim. Başımı tekrar kaldırdım ve Beyrek ile konuşmaya devam ettim.
-"Şimdi ne olacak? Harlaus nasıl tehdit etmiş?"
-"Ordularıyla Melihan bölgesine geleceğini yazmış. Sancar Han ulağın kellesini almamak için kendini zor tuttu. Beni de huduttaki nökerleri derleyip toparlamam için vazifelendirdi. Olası bir savaş durumu için teyakkuzda olacağız."
-"Peki ordunun ahvali nedir?"
-"Belirsiz."
-"Seninle gelmek istiyorum müsaaden olursa. Bana verilen vazifeyi adamlarıma emanet edebilirim."
-"Hayır Gaddar Noyan. Senin Tulga'da kalıp olası bir takviyeye ihtiyacımız olduğunda Melihan bölgesine gelmeni istiyorum. Tabi bu isteğimi kabul edersen."
-"Elbette. Buradaki haydutların icabına baktıktan sonra Tulga'ya dönerim."
-"Nasıl istersen..."

Komutan Beyrek konuşmasının ardından adamlarıyla mağaradan ayrıldı. Kurtbaş ve Kargılı meraklı bakışlarla Beyrek'in gidişini izledikten sonra dikkatlerini benim üzerime çevirdi. Meraklarını daha da artırmak için birkaç söz etmekten geri durmadım:
"Beyler, macera başlıyor."
Evet bu bir maceraydı. Zira olası bir savaş durumu devletteki otoriteyi boşluğa düşürecekti. Çünkü Sancar savaşa alışık birisi değildi. Bu ödleklik onun sonunu mutlaka getirecekti. Şehrin civarındaki haydutların işini bitirip tez vakitte Tulga'ya dönmek ve buradaki itibarımı daha fazla artırmak için planlar yapmaya başladım. Bir yandan Kurtbaş fikirlerini söylüyor, diğer yandan Kargılı aklındakileri dışa vuruyordu.
Bundan sonra olacakları kim bilebilirdi? Biz işimize bakıp tahta giden yolların altındaki saçakları temizlemeye çalışacaktık.

Şafak sökmek üzereydi. Nökerler emrim üzere bölgeyi didik didik aramaya başladılar. Herhangi bir çapulcu, haydut, yağmacı gördüklerinde gözlerinin yaşına bakmayacaklardı. Boş durmak yerine ben de yanıma aldığım adamlarımla ormanın derinliklerine doğru yol aldım. Gözümü iktidar hırsı bürümüştü. Svadya ile çıkacak savaşı iple çekmeye şimdiden başlamıştım. Tabi bu savaşta tarafım Sancar Han olacaktı. Taht için düşmanla işbirliği yapma adiliğini gösteremezdim. Benim amacım namımı artırmaktı. Diğer taraftan da hanlığın düştüğü bu içler acısı duruma üzülmüyor değildim. Koskoca Kergitler Svadyalılara haraç veriyordu. Olacak iş değildi. Bu mesele er ya da geç çözülmeliydi.

Bütün bunları düşünürken ormanın içine doğru ilerlerken bir sığınak gördük. Sığınak eski bir şeye benziyordu. Adamlarıma ses çıkarmamaları gerektiğini ve yavaş adımlarla sığınağa yaklaşmamız gerektiğini elimle işaret ettim. Sanırım günlerdir kovaladığımız haydutların sığınağı burasıydı. Dışarıda ağaçlara bağlanmış yedi tane at vardı. İçeride ise kaç kişinin olduğu muaammaydı. Derken adamlarımdan biri şöyle dedi:
-"Yedi kişiler Noyan."
-"Sanmam. Daha fazlalar."
Sığınakta kaç kişi olduklarını anlamak için ani bir baskın yapmamız gerekiyordu. Ama bizden sayıca üstün olurlarsa bu ters tepebilirdi. Alternatif bir yol aramaya koyuldum. Derken o yolu da kısa sürede buldum. Yayımı ve okumu çıkardım. Amacım sığınağın tepesine birkaç tane ok atmak ve gürültüyü duyan haydutları dışarıya çıkarmaktı. Bunun yanında üç nökerime de benimle aynı anda ok atışı yapmalarını emrettim.

Elimdeki yayı çok sıkı bir şekilde gerdim. Okçu nökerler de beni takip ettiler. Ardından sessizce mırıldandım:
"Şimdi!"
Bir anda dört ok ardı ardına sığınağın tepesine inmişti. Gürültüyü duyan haydutlar ellerindeki kalkanlarla sığınaktan çıktılar.
Bir, iki ,üç... diye sayarken tam on iki tane haydutun dışarı çıktığını gördüm. Biz altı kişiydik. Haydutların sayıca fazla olması önemli değildi. Adam başına iki haydut düşüyordu. Ya da üç dört tanesini kılçık gibi ayıklayıp diğerlerini nökerlerime armağan edecektim. Benim için eğlence yeniden başlıyordu.
"Haydi yiğitleeeeer!"

Yiğit askerlerim önden atıldı ve haydutlarla vuruşmaya başladı. Diğer yandan ben de geri durmadım. İki tanesi çoktan karşıma gelmişti bile.
Haydutlardan biri solumdan hamle yaptı. Kılıcımın dış kısmıyla hamlesini savuşturdum. Bu sırada diğeri elindeki baltayla üzerime atladı. Kıvraklığım sayesinde onu da boşa çıkardım. Bir yandan bu iki andavalla çarpışıyor, diğer yandan da sığınaktan gelen kadın çığlıklarına odaklanıyordum. Bu sesler ne olabilirdi? Alçak herifler kadınları esir almışlardı belli ki. Gariban hatunların ellerini bağlamışlar eziyet ediyorlardı. Ya da ben öyle düşünüyordum.
Derken nihayet haydutlardan birinin kılıcını elinden düşürdüm ve sol elimle boynunu tuttum. Bu sırada diğeri bunu fırsat bilip üstüme atıldıysa da ayağımın sağlamlığından nasibini alarak yere kapaklanmıştı. Boynunu tuttuğum haydutu boğarak öldürdüm. Yere yapışan tezek çuvalının ise işini kılıcımla bitirdim.
Nökerlerim aslanlar gibi mücadele ederken bir tanesinin böğrüne saplanan kılıca şahit oldum. Bu şahitlik benim kaldıramayacağım türdendi. "Yiğidiiim!"

Ağır yara alan nökerimin yanına koşarak gittim. Kıçı kırık bir köpek tarafından senelerce askeri kamplarda eğitim görmüş bir askerin öldürülmesi bana ağır gelirdi. Nitekim geldi de. Askerim oracıkta can vermişti. Gözlerimi kapadım. Bu temiz yüzlü gencin benim emrimle ölüme gitmesi ve ölmesi ömrümden ömür almış gibiydi. Ben ki acımasızlığıyla nam salmış Gaddar Noyan, şimdi ağzı süt kokan bir gencin ölümüne üzülerek aslında o kadar da acımasız olmadığımı fark etmiştim. Gaddarlık benim şiarımdı evet. Ama bu özelliğim intikam hissiyle yoğrulduğunda açığa çıkıyordu demek ki. Bunu yeni yeni anlamak zihnime yorucu gelmişti.

Ellerimle askerimin gözlerini kapatarak ayağa kalktım. Haydutların tamamının öldüğünü gördükten sonra sığınağa doğru yöneldim. Derken ellerinde taş ve sopa olan altı kadın sığınaktan dışarı fırladı. Bu geri zekalılar neyin peşindeydi?
Bir tanesi elindeki taşı bana doğru attı. Diğeri ise sopayla üzerime yürüdü. Taş bacağıma gelmişti. Sopayla üzerime gelen kadın ise şamarımın tadına bakmıştı. Anlaşılan bu kızlar yolluydu. Haydutlarla sığınakta eğleniyorlardı. Hiç de öyle düşündüğüm gibi masum değillerdi. Sözde elleri bağlı zulme uğrayan mağdur kızlardı kendimce. Ufak bir kahkaha attım. Ardından adamlarıma hatunları zapt etmelerini söyledim.
Nökerler bu altı kıza diz çöktürüp karşıma getirdiler. Sorgulamaya başladım.
-"Siz kimsiniz?"
Birisi atıldı:
-"Sana ne be?"
-"Aileniz yok mu?"
-"Sana mı kaldı haydut?"
-"Haydutlar sana kalırken öyle demiyordun?"
-"Aşağılık namussuz!"

Sıkılmıştım. Altı ciğeri beş para etmez salakla uğraşmak canımı sıkmıştı. Kadınlardan dördünün Kergitli, ikisinin Svadyalı olduğunu öğrendim. Kergitli kadınlar şerefini iki paralık etmişti. Bu şerefsizlik dilime çoktan dolanmıştı.
-"Kergit kadını yollu olur mu ahmaklar?"
-"Bizi bırakın. Evimize dönelim."
-"Bırakacağım."
Nökerlerime dönerek şöyle dedim:
-"Bu dördünün kellesini alın, diğer iki Svadyalı'nın da işini görün. Savaş ganimetiniz olsun hahaha! He unutmadan arkadaşınızı da dönüşte mağaranın yakınlarına gömersiniz."
-"Emredersin Noyan!"

Nökerleri orada bırakarak tek başıma ayrılmaya karar verdim. Ormanın bu uçsuz bucaksız derinliklerinden çıkıp karnımı doyurmanın derdine düştüm. Belki kıyıda köşede bir tavşan görüp onu avlardım. Artık nasibime ne düşerse onunla yetinecektim.
Bir elimde ok bir elimde yay ağır ağır ilerlerken ormanın çıkışında kaldığımız mağaranın yakınlarında birkaç tok sesli adamın bağırışlarını duydum. Bu sesler beni oldukça kuşkulandırdı. Ağır adımlarım yerini koşar adıma bıraktı. Hızlıca ormanın çıkışına doğru koşarken neler olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Nökerlerim haydutların işini görmüş olmalıydı. Ya da aksi bir durum söz konusuydu. Ama muhakkak bir şeyler olmuştu.
Sonunda ormandan çıktım. Konakladığımız mağaraya doğru yöneldim. Mağaranın bulunduğu yokuştan yukarı çıkarken aşağıya doğru yuvarlanan iki cesedi görmemle olduğum yerde dona kalmam bir oldu.

Bu cesetler askerlerime aitti. Kılıcımı kınından hızlıca çıkararak mağaranın girişine doğru atıldım. Mağaraya geldiğimde karşılaştığım manzara gündüzümü geceye çevirmişti.

Homerøs said:
Ortalık iyice karışıyor. Olayların sonu nereye varacak çok merak ediyorum.

Teşekkürler yorum için.

Bayram tatili sebebiyle 1 haftalığına şehir dışına çıkacağım nasip olursa yarın. Muhtemelen 1-2 hafta yeni bölüm gelmeyecek. Hepinize iyi bayramlar dilerim...
 
Back
Top Bottom