Çelik ve Kan Serisi - 20. Bölüm (Bir Kralın Hikayesi)

Users who are viewing this thread

Valar Dohaeris said:
Harika yazıyorsun tarih projem vardı bıraktım 6 part bunu okudum böyle devam et bu konunun tutulmamasına şaşırdım doğrusu.
Çok teşekkür ederim, beğenmene sevindim. Aslında tutulmamasına şaşmamak gerek çünkü şu sıralar forumdaki çok az kişi hikayeleri takip ediyor.
 
Gecikme için özür diliyorum. Şu sıralar biraz yoğundum. Yeni bölüm aşağıdadır. Umarım beğenirsiniz, iyi okumalar.

                                                      [size=14pt][size=18pt]HALFORD[/size][/size]

Dünya kurşuni bir koyuluk içindeydi;
Etraflarını çevreleyen bozkırlar içinde küçücük kaldığını hissetti. Gece boyunca ona sonu yok gibi gelen bir uyku çekmişti. Ama çadırdan çıkarken belinin ağrıdığını fark etti. Gün ağarırken Sam kampı toplamıştı bile. Askerler onu bekliyordu ve tabi Albert' i.

Güneş kendini henüz yeni göstermeye başlamıştı, bu iyiydi. Shariz' e yol alacakları sırada, çölde sıcağa yakalanmak yolu fazla uzatır ve işkenceye dönüşürdü. Dışarı çıktığında çadırın girişindeki iki asker selam durdu. Banyosunun hazır edilmesini emretti. Kapıdaki iki adam koşar adım uzaklaştılar, birkaç dakika sonra içeri hizmetçiler girdi. Kısa boylu, çelimsiz ve zayıflardı. Ellerinde derin, büyük bir kazan vardı. Başlarıyla selam verdiler ve çadırın köşesindeki fıçıyı açtılar. Kazanı tamamen doldurduklarında Halford çıkmalarını söyledi. Kazana ne doldurduklarını biliyordu:
İnsanın kemiğine işleyecek soğuk su. Her zaman soğuk suyla işini görürdü. Sıcak insanı yorar ve miskinleştirirdi, soğuk ise aksine insanı, canlı ve dinç tutardı.

Önce kafasını buz kadar soğuk suyun içine soktu. Ardından kafasını sabunlayıp tekrar suya daldırdı. Kazan birkaç dakika içinde köpükle doldu. Vücudunun diğer bölgelerini de aklayıp pakladıktan sonra dışarı çıktı. Doğru Albert' in çadırına gitti. İçeri girdiğinde Albert horluyordu. Başına kadar gitti, küçük tokatlar attı ve omzunu dürtükledi ama bir türlü kalkmıyordu. Halford onu uyandırmanın yolunu biliyordu. Hemen ahşap masadaki sürahiyi kaptı ve Albert' in yüzüne boşalttı. Genç adam bir anda yatakta dimdik oldu. Nefes nefese kalmışken, Halford eline bir bez tıkıştırdı.
"Elini, yüzünü yıka da çıkalım artık. Öğle sıcağına yakalanacağız."

Albert iki dakika içinde çabucak giyindi ve dışarı çıktı. Dışarıdaki hava sadece şafak vaktinde olan küçük, tatlı bir esintiydi ve Albert' in yüzünü yalıyordu. Halford ve Albert en önde, ordu kamptan ayrılıyordu. Dört saat sonra, henüz bir kum tepesini geçmişlerdi ki önlerinde surlar belirdi. Halford Albert' in kaleyi tanımadığını biliyordu, sormasını beklemeden söyledi.
"Jameyyed kalesi" dedi. "Sarrdaklar, Khergitlerle ticaretini buradan yaparlar. Üstelik geçen her kervandan belli bir ücret alırlar."
"Nereden biliyorsun?" diye sordu Albert.
Halford gülümsedi. "Benden de aldılar da ondan."

Öğle ile ikindi vakti arası Shariz' e vardılar. Halford şehre girdiğinde toplanacakları yeri biliyordu ve oraya doğru ilerledi. Albert ise bir hana gideceğini söyleyip, yanından ayrıldı. Son sokağı da dönüp neredeyse yıkılacak gibi duran, eski püskü, ahşap hanı gördü. Kapıyı tıklattı, durdu. Tekrar tıklattı ve bekledi. Üçüncü kez çaldı ve bir adım geri çekildi. Kapı yavaşça aralandı ve bir kafa göründü.
"Kimsin?" dedi talepkar bir ses. Kaşları çatılmış, gözleri şüpheyle Halford' u süzüyordu.
"Aslan kükrer, kartal görür." Dedi ve sözü bittikten hemen sonra kapı tamamen açıldı. Toplantının gizliliği için böyle bir uygulama vardı. 'Kimsin' sorusu şaşırtmaca soruydu, soruya adıyla cevap verseydi onu almazlardı. Adamın yüzündeki şüphe bir saniye sonra kayboldu. "Efendim Ali adına, size onun misafirperverliğini ve yemeğini ikram etmekten onur duyarım." Dedi selam verirken.

*******

Hana girdiğinde önce hafif bir içki istedi. İçkinin nahoş tadı göğsüne yayıldıkça rahatladığını hissediyordu. İçkisini yudumlarken etrafa göz attı. Rahatsız edici tipte birileri yoktu. Sarıklı ve iyi görünümlü adamlar birkaç mindere oturmuş Albert gibi içkilerini içip sohbet ediyorlardı. Han serin sayılırdı ama sarığını sofranın kenarına koyan bir adam gördü. Hancının yamağı gibi durmadan peşinden gelen küçük kedi hana sıcak bir ortam veriyordu. Albert, rahatlıkla hanın tam istediği gibi olduğunu söyleyebilirdi.

Memnun bir halde yine büyük bir yudum alacağı sırada hanın kapısı tekmeyle açıldı ve içeri zil zurna sarhoş bir adam girdi. Tombul suratlı hancı adamla hemen ilgilendi. "Buyurun efendim, şöyle buyurun" diyordu boş bir sediri gösterirken. "İste..diği..m yere geç..erim. Önümden çekil!" diye yarım yamalak konuştu. Hancı bir şey diyemedi ve yüzünü asarak uzaklaştı. Adam mindere adeta çöktü ve emretti. "Buraya gel hancı bozuntusu! Şarap getir bana!"

Hanın sahibinin dişlerini gıcırdattığını gördü. Ama adama bir şey demeye cesaret edemedi ve şarabını getirdi. Sarhoş, içkisi bitince yeniden istedi ve yeniden geldi. Ama tekrar isteyince hancı dayanamadı. "Bayım! İçtiklerinizi ödeyeceğinizi sanmıyorum. Üstelik müşterilerimi korkutuyorsunuz." Ama söylediği adamı daha çok eğlendirmiş gibiydi. Pis bir halde sırıtarak etrafa bakıyordu. "Heh..ehe!" Adam şiddetli bir kahkaha attı, gülerken ağzından tükürükler ve salyalar saçılıyordu. "Kimmiş o korkanlar domuz suratlı, bir göster bakalım! Uzun zamandır bir ödlek görmemiştim."

Yan masalarda oturan adamlara sataşıyor, küfrediyor ve bazen tekme atıyordu. "Sen misin o ödlek ha!" dedi ve yerdeki adama bir tekme salladı. Diğerleri de nasibini almıştı ama adam rahat durmuyordu. Adamın kafası Albert' in olduğu tarafa çevrildi. Gaz lambaları pek işlev görmüyordu. Bu yüzden yanına kadar geldi. Albert' i gördüğünde yine bir kahkaha tufanına boğuldu. "Hey! Yoksa o korkak sen misin gizemli oğlan!" dedi ve tekrar gülmeye başladı. Pis sırıtışının arasında ona küfürler etmeyi de ihmal etmiyordu.

Albert içindeki öfkenin kabardığını hissetti, ama öfkesine yenilmeyecekti. Hayır yenilmeyeceğim. Dedi kendine. "Benimle uğraşmayınız bayım." Dedi. Bir nezaket cümlesiydi ama içinde en ufak bir nezaket yoktu. "Vay be! Demek gizemli olduğu kadar sertte bir çocukmuş." Adam yine sırıttı. Misafir olarak geldiği bir şehirde belaya bulaşmak istemiyordu. Oysa adamın tek istediği bu gibiydi.

Sedirden kalktı ve doğruldu. Şimdi adamla tam burun burunaydı. Nefesi soğan ve sarımsak karışımı iğrenç bir kokudan ibaretti. Yinede bu durumda geri çekilemezdi artık. "Eğer," dedi yavaşça "o pislik ağzından tek kelime daha çıkarsa seni yedi parçaya bölerim." Adam kahkahaları azalırken sordu. "Ne dedin sen?" anlamamış gibi.
Albert adamın kulağına doğru eğildi. "Diyorum ki: ya buradan defolup gideceksin yada buradan torba halinde çıkacaksın." Adam bir saniye geçmeden kamasına sarılmaya çalıştı. Ama Albert adamın hemen önündeydi, göğsüne sert bir dirsek attı ve adam geriledi. Bela artık kaçınılmazdı.

Adamın gerilemesini fırsat bildi ve kılıcını çekti. Uzun kılıç şarkı söyleyerek kınından çıkarken, adamda eline kamasını almış ona doğru geliyordu. Elindeki kısa ve kör bir bıçaktı. Aklı başında her adam böyle bir silahın uzun bir kılıca hiçbir şey yapamayacağını bilirdi. Ama bu adamın aklı başında olduğu söylenemezdi. Gözleri attığı dirsekten dolayı kızarmıştı ve ara sıra öksürüyordu. Yinede adam kan çanağına dönmüş gözleriyle Albert' e doğru geliyordu, bir şey düşünemediği belliydi. Düşünemeyen bir rakibi yenmek, karınca ezmek gibidir diye hatırlattı kendine. Adam kaba saba hareketlerle bıçağı savuruyordu ama sarhoştu ve hareketleri ağırdı. "Sana buradan kaybolmanı söyledim." Dedi Albert kenara kayarken. Adam hiçbir şey söylemedi, sadece hırladı. Bu sarhoşu durdurmanın yolu yok gibiydi. Söylediklerini duymuyordu bile. En sonunda ya kendi ölecekti yada o.

Adamın etrafında dönüp ensesine bir dirsek attı. Adam yine sendeledi, ağzından hırıltılar gelirken arkasını döndü ama kılıcını çoktan boynuna dayamıştı bile. "Son kez soruyorum." Dedi nefessiz duran sarhoşa. "Buradan kaybolup gidecek misin, yoksa seni bu rezil hayatından çekip almamı mı istersin?" Adam her nasılsa yine korkmamış ve son kez bıçağını savurmaya kalkmıştı. "Seni aşağılık küçük vel…" Albert, uzun kılıcı adamın boynuna kesin ve sert bir hamleyle gömdü. Adamın kopan başı yere düştü ve yuvarlandı, yuvarlandı. Sonunda boş bir masaya çarparak durdu. Başsız beden ise birkaç saniye öylece durdu, sonra gerisin geriye düştü. Henüz kılıcı kınına yeni sokmuştu ki hanın kapısında eli silahlı iki Sarranid muhafızı göründü.

*******

İçeri adım attığından beri Halford' a ikramların ardı arkası kesilmiyordu. Kapıyı açan adam onu içeri aldığında, sözde hanın ortasındaki halıyı kaldırmıştı. Altında ise bir kapak vardı, dışarıya doğru bir ip sarkıyordu. Adam ipi çekti ve kapağı açtı. "Önden buyurun." Dedi eliyle gösterirken. Kısa merdivenden aşağıya indiğinde aşağıdaki bambaşka dünyayı daha öncede görmüştü. Burası farklı bir bina kadar geniş ve serindi. Tek sıkıntı, tavanın alçak ve Halford' a basıcı gelmesiydi. Adam onu efendisine götürürken adama sordu. "Sen Ali' nin neyisin? Baş muhafızımı?" Adam gülümsedi. "Hayır efendim, sadece yaveriyim. İşte lordum ve diğerleri içerideler." Yaverin gösterdiği odaya girdiğinde içeride heyecanlı bir tartışma vardı.

"Sen delirdin mi?! Eğer ona karşı savaşırsak hepimiz ölürüz!" Halford sesin sahibini tanımıştı. Bu Nazım’ ın sesiydi.

"O zaman buraya neden geldin? Halford' un bizi neden görmek isteyeceğini sanıyordun?"

"Ali haklı" dedi biri. "Onlarla savaşmalıyız! İsteyenler bizimle olur, istemeyenler olmaz. Burada kimseyi zorla tuttuğumuz yok."

"Burada böyle konuşan çok fazla kişi gördüm. Ama Svadyan şövalyeleri onları biçerken böyle konuştukları için pişman olmuşlardı."

"Nazım!"

Halford' un sesi birbirine bağıran onca sesi yırttı geçti. Kimse geldiğini görmemişti ve şimdi herkes ona bakıyordu. "Burada toplanmanızı talep eden kişi benim. Ali, neden toplanma talebinde bulunduğumu da söylemiştir. İsterseniz ben tekrar edeyim, Svadyanlarla savaşmak için. Şimdi kimler benimle?"

İki saat sonra masanın etrafındaki her adam aynı kanıdaydı. Nazım, oğlunu sakat bıraktıkları için, Ali ise bir svadyan soylusunun oğlu, kızını kaçırdığı için. Herkesin kendine göre bir sebebi vardı ama Halford' un istediği olmuştu. Sarranid Sultanlığı' nın tüm ileri gelenleriyle tek yumruktu. Bazıları Emir' lerin dostuydu, bazıları köylerde ve kasabalarda adını duyunca takip edeceği kişilerdi. Bazılarının ise tanıdığı iyi paralı askerler vardı. Halford hiçbir zaman paralı askerlere güvenmemişti ama böyle bir durumda başka çaresi de yoktu. Bütün güçlerini topladıklarında ortaya büyük bir askeri kuvvet çıkacaktı. Ali ile tokalaştıktan sonra dışarı çıktı. Dışarıda sadece bir khergit askeri vardı. Görüşmelere tek askerle gelinmesi uygun görülmüştü. Böylece dikkat çekmeden toplanabileceklerdi. Dışarı çıkar çıkmaz asker selam durarak silahlarını verdi. Salona silahla girilmesi yasaktı, aksi takdirde çıkacak şiddetli bir tartışma sonucu kan dökülebilirdi. "Rahat asker. Albert nerede?"
"Sokağın başındaki handa, lordum."

Halford hana doğru ilerledi. Muhafız hemen arkasından onu takip ediyordu. Hanın kapısına geldiklerinde içeriden bağırışlar duyuluyordu. Halford hanın kapısını açtı. Kopmuş kelle, bir masanın yanında gözleri açık, dili dışarıda korkunç bir halde sergileniyordu. Muhafızlarda aynı manzarayı gördükleri için Albert' in kollarına yapışmışlar, yaka paça götürüyorlardı. Durumu gören khergit muhafızı kılıcını çekecekti ki Halford elini havaya kaldırarak durmasını işaret etti. Albert' in belindeki kından birkaç damla kan damlıyordu. Yüzüne kan sıçramıştı, belliydi. Hancı olduğunu tahmin ettiği kişide feryat ediyordu. "Durun! Onun suçu değildi! Kavgayı diğeri başlattı. Durun dedim!" Ama muhafızlar adamı duymuyordu bile. Eğer onu tanıdığını adamlara belli ederse onu tersleyip, cevap vermezlerdi. Bu yüzden onu tanımıyormuş gibi yapacaktı. Khergit askerinin eli ise hala kılıcın kabzasındaydı. Halford arkasını döndü ve sessizce çıkmasını söyledi.

"Lordum, sizi korumakla görevliyim. İzin verin kalayım." Albert' i götüren askerlere bir bakış attı. "Bunlara güven olmaz." Sessizce emri tekrarladı. "Dışarıda bekle asker."
"Lordum…"
"Çık dedim!" sesi alçaktı ama öfkeliydi. Asker başını önüne eğdi ve adamlara bakarak dışarı çıktı. Muhafızlar hanın kapısına doğru geliyordu. Albert' e göz kırparak durumu açık etmemesini işaret etti. "Selam olsun size yüce sarranid muhafızları. Suçu nedir acaba bunun?" Adamlardan biri Halford' u bir süre süzdü, düşündüğü şeye kanaat getirdiğinde cevap verdi. "İhbar üzerine buraya geldik. Geldiğimizde bu, elinde kanlı bir kılıçla handaydı. Adamı bu öldürmüş." Duyduklarına inanmamıştı, birkaç saniye bekledi ama sonra tekrar devam etti. "Teşekkür ederim, görüşmek üzere." Askerler onu selamlayıp Albert' i götürdüler.
 
Başarılar  :grin:

code.gif
DahaFalzaBölüm!
 
7. bölümü okumaya üşendim :smile: ama diğerlerini zevkle okumuştum umarım o da güzel olmuştur bir ara göz atarım.
 
xxMountBladexx said:
Bence harika bir seri devam etmeni dilerim neden takip edilmiyor anlamadım.
Yorumun ve ilgin için çok teşekkür ederim. Seriyi olabildiğince uzun tutmaya çalışıyorum zaten. Umarım dediğin gibi daha çok takip edilir :smile:
 
Cloudy said:
7. bölümü okumaya üşendim :smile: ama diğerlerini zevkle okumuştum umarım o da güzel olmuştur bir ara göz atarım.
Canın sağolsun, sorun değil. Bölümleri beğenmene sevindim. Yorumun için teşekkürler.
 
Valar Dohaeris said:
8 yakında gelirse iyi olur ama dediğim gibi acele etme mantıklı ve güzel olsun :smile:
8. bölümü yakında yayınlayacağım. Diğer tüm bölümlerde hikayenin mantıklı ve uyumlu olması için özen gösteriyordum zaten, böylede devam edeceğim :smile:
 
Gecikme için özür dilerim. 8. bölüm aşağıdadır. Umarım beğenirsiniz, iyi okumalar.

Sultan Hakim o gün halk arasına basit bir kıyafetle karışmış, pelerininin kapüşonuyla başını örtmüştü. Muhafızı birkaç metre uzağından onu izliyor ama yaklaşmıyordu.
Başkent her zamanki gibiydi. Kervanlar şehir kapılarından içeri girip çıkıyor, tüccarlar pazarlarda ve sokaklarda bağıra çağıra ellerindekileri satmaya çalışıyorlardı. Sırtlarında tahıl çuvallarıyla içeri giren köylüler, büyük bir hevesle mallarını pazarda satmak için götürüyorlardı. Bir han kapısının önünde kervan muhafızı olduklarını belli eden görünüşleriyle bir grup adam tartışıyordu. Hava açık maviydi ve boğucuydu. Alnında terin tomurcuklandığı hissettiyse de aldırmadı.

Lahana satan bir tezgâhın önüne gelince adam hemen onunla ilgilendi. Eline bir lahana aldı ve salladı. "Bu gördüğün, az önce Habba köyünden gelen taze lahanadır. Sen akıllı bir adama benziyorsun ağabey. Bu muhitteki en iyi mallar benimkilerdir, istersen sor onlara." Adam eliyle pazarda dolaşan insanları gösterirken gözleri parlıyordu. Hakim gülümsedi, "Başka zaman inşallah." Dedi ve adamın yanından ayrıldı.

İlerleyip, pazardan ayrıldığında tenha bir sokağın başında, genç bir adamın iki şehir muhafızı tarafından diz çöktürüldüğünü gördü. Adamın karşısında ayakta duran hafif zırhlı adamı gördü. Bir süre onları izledi. Birkaç dakika sonra yanında sokulan birini gördü. "Bir terslik mi var Sultanım?" onu takip eden muhafızıydı. "Müdahale etmemi ister misiniz?" diye sordu. "Hayır." Dedi gözleri sorgulamaya dalmışken. Genç adam bir anda öfkelenmiş olmalı ki bağırdı. Arkasındaki muhafız bir saniyede kılıcını çekti ve kabzasını adamın ensesine gömdü. Adam ani bir iniltiyle yere kapaklandı ve yüzü toprağa karıştı.

* * *
Yüzü toprağa girdiğinde, Albert doğruldu ve ağzındaki çamuru, kuru toprağı tükürdü. "Bir daha bağıracak olursan," dedi çıban suratlı muhafız komutanı. Eliyle pelerininin altındaki kılıcını gösterdi. "Bu kılıcı ağzına sokarım." Sesini yükseltti ve devam etti. "Şimdi cevap ver! Handaki adamı öldürdüğünü itiraf ediyor musun? Yoksa biraz daha derse mi ihtiyacın var çocuk?"

"Anlamıyorsun," dedi Albert umutsuzca. "Bana bıçak çeken oydu. Başımdan gitmesini söyledim o aptala ama beni dinlemedi. Bıraksaydım da beni deşse miydi?" Albert adamın bir an düşündüğünü gördü. Sonra o domuz gözler tekrar ona çevrildi. "Kavgayı senin başlatmadığını nereden bileceğim? Belki de sarhoş bir anına denk geldi ve onu öldürdün."

"Ben ayyaş değilim!" diye parladı Albert. Kumandan etkilenmişe benzemiyordu. Metalik tınılı sesi Albert' in kulağını tırmalıyordu. "Senin söylediklerine inanmam için bin şahit gerekir."
"Bin tane bulamam, ama bir tane şahidim var." Dedi Albert. Sonra devam etti. "Hanın sahibi, o her şeyi gördü. O adamın handaki diğer adamlara da sataştığını biliyor. Her şeyi gördü." Dedi umutla.

Muhafız komutanı oflayıp puflayarak iç çekti. "Pekala o halde, ama eğer yalan söy…"
"Yalan söylemiyorum! Çağırın da kendisinden dinleyin."
"Hangi han? Adı ne?"
"Derin Göl hanı." Dedi bir çırpıda. Arkasındaki adamlardan birinin sesini duydu. "Ben orayı biliyorum efendim, adamı getireyim mi?" dedi arkasındaki adam. "Elini çabuk tut, uzun sürmesin." Adam başıyla onaylayıp uzaklaştı.

Beş dakika sonra adam sokağın başından koşar adım geliyordu. Arkasında da ona yetişmeye çalışan göbekli hancı vardı. Muhafız tekrar Albert' in arkasına geçti, hancıda kumandanın önünde durdu ve Albert' e gülümsedi.

"Şimdi bana doğruyu söyleyeceksin hancı." Diye emretti. Parmağını Albert' e doğrulttu. "Bu adamla, başka bir adam arasında senin hanında olay çıkmış. Doğru mu?"
"Doğru efendim." Dedi hancı yerlere kadar eğilirken.
"Peki tüm bunlar olurken olaya tanık oldun mu?"
"Evet efendim." Dedi hancı tekrar.
"O halde söyle! Kılıcını ilk kim çekti? Kavgayı kim başlattı?"
Şişman hancı döndü, parmağını doğrulttu. "Bu adam efendim."
Hancının parmağıyla gösterdiği kişi Albert idi.

"Kavgayı da omu başlattı?" diye sordu kumandan.
"Öyle efendim." Hancı yerlere kadar eğildi. Burada neler dönüyor. Albert anlayamıyordu. Ne diyordu bu adam, neyden bahsediyordu? "Sen ne dediğinin farkında mısın?" dedi sakince. Hancı ona döndü. "Gayet farkındayım seni serseri." Dedi aşağılayıcı bir sesle. "Sen o zavallı adamı keserken kimsenin görmediğini mi sanıyordun?" dedi acımasızca

"Sen ne diyorsun aşağılık herif! Her şeyi gözlerinle gördün ya! Bana bıçak çeken oydu sende gördün!" diye bağırmaya başladı. Şişman adam onun dediklerini duymamıştı sanki. Hiçbir şey demeden komutana döndü. "Görüyorsunuz efendim, cezadan kurtulmak için her yolu deniyor." Albert' e bir bakış attı. "Yalan söylediği gözlerinden belli."

Bunlar adamı etkilemeye yetmişti bile. "Haklısın" dedi tatmin olmuş bir sesle. "Başından beri anlamalıydım." Ve bir anda siniri başına vurdu. Suratına tekmeyi indirirken adamın "Seni köpek." Dediğini duydu. Arkasındaki muhafızlar kollarından tutarak ayağa kaldırdılar. "Birde yalanlarınla aklımı çelmeye çalışıyordun, seni geri zekalı. Beni aptal mı sandın?" sesini iyice yükseltti ve ilan etti. "Cezan belli." Tiksinerek Albert' e baktı. "Götürün şunu gözümün önünden. İki güne kadar idam edilecek."

Muhafızlar Albert' i sürükleyerek götürürken "Hayır! Hayır! Ben değilim! Yanlış, yanlış yapıyorsunuz! Yalan söylüyor! Pislik herif yalan konuşuyor!" Bir andan sonra söylediklerini anlamıyordu sanki. Sadece haykırıyor, bağırıp inliyordu, boğazı çatlayana dek. Bayılacağını hissetti. Muhafızlar onu çamurda sürüklemeseler çoktan yere yığılıp kalırdı. Kelimeler artık ağzından çıkamayacak kadar güçsüzleştiğinde boynundan fışkıran mor damarlar gün gibi açıktı.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Belki bir hafta, belki bir gün belki de birkaç dakika. Ama bir zaman sonra karşısında bir suret gördüğünü hatırlıyordu. Şişman, bodur ve bıyıklarının uçları kıvrılmış bir adam ona sesleniyordu. Albert bir şey dememişti ama adam konuşmaya devam etmişti. "Şuan beni belki duyuyorsun, belki de duymuyorsun ama bu önemli değil. Yaptığım şey için, vicdan azabımı dindirmek için buraya geldim. Eğer beni duyuyorsan şunu bil ki olanlarla senin hiçbir alakan yoktu. Senin yerinde başkası da olsa yapacağım aynı olacaktı. Bu kahrolası komutanla aramı iyi tutmam lazım. Hanımda kan döküldü, eğer ben senin lehine konuşsaydım bu adam bana içerleyecekti ve belki hanımı kapatacaktı. Buna yetkisi var, bunu göze alamazdım. Bu yüzden onu haklı göstermek için senin aleyhine konuştum."

Albert adamın geniş bir nefes alıp devam ettiğini hatırlıyordu. "Ama unutma ki, burası Kalradia. Burası yalanların ve yalancıların diyarı. Burada yiğit adam yoktur. Hepimiz kendimize düşen rolleri oynarız. Beni affetmeni ümit edeceğim." Duyduğu son ses bu olmuştu. Sonrası… karanlıktaydı, derin bir karanlık onu alıyordu ve Albert' in direnmeye niyeti yoktu.

* * *
Malikanedeki odasından geceyi dinliyordu. Arkadaşı Ali burada kalması için ısrar etmiş, Halford' da kabul etmişti. Pencereden ayrılıp masaya oturdu. Albert' i en son gördüğünde Sarranid muhafızları kollarından tutmuş götürüyorlardı. Onu adam öldürmekle yargılayacaklardı. Sarrdakların ceza hukukunun ne kadar sert ve acımasız olduğunu herkes bilirdi. Suç işlediği sabit görülen birinin tekrar özgür kalması, halk arasına karışması onlar için ender bir durumdu. Bunları düşünürken kapı çalındı.

"Gir!"

Sam, kapıyı hızla açtı ve içeri girdi. Eğilip selam verdi ve durumu bildirdi. "Lordum yoldaşınız efendi Albert Sarranid muhafızları tarafından tutuklanmış."
"Biliyorum Sam." Dedi sakince. "Kendi gözlerimle gördüm, bir yanlış anlaşılma." Halford yüzbaşının yüzünde daha önce görmediği bir ifade gördü. Biraz korku, telaş, şüphe hepsi vardı. Halford fark etmişti. "Sorun nedir? Bir şey mi oldu?"
"Lordum" dedi Sam çekinerek. "Bilmeniz gereken bir husus var." Halford meraklanmıştı. "Nedir?" dedi sandalyede doğrularak.

"Lordum, ben… ben nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum."
"Diyeceğin bir şey varsa söyle!" dedi sertçe.
"Lordum, Albert handa çıkan olay nedeniyle idama çarptırılmış." Dedi Sam bir anda. "NE!" bütün koridoru inletecek kadar yüksek sesle bağırdı. "Na..nasıl olur? Bu kadar çabuk nasıl karar veriyorlar? Üstelik idam kararı! Nasıl bu kadar eminler! Aah!" Savaşlardan alışılagelen bir narayla kitapların bulunduğu rafa bir tekme attı. Raf kitaplarla beraber gerisin geri düştü ve bir gümbürtü koptu. Görebildiği şey şimdilik sadece raftı. Masa… evet, masayı gördü ve gördüğü anda kaptı ve duvara fırlattı. Dünya etrafında dönüyor gibiydi, oda, bu yer her neresiyse dönüyordu.

Zorlukla yatağa çöktü. Gözleri bir bulanıklaşıyor, bir netleşiyordu. Kapının şimşek gibi açıldığını ve içeri doluşan on kadar askeri gördü. Sam hemen askerlere emir verdi. "Dışarı! Çabuk!" askerler ne olduğunu anlayamadan Sam onları kapı dışarı etti. Halford ise neredeyse kriz geçiriyordu. Yatakta şiddetle sallanmaya başlarken, gözyaşları firar etmişti. Sam cüssesine göre büyük bir çeviklikle yanına geldi. "Lordum!" Halford' u dürtükledi, ona bağırdı ama o sallanmaya devam etti. Sam en sonunda onu tuttu ve kendine doğru çevirdi, şiddetle sarstı.

"Baba!"

Birkaç saniye daha devam etti, ama sonra kelimenin anlamını kavradı. Baba mı? Yanlış mı duymuştu? Yataktan kalktı ve Sam' e baktı. "Baba mı?" Sam az önce söylediği şey yüzünden utanmıştı. Bir anda ayağa kalktı ve Halford' un önünde diz çöktü. "Bağışlayın lordum. Öyle konuşmamalıydım. Affedin…"
Halford ne diyecekti? Ne diyebilirdi? Bilmiyordu. Sam' i ayağa kaldırdı ve omuzlarından sıkıca tuttu. Ama Sam onun yüzüne bakamıyordu. "Yüzüme bak." Dedi usulca. "Bağışlayın lordum lakin bakacak yüzüm yok." Halford Sam' in çenesini tutarak yüzünü kaldırdı.

"Sen benim oğlum musun?" Sam' in gözünden birkaç damla yaş süzüldü. Yanağına doğru akan damlaları sildi. Daha önce hiç ağlamamış gibiydi. Sonra tekrar başını eğdi.
"Hayır lordum, henüz o mertebeye erişemedim." Bir duygu seli onu aldı ve sürükledi, sürükledi. Bir şey diyemiyordu ki kendini ifade edebilsin. Sadece gülümseyebildi. "Artık o mertebeyi kazanmış bulunuyorsun." Dedi. "Şuandan itibaren benim manevi evladım ve kanımsın!" sözü biter bitmez sarıldı. Sam ilk önce ne yapacağını bilemedi. Sonra yavaşça Halford' a sarıldı. Gözlerinden yaşlar akıyordu, ama bu sefer engel olmadı onlara. Hiç baba sevgisi tatmamış, babası tarafında gaddarca muamele görmüştü.

"Ba... baba" dedi tereddütle.
Artık babası sarıldığı adamdı, babası aynı zamanda komutanıydı.
 
Back
Top Bottom