Çelik ve Kan Serisi - 20. Bölüm (Bir Kralın Hikayesi)

Users who are viewing this thread

SERKAN865

Sergeant Knight
Herkese merhaba,

Uzun zamandır kafamda kurguladığım bir hikaye ile karşınızdayım. Bölümlerin uzunluğu veya kısalıkları o bölümde anlatmak istediğime göre değişiyor. Bu yüzden her bölümde uzun yada kısa yazmam beklenmemeli. Hikayedeki lordların veya npc'lerin hayat hikayelerini kendime göre değiştirmeyi düşünüyorum.

Hepimizin bildiği gibi oyunda lordların soyadları yok. Fakat hikayeme kendimce farklılık ve bir yenilik getirme düşüncesiyle ilerideki bölümlerde lordlara soyadlar vermeyi düşünüyorum. Ayrıca üzerinde pek durmayacağım ama, farklı krallıklara bağlılık yemini etmiş hanedanlar olacağını söyleyebilirim. Fakat, dediğim gibi bunun üstünde çok durmayacağım.

Son olarak, bilmeniz gerekiyor ki hikayeyi 'pov' yani bahsi geçen kişinin gözünden, bakış açısından anlatacağım. Bölümlerin hemen başında kalın harflerle kimin bakışından olduğunu anlayabilirsiniz. Yorum yaparsanız sevinirim. :smile:

Ek Bilgiler

1. Hanedanlar ve Kaleler  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
2. Karakterler  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf



Her zamanki gibi yorgundu. Bacakları titreyerek yanına yaklaştı. Bu adamın karşısında hep korkuyordu, üstelik yıllardır burada olmasına rağmen. Her gün olduğu gibi koltuğunda oturmuş, bir eli çenesinde bir eli koltuğun kulpunda önünde yanan ateşe dalmış gitmişti. Sessizce açılan salon kapısından içeri girdi ve aynı şekilde yanına kadar geldi. ''Efendim, yemeğiniz.'' Lord Wendel, duyduğuna dair bir işaret vermedi. Hala ateşlere bakmaya devam ediyordu. ''Lordum? Yemeğiniz hazır.''
''Masama bırak'' dedi en sonunda sıkılgan bir sesle. ''Şimdi dışarı'' Albert itaat edip salondan ayrıldı. Adamın şu sakin tavırları yok muydu! Albert en çok öyle zamanlarda korkuyordu. Çünkü ne düşündüğü, neyi sevdiği, ne hissettiği ve tabi doğal olarak da ne zaman parlayacağı kestirilemiyordu.

İkindi vaktiydi. Hava sıcaktı. Akşamları ise genellikle yağmurlu ve soğuk olurdu. Salon kapısından çıkıp, muhafızın yanından ayrıldığında gerindi. Bir köşeye geçip beliyle daireler çizerek gerindi. İyi geleceğini düşünmüştü ama pek olmamıştı. Bugünlük saraydaki vazife bitti denilebilirdi. Tekrar akşamın ilerleyen saatlerinde servis yapacaktı. Lordun erken uyumasını dileyerek, demirci dükkânlarını, zırh ve silah satan dükkânları gezmeye başladı.

Bir dükkânın önünden geçerken, silahlar çok dikkatini çekti. Bugüne kadar gördüğü tüm silahlardan farklıydı. Upuzun bir kılıç vardı, sadece kabzası 25-26 santim uzunluğundaydı. Kılıcın boyunu ise düşünmeye cesaret edemedi. Albert’ ten birkaç santim uzundu. Bir başka kılıcı ise ilk kez görüyordu. Gördüğü klasik kılıçların aksine dümdüz, gelişi güzel yapılmadığı belliydi. Albert kılıca biraz yaklaştığında kılıcın üzerinde Farsça birkaç kelime yazıyordu, fakat önemsemedi ve doğruca dükkâna girip bu adamla tanışmak istedi.

Yüzünü henüz görmemişti ama yaşlıca biri olduğu belliydi. Örsün üzerinde bir kılıç dövüyordu. Bir kalfası ya da çırağı yoktu. Belki içeridedir, diye düşündü Albert. Adam kılıcın bir tarafını dövüyor sonra diğer yüzünü çevirip orayı da dövüyordu. Kılıcı örsün hemen yanındaki su dolu fıçıya sokarken ''Evet'' dedi ''Yanlış görmedin, Farsça.'' Albert bir an için kendisine seslendiğini anlamadı. Ama kapıda eğilip kılıcı yakından incelediğini hatırladı. Oysa adam arkasını dahi dönmemişti ki.

''Evlat, ya kapıyı kapatma ya da konuşmak istediğin şeyler varsa gel, otur.'' Albert adamın dediğini yapıp içeri birkaç adım attı, atar atmazda alev ve yeni dövülmüş çelik kokusu burnuna hücum etti.

''Güzel değil mi? Kokuyu almadığımı sanma. İnsana güven veriyor.'' Gerçekten de öyleydi, Albert, çocukluğunda öğrenmişti çeliğin böyle bir gücü olduğunu. Albert neşeli bir sesle sordu. ''Arkanı dönecek misin yoksa gizemli oyununu oynamaya devam mı edeceğiz?'' Adam o sırada tam çekicini indiriyordu ki kenardaki mermer tezgâha koydu ve arkasını döndü. ''Buyur, yüzümü beğendin mi genç adam?'' Yüzü çiziklerle doluydu, sağ kaşının hemen yanında bir kılıç izi vardı. Uzun zaman önce olmuş gibiydi. Kırk altı kırk yedi yaşlarındaydı ve yaşına göre oldukça zinde görünüyordu. Eliyle alnındaki teri sildi.

''Doğrusu beklediğim gibi değil. Arkasında gözü olan bir bilgenin suratını beklerdim.'' Adam çekicini alıp kılıcı döverken güldü. ''Hah! Haa. Ha! Bilge demek ha! Üstelik arkasında gözü olan! Bak bu iyi hikâyeymiş evlat, ama bak sana ne diyeceğim. Bence sen annenin dizinin dibinde biraz fazla masal dinlemişsin.''

''Aslında'' dedi adam, gözleri buğulaşmıştı. ''Buradan uzak bir diyarda, bu deyimi kullanırlar: arkasında gözü var.'' Albert adamın ne demek istediğini anlamamıştı. ''Anlayamadım? Neresi ki orası? Bu kadar saçma bir şeyin cidden kullanılması komik doğrusu.''
Adam arkasını döndü. ''Bunu gerçek anlamda kullanmazlar, sadece… Sadece çok iyi savaşçılar için kullanırlar.'' Tekrar işine döndü.

''Söylesene, senin adın nedir, buralı mısın yoksa bahsettiğin topraklardan mı, gerçek bir bilge misin yoksa rol yapan biri misin?''
''Önce hangisi?'' diyerek sordu adam işine devam ederken. Albert nazik ve yapmacık bir şekilde ''İsmini bilmediğim zat, lütfen bana adını bahşeder misin?''

''Halford Velaryon'' dedi kılıç fıçıya girip bir tıs sesi çıkarırken. ''Memnun oldum. Ben Westerling Hanedanından Al…'' cümlesini bitiremeden Halford yarı şaşkın yarı endişeli arkasını döndü. "Sen... Albert Westerling' sin'' dedi şaşkın bir sesle. ''Baban'' dedi sesi bir cevap bekliyor gibiydi. ''Babanı tanırdım evlat. Çok fazla değil ama tanırdım. Lord Alester, onurlu bir adam ve güçlü bir savaşçıydı.''

Albert başını eğdi, yıllar sonra babasının yakın olmasa da bir dostuyla karşılaşmıştı. ''Evet, ben Albert Westerling''
''Senin çok uzun zaman önce öldüğünü söylüyorlardı, son Westerling oğlanı da öldü diyorlardı.'' Albert bunları ilk defa duymuyordu. Buraya ilk geldiği zamanlarda herkesin kendisini beklediğini, onu hala unutmadıklarını sanıyordu ama o gün fena şekilde yanılmıştı. İnsanlar Westerling soyunun yok olup gittiğini söylüyor, babasının hak ettiğini bulduğunu söylüyorlardı. O da ulu orta yerde adını dillendirmemesi gerektiğini öğrenmişti.

''Ölmedi'' dedi sesine neşeli bir hava katmaya çalışarak. ''İşte gördüğün gibi karşındayım.''
''İnsanlar senin kim olduğunu biliyor mu?'' Albert umursamaz bir şekilde omuz silkti. ''Bilseler ne olacak? Burada beni, babamı, ailemi hatırlayan mı var?'' Sonra bir an düşündü. Peki, o nasıl… ''Sen babamla o kadar yakın olmadığını söyledin, yani onu sadece tanıyordun?''
''Hizmetinde silah eğitimi vermişliğim olmuştu, yinede sadece ismen tanıdığım söylenemez.''
''O halde söyle bakalım” diyerek birkaç adım yaklaştı. ''Benim Albert olduğumu nereden biliyorsun? sen nasıl…''
''Tarih sayfalarını karıştıran bir kendin misin sanıyorsun?'' Albert artık bunalmıştı, bu konuları hızlıca kestirip atmak istedi. ''Ee, dükkân iyi kazandırıyor mu bari?'' Halford Albert’ in bu konulardan uzaklaşmak istediğini anladı fakat ses çıkarmadı. ''Eh işte, kazandırıyor bir şeyler.'' Dedi tezgâha doğru ilerlerken. ''Şu bahsettiğin yer," dedi Albert. "neresi orası?''
''Bilmek istediğine emin misin?''
''Elbette''
''Kalradia'' dedi Halford çekicini kılıca indirirken. Albert adama inanmamıştı, hatta dalga bile geçmek istemişti ama vazgeçti. ''Ne yani sen şimdi Kalradia’ lı mısın? Güzel şaka.'' Halford arkasını döndü, Albert’ e bir süre baktı. Albert yanlış bir şey söylediğini düşünmeye başlamıştı.

''Pek şakacı olduğum söylenemez.''
''Orada bir danışman ya da bir çiftçi miydin?'' Albert nedense cevabın hayır olacağını biliyordu. Bu adam fısıldayacak ya da sadece toprağı eşeleyecek bir adam değildi. ''Tabi ki değildim. Onca yara bereyi hangi danışmanda veya çiftçide gördün.'' Halford Albert’ in sormasını beklemeden devam etti. ''Savaşçıydım'' dedi. ''Tıpkı baban gibi, babanla da o şekilde tanıştım zaten. Westerling askerleri, babanın komutasında Kalradia' ya akınlar düzenliyordu. Yeni topraklar keşfetmek ve arazilerini genişletmek için. Babanla yolumuz orada kesişti ve bana istersem onunla gidebileceğimi söyledi fakat ben onu reddettim.''

''Daha sonraki yıllarda ise yükselip, Noyan oldum ve…''
''Bir dakika Halford. Noyan ne demek oluyor?''
''Ahh'' dedi Halford. ''Sanırım senle işimiz var, otur.''

*********

Halford Albert’ e Kalradia' daki unvanları, bazı büyük hanedanları ve lordları, hatırladığı büyük savaşları anlatıyordu. Halford bitirdiğinde neredeyse akşam olacaktı. ''Artık saraya dönmem lazım. Anlattıklarını aklımda tutacağım. Tanıştığımıza sevindim Halford.'' Halford’ un yanından ayrılmasından çok geçmemişti. Sarayın bulunduğu sokağa doğru ilerlerken, boğazına dayanan soğuk metali hissetti.

''Paralar!'' dedi adam ''Tüm parayı ve değerli ne varsa istiyorum. Çabuk!'' Albert ne yapacağını bilemedi, yerinden kımıldamadı. ''Oyun oynadığımı mı sanıyorsun?'' dedi ve hançerin ucunu batırdı, boğazından akan bir damla kan tuniğinin yakasına ulaştı. ''Söylediğimi yap geri zekalı, yoksa gırtlağını keserim!'' Adam cümlesini bitirir bitirmez, Albert bir boğulma sesi duyar gibi oldu. Boğazındaki hançer yere düşmüştü, arkasını döndüğünde adamın da yerde olduğunu gördü. Boğazında ki yarıktan oluk oluk kan boşalıyordu. Ellerini boğazına götürmeye çalıştı, fakat zamanı kalmadı, ölmüştü.

Albert' in adamı kimin öldürdüğüyle ilgili bir şüphesi yoktu. Çünkü adamın hemen arkasında Halford, elinde kanlı kısa bir kılıçla duruyordu. Kılıçtan yapış yapış kan akıyordu. Halford zorlukla ''Bu leşi taşımalıyız'' diyebildi. Albert ne olduğunu anlayamamıştı, Halford birkaç adım geri sendeledi ve duvara dayanmak zorunda kaldı. ''Halford! Bacağın.'' Adamın baldırından kan akıyordu, hançer biraz derin kesmiş gibiydi. ''Önemli değil, sadece çizik, cesedi ortadan kaldırmalısın ahmak.'' Albert Halford’ u duymamış gibiydi. ''Seni tanıdığım bir doktora götüreceğim, o ne yapacağını bilir.''

Birkaç dakika sonra Olyvar adındaki doktorun evindeydiler. Muayenehane olarak kullandığı bir odaya taşıdılar Halford' u. Albert' e dışarıda beklemesini söyledi ve cevap beklemeden odanın kapısını kapadı. Yarım saat sonra ellerinde kanlı su çanaklarıyla hekimin yardımcıları çıktı ve sonra Olyvar. ''Durumu nedir? O iyileşecek mi? İyimi?''
''Sakin ol, sakin. Tanrılara şükür ki bıçak damarlara zarar vermemiş. Deriyi aşamamış ve…''
''O nasıl bana onu söyle!''
''O iyi fakat sağlığına eskisi gibi kavuşması için en az bir hafta istirahat etmesi lazım.''


5 Gün Sonra…


''Doktoru dinlemeliydin'' dedi Albert Halford' u koltuk altından sırtlamış dükkâna girmek için eğilirken. ''Böylesi benim için daha iyi Albert, ben yatmaya alışık biri değilim. Hem kendimi yeterince iyi hissediyorum.''
Halford bir sandalye çekip otururken Albert çabucak konuştu. ''Halford'' dedi "Ben senin bahsettiğin Kalradia' ya gitmek ve Westerling adını tüm Kalradia' ya yaymak istiyorum. Bunun içinde yanımda o toprakları iyi bilen biri ve bir dost istiyorum.'' Bir süre duraksadı, sonra başını eğdi. ''Benimle bu yola baş koyar mısın? Benimle Kalradia' ya gelir misin?''

''Tabii ki'' dedi Halford gözleri sevinçle parlayarak. ''Bende ölmeden önce tekrar Kalradia' ya dönmek istiyordum. Tam isabet oldu!" Albert heyecanlanmıştı. ''O halde yola koyulmalıyız. Ne zaman yola çıkıyoruz?''
''Bu akşam'' dedi ''Tabii senin içinde uygunsa'' Albert gülümsedi ''Elbette. O adamın uşağı olmaktan bıkmıştım zaten.''

Akşam olduğunda Halford' un evinin önündeydi. İçeriden karısının ağlamasını işitiyordu. Halford ise onu teselli etmeye çalışıyordu. Albert' in içi burkuldu. acaba bu adamı ailesinden ayırarak günah mı işliyorum? Albert kafasındaki bu düşünceleri kovaladı, bu Halford' un kararıydı oda söylemişti.

Şehir kapılarından çıkarken Albert nedensiz bir duygu seline kapılmıştı. Atının üzerinde geri döndü ve şehre uzun uzun baktı. ''Güle güle Ey güzel şehir! Her zaman kalbimde olacaksın.'' Gözlerine yaşlar dolduğunu fark etti. Halford' un yanında böyle göründüğü için bir an utandı. Halford ise Albert' i teselli etmek için elini sırtına koydu. Ve iki yolcu Kalradia denen diyara doğru yol almaya başladı…
2. Bölüm - Eski Hasımlar  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
3. Bölüm - Ölümün Kıyısında  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
4. Bölüm - Fısıltılar  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
5. Bölüm - Geçmişin Hatıraları  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
6. Bölüm - Shariz Yolunda  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
7. Bölüm - İlmik Boğazda  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
8. Bölüm - Karanlık ve Oğul  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
9. Bölüm - Kan Sarayı  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
10. Bölüm - Baskın  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
11. Bölüm - Yeni Dostlar  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
12. Bölüm - Kral'ın Adaleti  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
13. Bölüm - Yeni Bir Sultan  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
14. Bölüm - Rivacheg  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
15. Bölüm - Dostlar Arasında  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
16. Bölüm - Hediye  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
17. Bölüm - Kız Kardeş  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
18. Bölüm - İki Adam  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
19. Bölüm - Hain  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
20. Bölüm - Bir Kralın Hikayesi  http://www.crackedmug.net/book/b211.pdf
 
Her bölüm için ayrı konu açmanıza gerek yok. Aynı konuyu düzenleyerek devam edebilirsiniz. Ayrıca hikayeyi beğendim ama tam olarak okuyamadım akşama inceleyeceğim.
 
2. bölüm aşağıdadır. Yazım hatalarım var ise özür diliyorum. Umarım beğenirsiniz.

                                                            [size=14pt][size=18pt]HALFORD[/size][/size]

Halford Albert' le birlikte Kalradia' ya doğru yol alırken, Halford bir savaş hikayesinin sonunu getirmeye çalışıyordu. Böylece onun yolculuktan sıkılmadığını sağladığını düşünüyordu. Albert ise pek duymuyor gibiydi. Oraya ailesinin adını yaşatmaya gidiyordu, bir komutan olmaya gidiyordu. Ama içinde bir burukluk vardı. Çocuğu sıkmaya başladığının farkına vardı sonunda. Albert' i biraz konuşturmak istedi. ''Söyle bakalım, oraya gittiğinde ne yapmayı düşünüyorsun?''

Albert birkaç saniye sonra baktı. ''Bilemiyorum.. Ama belki sen bana yardımcı olursun?''
''Bunun için yanınızdayım lordum.'' Dedi Halford gülümserken. Bu söz Albert' i tatlı bir şekilde sinir ederdi fakat bir tepki vermemişti. Sonunda genç adamın yorgun olduğu kanısına vardı. Tam 3 gündür yoldaydılar ve çok az dinlenmişlerdi.

''Evlat, yavaşla biraz. Burada oba kuruyoruz, günlerdir doğru düzgün dinlenmedin. Hadi git biraz uyu.''

*********
1 hafta sonra önlerinde uçsuz bucaksız, göz alabildiğine uzanan bozkırlar vardı. ''İşte!'' dedi Halford gözü ufuktayken ''Khergit Bozkırları''

Albert, gözlerine güvenip güvenmeme konusunda kararsızdı. Gözünü ufka dikmiş, atının üstünden ileri bakarken bozkırlar gözünü doldurmuştu. Ufukta hiç bir şey gözükmüyordu. Ne bir şehir, ne bir kale, ne bir siluet. Bozkırlar, üzerindeki her şeyi yutuyordu…

Şehre vardıklarında, tıpkı onlar gibi kapılardan geçen onlarca tüccar kervanı, yolcular ve bellerinde kılıç, Albert gibi genç adamlar gördü. Bu Halford' u şaşırtmadı zira başkent Tulga, Kalradia dışından gelen kervanların ve yolcuların sık uğradığı bir noktaydı.

Kuytu köşedeki sessiz bir hana girdiler. Halford Albert' e geride beklemesini söyledi. Han boştu ve hancıda tezgâhın arkasında uyuyakalmıştı. Halford boğazını temizleyerek adamın uyanmasına yardımcı oldu.

"Kalacak odaların var mı?"
"Ehh.. tabi, tabi efendim. Kaç gece kalacaksınız?"
"Bir gece."
"O halde 300 dinar beyim."
Halford cevap olarak sadece başlığını açmakla yetindi. Hancı irkilerek geri çekildi. Şaşkınlıktan gözleri kısılmıştı ama o gözlerde endişede vardı. "Halford Noyan? Bu siz misiniz?" dedi hancı tedbiri elden bırakmadan. "Hafızan kuvvetliymiş hancı. Evet benim, Halford Noyan." Adam kötü bir reverans yaptı. "Beyim, malikâneme şeref verdiniz." Halford nezaket gösterip bir an önce uykuya dalmak istiyordu. "O şeref bize ait, şimdi yoldaşımla birlikte yukarı çıkıyoruz. Burada olduğumu, beni gördüğünü, konuştuğumuzu şuandan itibaren unutacaksın."
"Emriniz başım üstüne."

*********

Sabahın ilk ışıkları henüz yeryüzüne yeni düşerken, bozkırlardan çıkıp Swadia ovalarına girdiler. Dhirim' e vardıklarında şehir tam bir festival yeriydi. Sokaklar ve hanlar askerler ile dolmuştu. Halford Dhirim' de küçük bir ev kiraladı ve dışarı çıkıp neler olup bittiğini anlamaya çalıştı. Albert ise evde kalmış, yorgun olduğunu söyleyip kestirmek istemişti.

"Üzgünüm dostum, ama uyanman gerek." Albert gözlerini ovuştururken Halford şakacı bir tavırla onu sarstı. "Hadi, seni uyuşuk herif, kalk." Albert hala tam olarak uyanmış sayılmazdı. "Halford neler oluyor, dur bir dakika."

Halford 2 dakika içinde Albert' i giydirdi ve dışarı çıkardı. "Halford ne oluyor dedim, nereye gidiyoruz?" Halford hiç bir şey söylemeden arena kapısı önüne getirmişti bile. "Kendini göster." Dedi ve Albert' i arena kapısından içeri ittirdi. Tribün kapısındaki görevlinin eline üç beş dinar sıkıştırıp tribündeki yerine yerleşti.

*********

Albert içeri girer girmez bir arena görevlisi onunla ilgilendi. "Buyur, turnuva için mi gelmiştin?" dedi adam. "Evet."
"Bir dakika bekle." 2 dakika sonra adam tekrar geldi. "Şurada bekle, adın nedir?" dedi adam elinde bir parşömen ve kuş tüyü kalemle beklerken. "Albert Westerling"

Adamın beklemesini söylediği yerde, tel örgünün ardından bakarken güneşin solgun ışıkları yüzünde geziniyordu. Bir süre arenadakileri izledi. Kendisini zorlayabilecek bir rakip olup olmadığına baktı. Bir kadın dikkatini çekti. Atının üstünde elinde kargısıyla çok görkemliydi. İki rakibini de ardı ardına bayıltmasıyla tribün ayağa kalktı. Bekleyenlerin büyük çoğunluğu da kadına bakıyordu. Tabi bazılarının bakışları çok farklıydı…

Halford, dövüşü çok sıkıcı bulmuştu. 'Bir avuç amatör' diye iç geçirdi. Ama savaşçı bir kadın ilgisini çekmişti. Tutkuyla dövüşüyordu ve izleyen herkesi kendine hayran bıraktığı aşikârdı. Halford kafasını protokol tarafına çevirdi.

Harlaus!

Gözleri bulmuştu işte onu. Düşmanını, en büyük düşmanını…
İçindeki öfkeye hakim olmaya çalıştı. Sert bakışlarını bir süre Harlaus' un üstünde gezdirdi, sonra yanındakilere baktı. Sağında oturan Klargus idi: Svadyan tarihinin en büyük mareşali. Solundaki ise Dhirim Lordu, şölenin ev sahibi, Stamar. Pelagnar, Meltor, Ryis, Beranz, Haringoth, Mirchaud…

Neredeyse bütün Swadia Kontları buradaydı. Ama Harlaus' un ve yardakçılarının burada ne işi olabilirdi ki? Nihayetinde Harlaus, savaş meyillisi bir hükümdardı. Elbet rakiplerinden biriyle savaşta olması gerekirdi. Anlaşılan Harlaus, düşmanlarını yenilgiye uğratmış ve onları kendi topraklarında kalmaya zorlamıştı. Süvarilerinin, nişancılarının ve piyadelerinin sayısını epey artırmıştı. Arka koltuklardan bir Kont ona çok yabancı gelmişti. Bir Svadyana benzer yanı yoktu.

Halford bir süre hatırlamaya çalıştı ve sonunda onun Sebula Noyan olduğunu hatırlamıştı. Sancar Han, Sebula' yı vatana ihanetle itham etmiş, topraklarını elinden alıp hizmetinden azat etmişti. Belli ki oda Svadyanların 'köpeği' olmayı layık görmüştü kendine.

*********

"Albert Westerling!"

Albert hemen doğruldu ve öne çıktı. Adını okuyan adam birkaç kişinin daha ismini okuduktan sonra sırayla silahlarını verdi. Albert' e tek elle kullanılabilecek tahta bir kılıç ve bir at vermişlerdi. Kendi grubundaki tek süvari oydu. Arenaya girdiğinde gözleri Halford' u aradı fakat göremedi, tribün çok kalabalıktı. Herkes yerlerini aldı ve gonk sesiyle ikinci tur başlamış oldu.

Halford' dan öğrendiği teknikle atını kolayca hızlandırdı. Karşı gruptaki süvariler hızını yeni almışken karşısındakilerden birinin boynuna vurdu kılıcı. Adam attan sert bir şekilde düştü. Bayılmıştı. Albert, bu şekilde bir kişiyi daha bayılttı ve ikinci tur bitmiş oldu. Albert dördüncü turu da geçmişti. Arenada beşinci tur başlarken, yine tel örgünün ardına çekildi. Arenadakileri izlerken ilk turda gördüğü kadının bu turda da olduğunu fark etti. Savaşçı kadın arenadaki tüm dövüşçüleri tek tek alt ediyordu ve nihayet altıncı tur gelip çattı.

Beşinci turun sonlarına doğru oradaki bir arena yetkilisine seslendi. Adam hızlı adımlarla yanına geldi. "Eeh! Yine var?" adamın sesi, savaş alanındaki bir düşmanın sesi kadar düşmancaydı. Ama Albert saygısızlığı görmezden geldi. Eliyle hala arenada dövüşen kadını gösterdi, bu sırada kadın rakibinin atına sert bir kargı darbesi vurdu. "Şu kadın! Adı nedir onun?" Adam oflayıp puflayarak elindeki parşömenleri karıştırdı. "Nadia" dedi en sonunda aceleci bir sesle. "Teşekkür ederim."

Beşinci tur bittiğinde Albert ve Nadia kılıçlarını kuşandılar. Bu kez her ikisinin de kılıçları oldukça sağlam bir ağaçtan yapılmıştı. Altıncı turun gonk sesi çaldığında ikisi de piyadeydi. Önce uzaktan birbirlerini süzdüler. Sonrasında biraz yaklaştılar. Birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar. İkisi de nasıl başlamaları gerektiğini düşünüyordu. Daire biçiminde, hem etraflarında dönüyor hem de adım adım yaklaşıyorlardı. İlk hamle Nadia' dan geldi. Albert ona yeteri kadar yaklaştığında bir anda eğilerek bacağına doğru bir hamle yaptı. Sert kılıç Albert' in ayak bileğini incitmişti. Albert ayağını tutarken istemsiz olarak inledi. Dengesini kaybetmemeye çalışıyordu. Nadia tüm hıncıyla Albert' e farklı yönlerden darbe üstüne darbe indiriyordu. Albert iyice afallamıştı. Bir o yana bir bu yana savrulup, kendini korumaya çalışırken Nadia en sonunda kalkana bitirici vuruşu yapmıştı. Kalkan paramparça olmuştu.

Bir süre elindeki parçalanmış kalkana baktı, sonra onu kenara fırlattı. Kılıcını arenanın yarı balçık zeminine sapladı. Kılıcından aldığı destekle zar zor durabiliyordu. Diz çöktü. Ellerini iki yana açtı. Nadia ise bu duruma gülümsemekle karşılık verdi ve miğferini çıkardı. Kazandığından emindi, herkes olacaklardan emindi. Albert için beslenen tüm umutlar güneşin son ışıklarıyla beraber yitip gitti…

********

Halford, diz çöktüğünü gördüğü anda şimşek hızıyla ayağa fırladı. "Kalk ayağa! Kalkanın yoksa kılıcın var sersem! Kalk dedim!" Halford sinirinden ve telaşından köpürüyordu. Ama bağırıp çağırmaları iyice coşmuş kalabalık tarafından bastırılıyordu. Zira duyabilseydi bile her şey için çok geçti.

********

Nadia kılıcını havaya atıp, keyifle tuttu ve daha sıkı kavradı. "Bu kadar mıydı Albert Westerling! Marifetin bu kadar mıydı?" Sesi alayla sevinç arasında gidip geliyordu. Kılıcını Albert’ in boynuna dayadı. Kılıçtaki birkaç kıymık Albert’ in saçlarına karıştı.

Nadia, Albert’ in kafasına kılıcını vuracak iken… Albert hiç umulmaz bir anda başını eğdi. Hızla doğrularak Nadia’ nın bocaladığı sırada kılıcını hışımla ensesine indirdi. Gözlerini yerde baygın yatan kadından ayırmıyordu:

"Hayır" dedi "Bu kadar değildi."
 
Öncelikle, hikaye konu ve konsept bakımından oldukça güzel geldi bana. Lordların ve karakterlerin soyadları olması hikayeye farklı bir yön kazandırmış. İleri ki bölümlerde farklı hanedanların ortaya çıkacağını yazmışsın, doğrusu insanı meraklandıran bir detay. Ayrıca hikayeyi pov şeklinde anlatman, dörtyol hanında az rastlanılır bir şey. Ben, kafanda büyük bir kurgu var diye düşünüyorum. Çünkü hikayenin temelleri sağlam. Ben kendi adıma çok beğendiğimi söyleyebilirim. Hikayeyi takip edeceğim.  :smile:
 
Yeni bölüm biraz uzun gelebilir fakat güzel bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Tabi takdir sizindir. İyi okumalar :smile:

                                                            [size=14pt][size=18pt]ALBERT[/size][/size]

"Onu.. Onu, ilk başta da yenebilirdin!" Halford yaptığı riskli hareketten dolayı onu azarlıyordu. Albert gülümsedi.
"Endişelenmene gerek yoktu, kadın aptalın tekiydi." Güldüler.
Halford tekrar ciddileşti. "Ama bunu bir daha yapmanı istemiyorum. Kaybedecektin!" Albert pek ciddiye almadı.

Adam onu kolundan kavrayıp kendine döndürdü. "Hey! İşittin mi beni?"
"O kendini beğenmiş ahmağa bir ders vermek istemiştim, o durumda başka seçeneğim yoktu." Dedi sıkılgan bir sesle Halford' unda anlamasını umdu. "Her zaman seçme şansın vardır. Neyse bırakalım bunları, şu parayla kendine şık bir şeyler al, sonrada yanıma gel." Halford elindeki keseyi fırlattı, Albert havada kaptı.

On dakika sonra geri geldi. Kendine kırmızı bir Gambeson ve yine kırmızı bir çizme almıştı. Bu görüntüsüyle tam bir Kont gibiydi. "Nasıl? Sence güzel mi?" dedi kıyafeti görmesi için etrafında dönerken. Halford beğenmişe benziyordu fakat emin değildi. 'Bir palyaço gibi giyinmişsin' demesi de mümkündü.

"Uyumlu gözüküyorsun. Güzel!" son kelimeyi beğendiği belli bir edayla söyledi. "Şimdi ne yapıyoruz" dedi buraların getirdiği yabancılığı üzerinde hissederden. "Doğru kaleye, kale muhafızına git. Az önceki turnuvanın galibi olduğunu söyle. Sakın o girmeni söylemeden girmeye kalkışma. Hadi göreyim seni." Albert' in sırtına vurup kalenin bulunduğu sokağa gönderdi.

Kalenin önüne geldiğinde Dhirim Sarayının gösterişiyle baş başa kaldı. 35-40 metre boylarındaydı. Kafasını kaldırıp en tepesini görmeye çalıştığında pek bir şey göremedi. Ama mazgallı siperler seçilebiliyordu. Salondaki Kontların askerleri kalenin çevresini çepeçevre sarmıştı. Kale muhafızına doğru ilerledi ve konuşulacak bir mesafeye gelince konuştu.

"Ben az önce yapılan turnuvanın galibiyim. İçeri girmek istiyorum." Kale muhafızı Albert' i bir süre sadece süzdü, bir kaya kadar hareketsizdi. Tek kelime dahi etmedi, yalnız gözleri konuşuyordu…

Muhafız arkasını döndü ve devasa kapıyı tıklattı. İçeriden kralın gür sesi işitildi. "Gel!" Muhafız açılan kapıdan girdi, tek dizi üzerine çöktü ve başını eğdi. "Düzenlenen turnuvanın galibi olduğunu söyleyen bir adam içeri girmek istiyor. Ne yapmamı emredersiniz?" Halford, bir keresinde Svadyanların kale muhafızlarını çok dikkatli ve titiz seçtiğini söylemişti. "Çünkü" demişti "Swadia kralı diyarda en çok ölmesi arzulanan kişi, onlarda bunun farkında." Adamın hareketleri Halford' un söylediklerinde haklı olduğunu gösteriyordu. "Gelsin bakalım." Dedi Swadia kralı. İşte başlıyor.

İçerideki sesleri azda olsa duyabiliyordu. Harlaus' un emrini duyduğunda elini bir an kale kapısının büyük koluna götürdü. Fakat sonra aklına Halford' un söylediği geldi, elini usulca çekti. Kale muhafızı dışarı çıktı. Eliyle, kibar bir hareketle içeri girmesi için işaret etti. Ama nedense, yine konuşmamıştı. Gizemli adamı oynamayı seviyor herhalde.

*********
"Nerede kaldı bu çocuk." Halford kiraladıkları evde küçük yatağa uzanmıştı. Gözleri tavana sabitlenmişti ve zaman geçtikçe meraklanıyordu. Başına bir şey gelmiş olabilir miydi?

*********
Çekingen bir halde içeri girdi. Bir an hala açık olan kapının aralığından dışarı bakmaya çalıştı, gözleri Halford' u arıyordu. Desteğine ihtiyacı vardı. Kapı aralığından bakarken içerideki bir piyade kapıyı sertçe kapattı. Yoluna devam etti ancak ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Salonun en ücra köşesinde ayakta dikiliyordu. Etrafına bakıyor, içindeki gerginliği ve stresi tenine batan bir hançer gibi hissediyordu. Bazen yakınından birkaç leydi geçti. Bazıları yumuşak, bazılarıysa ondan rahatsız oldukları belli gözlerle bakıyorlardı. En sonunda cesaretini topladı ve onun gibi salonun bir köşesindeki Leydi Tibal' in yanına gitti.

"Leydim.." Albert yanına yeterince yaklaştığında iyi bir reverans yaptı. "Sen sanırım Albert' sin" dedi kız "muhafız, turnuvanın galibinin geldiğini söylediğinde içeri senin gireceğini biliyordum." Son sözünden sonra hafifçe tebessüm etti. Yüzü tatlı ve pürüzsüzdü. Yanakları şarap kadar kırmızıydı. Gülümsemesinde onu çeken bir şey vardı. Leydi Tibal' in tatlı tebessümüne oda, yapmayı çok iyi becerdiği sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.

"Leydim, başarılarımı size armağan etmek istiyorum." Kızın yüzünden bir anlık hafif bir şaşkınlık geçti. "Ah, lütfediyorsunuz. Çok kibarsınız, teşekkür ederim." Onlar karşılıklı konuşurlarken Albert, yan gözle kendisine dik dik bakan Kont Stamar' ı fark etti. Kızının yakınında durmasından rahatsız olduğu belliydi. Albert hem Kont olması hem de yaşça büyük olması sebebiyle özür dilemek için yanına gitmek istedi.

"Müsaadenizle leydim."
"Tabii ki, hoşça kalın."

Leydi Tibal' in yanından ayrılarak babasının yanına yaklaştı. Kont Stamar, yanına yaklaşan genç adamı gördüğünde ona doğru döndü. "Tanışıyor muyuz delikanlı?" Şimdi kim olduğunu söylemeliydi, sakin ve düzgün bir şekilde.

"Ben Albert Westerling" dedi adamın bu ismi duyduğunda şaşırmasını beklerken. Fakat adamın bu soyadı daha önce duymadığı belliydi. Burası Kalradia. Şimdi sıra ondaydı artık. "Ben Kont Stamar Lefford, diyarın meşru Kralı Harlaus' un ve Swadia Krallığının derebeyi, Doğu Valisi, Dhirim lordu." Halford' un Swadia' nın en tehlikeli ve güç sahibi Kontlarını sayarken, neden bu adamı ikinci sıraya yerleştirdiğini anladı. Bu adam gerçek bir lord.

"Tanışmaktan onur duydum lordum." Stamar Albert' i baştan aşağı süzdü. "Soylu birine benziyorsun. Kökeninde soyluluk var mı?" Albert bu sorunun geleceğini pek beklemiyordu ama yinede hazırladığı cevabı verdi. "Evet lordum." Stamar memnun olmuşa benziyordu. "Öyleyse bu genç adamın hikâyesini dinlemek isterim." Bir talep değildi bu, zorunluluktu. "Tabi lordum"

"Buralı değilim, yani Kalradia' lı. Buradan uzak bir diyar olan Norvos' ta doğdum. Babam, Westerling Hanedanından, Westermont Kalesi Lordu, Lord Alester Westerling' ti. Bir ağabeyim vardı, fakat öldü. Annem; büyük babam Horas Westerling ve annemin babası, Steffon Prester arasındaki savaş ihtimaline karşı Westermont veliahtı ile evlendirilmiş. Böylece harp önlenmiş."

Zihnini zorlayarak hatırlamaktan kaçındığı, sanki hiç olmamış gibi yaşamaya çalıştığı acı geçmişini anlatmak istemiyordu. Bedeni alev almıştı, damarları serbest kalmak istercesine kollarını zorluyordu. Kont Stamar ise dikkat kesilmiş Albert' i dinliyordu.

"Saray yaşantısını bilirim" diyerek devam etti. "Saygı ve itaat konularında özel olarak eğitim aldım. Her tür silah olmak üzere silah eğitimi gördüm ve bu günlere geldim… 18 yaşımda üniversite okumak için başka bir yere gönderildim. Savaş Sanatı ve Askeri Taktikler bölümünü bitirdim."

Sıkılmıştı artık bundan, ya biri yardımına gelecekti yâ da kendi gidecekti.

"Ne konuşuyorsunuz böyle uzun uzun" Gelen Kral Harlaus idi. İşte! sonunda biri yardımına yetişmişti. "Önemli bir şey değildi, lordum. Albert' in hikâyesini dinliyordum." Dedi Stamar eğilirken. "Albert?" bu sırada kendisini tanıtması gerektiğinin farkına vardı. Konuşmak için genzini temizlediğinde Harlaus ona döndü.

"Seni tanıyor muyum?" dedi küçümser gibi. "Ben Albert, majesteleri" dedi Albert sade bir sesle. "Ben Kral Harlaus, Swadia Krallığı hükümdarı ve Praven lordu. Alt tabakadan olabilirsin ama kendini kanıtlarsan emrimde savaşabilirsin." Albert dişlerini gıcırdattı, başını kaldırmadan sinirini yatıştırmaya çalıştı. Ben son Westerling’ im.

"Sanmıyorum, majesteleri." Demekle yetindi, daha fazlası hislerini belli ederdi. "Kullanabildiğin iyi bir silah var mı?"
"Hafif bir kılıçla iyi dövüşebilirim." Sesinde bir övünme belirtisi olmamasına dikkat etti. "Pekâlâ, öyleyse gel." Albert bocalamıştı. "Peki lordum."

Harlaus onu arena kapısının önüne getirdi. "Lordum, affınıza sığınarak sormak istiyorum. Acaba kiminle dövüşeceğim?"
"İçeri gir." Adamın sesi alçaktı fakat emreden bir sesle konuşmasından rahatsız oldu. Kılıcını ve kalkanını verdiler, arenanın ortasında yalnızdı. Harlaus yaverlerinden birinin kulağına bir şeyler fısıldadı ve adam koşar adım uzaklaştı.

Birkaç dakika sonra sahanın diğer tarafındaki arena kapısı açıldı ve içeri bir piyade girdi. Adam orta yaşlıydı ve deneyimli bir piyade olduğu belliydi. Uzun ve hızlı adımlarla gücünü bir ayağında diğerine verip duruyordu. Tavşan gibi. Harlaus protokoldeki her zamanki yerindeydi ve eliyle başlamalarını işaret etti. Adam bu emir üzerine yavaş ve temkinli adımlarla üzerine yaklaşıyordu. İlk saldırıyı ondan bekliyordu, rakibine doğru birkaç adım atmaktan başka bir şey yapmadı. Askerin saldırması dillere destandı ve çok zekiceydi:
Sağdan kılıcını savurmuş gibi yaparken aynı anda sol elindeki kalkanıyla Albert' in suratına okkalı bir şekilde kalkanını geçirdi.

Bu saldırı karşısında neye uğradığını şaşırdı, gözü seğiriyordu. Birkaç adım geri sendeledi, dengesini bulmaya çalıştı ancak bu sırada rakibi harekete geçmemişti. Birkaç dakika sonra saldırdığında yine aynı şekilde oldu, sonra yine, yine ve yine. Ama en sonunda adamın hatasını gördü. Asker sağdan kılıcını savururken, Albert' in hep karşılamaya çalışacağını sanıyordu. Bu yüzden sağ tarafını güvende sanarak hep sol tarafa yani Albert' in sağına yükleniyordu. Ama bu sefer öyle olmayacaktı…

Albert adamın sahte kılıç darbesinden yana çekilerek kurtuldu ve kılıcını adamın koluna indirdi. Eti, deriyi ve kemiği keserek geçen keskin kılıç adamın kolunu ondan aldı. Karşısındaki bunu hiç beklemiyordu, çok açıktı. Dirseğinden aşağısı kopan adam acıdan kaskatı kesilerek yere yığıldı. "KOLUUUMM!" Albert ise sakindi, neticede bu onun ilk dövüşü değildi. "O artık senin değil." Dedi ve yanındaki kopmuş kol parçasına bir tekme attı. Harlaus oturduğu yerden adamın kolunun koptuğunu görünce ayağa fırladı. Hemen aşağıya, arenaya inerek koşar adım geldi. Ama çok geçti, adam çoktan ölmüştü. Harlaus bir süre yerdeki cesede baktı ve bir anda Albert' e bakmadan sağlam bir tokat indirdi. Tokatın etkisiyle ağzından biraz kan gelmişti, adamın eli ağırdı. "Bunu neden yaptınız?" dedi hala ağzını tutarken. "Birde soruyor musun hadsiz köpek! Bu adamı öldürmeni sana kim söyledi!" diye bağırdı yerdeki kolsuz cesedi gösterirken. "Lordum, benim geldiğim yerde eğer biriyle gerçek çelikle arenaya iniyorsanız, oradan sadece bir kişi sağ çıkabilir. Aksi halde bu bir utanç meselesidir."

Harlaus sinirinden köpürüyordu. "Ama burası senin geldiğin o lanet yer her neresiyse değil! Burası Kalradia! Burada sadece Svadyanların sözü geçer ve bizim kurallarımız geçerlidir!" Albert' in sinirleri fazlasıyla gerilmişti, ama yine göstermemeye kararlıydı. "Bağışlayın lordum" demekle yetindi. "Bağışlamayacağım!" diye kükredi Harlaus öfkesi bir nebze azalmadan. "Bu saygısızlığı yapan bir Kont' um dahi olsaydı tüm Eski Tanrılar üzerine yemin ederim ki bağışlamazdım. Muhafızlar!" Bir anda iki yanında iri yarı çavuşlar belirdi. Kollarını sıkıca tutup, bacaklarının arkasına vurarak diz çöktürdüler. Biri Albert' in kafasını bastırarak başını eğdirdi. Diğeriyse devasa kılıcını Albert' in boynuna hizalamış, elleri havada bekliyordu. Gözleri kralındaydı. Ölümü ağzından çıkacak bir kelimeye bakıyordu sadece. O sırada arena kapısı tarafından bir gürültü patırtı yükseldi. "Kapıya!"

İki adamda Albert' i bırakıp neler olduğuna bakmak için kapıya koştular. Albert' de kapıya bakıyordu. Gözleri Halford' u gördüğünü söylüyordu beynine, beyni ise bunu reddediyordu adeta. Halford’ un burada ne işi olabilir? Tam o sırada arenanın ucunda bir Şövalye belirdi. Bunu ben halletmeliyim yoksa Halford ölecek. Şövalye Halford' un olduğu tarafa doğru ilerlerken Albert bir anda adamın önüne geçti. "Çekil önümden çocuk." Dedi adam sesi bir borazan kadar kalındı. "Cesedimi çiğnersen bir şansın olabilir." Dedi kendinin bile inanamadığı bir öz güvenle. "Sen bilirsin çocuk." Lafı biter bitmez dikenli topuzunu Albert' in kafasına salladı. Eğilerek kurtuldu. Sol bacağına doğru kılıcını savurdu fakat Şövalyenin ayak zırhı öyle güçlüydü ki hissetmedi. Albert sabırsızlığına yenilerek rakibine karşı bir saplama denedi ama adam bundan kolaylıkla sıyrıldı ve kılıcını Albert' in karnına geçirdi.

O andan sonra hatırladığı her şey kesik kesikti. Halford' un yüzünü hatırlıyordu. Başına geliyordu ve panik içindeydi. Yüzü, alnı ve elleri kan içindeydi. Söylediği bir şey kulağında yankılanıyordu:

"Dayan evlat, ne olursun dayan!"
 
Muhtemelen(hatta kesinlikle)Buz ve Ateşin Şarkısı serisinden bir kitap okumuşsun.Muhtemelen ondan etkilenip bu şekilde yazıyorsun.Kötü mü olmuş?Hayır bana göre hava hoş fakat tarzın Buz ve Ateşin serisi kitaplarında gibi olmak zorunda değil.Kendi fikirlerinide hikayeye kat.Farklı şeyler yapmaya çalış değişik düşün.

Bu işlere yeni başlayan biri olarak güzel yazıyorsun bana göre.Zaten yaza yaza kendini geliştirirsin.Ayrıca yazdığın hikayenin kaç yorum aldığına veya beğenip beğenilmediğine bakma sen yazmaya devam et.Yorumlar,beğeniler eleştiriler sen yazdıkça gelir zaten.
 
Buz ve Ateşin Şarkısı serisinden birkaç kitap okuduğum (hala okuyorum) doğru. Fakat hikaye buz ve ateşin şarkısı serisinden tamamen esinlenilmiş ve yazılmaya başlanmış değil. İlk bölüme girmeden öncede yazdığım gibi bu kurgu aklıma geldiğinde ve yazarlığa merak sardığımda bu seriyi okumaya başlamamıştım. Yani, birkaç deneme (karalama) hikaye yazdım fakat hiçbiri hoşuma gitmedi.

Son hafta, yayınladığım ilk bölüm üzerinde çalışıyordum ve aklıma farklılık olması açısından seriden birkaç yenilik eklemek geldi. Sonucunda ise böyle bir şey ortaya çıktı fakat bu kesinlikle aynı filmi tekrar izlemek gibi bir şey olmayacak. Hikaye ve kurgusu bana aittir. Soyadlar ve bazı küçük hanedanlar konusunu ise söylediğin gibi seriden esinlendim.  :smile:
 
Hayır bahsettiğim şey kurgu ve hikaye değil zaten.İzlediğin bir filmi ikinci kez izlemek gibi bir şey de değil.Bahsettiğim şey yazım tarzı.Elbette kurgun ve hikayen farklı olacak(olmalı).Sen yazmaya devam et güzel şeyler yaparsın.
 
Bu bölüm diğerlerinden biraz daha kısadır. Bunun sebebiyse çok az yorum yapan ve çok az okuyan kişi olmasıdır. Belki sizi sıkıyor olabilir diye bundan sonra bölümleri kısa tutmaya çalışacağım.

Nord Toprakları, başkent Sargoth;
                                   
Odunlar yanmak için birbirleriyle yarışıyor gibiydi. Gür ateşin ısıttığı salonda lord ve leydilerden oluşan küçük bir kalabalık vardı. Olaf, Aedin, Irya, Reamald, Turya ve daha birçok lord salondaydı. Ama bu beşi kralın en yakın lordları ve arkadaşlarıydı. Vyman, sıcak salonda terliyordu. Elinin tersiyle alnındaki teri silerken Kral Ragnar' ın yan gözle onu fark ettiğini anladı.

''Terliyorsun'' dedi Ragnar, bir soru değildi bu. ''Doğru kralım.'' Kral Ragnar ona döndü, kaşlarının arasında bir çizgi belirdi. ''Burası çok mu sıcak Vyman?'' Sesi itiraz istemiyordu. ''Hayır, kralım. Sadece salona göre biraz fazla giyinmişim.'' Ragnar, birkaç saniye daha bakmaya devam etti ve homurdanıp tabağına döndü.

Vyman, kralı yatıştırmanın bir yolunu her zaman bulurdu. Kralın baş danışmanıydı ve lordlarca pek sevilmezdi. O ise buna hiç darılmaz, aksine bu onu daha çok eğlendirirdi. Onlar farkında değillerdi belki ama onu neden sevmedikleri çok belliydi. Fazla akıllı olduğu ve Nord olmadığı içindi. Kral Ragnar' ın baş danışmanı Colemon ölmüştü. Adamın neredeyse yetmiş altı yaşında olduğunu öğrenmişti. Ragnar, ulaklarına emir vererek onları Alai Denizinin ötesine, ata yurtları olan Nordland' a yollamıştı. Nordlar Kalradia' da yarı göçebe gibiydi aslında. Ama bundan iki yüzü aşkın sene önce gemileriyle buralara gelmiş ve şimdi Odasan köyünün bulunduğu toprağa ilk adımlarını atmışlardı. Ama nordların şimdiki nesli memleketlerinin bu topraklar olduğunu çoktan benimsemişti.

Ragnar, o gün gönderdiği ulaklarına ''Genç, zeki, aynı zamanda ağırbaşlı ve tecrübeli bir danışman bulun. Nord olması önemli değil, sonuçta adam savaşmayacak. Sadece, fısıldayacak…''

Vyman o gün ulaklar şehir şehir dolaşıp sokaklarda kralın fermanını inletirken bu teklifi kendince uzun zaman düşünmüştü. Emrinde olduğu bir lord vardı ama bir kralın danışmanı, hem de baş danışmanı olmak çok daha yüksek bir konumdu. Handa ulakları bulmuş ve onlara derdini anlatmıştı. ''Kralımızın emrine girmek için bizimle geleceksen, kanunlar önünde hiçbir engel yok fakat olur da kaçmaya kalkışırsan…'' Adam kafasıyla masanın hemen yanındaki demir baltayı göstererek ''Senin bağırsaklarını dökerim.'' Demişti. Vyman onlara niyetinin ciddi olduğunu, ondan daha iyi bir danışman bulamayacaklarını söyleyip durmuştu. Gün gelip gemiye bindiğindeyse onun gibi onlarca kişinin olduğunu gördü. Hayır, bunlar onun gibi değildi. Çoğu pis görünümlü, aptal bakışlı ve yaşlı çiftçilerdi. Şanslarını aramak için gittikleri belli oluyordu.

Gemiden inip, nord topraklarına vardığında hayal kırıklığına uğramıştı. Wercheg' e geldikleri ilk gün sokakta yalnız yürümemesi gerektiğini öğrendi. Ulakların başındaki adam onlara yarın şafakla birlikte Sargoth' a varacaklarını söylemişti. Sargoth' a vardıklarında, bekliyordu ki Yüce Kral Ragnar onları çok zorlu bir teste tabi tutacaktı. Fakat beklediğinin tam aksine nordlar gerçek aklı ve gerçek zekâyı bulamayacak kadar kördüler. Kimin daha zeki olduğunu öğrenmek için yaptıkları sözde testler Vyman' ı çok güldürüyordu ama bunu dışa vurmaması gerektiğini biliyordu. Testlerin sonuna doğru bir kovanın içini suyla doldurmuş ve iki seçenek sunmuşlardı:

Kovayı ya ahşap küçük bir kaşıkla, yâda bir kazan kepçesiyle boşaltacaktı. Vyman bu olaydan sonra kendisi için ayrılan küçücük odaya girmiş ve kafasını yastığa bastırarak kahkaha atmıştı.

Ve sonunda, bütün yarım akıllı sefil köylüler elendiğinde, Kral Ragnar testleri geçen tek adamın huzuruna getirilmesini emretmişti. Kabul salonunun ahşap kapısından giren adam uzun boyluydu, nord halkının kızıl ya da sarı saçlarını almamıştı. Açık kahverengi saçlı, yüzü hafif tombulca ve ay gibi yuvarlaktı. Kürk bir kaban giymişti, yumuşak kürkün kolları adamın elini geçiyordu.

''Yaklaş!'' Kral Ragnar karşısına ilk kez çıkan kişilere karşı her zaman zalim bir ses tonuyla konuşurdu. Bu seferde âdetini bozmamıştı. Vyman itaat edip ateşin başında duran kralın önüne geldi. Aralarında sadece yanan odunlardan çıkan alev duruyordu.

''Bir adın var mı?'' diye sordu Ragnar. ''Evet lordum, benim adım Vy…'' Konuşması ani ve sert bir ses dalgasıyla bölündü. ''Öncelikle!'' dedi, sesi sinirini yatıştırmaya çalıştığını belli ediyordu. ''Ben lord değilim. Ben, Nord Krallığından, Nord soyundan Ragnar, Kral Ragnar.''

Vyman yaptığı aptallık yüzünden kendine vurmak istiyordu. Dört yıldır düşük seviyeli bir lordun emrinde kalmıştı ve dili de buna yavaş yavaş alışacaktı. ''Affedin majesteleri, birkaç yıldır küçük bir lordun danışmanıydım fakat daha öncelerinde birçok mareşale ve güç sahibi lorda danışmanlık yaptım.''

Ragnar’ ın siniri yavaş yavaş yatışıyordu, arkasını dönüp tahtına otururken ''Bu ilk mi?'' diyerek sordu. Vyman anlamamıştı. ''Beni affedin majesteleri, fakat ne demek istediğinizi anladığımı sanmıyorum.''

Ragnar uşağın getirdiği tepsiden şarap kadehini alırken sesini yükseltti. ''Baş danışmanlık diyorum, ilk kez mi yapacaksın?''

''Evet majesteleri fakat beni yeni yetme çocuk sanmayınız. Verdiğim tavsiyelerle birçok lordun ve insanın hayatını kurtarmışlığım vardır.'' Vyman sözünü bitirdiğinde Kral Ragnar' ın yüzüne hafif bir gülümseme yerleşti. Ateşin arasından bakılınca şeytani bir gülümsemeydi bu. Bu belki de bir ilk sayılabilirdi. Vyman' ın geldiği şehirde ve birçok yerde Tanrıların nordları yaratırken gülümseme yeteneği vermediği söylenirdi. Tabi ki bunlar Vyman için saçmalıktan ibaretti, onlarda insandı. ''Demek kendine bu kadar güveniyorsun.''
''Öyle majesteleri.''
''Peki o halde, adını söyleme fırsatın olmadı sanırım. Adın nedir?'' Vyman başını kaldırdı, yerinde dikleşti. ''Adım Vyman Mallister, majesteleri.''

Kral Ragnar tahttan kalktı, ateşin yanından geçti ve karşısına dikildi. Adamın omuzlarından sıkıca kavradı. ''Bana bak.'' Vyman başını kaldırdı ve Ragnar' ın bunu bir hakaret saymaması için dua ederek doğrudan gözlerine baktı. ''Beni de gerektiğinde, o bahsettiğin adamlar gibi ölümün kıyısından çekip alır ve bana iyi hizmet edersen fazlasıyla ödüllendirilirsin Vyman Mallister.'' Cümlesi bittikten sonra birkaç saniye bekledi. Şimdi kaşları çatılmış, yüzü şekilsiz taş bir mermeri andırırken ona bakıyordu.

''Ama bana ihanet eder yâda denersen, lordlarımın arasını açıp birbirlerine düşürür, komplo ve entrikalarınla sarayıma huzursuzluk getirirsen, işte o zaman baltamla kafanı parçalar, içinde bahsettiğin akıl var mı diye bakarım.''

Vyman bu ağır sözlerden sonra kafasını eğip başıyla onaylamıştı.

''Güzel!'' demişti Ragnar sanki neşesi tekrar yerine gelmiş gibi…

**********

Tüm bunlar sadece birkaç hafta önceydi. Bunları düşünürken acil olduğu belli, hızlı bir kapı tıklaması geldi. Kral Ragnar masanın başından bir şey diyemeden kapı hızla açıldı ve içeri Sargoth kale kumandanı Timett Crawn girdi. Nefes nefeseydi ve rengi atmıştı.

''Kralım çok önemli olmasa huzurunuza böyle alelacele çıkmazdım. Fakat çok mühim bir havadis var. O.. O… tekrar burada kralım.''

''Kim?'' dedi Ragnar yerinde doğrulurken kaygılı bir sesle. Sesi herkesin alışık olduğu sert ve emreden tonda değildi artık. Çatlaktı.

''Halford Velaryon''

Vyman önündeki efendisinin hızla ayağa fırladığını gördü. Sandalyesi geri devrildi.
 
Yeni bölüm yayındadır. Bir sonraki bölüm çok yakın zamanda gelecektir. İyi okumalar :smile:

                                                        [size=14pt][size=18pt]ALBERT[/size][/size]

Bir an uykudaydı; bir sonrakinde uyanık.
Tahta kılıç karnına doğru hızla geldi ama son saniyede durdu. Bir rüya görüyorum… yine…
"Öldün" dedi adam. Hemen arkasından kılıç tekrar geldi, bu kez doğrudan yüzünün önünde durdu. "Fena öldün" dedi adam yüzünü buruşturarak. Gözleri balkonu aradı ve buldu. Babası ve annesi onu izliyordu. Adam kılıcın küt tarafıyla omzuna vurdu.
"Buraya odaklanmalısın," Kafasıyla arkasında kalan balkonu işaret etti. "Oraya değil."
"Bütün gün tahta savurup duruyorum, biraz dinlensem olmaz mı?" diye yakındı. "Hayır, daha ısınmadık bile. Tekrar!"
Adam kılıcı savurdu, o karşıladı. Ama sağ tarafından gelen silleyi görmedi ve adam kafasının arkasına bir tane patlattı.
"Sadece kılıcı değil, rakibini de izle. Karşındakinin elindekine bakarak değil, ancak gözlerine bakarak hamlesini anlayabilirsin"

Bir süre durdu ve inanmayan gözlerle adama baktı. "Ne yani, dövüş sırasında rakibin gözlerine mi bakmalıyım?"
"Aynen öyle! Onun eline değil gözlerine bak. Çoğu savaşçı farkında değildir fakat gözler her şeyi ortaya serer." Dediğini bir süre yapmaya çalıştı ama hamlelerini görmeye çalışırken gözlerine bakmaya fırsatı olmuyordu. En sonunda kılıcını fırlattı.
"Olmuyor! Olmuyor işte! Nasıl gözlerine ba… Ahh!" Bağırıp, isyan ederken tahta kılıç ona doğru süzüldü ve karın boşluğuna sertçe vurdu.
"Bağırmak, kılıcını atmak yâda debelenmek sana bir şey kazandırmaz. Şimdi onu yerden al." Dedi tahta kılıcın ucuyla yerdeki kılıcı göstererek.

Eğildi ve kılıcını aldı. Tüm gücüyle saldırdı, akıl ve mantık dışı her şekilde kılıcı savurdu. Adam bir eli arkasında, yüzünde alaycı bir tebessümle hamleleri karşılıyordu. Sonunda bitap düştü ve nefes nefese durmak zorunda kaldı.

"Şimdi seninle bir oyun oynayacağız." Dedi silah ustası. "Hamlelerimin nereden geleceğini söyleyeceğim ve sende karşılayacaksın. Anlaştık mı?"
"Tamam!" dedi gözleri parlayarak.
"O halde başlıyoruz."

******
"On yaşında bir çocuk için fazla sert değil mi?" dedi annesi.
"Hazır olması gerekiyor. Sör Ronald' a sert olması için bizzat talimat verdim."
"Onun vücuduna, bir yerine bir şey olmasından korkuyorum." Dedi aşağıya bakarken. Bu sırada Sör Ronald ensesine tekrar patlattı. "O bir Westerling. Westermont varisi" Karısına döndü. "Altını bezleyip, kucağına alacağın yaşı geçti artık."

******
"Sol! Sol! Alt! Sağ! Sol! Sağ!" kulağı adamdaydı ve kılıcını duyduğu yere doğru götürüyordu. Şuana kadar böyle devam etmişti. Birkaç dakika sonra sol dediğini duydu ve kılıcını sol tarafa doğru kaldırdı ama tahta kılıç sağ boşluğuna çarptı fakat çok sert değildi. Bir saniyeliğine nefesi kesildi ve sendeledi. "Hile yaptın!" diye bağırdı kılıcın ucunu adama doğru tutarken. "Evet, ellerim hile yapmış olabilir. Ama gözlerim… Gözlerim gerçeği haykırıyordu. Birkaç dakika önce sana ne söylemiştim."
Yüzü kızardı, doğru olduğunu biliyordu. Gözlerine dikkat etmesini söylemişti ama o unutmuştu.

Kollarının artık dayanamayacağı kadar ağrıdığını ancak o an fark etti. Talim sırasında hiç hissetmemişti.
"Kollarım neredeyse kopmak üzere. Bugünlük çok bile çalıştık. Lütfen! Lütfen!"
Silah ustası kafasını çevirip babasına baktı. Babasının da başıyla hafifçe onayladığını gördü. "Öyle olsun bakalım. Ama iyi dinlen, bir daha ki sefere mazeret kabul etmeyeceğim."

Bugünlük daha fazla yorulmayacağını biliyordu, bu yüzden sevinçliydi. Fakat öğretmeni ders saatinin geldiğini söylediğinde bütün sevinci kayboldu. Şimdi de zihnini yoracaktı. Öğretmeni ufak tefek, gri gözlü, kır saçlı yaşlıca bir adamdı. Eliyle haritadaki bir noktayı gösterdi. "Lordu?" diye sordu.
"Lord Steffon."
"Ve?"
"Ve büyük babam."
"Ya çocukları." Dedi öğretmeni sabırla.
"Willem ve Martyn; dayılarım" dedi sıkılarak.
"Aferin," dedi öğretmeni. "Gerçekten öğrendiğin bir şeyi kolay unutmuyorsun. Şimdi biraz daha çalışalım."
Bu kez eliyle başka bir yeri gösterdi ve yine aynı sorular…
"Lord Addam, Lord Clement, Lord Gareth…" bu kim bilir nerenin lordları uzadıkça uzuyordu fakat hafızası güçlüydü ve hepsini biliyordu. Ama yinede tüm bunlardan sıkılıyordu. Hocası yine bir soru sormaya kalkışmadan hızla döndü.

"Bütün bunlar ne işime yarayacak? Neden bunları öğrenmemi istiyorsun?" Öğretmeni pes etmiş gibi gözüküyordu.
"Bunları ileride çok daha iyi anlayacaksın." dedi şefkatle
"Hayır! Şimdi bilmek istiyorum." Diye isyan etti.
Öğretmeni başını iki yana salladı.
"Bunları benimle değil, baban ve annenle konuşman gerek. Aradığın cevapları ben veremem. Şimdi," dedi elini tekrar haritaya götürdü. "Kim?" dedi belki yüzüncü kez.

Dakikalar saatler kadar yavaş ilerliyordu fakat sonunda dersi bitti. Öğretmeni dersin bittiğini söylediğinde akşam olmak üzereydi. Sarmal merdivenleri çıkarken ayaklarının uyuştuğunu hissetti. Odasına çıkarken baldırları sızlıyordu. Dolaptan sarı ipekten bir gömlek aldı ve aşağıya indi.

Salonda anne ve babası yüksekçe bir masada oturmuş yemeklerini yiyorlardı. Bu salon ona hayat veriyordu adeta. Pencerelerden sürekli güneş ışığı sızardı, akşam olduğunda ise sessiz bir huzur ortamı oluşurdu. Duvarlar yarı bej yarı sarı bir renkteydi. Her kapının iki yanında hep aynı sancak vardı, bu Westerling’ lerin sancağıydı:
Koyu mavi zeminde üstünde yedi yıldız yükselen beyaz ağaç.

"Dersteydim." Dedi yeni cilalanmış sandalyeye otururken.
"Biliyoruz," dedi annesi gülümseyerek. "Öğretmenini kızdırmamışsındır umarım."
"Hayır, kızdırmadım ama bugün bir konuda tartıştık."
"Ne hakkında?" diye sordu babası ciddi bir sesle.
Omuz silkti. "Önemli bir şey değildi," dedi "Sadece öğrettiklerini nerede kullanacağımı sormuştum ve neden öğrenmem gerektiğini."
"Cleos iyi bir öğretmen, irfan sahibi biridir. Aynı zamanda tıp ilmiyle de uğraşır. Onun bildiklerini ve yaptıklarını sorgulamamalısın. Bir daha böyle bir şey duymak istemiyorum," Yüzünü yumuşattı ve gülümsedi. "Tamam mı Albert"
Başını eğdi. "Tamam." Dedi.
Yemekleri bittiğinde tekrar odasına çıktı. Bir an önce uykuya dalmak istiyordu, her yeri sızlıyordu. Gözlerini kapattığında bir anda karanlığın arasından bir yüz belirdi. Saçları sarıyla kızıl arasıydı. Altından bir ağaç diye düşündü o an.
 
Diyaloglar iyi, ancak paragraflar arasında boşluk bırak şu üçlü işareti yapmak yerine bence  :wink:
 
Haklısın, ama onları anlam karışıklığı olmaması için koyuyorum araya. Sonuçta sadece bir kişinin gözünden anlatmak pek mümkün değil. Yinede dediğine dikkat edeceğim. İlgin için sağol :smile:
 
6. Bölüm aşağıdadır. Bu bölüm biraz uzun gelebilir ama güzel ve heyecanlı bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Okur ve yorum yaparsanız sevinirim.

                                                                  [size=14pt][size=18pt]ALBERT[/size][/size]     
             
Ara sıra uyanmış, etrafına bakınmıştı. Ama gördükleri bir şeyler hatırlamasına yardımcı olmadı. Ölüp ölmediğini bile bilmiyordu. Hayatta mıydı? Yoksa aklı ona bir oyun daha mı oynuyordu. Bilemiyordu. Aklı ve vücudu çok yorgundu, yıllardır bu anı bekliyordu sanki. Sonsuza dek uyuyacağı anı. Bugün değil

Göz perdesi yavaşça kalktı.
Yine bir çadırın içindeydi. Yataktaydı ve gözleri yanı başında duran iri yarı adamı seçmişti. İyi niyetli olduğu belli oluyor gibiydi. Albert sadece gözlerini yavaşça adama çevirdi. Kızıl saçlı, uzun boylu, kaslı, 36-37 yaşlarında ve kıdem sahibi olduğu belli biriydi. Albert' in ona baktığını görünce gülümsedi.
"Neredeyim ben?" diye sordu zorlukla doğrulmaya çalışırken. Sesi çatallaşmış, kendisinin dahi tanımakta zorlandığı bir hale gelmişti. "Yaralısınız Efendi Albert, biraz dinlenmeniz gerek." Dedi elini yavaşça omzuna koyarken. Hiç itiraz etmeye de niyeti yoktu, kendini tekrar yatağa bıraktı.

"Burası neresi? Sen kimsin?" diyebildi adama bakmadan.
"Dinlenin lütfen. Zamanı geldiğinde her şeyi öğreneceksiniz."
Sözünü bitirir bitirmez ayağa kalktı ve çadırdan çıktı. Albert, kendisine böyle hitap edilmesine şaşırmıştı. Neredeydi böyle? Artık yaşadığına emindi, bu kadar gerçek, bu kadar hisli bir rüya olamazdı. Birkaç sedir çadırın bir köşesine dizilmişti. Birilerinin oturmasının üstünden çok geçmediği belli oluyordu. Çadırın girişi yassı bir şekilde yukarı uzanan kumaştandı. Adamı dinlemeyecekti, kimse bir şey söylememişti ama burada uzun zamandır olduğunu anladı. Güç bela yatakta dikleşti ve küçük iniltilerle beraber bacaklarını yana çevirmeye çalıştı. Birilerinin duyması umurunda değildi, burada neler döndüğünü öğrenecekti.

Tüm lifleri sızlıyordu. Özellikle karnı, ağrıdan çok acıydı bu. Birkaç parça şey hatırlayabildi: Şövalye. Harlaus.
Şövalye ile yaptığı dövüş aklına gelmişti. Ama neticesini hatırlayamıyordu. Egosu yenilmediğini söylüyordu ona. Karnındaki acıysa bunun yanlış olduğunu kanıtlıyordu.
Ayağa kalkmaya çalışacaktı, ama vazgeçti. Yatağından sarkan bacaklarından güç almadığı halde onlarında tüm vücuduyla aynı kaderi paylaştığını hissediyordu. Başını eğmeden elini yavaşça karnına götürdü. Yokladı. Bir yara bezine dokunmuştu. Elini bezin kenarlarında gezdirdiğinde birkaç damla kurumuş ve karnına yapışmış kan lekesi eline geldi. O sırada dışarıdan talim kılıçlarının tok sesi geliyordu. Hala Dhirim' de olmalıyım. Ama öyle olsa az önceki adam ona bu şekilde davranmazdı.
O sırada çadıra doğru yaklaşan birinin ayak seslerini duydu. Birkaç saniye bekledi.

"Halford!" olanca gücüyle fısıldadı.
Albert içeriye giren Halford' u görünce hemen ayağa kalkmak istedi fakat karnındaki acı buna izin vermedi. "Yavaş ol! Dinlenmen ve gücünü toplaman lazım."
"Halford, burası neresi? Şövalye ile olan dövüşüm ne oldu? Az önceki adam kimdi?" diye art arda sıraladı soruları.
"Tamam, tamam. Sakin ol, güvendesin. Şuan önemli olanda bu." Tam karşısındaki eski püskü iskemleye oturdu. Kaşları çatılmıştı.

"Ne diye Harlaus' un sözünü dinlersin ki. Sen onun bir vasalı değilsin ve sen istemediğin sürece seni bir şeye mecbur kılamaz. Beni anladın mı?"
"Evet, ama inan ben ne yapacağımı şaşırdım. Onu dinlemezsem büyük saygısızlık olur diye düşündüm."
"O zaten saygı duyulacak biri değil! Tanrı aşkına senin neyin var Albert! Sana ne öğrettiğimi unuttun mu? Svadyanlar yüzyıllardır Kalradia halklarına zulmediyor. Yeri geldiğinde kendi halkından olanları dahi çıkarları uğruna harcadığını söylememiş miydim?!"

"Haklısın Halford." Diyebildi başını eğerken. Aptallığının farkına vardı. Asıl düşmanı olarak görmesi gereken adamın tüm istediklerini yerine getirmişti. "Özür dilerim, bir daha böyle bir şey olmayacak. Birde bir şey var, Kontlarından biriyle uzunca sohbet ettim. Yaşlıca bir tipti."
"Yanık tenli, saçları arkaya taralı, şık biri miydi?" Dedi sakinleşirken. "Evet, evet dediğin gibiydi. Sen onu tanıyor musun?"
"Elbette. Neredeyse tüm Svadyan Kontlarıyla çarpıştım ve çoğunu tanırım." Sesinde kibir yoktu.
"Aslında…” diye başladı kelimeleri dikkatle seçerek. "Benim anlattıklarımı hiç kesmeden dinledi. Sanırım beni sevmiş olmalı." Dedi tereddütle gülümsemeye çalışarak.

"Ahh, yine başlama lütfen." Dedi her zamankinden sakin bir tonda. "Bir Svadyan soylusu sadece altınlarını sever ve topraklarını. Onlar zalim ve savaş meraklısıdır. Uhhun’ u hatırla evlat. Sadece tarlalarıyla uğraşan masum çiftçilere ne yaptıklarını hatırla. Tek suçları tarlalarını, Kergit Hanlığına bağlı bir köyde sürüyor olmalarıydı. Kafaları kazıklara geçirilirken öylece durup bakmak zorunda kalmadık mı?"

Bir süre çadırda ikisi de sessizce oturdu.
"Şunu unutma ki" diye başladı Halford. Sesi az öncekinin aksine öfkeyle canlanmış gibiydi. "Harlaus Swadia tahtına oturmuş en zalim kraldır ve onlara karşı ne kadar zalim olursak o kadar çabuk yükselirsin. Onlar gücünü korkudan alırlar Albert ve onlarda bunu biliyor. Bir köyü yakarlar ve arkalarında tüm yerlilerin kafalarını bırakırlar. Böylece hem düşman krallığa hem de saldırmaya niyetli krallıkları sindirirler." Genişçe bir nefes aldı ve başını eğdi. Çok geçmeden başını tekrar kaldırdı.

"Kusuruma bakma evlat. Yeni yetme bir oğlan gibi yersiz yere sinirleniyorum." Gülümsedi. Albert' in kasları gerilmişti ve buda onu zorlamıştı ama Halford' un söylediklerinden sonra gerilmemek elde değildi.
"Ne zaman yataktan kalkacağım?"
"Orada dur bakalım. Bu civarda maharetli bir hekim bulduk ve dediğine göre vücudunu yormamalı ve sadece dinlenmeliymişsin."
"Pekala öyle olsun o halde. Ama hala sorularıma cevap vermedin Halford."
"Narra yakınlarındayız." Dedi Halford. Ama Albert anlayamadı. En son Dhirim' deydiler, neden bu kadar doğuya gelmişlerdi ki. "Neden buraya kadar geldik?" Dedi merakla. "Seni aldıktan sonra son sürat Dhirim' den ayrıldım. Fakat Swadia süvarileri izimizi sürdüler ve takip ettiler. Tek çare olarak bozkırlara girmek kalıyordu ve tahmin ettiğim gibi Khergit topraklarına girmeye cesaret edemediler."

"Adamlar... Bu adamlar kimler? Dışarıda çok fazla ayak sesi vardı."
"Bazıları savaşmayı az çok bilen maceracılar. Bazılarıysa bana gelmeden önce çiftçilerdi, ben onları askere dönüştürmeden önce. Ayrıca küçük bir dövüşçü kafilesi de bize katıldı. Yaklaşık 10,15 kişiler. Fakat daha fazla adam toplayabileceklerini söylüyorlar. Başlarındaki adamla küçük bir sözleşme yaptım."
"Kaç kişiyiz peki?"
"Sen ve ben hariç, 209"
"Bu kadar zamanda?"
"Ne kadar zamandır yattığın hakkında bir fikrin var mı? Ben söyleyeyim, tam 5 aydır. Sana yalan söylemeyeceğim Albert. Uçurumun kenarından döndün. Karnındaki o yara basit bir şey değil, her an yeniden kanamaya ve iltihaplanmaya başlayabilir. Bunu sana söylememeyi düşünüyordum ama bilmen daha iyi olacaktır."

Birkaç saniye sessizlik oldu. Albert durumun bu derecede bir şey olduğunu bilmiyordu. Yara göründüğünden daha tehlikeliydi.

"Peki ne yapacağız, nereye gideceğiz?" diye sordu Albert.
"Shariz' e. Oradaki nüfuzlu arkadaşlarımla görüşeceğim."
"Son soru" dedi gülümseyerek. "Uyandığımda yanımdaki adam kimdi?" Halford bu soru karşısında gülümseyerek şaşırmış gibi yaptı. "O mu? O Yüzbaşı Sam Hollard. O…" Halford daha sözüne başlayamadan biri şimşek hızıyla çadıra daldı. İçeri girince Halford' un Sam dediği adam olduğunu gördü. İyi adam lafın üzerine gelirmiş diye düşündü Albert. Ama getirdiği haberler pek de iyi değil gibiydi. Nefes nefeseydi.

"Lordum haydutlar! Bozkır haydutları yaklaşıyor!"

Halford bir anda ayağa fırladı. "Kaç kişi?!" diye hararetle sordu çadırdan çıkarken. Sam' in ise "Gözcülerden gelen habere göre doksan-yüz civarı." Dediği duydu. Halford ve Sam on dakikadır gözükmüyorlardı. Çadırın etrafı ise kıyamet yeri gibiydi adeta. Herkesin birine, bir yerlere bağırıp çağırdığı bir andı. Albert bunu duyarak olsa bile biliyordu. Çadırı ayakta tutan direğin hemen dibinde bir zırh duruyordu. Dikkatle baktığında tozluklarda olduğunu gördü.

Neredeyse on beş dakika zırha uzanmaya çalışmıştı. Son bir gayretle ileri atılmayı planlarken Halford hızla çadıra girdi. Zırha uzanmaya çalıştığını görmüştü.

"Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?" dedi sertçe. Albert yatağa tekrar oturdu. "Sizinle birlikte savaşacağım." Dedi ciddi bir sesle. "Hayır, olmaz. Buna izin vermemi bekleme Albert. Yaralısın ve seni riske atmak, isteyeceğim en son şey. Sen burada kalıyorsun."
"Siz orada çarpışırken benim burada yatmamı mı istiyorsun?!" diye yakındı
"Evet. Buradasın."
"Savaşabilirim!"
"Hayır dedim!" diye gürledi ve sanki bir saniyede sakinleşti. "Bunu benim için yapmalısın. Seni düşünmek zorunda kalırsam savaşamam ve komuta edemem. Burada kal." Dedi ve çadırdan ayrıldı.

Albert’ i orada bırakıp durumun ne olduğunu kendi gözleriyle görmek için hızla koştu. Yüksekçe bir tepeye çıktı. Sam haklıydı, en azından doksan haydut dörtnala üzerlerine geliyordu. Onlar yaklaşana kadar hazırlık yapmaları lazımdı.
Tepeden inerek aşağıya geldi, Sam birliği savaş düzenine sokmuştu bile. Malumat almak için hızlı adımlarla yanına gitti. Askerlerin bağırış çağırışları ve savaş hengâmesi arasında sesini yükseltmek zorundaydı. "Durum nedir?" diye sordu.
"Lordum orduyu düzene sokmayı başardık. Malum bu haydutlar her zaman at üstünde olduğu için mızrakları yerlerine yerleştirdim. Bizim için zor bir çarpışma olacağını sanmıyorum lordum. Ön saflara tecrübeli askerleri konuşlandırdım ve diğer tedbirler içinde emir verdim."

"İyi iş çıkarmışsın Sam, aferin" dedi ve birliğinin içinde ilerleyerek en ön safta yerini aldı. O ilerlerken Sam' de yol açmaları için bağırıyordu. En önde yerini aldığında ön hatlardaki tüm adamların ayaklarının dibinde en az bir kargı kadar uzun, sağlam ağaçlardan yapılmış upuzun mızraklar vardı. Haydutlar son tepeyi de aşıp ufukta göründüğünde arka saflardan bir uğultu yükseldi ama hemen kesildi. Zira Sam' den birkaç rütbe düşük, birliğin içinde tanınmış askerler onları susturuyorlardı. Ön saflar ise yerinden kımıldamadı bile. Sadece yaklaşmalarını bekliyorlardı.

Sam Halford' un hemen yanındaydı. Zamanında Halford' dan bizzat eğitim almış, komutanının güvenini ve sevgisini kazanmıştı. Ama Halford sevgisini Sam' e pek göstermezdi, hatta mesafeli konuşurdu. Bunun nedeni ise, askerler arasında askeri rütbeden başka bir üstünlüğü olmadığını unutmaması içindi. Yirmi bir yaşından beri Halford' un himayesindeydi ve böyle davranmasının nedenini biliyordu.

Halford eli havada, en önde bekliyordu. Gece saldırmış olmaları onlar için avantajdı, mızrakları göremeyeceklerdi. Haydutlar ise gitgide yaklaşıyordu. Önce otuz metre, sonra yirmi ve on metre kaldığında Halford artık duramayacaklarını biliyordu, emri verdi.

"Mızraklar!"

Sesi gece karanlığında bir kırbaç gibi şakladı. Adamlar bir anda önlerinde beliren devasa mızrakları gördüler, ama hiçbir şey yapamadılar, yapamazlardı da. Halford biliyordu ve mücadelenin çok kısa süreceğini bildiği için komutayı Sam' e bıraktı. Gitmeden önce arkasını döndü ve seslendi.

"Sam!"
"Evet Lordum?"
"Yiyeceğimiz ve atlarımız sadece bize yetecek kadar. Bu yüzden askerlere söyle: Esir alınmayacak" Dedi. Acaba bu haydutlar gün ışıdığında hala burada olacaklar mı? Diye iç geçirdi ama sonra düşündü. Hayır, bir akbabanın ağzında olacaklar.
 
Back
Top Bottom