[size=14pt][size=18pt]HALFORD[/size][/size]
Dünya kurşuni bir koyuluk içindeydi;
Etraflarını çevreleyen bozkırlar içinde küçücük kaldığını hissetti. Gece boyunca ona sonu yok gibi gelen bir uyku çekmişti. Ama çadırdan çıkarken belinin ağrıdığını fark etti. Gün ağarırken Sam kampı toplamıştı bile. Askerler onu bekliyordu ve tabi Albert' i.
Güneş kendini henüz yeni göstermeye başlamıştı, bu iyiydi. Shariz' e yol alacakları sırada, çölde sıcağa yakalanmak yolu fazla uzatır ve işkenceye dönüşürdü. Dışarı çıktığında çadırın girişindeki iki asker selam durdu. Banyosunun hazır edilmesini emretti. Kapıdaki iki adam koşar adım uzaklaştılar, birkaç dakika sonra içeri hizmetçiler girdi. Kısa boylu, çelimsiz ve zayıflardı. Ellerinde derin, büyük bir kazan vardı. Başlarıyla selam verdiler ve çadırın köşesindeki fıçıyı açtılar. Kazanı tamamen doldurduklarında Halford çıkmalarını söyledi. Kazana ne doldurduklarını biliyordu:
İnsanın kemiğine işleyecek soğuk su. Her zaman soğuk suyla işini görürdü. Sıcak insanı yorar ve miskinleştirirdi, soğuk ise aksine insanı, canlı ve dinç tutardı.
Önce kafasını buz kadar soğuk suyun içine soktu. Ardından kafasını sabunlayıp tekrar suya daldırdı. Kazan birkaç dakika içinde köpükle doldu. Vücudunun diğer bölgelerini de aklayıp pakladıktan sonra dışarı çıktı. Doğru Albert' in çadırına gitti. İçeri girdiğinde Albert horluyordu. Başına kadar gitti, küçük tokatlar attı ve omzunu dürtükledi ama bir türlü kalkmıyordu. Halford onu uyandırmanın yolunu biliyordu. Hemen ahşap masadaki sürahiyi kaptı ve Albert' in yüzüne boşalttı. Genç adam bir anda yatakta dimdik oldu. Nefes nefese kalmışken, Halford eline bir bez tıkıştırdı.
"Elini, yüzünü yıka da çıkalım artık. Öğle sıcağına yakalanacağız."
Albert iki dakika içinde çabucak giyindi ve dışarı çıktı. Dışarıdaki hava sadece şafak vaktinde olan küçük, tatlı bir esintiydi ve Albert' in yüzünü yalıyordu. Halford ve Albert en önde, ordu kamptan ayrılıyordu. Dört saat sonra, henüz bir kum tepesini geçmişlerdi ki önlerinde surlar belirdi. Halford Albert' in kaleyi tanımadığını biliyordu, sormasını beklemeden söyledi.
"Jameyyed kalesi" dedi. "Sarrdaklar, Khergitlerle ticaretini buradan yaparlar. Üstelik geçen her kervandan belli bir ücret alırlar."
"Nereden biliyorsun?" diye sordu Albert.
Halford gülümsedi. "Benden de aldılar da ondan."
Öğle ile ikindi vakti arası Shariz' e vardılar. Halford şehre girdiğinde toplanacakları yeri biliyordu ve oraya doğru ilerledi. Albert ise bir hana gideceğini söyleyip, yanından ayrıldı. Son sokağı da dönüp neredeyse yıkılacak gibi duran, eski püskü, ahşap hanı gördü. Kapıyı tıklattı, durdu. Tekrar tıklattı ve bekledi. Üçüncü kez çaldı ve bir adım geri çekildi. Kapı yavaşça aralandı ve bir kafa göründü.
"Kimsin?" dedi talepkar bir ses. Kaşları çatılmış, gözleri şüpheyle Halford' u süzüyordu.
"Aslan kükrer, kartal görür." Dedi ve sözü bittikten hemen sonra kapı tamamen açıldı. Toplantının gizliliği için böyle bir uygulama vardı. 'Kimsin' sorusu şaşırtmaca soruydu, soruya adıyla cevap verseydi onu almazlardı. Adamın yüzündeki şüphe bir saniye sonra kayboldu. "Efendim Ali adına, size onun misafirperverliğini ve yemeğini ikram etmekten onur duyarım." Dedi selam verirken.
*******
Hana girdiğinde önce hafif bir içki istedi. İçkinin nahoş tadı göğsüne yayıldıkça rahatladığını hissediyordu. İçkisini yudumlarken etrafa göz attı. Rahatsız edici tipte birileri yoktu. Sarıklı ve iyi görünümlü adamlar birkaç mindere oturmuş Albert gibi içkilerini içip sohbet ediyorlardı. Han serin sayılırdı ama sarığını sofranın kenarına koyan bir adam gördü. Hancının yamağı gibi durmadan peşinden gelen küçük kedi hana sıcak bir ortam veriyordu. Albert, rahatlıkla hanın tam istediği gibi olduğunu söyleyebilirdi.
Memnun bir halde yine büyük bir yudum alacağı sırada hanın kapısı tekmeyle açıldı ve içeri zil zurna sarhoş bir adam girdi. Tombul suratlı hancı adamla hemen ilgilendi. "Buyurun efendim, şöyle buyurun" diyordu boş bir sediri gösterirken. "İste..diği..m yere geç..erim. Önümden çekil!" diye yarım yamalak konuştu. Hancı bir şey diyemedi ve yüzünü asarak uzaklaştı. Adam mindere adeta çöktü ve emretti. "Buraya gel hancı bozuntusu! Şarap getir bana!"
Hanın sahibinin dişlerini gıcırdattığını gördü. Ama adama bir şey demeye cesaret edemedi ve şarabını getirdi. Sarhoş, içkisi bitince yeniden istedi ve yeniden geldi. Ama tekrar isteyince hancı dayanamadı. "Bayım! İçtiklerinizi ödeyeceğinizi sanmıyorum. Üstelik müşterilerimi korkutuyorsunuz." Ama söylediği adamı daha çok eğlendirmiş gibiydi. Pis bir halde sırıtarak etrafa bakıyordu. "Heh..ehe!" Adam şiddetli bir kahkaha attı, gülerken ağzından tükürükler ve salyalar saçılıyordu. "Kimmiş o korkanlar domuz suratlı, bir göster bakalım! Uzun zamandır bir ödlek görmemiştim."
Yan masalarda oturan adamlara sataşıyor, küfrediyor ve bazen tekme atıyordu. "Sen misin o ödlek ha!" dedi ve yerdeki adama bir tekme salladı. Diğerleri de nasibini almıştı ama adam rahat durmuyordu. Adamın kafası Albert' in olduğu tarafa çevrildi. Gaz lambaları pek işlev görmüyordu. Bu yüzden yanına kadar geldi. Albert' i gördüğünde yine bir kahkaha tufanına boğuldu. "Hey! Yoksa o korkak sen misin gizemli oğlan!" dedi ve tekrar gülmeye başladı. Pis sırıtışının arasında ona küfürler etmeyi de ihmal etmiyordu.
Albert içindeki öfkenin kabardığını hissetti, ama öfkesine yenilmeyecekti. Hayır yenilmeyeceğim. Dedi kendine. "Benimle uğraşmayınız bayım." Dedi. Bir nezaket cümlesiydi ama içinde en ufak bir nezaket yoktu. "Vay be! Demek gizemli olduğu kadar sertte bir çocukmuş." Adam yine sırıttı. Misafir olarak geldiği bir şehirde belaya bulaşmak istemiyordu. Oysa adamın tek istediği bu gibiydi.
Sedirden kalktı ve doğruldu. Şimdi adamla tam burun burunaydı. Nefesi soğan ve sarımsak karışımı iğrenç bir kokudan ibaretti. Yinede bu durumda geri çekilemezdi artık. "Eğer," dedi yavaşça "o pislik ağzından tek kelime daha çıkarsa seni yedi parçaya bölerim." Adam kahkahaları azalırken sordu. "Ne dedin sen?" anlamamış gibi.
Albert adamın kulağına doğru eğildi. "Diyorum ki: ya buradan defolup gideceksin yada buradan torba halinde çıkacaksın." Adam bir saniye geçmeden kamasına sarılmaya çalıştı. Ama Albert adamın hemen önündeydi, göğsüne sert bir dirsek attı ve adam geriledi. Bela artık kaçınılmazdı.
Adamın gerilemesini fırsat bildi ve kılıcını çekti. Uzun kılıç şarkı söyleyerek kınından çıkarken, adamda eline kamasını almış ona doğru geliyordu. Elindeki kısa ve kör bir bıçaktı. Aklı başında her adam böyle bir silahın uzun bir kılıca hiçbir şey yapamayacağını bilirdi. Ama bu adamın aklı başında olduğu söylenemezdi. Gözleri attığı dirsekten dolayı kızarmıştı ve ara sıra öksürüyordu. Yinede adam kan çanağına dönmüş gözleriyle Albert' e doğru geliyordu, bir şey düşünemediği belliydi. Düşünemeyen bir rakibi yenmek, karınca ezmek gibidir diye hatırlattı kendine. Adam kaba saba hareketlerle bıçağı savuruyordu ama sarhoştu ve hareketleri ağırdı. "Sana buradan kaybolmanı söyledim." Dedi Albert kenara kayarken. Adam hiçbir şey söylemedi, sadece hırladı. Bu sarhoşu durdurmanın yolu yok gibiydi. Söylediklerini duymuyordu bile. En sonunda ya kendi ölecekti yada o.
Adamın etrafında dönüp ensesine bir dirsek attı. Adam yine sendeledi, ağzından hırıltılar gelirken arkasını döndü ama kılıcını çoktan boynuna dayamıştı bile. "Son kez soruyorum." Dedi nefessiz duran sarhoşa. "Buradan kaybolup gidecek misin, yoksa seni bu rezil hayatından çekip almamı mı istersin?" Adam her nasılsa yine korkmamış ve son kez bıçağını savurmaya kalkmıştı. "Seni aşağılık küçük vel…" Albert, uzun kılıcı adamın boynuna kesin ve sert bir hamleyle gömdü. Adamın kopan başı yere düştü ve yuvarlandı, yuvarlandı. Sonunda boş bir masaya çarparak durdu. Başsız beden ise birkaç saniye öylece durdu, sonra gerisin geriye düştü. Henüz kılıcı kınına yeni sokmuştu ki hanın kapısında eli silahlı iki Sarranid muhafızı göründü.
*******
İçeri adım attığından beri Halford' a ikramların ardı arkası kesilmiyordu. Kapıyı açan adam onu içeri aldığında, sözde hanın ortasındaki halıyı kaldırmıştı. Altında ise bir kapak vardı, dışarıya doğru bir ip sarkıyordu. Adam ipi çekti ve kapağı açtı. "Önden buyurun." Dedi eliyle gösterirken. Kısa merdivenden aşağıya indiğinde aşağıdaki bambaşka dünyayı daha öncede görmüştü. Burası farklı bir bina kadar geniş ve serindi. Tek sıkıntı, tavanın alçak ve Halford' a basıcı gelmesiydi. Adam onu efendisine götürürken adama sordu. "Sen Ali' nin neyisin? Baş muhafızımı?" Adam gülümsedi. "Hayır efendim, sadece yaveriyim. İşte lordum ve diğerleri içerideler." Yaverin gösterdiği odaya girdiğinde içeride heyecanlı bir tartışma vardı.
"Sen delirdin mi?! Eğer ona karşı savaşırsak hepimiz ölürüz!" Halford sesin sahibini tanımıştı. Bu Nazım’ ın sesiydi.
"O zaman buraya neden geldin? Halford' un bizi neden görmek isteyeceğini sanıyordun?"
"Ali haklı" dedi biri. "Onlarla savaşmalıyız! İsteyenler bizimle olur, istemeyenler olmaz. Burada kimseyi zorla tuttuğumuz yok."
"Burada böyle konuşan çok fazla kişi gördüm. Ama Svadyan şövalyeleri onları biçerken böyle konuştukları için pişman olmuşlardı."
"Nazım!"
Halford' un sesi birbirine bağıran onca sesi yırttı geçti. Kimse geldiğini görmemişti ve şimdi herkes ona bakıyordu. "Burada toplanmanızı talep eden kişi benim. Ali, neden toplanma talebinde bulunduğumu da söylemiştir. İsterseniz ben tekrar edeyim, Svadyanlarla savaşmak için. Şimdi kimler benimle?"
İki saat sonra masanın etrafındaki her adam aynı kanıdaydı. Nazım, oğlunu sakat bıraktıkları için, Ali ise bir svadyan soylusunun oğlu, kızını kaçırdığı için. Herkesin kendine göre bir sebebi vardı ama Halford' un istediği olmuştu. Sarranid Sultanlığı' nın tüm ileri gelenleriyle tek yumruktu. Bazıları Emir' lerin dostuydu, bazıları köylerde ve kasabalarda adını duyunca takip edeceği kişilerdi. Bazılarının ise tanıdığı iyi paralı askerler vardı. Halford hiçbir zaman paralı askerlere güvenmemişti ama böyle bir durumda başka çaresi de yoktu. Bütün güçlerini topladıklarında ortaya büyük bir askeri kuvvet çıkacaktı. Ali ile tokalaştıktan sonra dışarı çıktı. Dışarıda sadece bir khergit askeri vardı. Görüşmelere tek askerle gelinmesi uygun görülmüştü. Böylece dikkat çekmeden toplanabileceklerdi. Dışarı çıkar çıkmaz asker selam durarak silahlarını verdi. Salona silahla girilmesi yasaktı, aksi takdirde çıkacak şiddetli bir tartışma sonucu kan dökülebilirdi. "Rahat asker. Albert nerede?"
"Sokağın başındaki handa, lordum."
Halford hana doğru ilerledi. Muhafız hemen arkasından onu takip ediyordu. Hanın kapısına geldiklerinde içeriden bağırışlar duyuluyordu. Halford hanın kapısını açtı. Kopmuş kelle, bir masanın yanında gözleri açık, dili dışarıda korkunç bir halde sergileniyordu. Muhafızlarda aynı manzarayı gördükleri için Albert' in kollarına yapışmışlar, yaka paça götürüyorlardı. Durumu gören khergit muhafızı kılıcını çekecekti ki Halford elini havaya kaldırarak durmasını işaret etti. Albert' in belindeki kından birkaç damla kan damlıyordu. Yüzüne kan sıçramıştı, belliydi. Hancı olduğunu tahmin ettiği kişide feryat ediyordu. "Durun! Onun suçu değildi! Kavgayı diğeri başlattı. Durun dedim!" Ama muhafızlar adamı duymuyordu bile. Eğer onu tanıdığını adamlara belli ederse onu tersleyip, cevap vermezlerdi. Bu yüzden onu tanımıyormuş gibi yapacaktı. Khergit askerinin eli ise hala kılıcın kabzasındaydı. Halford arkasını döndü ve sessizce çıkmasını söyledi.
"Lordum, sizi korumakla görevliyim. İzin verin kalayım." Albert' i götüren askerlere bir bakış attı. "Bunlara güven olmaz." Sessizce emri tekrarladı. "Dışarıda bekle asker."
"Lordum…"
"Çık dedim!" sesi alçaktı ama öfkeliydi. Asker başını önüne eğdi ve adamlara bakarak dışarı çıktı. Muhafızlar hanın kapısına doğru geliyordu. Albert' e göz kırparak durumu açık etmemesini işaret etti. "Selam olsun size yüce sarranid muhafızları. Suçu nedir acaba bunun?" Adamlardan biri Halford' u bir süre süzdü, düşündüğü şeye kanaat getirdiğinde cevap verdi. "İhbar üzerine buraya geldik. Geldiğimizde bu, elinde kanlı bir kılıçla handaydı. Adamı bu öldürmüş." Duyduklarına inanmamıştı, birkaç saniye bekledi ama sonra tekrar devam etti. "Teşekkür ederim, görüşmek üzere." Askerler onu selamlayıp Albert' i götürdüler.