Recent content by EnenesCaesar

  1. EnenesCaesar

    The Devil's Company-Şeytanın Bölüğü [Üçüncü Bölüm Geldi]

    Üçüncü bölüm geldi.


    Siyah Güneş
    Martı sesleri ve gürültünün artması sabah olduğunun habercisiydi. Uzandığı samandan yatağın üzerinde doğruldu, ellerini sağa-sola açıp esnedi ve parmaklarıyla gözlerini ovuşturduktan sonra yataktan kalktı, beşik gibi sallanan geminin güverteye açılan kapağını itip güverteye çıktı. Güvertedeki herkesin bir işi vardı. Geminin sağ ve sol kısımlarında dörder ballista bulunuyordu. Ballistaların başında duran adamlar, ballistaya içi kimyasallarla dolu çömleği yerleştirdikten sonra ballistanın sağ tarafında bulunan çarkı döndürerek ballistayı geriyor, bu şekilde ballistayı hazır hale getiriyorlardı. Bu sırada başkaları ballista için gerekli olan mühimmatları getiriyordu. Güvertenin altındaki bölmede bulunan kürekçiler aynı tempoda küreklerini suya daldırıp çıkarıyorlardı. Zenike hızlı adımlarla yanına yaklaştı;
    Zenike: "Kral Farnabes! Gözcümüz Rodok devriyesini gördüklerini söyledi."
    Farnabesin yüzündeki ciddiyet kayboldu, gülümsedi ve sağ elini Zenike'nin sol omzunun üzerine bıraktı. Hafifçe sol tarafına doğru dönüp ellerinin başparmaklarını siyah deri elbisesine bağladığı kızıl kuşağının içerisine sokup harıl harıl çalışan tayfaya baktı, bu onun bir çeşit alışkanlığıydı.
    Ses tonunu yükseltip bağırdı
    Farnabes: "Ballistalar hazır mı?"
    Tayfa hep bir ağızdan; "Hazır!"
    Farnabes: "Savaş hızına geçin!"
    Bu sırada geminin kıç kısmında bulunan adam, arkadaki yelkenlerinde siyah güneş bulunan yüz üç gemiye emirleri ulaştırmak için trompetle çeşitli notaları çalıyordu. Güvertenin altından, kürekçilerin bulunduğu kısımdan tempolu bir davul sesi yükselmeye başladı, davulun temposu gittikçe artıyor, aynı anda gemi de hızlanıyor, yelkenlerinde koyu yeşil zemin üzerinde siyah ayı kafası olan dört gemi gittikçe daha yakın görünüyordu. Rodok gemileri kendilerine yaklaşanların kim olduklarını gayet iyi biliyorlardı. O yüzden yelkenlerini hızlıca indirip bulundukları yere demirlediler, silahlarını denize fırlattılar. Gelen kişi Dünyanın en dindar adamı, Kral Farnabes'di...
    ...
    Ona dünyanın en dindar adamı deniyordu, çünkü onun Tanrıları para ve vahşet idi. Babası ile beraber Sarranid donanmasında bir denizci olan Farnabes, on dört yaşındayken babasını Rodoklar ile yapılan bir deniz muharebesinde kaybetmiş, aynı zamanda Rodok denizcileri tarafından esir alınarak kürekçi yapılmıştı. Eğer Rodok denizcileri, bu çelimsiz çocuğun gelecekte lanetin ta kendisi olacağını bilseler onu oracıkta öldürürlerdi. Çünkü Farnabes'in intikamı acı olmuştu. Rodok ve Sarranid donanmaları arasında gerçekleşen bir savaş esnasında gemileri kıç kısmından mahmuzlanınca dümen kırılmış, bu yüzden gemi bir adada, kıyıya vurarak durabilmişti. Rodok denizcileri geminin bir an önce tamir edilmesi için kürekçilerin zincirlerini çözdüler, bir kısmına balta verip ormana gönderdiler, diğer kısmını ise gemiyi onarmaları için gerekli olan çekiç, balyoz gibi malzemelerle donattılar. Bu onların en büyük ikinci hatasıydı. Yıllardır kürek çekmekten kolları inanılmaz derecede güçlü olan bu adamlar kölelikleri boyunca hiç özgürlüğe ihtimal vermemişler, bu yaşamı kabullenmişlerdi. Farnabes ise bu gemiye geldiğinden beri onlara umut verip onların sönmüş olan özgürlük ateşlerini yeniden canlandırmıştı. Rodok denizcileri onarım işini yapması ve malzeme toplaması için ayırdığı iki grubu yönlendirdikleri esnada hiç beklenmeyen birşey oldu. Farnabes elindeki baltayı yukarıya kaldırıp kırbacını onun sırtına indirmek üzere kaldıran Rodok denizcisinin başına indirdi. Bu bir yangını körükleyen kıvılcımdı. Devamında kendiyle aynı kaderi paylaşan yüz yirmi köle ellerine ne geçirdilerse Rodok denizcilerini hunharca katlettiler. Yüz yirmi köleden geriye sadece doksan bir kişi kalmıştı. Rodok denizcilerinden ise yirmi kişi silahlarını atıp teslim oldu, kalanların cesetleri dahi parçalandı. Farnabes onları zincire vurdurduktan sonra kıyıya vurmuş gemiyi küçülttü. Elli kürekçinin rahatlıkla hareket ettirebileceği, özelliği manevra üstünlüğü olan ve yelkeninde siyah bir güneş bulunan bir gemi dizayn etti. Farnabes "Kara Güneş" adını koyduğu gemisiyle insanların dünyasını karartmaya geliyordu. İlk önce ufak ticaret gemilerini soyup el koyarak başka limanlarda sattı, böylece hem erzağını temin ediyor, hem para kazanıyor, hem de tayfasına yeni adamlar katıyordu. Böylece tayfasının ve gemilerinin sayısı arttı. Bu faaliyetleri Rodok karasularında yapıyor, malları ise Svadya limanlarında satıyordu. Kötü şöhreti hiç beklenilmediği kadar artmıştı. Yaptıkları Kral Harlaus'un işine gelse de bir ziyafette Lordlar, Krallarının bir haydut, bir korsan, bir kanun kaçağı ile anlaşmasının kendilerini çok üzdüğünü belirtince Farnabes'in Svadya karasularına girişini yasaklamak zorunda kalmıştı. Oysa ki Farnabes kısıtlamaları sevmez, kanunları aldırmazdı. Kendisine biçilen kaftana uymaz, insanları kendi istediği kaftana sokardı. Ve birisi kendisine yanlış yaptığı zaman asla affetmezdi. Affetmedi de, Rodok donanması ile savaşa hazırlanan üç yüz parçalık Svadya donanmasını Praven körfezinde ateşe vererek yok etti. O günden sonra kimse denizlerde Farnabes'in karşısına çıkmaya cürret edemedi. Gemilerini sürekli geliştirdi, ballista, scorpio gibi alet edevatlarla donattı, mahmuzlamayı kolaylaştırması için gemilerinin pruvalarına demirden bir çıkıntı ekletip bu çıkıntıyı şans getirdiğine inandığı için altınla kaplattı. Kendi emrine yüz üç gemi ayırdı, bundan sonra ele geçirdiği diğer gemileri en başından beri yanında olan ve liderlik vasfına sahip Uzunburun Lucasz ile Kesikparmak Dorra'ya, daha sonradan tayfasına katılmış Klein Bujour ile ve Durquba'lı Lahir-Ma'un'a vererek onların birer filo sahibi olmalarını sağladı. Böylece Kalradyalıların tanımıyla dörtlü bir korsan konfederasyonu kuruldu ve emrindeki toplam gemilerin sayısı üçyüz ikiyi buluyordu. Oysa ki onlar kendilerine "Denizler Krallığı" adını veriyor ve Farnabes'i de "Denizler Kralı" diye taçlandırıyorlardı. Rutin olarak dört aya bir Farnabes'in ilk gemisinin vurduğu adada toplanıyorlar, ziyafet çekerek stratejilerini tartışıyorlardı. Bunun dışında ara sıra Farnabes'in isteğiyle buluştukları olurdu. Belki bütün dünyaya karanlığa getiremeyeceklerdi, fakat onlardan tek bir gemi dahi suyun üzerindeyse, denizlerin üzerine karanlık çökmüş demekti.
    ...
    Farnabes yelkenleri inip demirleyen dört gemiyi görünce kahkaha attı, bu sırada kendi gemileri dört gemiye yeterince yaklaşmış ve durmuştu. Rodok gemilerinde bulunan denizciler hızlıca miğferlerini çıkartıp Farnabes'in gemisine doğru secde ettiler. Farnabes yüzüne alaycı bir sırıtış yerleştirdi. Güç duygusu onun hoşuna gidiyordu, insanların onu tanrı olarak görmesi ise pahabiçilemezdi. Fakat o bağışlayıcı bir tanrı değildi. Geminin en ucuna gidip kendisine secde eden denizcileri bir süre boyunca izledi. Daha sonra arkasına döndü;
    Farnabes: "Bakın, asil Rodokların secde ettiği kişiye bakın! Karılarına ve kızlarına tecavüz eden, oğlanlarını köle yapıp babalarını öldüren adama secde ediyorlar!" bütün tayfa ve Farnabes kahkahalara boğulmuştu. Birkaç saniye sonra Farnabes kaskatı kesilerek ciddileşti. Tayfa da aynı şekilde gülmeyi bıraktı.
    Farnabes: "Bana secde ettikleri zaman kurtulabileceklerini zannediyorlar. Fakat ben... Umm, ben acımasız bir Tanrıyım." ses tonunu biraz daha yükseltip devam etti; "Ben, bize yapılanı affetmeyeceğim! Onları denizin en dibine gömeceğim ki, aileleri leşlerini bulup başlarında zırlayamasın! Hatta öldükleri zaman da onlarla işim bitmeyecek! Kadınlarını yatağıma alacağım, oğlanlarını kölem yapacağım!" Bu sözleri söylerken gemideki ballistalar tutuşturdukları çömlekleri ortalarına aldıkları dört gemiye doğru ateşlediler. Gemiler alev alıyor, içindeki denizciler kollarını sağa-sola açarak koşuşturuyordu. Denize atlamak bir seçenekti, fakat denize atlarlarsa halatlarla çekilerek daha vahşi bir şekilde öldürüleceklerini bildikleri için bunu hiçbiri tercih etmedi. Farnabes gemidekilerin yanışını büyük bir keyifle izledi. Bu, onun içerisinde insani bir duygunun kalmadığının somut bir göstergesiydi.

  2. EnenesCaesar

    The Devil's Company-Şeytanın Bölüğü [Üçüncü Bölüm Geldi]

    İkici bölüm geldi.


    Deniz Kenarındaki Kale
    Deniz kenarındaki Tevarin kalesinde öfkeli dalgalar kıyıyı dövüyordu, bütün şehri korkunç bir fırtına rehin almış, sokakları basan sel insanları evlerine mahkum etmişti. Bu sırada ise lord'un sarayının motiflerle bezeli yeşil duvarlı odasında yeni doğmuş bir bebeğin ağlamaları duyulmaktaydı. Bebeği tutan orta yaşlı kadın dikkatli bir şekilde bebeği yataktaki kadına uzattı. Kendi evladını görmenin mutluluğunu yaşayan bu kadın heyecanlı bir şekilde bebeğini sarıp sarmaladı. Elbisesinin önündeki dört düğmeyi açıp sağ göğsünü bebeğin ağzına dayadı. Bebek kadının göğüs ucunu ağzına aldı ve iştahlı bir şekilde emmeye başladı.

    ...


    Bebeğin babası Mareşal Ryis öncülüğündeki Svadya kuvvetleri bebeğin doğduğu gün Nord kuvvetleri karşısında büyük bir zafer elde etmişler ve Svadya topraklarına taaruza geçen devasa Nord ordusunu püskürtmüşlerdi. Bu yüzden babası yeni doğmuş bebeğine Berenike adının koyulmasını istedi. Berenike, zafer getiren demekti. Berenike, Svadya saray geleneğinde olduğu üzre, dokuz yaşına gelene kadar babasına takdim edilmedi. Bu, çocuk ölürse babanın üzülmesini engellenmesini sağlayan bir tür Svadya saray geleneğiydi. Dokuz yaşına kadar Berenike, Tevarin sarayının etkileyici sularında, güzel bahçelerinde, fıstık ağaçlarının altında, zeytinliklerde ve etkileyici mermer yapılarında, zarif tapınaklarında eğlenerek, ağabeyi Montewar ile beraber geçirdi. Ağabeyi Montewar ondan dört yaş büyüktü.
    Onlarla ilgilenen hadım saray görevlilerinin anlattıkları hikayeleri dinliyorlar, Montewar imparatorluğu kuran Büyük Ariathes'in en yetenekli savaşçısı Minator'a hayranlık duyuyor, onun gibi olmayı istiyordu. Ağabeyi ile en büyük eğlenceleri, hadımlardan kaçarak zeytinliklere gizlenmek, hadım ağalarının telaşla onları aramasını izlemekti. Bu sırada Berenike olgunlaşıyor, güzelleşiyordu. Onun güzelliği hakkındaki saray dedikoduları, babasının onu çok merak etmesine sebep oluyordu. Berenike de babasını çok merak ediyor, dokuz yaşına gelip onu görmek için gün sayıyordu. Merak ve bekleyişle geçen yıllar birbirini kovaladı. Dokuz yaşını doldurmasına bir gün kalmıştı, yıllardır çok merak  ettiği, minik hayal dünyasında canlandırmaya çalıştığı, hiç görmemesine rağmen herkesten çok sevdiği babasının nasıl birisi olduğunu yarın öğrenecekti. Fakat ertesi gün uyandığında, babasının ölüm haberini aldı. Kont Ryis'in cesedi, gömülmek için Tevarin tepelerindeki ailesinin kaya mezarlığına götürülmek üzere saraydan çıkarılırken, Berenike babasının cesedine beş-altı saniye bakabilmiş, minik hafızasına yüzünü kazımıştı. Anlaşılan babası da minik kızını görmeyi o kadar istemişti ki, ölürken gözleri kapanmamıştı. Bu, babasını ilk ve son görüşüydü. Babasının ölümünden iki gün sonra Praven'den gelen ulak Tevarin kalesi kontluğuna ağabeyi Kont Montewar'ın getirildiği haberini müjdeliyordu. Bu, Berenike'nin hayatını değiştirecekti.

    ...

    Ağabeyi, evlenmek için uygun bir eş adayı arıyordu fakat, soyca kendine uygun birisini bulamıyordu. Çünkü anne tarafından Kral Harlaus ile akraba idi, baba tarafından ise imparatorluğun son varisi olan V. Ariathes'in soyundandı. Bu sebepten en az kendisi kadar soylu ve güzel birisiyle evlenmeliydi, çünkü imparatorluk soyuyla bağlantısı olduğu bilinen tek kişiydi. Kalradyada kendisinden daha soylu birisi bulunmuyordu. Fakat kendisi kadar soylu birisi vardı; Berenike. Berenike, ağabeyi Montewar tarafından evlenecek yaşa gelene kadar göz altında olması için Tevarin sarayının denize bakan kısmındaki bir odaya hapsedildi. Doğduğu günden beri Tevarin sarayından dışarıya adım atmamıştı. Onun hayali vahşi bir atın üzerinde kırları, bayırları aşmak, özgürce yaşayabilmekti. Ama yapabildiği tek şey, odasından denizi seyretmek, yalaka hadımların kendisine yaranmak için yaptığı türlü şaklabanlıklara, sahte sevgi gösterilerine tanık olmaktı
    ...

    Kara bulutlar Tevarin'in üzerini bir perde gibi örtmüş, bütün insanlar birbirini takip eden karıncalar gibi sırasıyla evlerine çekilmişlerdi. Bütün bu sessizliği, bulutların arasından aniden fırlayan bir yıldırımın parıltısı ve ardından gelen şiddetli sesi bozdu. Hadımların kendi aralarında fısıldaştıklarını duyuyor, fakat belli etmiyordu. Hadımların ağası olan Helos, odanın üzerinde çiçek oymaları olan tahta kapısını gıcırdatarak açtı. Şöminenin odayı aydınlatan alevi adeta dans ediyor,içeriye girenlerin donmuş ellini çözüyor, üşümüş suratlarına hoş bir ısı dalgası yayıyordu. Berenike odanın tam pencere kenarında bulunan iki sandalyenin sağ tarafındakinde oturuyordu, sandalyelerin ortalarında ufak bir masa bulunuyordu. Helos'un yüzünde her zaman olduğu gibi samimi olmayan yapmacık bir sırıtış vardı. Bu sırıtışı Berenike'ye yaranmak, ileride Kontes olduğunda onun yanında mevki sahibi olabilmek için yapıyordu. Berenike bu yüzden ondan nefret etmekteydi. Elindeki bastondan destek alarak yürüdü ve Berenike'nin yanına yaklaştı, Berenike'nin hemen yanında diz çöküp bastonunu yere atarak ayaklarına sarıldı. Hadımlar Svadya'da en aşağılık varlıklar olarak görüldüğü için Kont ve Konteslerin huzuruna çıktıkları zaman böyle yapmak zorundalardı, bu da bir Svadya saray geleneğiydi.
    Helos: "Bu karanlık ve soğuk günde varlığınız bir yıldız gibi parlıyor, güneş gibi insanın içini ısıtıyor efendim. Benim gibi aşağılık bir varlık, size nasıl hizmet
    edebilir?"
    Berenike: "İstediğim birşey olsaydı zaten söylerdim, hadım. Defol buradan."
    Helos Berenike'nin ayağına bir öpücük kondurdu
    Helos: "Akılsızlığımı affedin efendim, hemen, hemen çıkıyorum!"
    Helos bir köpek gibi davranmaya alışmıştı, bu bir hadımın kaderiydi. Fakat diğer hadımlardan farklı olan yanı kurnazlığıydı. Zaten bu sayede hadımların ağası olabilmişti. Sağ eliyle yere attığı bastonunu kavradı, bastondan destek alarak ayağa kalktı ve kapıya doğru adımladı. Kapının hemen yanında duran hadıma döndü ve adamla fısıldaşmaya başladı
    Helos: "Kanaması başladı mı?"
    Hadım: "Evet, başladı."
    Helos sol eliyle hadımın sol omzuna dostça vurdu
    Helos: "Kont Montewar bunu duyduğuna sevinecek." dedi ve bu haberi Kont Montewar'a iletmek üzere kapıdan çıktı.

    ...


    Ağabeyini en son beş yaşında görebilmişti. Şimdi ise on dört yaşlarındaydı. Yani yaklaşık dokuz yıldır ağabeyini görmemişti. Bu sırada hem kendisi, hem de ağabeyi değişmiş, Montewar savaşçı bir genç ve kabiliyetli bir Kont, Berenike ise dalında yeni açmış bir çiçek gibi körpe ve el değmemiş güzelliği, zarif yapısı ile her yerde kendinden bahsedilen bir leydi idi. Yani ikisi de birbirlerini neredeyse hiç tanımıyorlardı. Mor renkteki yazlık elbisenin içerisindeki kişi Berenike idi. Ufak ve çekingen adımlarla kendisini bekleyen Montewar'ın odasına girdi. Ayak seslerini duyan Montewar arkasını dönüp bakışlarını Berenike'ye çevirdi, onu baştan aşağı süzdükten sonra yanına yaklaştı. Berenike'nin utandığı belli oluyordu, yanakları hafiften kızarmaya başlamıştı ve bakışlarını kaçırıyordu. Montewar sağ elini Berenike'nin çenesine koyup yüzünü kendi yüzüne çevirdi
    Montewar: "Gözlerimin içine bak."
    Berenike okyanus mavisi gözlerini Montewar'ın gözlerine çevirdi
    Montewar: "Hakkında söylenenler doğruymuş. Gerçekten de Kalradya'nın en güzel kızısın..."
    Berenike yanıt vermedi, Montewar etkilenmiş görünüyordu, elini kızın çenesinden çekti, kapıda bekleyen muhafıza işareti verdi, muhafız kafasıyla onayladı ve bir süre sonra hadım ağası Helos ile beraber döndü. Helos Montewar'ın yanında diz çöktü ve ayaklarına sarıldı.
    Helos: "Yüce varlığınızın köpeği olmak benim gibi aşağılık bir hadım için onur duyulacak tek şeydir efendim, size nasıl hizmet etmemi istersiniz?"
    Montewar: "Düğün hazırlıklarını başlat, köpek. En kısa sürede düğünün yapılmasını istiyorum."
    Helos Montewar'ın sol ayağına bir öpücük kondurdu
    Helos: "Köpeğiniz arzunuzu yerine getirmek için canla başla çalışacak, efendim." dedi, bastonundan destek alarak ayağa kalktı ve yüzüne sinsice bir sırıtış yerleştirip odadan çıktı.

    ...

    Svadyalılar hala eski dinlerinin birçok geleneğini terk etmemişlerdi. Bu gelenekler evliliği de kapsamaktaydı. Tevarin'in gördüğü en görkemli düğün töreni yapıldı. Montewar ile Berenike, Tevarin'in en yüksek tepesine akşam saatlerinde tırmandılar. Ağabeyinin başlattığı ve diğer magusların devam ettirdiği ateş ayininin bitiminde, Berenike'nin başına çiçek ve defne yaprağı desenli altın bir diadem konuldu. Dağın tepesinde kafasına konulan altın diadem, sarı saçlarının doğal bir parçasıymış gibi görünüyor, tepenin şiddetli rüzgarı, saçlarını geriye savuruyordu.Düğün bitti, genç çiftler yatak odalarına çekildiler. Yatak odası asla sönmeyen neft ateşiyle aydınlanıyordu. Bu, Svadya'da soylu evliliklerinin bir ritüeliydi. Beraber geçirilen ilk gece yatak odası neft ateşiyle aydınlatılır, güneş kendini gösterip odayı tamamen aydınlatana kadar çiftler ilişki halinde olurlardı. Montewar, Berenike'nin başındaki altın diademi çıkartıp bir kenara bıraktı. Berenike'nin üzerindeki ince beyaz gelinliği omuzlarından sıyırarakyere indirdi. Şehveti, karşısındakinin kız kardeşi olduğunu unutturmuştu.
    ...

    Güneş odayı yavaş yavaş aydınlatmaya başladığında, Berenike'nin kasıkları yara olmuştu. Bazı yerlerinde taze kan lekeleri olan ender postlarla kaplı yatakta Montewar ve Berenike yatıyordu. Montewar oldukça ağır bir şekilde uyuyor, Berenike ise yorgun ve bitkin bakışlarla dışarıyı izliyordu. Yaşadığı ve yaşamak zorunda olduğu yaşam buydu, buna alışmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu. Gözlerini kapatıp uyumaya çalışıyor, fakat hissettiği acı uyumasını engelliyordu. Derin bir nefes alıp geri verdi, Montewar'a doğru döndü ve yavaşça sarıldı...
  3. EnenesCaesar

    The Devil's Company-Şeytanın Bölüğü [Üçüncü Bölüm Geldi]

    Birinci bölüm geldi.


    Şeytan'ın Kızları
    İki tane sığırın çektiği saman dolu kağnı alevlerle aydınlanan geceyi yararak ilerliyor, gıcırtıların sesini insanların çığlıkları ve kılıçların şakırtıları sert bir şekilde bastırıyordu. Gökyüzüne susam gibi serpilen yıldızlar, alevler içerisinde kalan Veluca şehrine huşu ile bakıyor, bu gürültü karmaşasına kağnı tekerleklerinin gıcırtısı da ekleniyordu. Kağnıyı kullanan adam kan ter içerisinde kalmıştı. Alnına dökülen beyaz saçları kağnı hareket ettikçe gözlerinin önünde sallanıyordu. Dört parmak uzunluğundaki sakalları büyük, beyaz bir bulutu anımsatıyordu. Yaşlı adam kafasını geriye doğru çevirdi, kağnının arka kısmında birbirlerine sarılmış, yaşlı gözleri korkuyla dolu, on yaşlarında görünen iki küçük kız çocuğu vardı. Derin bir nefes alıp gözlerini kapattı ve kafasını sağa-sola salladı. Söyleyeceklerinin bir tesiri olmayacağını bildiği için önüne dönüp kağnıyı süren öküzlerin sırtına kamçısını bir defa daha şaklattı. Bu iki küçük kız, yerle yeksan olan Yalen şehrinde ailelerinin yağmacılar tarafından sığır gibi boğazlanışını izlemek zorunda kalmış, yağmacılar onları yakalamadan önce bu yaşlı adamın, yani Aleksios'un sayesinde kurtulmuşlardı. Bir ara kağnı durdu. Sığırların bütün güçleriyle çekmelerine karşın kağnı bir adım dahi ilerlemedi. Kar ve çamurla kaplı olan yola kağnının sağ ön tekeri sıkışmıştı. Bir an için bir sessizlik oldu, ardından ise uzaktan geldiği anlaşılan bağırtı ve kahkaha sesleri duyuldu. Bu dikkafalı ve korkusuz yaşlı adam ölmekten korkmuyordu. On yedi yıl boyunca Rodok ordusunda Grunwalder kalesinin garnizon muhafızı olarak görev yapmış, ölümü bir kardeş gibi defalarca kucaklamıştı. Soğukkanlı bir tavırla arkasına döndü ve samanların üzerindeki dirgeni kaptı, adam boğuk sesiyle konuşmaya başladı;
    İhtiyar: "Kızlar, çabuk olun, bana yardım edin."
    İki kız çocuğu hızlıca adama yardım etmeye koyuldu, dirgenle samanların bir kısmını kağnının öte tarafına yığdıktan sonra yaşlı adam kızları kaldırıp samanların üzerine yatırdı.
    Kağnının öte tarafına yığdığı samanlarla kızların üzerini örterken şunları söyledi;
    İhtiyar: "Buradan asla çıkmayın, burada olduğunuzu ne olursa olsun sakın belli etmeyin, hatta bana birşey olursa bile gıkınızı çıkarmayın. Varlığınıza dair tek bir belirti olursa-..." adam bu esnada derin bir nefes alıp verdi ve konuşmasını şöyle tamamladı; Neler olacağını duymak bile istemezsiniz...
    Bu sözleri söyledikten bir süre sonra kızların üstünü tamamen samanlarla örtmüştü. Kağnının aşağısına atladı;
    İhtiyar: "Neyin varmış şimdi anlayacağız."
    Sol elindeki dirgeni sol yanına, yere sapladıktan sonra elleriyle tekerin etrafını kazmaya başladı.  Kahkaha ve bağırtı sesleri gittikçe yaklaşıyordu, buna atların çıkardığı sesler de eşlik etmeye başladı. İhtiyar seslere aldırış etmeden işine devam ediyordu. Bir süre sonra atlılar kağnının etrafını sardı, çavuşları olduğu anlaşılan adam gür sesiyle
    Çavuş:"Sen de mi şehirden kaçmayı başaranlardansın moruk,haa?"
    Bunları söyleyen adamın yüzündeki umursamaz sırıtışa diğer beş atlının kahkahası eşlik etti. İhtiyar cevap vermeyince çavuşun yüzündeki sırıtış kayboldu ve şöyle dedi;
    Çavuş:"Sana bir soru sordum ihtiyar"
    İhtiyar adam cevap vermemekte ısrarcıydı, hiçbirşey olmamışcasına kağnının tekerleğinin altını kazıyor, sol eliyle yere sapladığı dirgenden destek alıyordu. Sığırların tüm gücünü vererek çekmesiyle kağnının tekerleği çamurdan kurtuldu. Sinirlenen çavuş hızlıca kırbacına davranıp ihtiyarın sırtına sert bir şekilde indirdi. İhtiyar dişlerini sıktı, dirgene sıkıca tutunarak arkasını döndü ve adama baktı, bu sırada yere sapladığı dirgeni hafifçe yukarıya doğru çekerek uçlarını çamurdan çıkardı.
    Aleksios: "Evet, şehirden kaçanlardanım, hayatımı bağışlarsanız size zenginlerin evlerine sakladıkları bütün altınların yerlerini söyleyebilirim." diye yanıtladı. Atın üzerindeki adam tekrar sırıttı;
    Çavuş: "İşte şimdi anladığım dilden konuşuyorsun." dedi ve keyifli bir şekilde elinde tuttuğu, içi bira dolu olan boynuz kupayı ağzına yaklaştırıp kafasına dikti. Yaşlı adam sıkıca kavradığı dirgeni bir anda atın üzerindeki çavuşun boğazına sapladı. Çavuşun önce elleri düştü, boş bakışlarla ihtiyara bir süre baktıktan sonra ağzından ve burnundan kanlar akmaya başladı ve atından düşüp yere serildi. Diğer atlılar şaşkınlıkla yaşlı adama bakıyorlardı. Atlılardan birisi belindeki baltayı kapıp ihtiyarın kafasına doğru fırlattı ve adamı alnının ortasından vurdu. İhtiyarın gözleri pörtledi ve dizlerinin üzerine çöktü, ardından yüzüstü yere yapıştı.
    Atlılardan birisi: "Bu lanet yerden bir an önce gidelim." dedi, diğerleri ona katıldıklarını beyan ettiler ve hızla uzaklaştılar.

    ...

    Atlıların gitmesinin ardından uzunca bir süre geçmiş, güneş bütün azametiyle kendisini göstermişti. Samanların arasından bir fısıldama duyuldu;
    Elephenor: "Sanırım artık çıkabiliriz."
    Ardından başka bir ses ona yanıt verdi;
    Linet: "Ama dedem buradan çıkmamamızı söyledi Elepin..."
    Elephenor: "Ben çok acıktım ve çişim geldi Linet."
    Linet: "Ben de..."
    Elephenor sarı saçlı, kahverengi gözlü, enerjik bir kızdı, Linet, onun adını uzun bulur ve ona "Elepin" derdi. Asla yerinde duramazdı. Zekiydi ve zekasını her zaman kendi çıkarları için kullanırdı. Altı yaşındayken gümüş paranın demir paradan daha değerli olduğunu anlamış, on tane demir para alıp bir gümüş parası olan çocuğa eğer o kendisine bir gümüş para verirse kendisine on demir para vereceğini söylemişti. Çocuk demir paraların çokluğuna kanarak gümüş parayı Elephenor'a vermişti. Linet de sarı saçlı ve kahverengi gözlüydü ve Elephenor'a çok benziyordu, bu sebepten Elephenor saçlarını at kuyruğu şeklinde toplardı. Linet'in saçları ise her zaman düz ve özenle taranmış olurdu. Linet, Elephenor'a göre daha sakin ve daha saftı. Bu yüzden Elephenor Linet'in yanından ayrılmaz, kimsenin onunla uzun süreli konuşmasına ya da arkadaşlık etmesine izin vermezdi, çünkü Linet'in saflığından yararlanarak onu kandırabileceklerini düşünürdü.
    Elephenor daha fazla dayanamadı ve samanları ufak elleriyle araladı, belini hafifçe doğrultup dikkatli bir şekilde etrafına baktı. Gözleri güneş ışığından rahatsız olduğu için gözlerini kısmıştı ve saçlarında saman taneleri vardı.
    Elephenor:"Kimse yok burda, çıkabiliriz..." Ayaklarını kağnının yan tarafından sarkıtıp yavaşça kağnıdan aşağıya atladı, bu sırada Linet saçlarındaki samanları çıkartmaya çalışıyordu;
    Linet:"Yaaa, saçlarım hep saman olmuş!"
    Elephenor kafasını sola çevirdiği gibi Aleksios'un kafasına balta saplanmış cesedini gördü ve çığlık attı. Birkaç saniye sonra altına işedi ve ıslaklık tuniğine yayılmaya başladı. Çığlığı duyan Linet hızlıca kağnının yan tarafına tutunarak önce Elephenor'a, daha sonra onun baktığı tarafa baktı, bakmasıyla çığlık atması bir oldu. Elleriyle gözlerini kapatıp önüne döndü. Elephenor titreyen elleriyle kağnıya tutunarak bindi, kamçıyı alıp sığırların sırtına seri bir şekilde şaklatarak kağnıyı sürmeye başladı. Gözlerini irice açmış, sadece önüne bakıyordu. Birkaç saat boyunca bu şekilde seyahat ettiler, ikisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Bu şekilde ilerlerlerken dişlerinden tırnaklarına kadar silahlı bir sekiz kişilik bir grup karşılarına çıktı. Örme zırhlarının üzerinde mor zemine işlenmiş koyu altın sarısı kartal arması bulunuyordu, kartalın etrafını altın bir defne yapraklı taç çevreliyor, kartalın tepesinde ise bir güneş yer alıyordu. Zırhlarının bel kısmındaki kemerden aşağıya doğru sarkan metal plaka şeritler giyenlerin kasıklarını koruyordu. Hemen kemerin yanında asılı olan kılıçları 60 santim uzunluğunda geniş yanaklı bir kılıçtı, bu sebepten açtığı yaralar kritikti ve yakın dövüşte avantaj sağlıyordu. Miğferleri işlemeleri olmayan, yüz kısmı açık bir bazinetti ve hepsi altın renkli bir pelerin giyinmekteydi. Her birisi dışarıya doğru bombeli deri kaplamalı ahşap kalkanlar kullanıyorlardı, bu Rodok kalkanının geliştirilmiş, farklı bir versiyonuydu, kalkanların uç kısımları bronzdandı, orta kısmında kargı, mızrak, taş gibi fırlatılan ağır silahlardan korunmak için demir bir çıkıntı vardı ve kalkanın boyutu doğru kullanıldığı zaman mükemmel bir koruma sağlamaktaydı, bu kalkanı sol ellerinde taşıyorlardı. Sırtlarındaki deri çantada fırlatılmak için kullanılan dört tane savaş ciriti bulunuyordu. Ellerinde ise uzun balçaklı mızrak vardı. Yalnızca bir tanesi farklıydı, miğferinde en ucundan başlayıp en arkasında biten ve tam ortaya yerleştirilmiş kırmızı renkteki tüyler bulunuyordu, mızrağı ve kalkanı yoktu. Başları olduğu anlaşılan bu adama etrafındakiler Europos diye hitap ediyorlardı. Adam kendisine doğru yaklaşan kağnıya doğru bakarak sağ elini kaldırdı, sol eli kılıcının üzerinde bekliyordu ve her an kılıcını çekmeye hazırdı kağnı yavaşladı, tekerlerin gıcırtısı azaldı ve birkaç saniye sonra tamamen durdu, adam elini indirip duran kağnıya doğru yaklaştı, kızların yüzündeki korku dolu ifadeyi farkettikten sonra yüzü ciddileşti ve kaşları çatıldı.
    Europos: "Bir sorun mu var çocuklar?". Konuşurken bakışlarını Elephenor ve Linet arasında gezdiriyordu.
    Elephenor ve Linet aynı anda birbirlerine baktılar, sonra adama dönüp kafalarını onaylamak maksadıyla yukarı-aşağı iki defa serice salladılar. Europos sağ elini havaya kaldırıp parmaklarını hafifçe kapattı, hazır duran yedi askerden ikisi mızraklarını kalkanlarının iç kısmındaki kayışa bağladılar, kağnıdaki kızların beline ellerini sarıp sıkıca kavradıktan sonra kaldırdılar ve Europos'un sağ ve sol yanlarına geçtiler.
    Europos: "Neler olduğunu anlatın."
    Linet bakışlarını Elephenor'a çevirip kaşlarıyla "Hadi" anlamında bir işaret yaptı. Elephenor bir süre Linet'e baktıktan sonra bakışlarını adama çevirdi, titrek ve ağlamaklı sesiyle konuşmaya başladı;
    Elephenor: "Veluca'dan geliyoruz... Dedemiz de kağnıda bizimleydi a-ama..." Elephenor'un dudakları birkaç defa titredi, ardından ağlamaya başladı ve kafasını kendini tutan askerin omzuna koydu;
    Elephenor: "Onu öldürdüler!"
    Europos: "Kurtulmuş olmanız büyük şans." dedi, ardından sağındaki askere döndü;
    "Kampa dönüyoruz, kızlar bizimle gelecek. Kağnıyı da alın. Hem kağnı, hem de sığırlar işimize yarayacak."
    Adamlar kucağındaki kızları yavaşça yere indirdiler, emri yerine getirmek üzre ayrılacaklarını belli etmek için sağ ellerini yumruk yapıp göğüslerinin sol kısmına vurdular ve avuçlarını açıp sağ ellerini ileriye doğru uzattılar. İki asker yavaşça kağnıya bindi, ve sığırları kamçılayarak ilerletmeye başladılar. Adam sağ elini matarasına attı, kesesinden çıkartıp kapağını açtı ve Linet'in eline tutuşturdu.
    Europos: "Yanımdan ayrılmayın."
    Kağnının sağ ve sol yanında ikişer asker vardı. En önde Europos ile kızlar ve bir asker daha yürüyordu. Yürürken askerlerin dudaklarından şu şarkı dökülmekteydi;

    "Bizler, her savaşta atıldık korkmadan ileriye!
    Elimizde kılıç, kalkan, kargı ve mızrak
    Üzerimiz kan, önümüz cesetlerden tepe!
    Yeniliriz belki bir gün, hepimiz ölürsek ancak!"

    İki buçuk saatlik yürüyüş ve tırmanışın ardından kampa ulaştılar. Kamp Grunwalder kalesinin de üzerinde kurulu olduğu sıradağların birinin üzerinde kuruluydu. Kampın etrafı tahtadan surlarla çevriliydi ve önünde üç metrelik bir hendek bulunuyordu, hendeğe girenlerin tırmanmasını engellemek adına dibine katran dökülmüştü ve hendeğin dışa bakan tarafına kazıklar yerleştirilmişti. Kamp dikdörtgen bir plan üzerinde kurulmuştu. Kampın dört girişi bulunuyordu ve surların dört köşesinde birer gözetleme kulesi vardı. Kampın içerisinde belirli bir nizam işliyordu, askerler acemilik düzeyine göre çadırlara dağıtılır, çadırlar birer metre aralıklarla kurulurdu. Yağmur ve karın etki etmemesi için çadırların üzeri deriyle kaplanırdı. Her çadırda sekiz kişi kalırdı. Bu sekiz kişi beraber hareket eder ve yiyeceklerini sağlamak, kampın temizliği, malzeme tedariki gibi birçok işi aralarında bölüştürürlerdi. Bu şekilde yerleştirilmiş beş yüz çadır bulunuyordu. Kampın tam ortasında ordunun en yetkili kişisinin çadırı bulunuyordu ve bu çadır dört kapıdan çıkan dört ana yolun bitiş noktasıydı.
    Kampın kapısına ulaştıkları zaman kapının önünde duran nöbetçi yaklaşanlara baktı, ardından birkaç adım ilerleyerek arkasını döndü, ellerini ağzının iki yanına siper ederek kapının hemen üzerindeki surda bulunan adama bağırdı:
    Nöbetçi: "Europos'a kapıyı kaldırın!"
    Linet ve Elephenor yürümekten bitap düşmüşlerdi, fakat kampı görünce heyecanlanmış, gözlerini dikkatle açıp etrafı incelemeye başlamışlardı. İnsanların kulağını tırmalayan zincir sesiyle beraber asma kapı ağır ağır açılmaya başladı. Kapı herkesin geçebileceği kadar açıldıktan sonra grup içeriye girdi, Europos'un etrafındaki askerler çadırlarına gitmek üzere ayrıldılar. Europos ise iki kız çocuğuyla beraber ana yolu sonuna kadar takip etti. Kapıda bekleyen nöbetçi diğer askerlerden farklı giyiniyordu. Üzerinde bir örme zırh yerine birçok metal plakanın deri bir lastikle birbirine bağlanarak tutturulmasıyla yapılmış bir plaka zırh giyinmekteydi.
    Nöbetçi: "General sizi bekliyor." dedi. Çadırın ön kısmındaki kumaş çadırın üst tarafına tutturulmuştu ve kapı görevi görmekteydi. Europos nizami adımlarla içeriye girdi, sağ elini yumruk yapıp göğsünün sol kısmına vurdu ve avcunu açıp elini ileriye doğru uzatarak selamını verdi, ardından elini yavaş bir şekilde indirdi. Karşısında sarı saçlı, sakallı bir adam üzerinde Kalradya destanlarına ait motifler bulunan bir sandalyede oturmaktaydı. Adamın üzerinde kırmızıya boyanmış bir plaka zırh vardı, zırhın üzerinde altın renginde iki kanatlı dağ keçisi bulunuyor, bu keçiler ellerini bir kılıçta birleştiriyor ve kılıcın alt tarafa bakan ucu ışıklar saçıyordu. Bu zırhın altına işlemeli güzel bir tunik giyinmişti. Zırhın üzerinde ise sarı ve mor renklerle bezenmiş, kırmızı bir pelerin bağlıydı. Bileklikleri ve ayaklıkları üzerindekilerin renge uygun olarak sarı ve kırmızı renklerden seçilmişti. Adam kız çocuklarını hiç umursamadan soğuk bakışlarını Europos'un üzerinde gezdirdi.
    General: "Rapor ver."
    Europos: "General, Veluca şehri hakkındaki söylentiler doğru. Şehir yağmalanmış, talihliyiz ki kurtulmayı başarmış bu iki kız çocuğunu bulabildik. Yarından itibaren yetmiş kişi yerine yüz elli kişiyi erzak bulmaları ve avlanmaları için yollayacağız. Velucanın yağmalanması bizi zor duruma soktu, kamptaki erzağımız beş ay yetecek kadar, erzak tedarik edebileceğimiz bir yer kalmadı. Grunwalder kalesi köylüleri sömürecek. Böyle bir durumda kampı erzak ikmali sorunu yaşamayacağımız daha elverişli bir bölgeye taşımamız daha uygun olacaktır, efendim."
    General: "Bunu düşüneceğim." dedi ve sağ elinde tuttuğu kadehi dudaklarına yaklaştırıp büyük bir yudum aldı, kadehi eski konumuna getirdi.
    General: "Kız çocuklarına benim çadırımın yanındaki çadırlardan birini ver. Onlardan sen sorumlu olacaksın."
    Europos: "Efendim, onları aşçıların yanına verebilirim."
    General: "Aşçılarımız tembellik yapsın diye mi?"
    Europos birşey söyleyecekti fakat sustu ve yutkundu, general onun birşey söylemek istediğini anladı
    General: "Söyle."
    Europos: "Efendim, hiçbirşey yapmadan bir asker kampında durmaları diğer askerlerin dikkatini çekecektir... Her anlamda."
    General oturduğu sandalyeden ağır bir şekilde kalktı
    General: "Ne yapacaklar peki? Amelelik mi?"
    Europos Linet'e doğru döndü,
    Europos: "Bir zanaatin ya da yeteneğin var mı?"
    Linet: "Iııı... Şey... Dedem bana birçok şifalı bitkiyi, nerede bulabileceğimi ve nasıl kullanılacaklarını öğretmişti..."
    Europos generale döndü;
    Europos; "Onu duydunuz, general. Onu hekimlerin yanına verirsek, bir işe yarayabilir."
    General kafasıyla onayladı ve; "Bu kızı hekimlerin yanına verin."
    Europos derin bir nefes alıp yavaşça verdi ve Elephenor'a döndü;
    Europos: "Peki ya senin?"
    Elephenor: "Şey..." dedi ve devamını detirmedi.
    Europos: "Söylesene çocuk, benimle alay mı ediyorsun?"
    Elephenor: Ben-... Şey... Asker olmak istiyorum!
    Europos kalın sesiyle büyük bir kahkaha patlattı. General sırıtarak bakışlarını Elephenor'un üzerinde gezdirdi;
    General: "Savaş senin gibi bir kız çocuğuna göre değil. Kadınlar savaşamaz."
    Elephenor: "O zaman neden annemi öldürdüler?"
    Generalin yüzündeki sırıtış hafifçe soldu ve Europos kahkaha atmayı kesip ciddileşti, çadırın içerisinde kısa süreli bir sessizlik oldu. General Elephenor'a doğru yaklaştı ve dizlerini kırarak onun hizasına eğildi.
    General: "Bunu gerçekten istiyor musun çocuk?"
    Elephenor adamın gözlerinin içerisine bakıp kafasını onaylamak maksadıyla yukarı-aşağı iki defa salladı.
    General: "Adın ne senin?"
    Elephenor: "Şey, adım Elephenor." General sağ elini kızın yanağına koyup bir süre okşadıktan sonra hafifçe doğrulup Europos'un karşısına geçti.
    General: "Bu kızın eğitimiyle bizzat sen ilgileneceksin. Eğer bir ay içerisinde ilerleme kaydedemezseniz, onu aşçıların yanına verirsin." dedikten sonra sandalyesine yönelip adımladı ve oturdu. Europos sağ elini yumruk yapıp göğsünün sol kısmına vurdu ve avcunu açıp elini ileriye doğru uzatarak selamını verdi, ardından sağ ve sol eliyle kızların ellerini tutup çadırdan çıktı.
  4. EnenesCaesar

    The Devil's Company-Şeytanın Bölüğü [Üçüncü Bölüm Geldi]

    Teşekkür ederiz, bugün ya da yarın ikinci bölüm gelecek.
  5. EnenesCaesar

    The Devil's Company-Şeytanın Bölüğü [Üçüncü Bölüm Geldi]

    Güncel Duyurular llllllllll - Eklenen karakterlerdeki bazı hatalı kodlar düzeltildi. llllllllll - Üçüncü bölüm eklendi. llllllllll - Karakterler bölümüne altı yeni karakter eklendi. llllllllll - Bölümler yorumlar kısmına eklendi. Steam grubumuz...
Back
Top Bottom