Karanlık İmparator'un İzleri - 8. Bölüm: Dörtnala

Users who are viewing this thread

Hikayenin önceki tüm bölümlerini ve 6. bölümü okudum. Hikayenin konusu ve senin yazımın gerçekten hoşuma gitti. Devamını bekliyorum. Takipteyim :smile:
 
Harika olmuş hikaye bunun gibi bi hikaye yarıda kesilirse foruma göz atmayı düşünmüyorum son zamanlarda 5-6 aydır ne güzel yazar geldi nede güzel yazıp'da devam eden oldu.
 
xxMountBladexx said:
Harika olmuş hikaye bunun gibi bi hikaye yarıda kesilirse foruma göz atmayı düşünmüyorum son zamanlarda 5-6 aydır ne güzel yazar geldi nede güzel yazıp'da devam eden oldu.
Devam edeceğim aslında. 7. Bölümü yazıyorum şu anda.

Edit: Bölümler alakasız gibi duruyor diyenler var. Aynı Bölümde Escherion'un iki farklı şey yaptığını okuyanlar var. Açıklamadığım için üzgünüm :grin: ufak zaman atlamaları yapıyorum aynı bölümlerde, yani biraz kafanızı karıştırıyorum. Birkaç bölüm sonra bu karışıklığı yavaş yavaş çözüp ondan sonra düz bir zaman çizgisine oturtacağım :grin:. İyi okumalar.
 
Mungo'nun konusu sayesinde tanıştım hikayeyle.İyi olanın dili,kalemi paslanmaz bence.Devamını bekliyoruz.
 
7. bölüm geldi canlar :smile:
Karanlık. Çok korkutucu. Diğerlerinin avazı çıktığı kadar bağırmalarını duyuyor ve korkuyordu. Kendi başına gelecekleri düşünüyordu. Ona ne olacaktı? Ölmeyi istiyordu. Çünkü acılarına sadece ölüm son verebilirdi. Niye onu sorguluyorlardı ki? Ne biliyordu? Daha da önemlisi ne istiyorlardı?

Buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu, buradan önceki hayatını da hatırlamıyordu. Yaşamış mıydı? Burası neresiydi?

Gittikçe yaklaşan ayak sesleri duyuyordu, tempolu ve aşırı derecede sakin seslerdi. Normal biri bu sesleri duymayabilirdi ama onun çok keskin duyuları vardı. Beyninin içinde birileri fısıldaşıyordu, sesleri duvarlardan yansıyıp gittikçe yükseliyordu. Galiba sonunda deliriyordu. Saniyeler, yıllar gibi geçiyordu. Sonunda kapı açıldı. İçeri doluşan ışık huzmesi odaya loş bir aydınlık veriyordu. Işık görmesine yetecek kadar fazla değildi ama kimin geldiğini biliyordu. Kabusu, en korktuğu varlık. Daha önce hiç bilmediği değişik işkence aletlerinin çuval içinde birbirine çarparken çıkardığı sesleri duyuyor gibiydi. Korku damarlarını sarmıştı. Zincirleri olmasa şimdiye çoktan kilometrelerce giderdi. Zincirler ise onu kaderine terk ediyordu. Daha önce birçok kere bu zincirleri kırmayı ve kaçmayı denemişti. Ama zincirleri ne kadar yıpratırsa yıpratsın, kendilerini onarıyorlardı. Kaderine tekrardan baktı. Maskeli bir surat, tam bir sessizlik içinde soğuk nefes alışverişleri. Aşırı sakin biri. Bu hiç de iyi değildi.

Çuvalından bir alet çıkartırken adamın kalbi küt küt atıyordu. Sanki kalbi bedenini terk edecek gibiydi. Odada duyulan tek ses buydu. Çıkardığı alete baktı. Ne olduğunu hemen anlamıştı. Önce basit bir aletle başlanacaktı demek ki. Bir tür bıçak, ama keskin yerinde bağırsakları kavraması için 3 adet parça vardı. Bıçak normal bir bıçak gibi saplanırdı, çekilirken ise bağırsakları dışarı çıkartırdı. Daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı ama bildiği bir şey vardı. Buna maruz kalmaktansa defalarca ölmeyi tercih ederdi.

Daha da korkuncu adamın çıkardığı bıçak adeta ışık saçıyordu etrafa. Kapkaranlık bu odada sanki güneş doğmuştu. Bıçak yaklaştıkça artan sıcaklığı anladığındaysa ağlamak üzereydi. Karnına girecek olan bu bıçak kızgın bir demir kadar sıcaktı şu anda. Teni ile bıçak arasında birkaç parmaklık uzaklık kala bir anda kapı ardına kadar açıldı. Maskeli surat durup arkasına baktı. Gardiyan gelmişti. Nedenini bilmiyordu ama bu onu mutlu etmişti. Çünkü gardiyan içeri girince İşkenceci toparlanmaya başlamıştı. İşkenceci gider gitmez Gardiyan mahkumu duvardaki zincirlerinden kurtardı ama ellerini arkadan bağladı.

"Bekleniyorsun."
"A... Anlamadım?"
"Sadece sana söylediklerimi yap."

Mahkumun gardiyanla tartışmaya zamanı yoktu. Ebedi acılarından kurtulmak için bir şansı olduğunu anlamıştı, bu yüzden de gardiyanı can kulağıyla dinlemeye karar verdi.

Boş koridorda ilerledikçe korkutucu ve tiksindirici bu zindandan uzaklaştığına sevindi. Şimdi yürüdüğü yol çok daha güzeldi. En azından önemli bir yere ait olduğu kesindi. Gardiyan mahkumu durdurdu.

"Odaya gir. İçerideki kıyafetleri üzerine giy. Aynanın yanında bir merhem var. Onu yaralarına sür. Ondan sonra buraya tekrar gel. Kaçmayı deneyebilirsin ama başaramazsın. Çünkü buradan kaçış yok."

Mahkumun kaçmak gibi bir niyeti yoktu nedense. Kendisine söylendiği gibi odaya girdi. Oda tek kelimeyle muhteşemdi. Duvarlar tamamen ahşaptı ama ağır bir zırhtan bile sağlam gözüküyordu. Giyeceği kıyafetler bir yatağın üzerinde duruyordu. Yatağa oturdu. Çok yumuşaktı. Sanki bir yatakta bile değildi. Kesinlikle zengin işiydi. Yatağın üzerindeki kıyafetler zırhtı. Hafif, altın kaplama bir zırh. Vakit kaybetmeden üzerini çıkardı. Gardiyanın söylediği gibi aynanın yanındaki merhemi yaralarına sürdü. Yaralar anında iyileşti. Çok şaşırmıştı. Büyülü bir merhem miydi bu? Yoksa özel bir karışım mı? Ne olursa olsun merhemi de yanında götürecekti. Zırhını kuşandı. Soylu bir şövalye gibi duruyordu aynanın karşısında. Zırhta bir sürü zekice düşünülmüş detay vardı. Fırlatma bıçaklarını saklamak için hazneler, eşyaları taşımak için konulan ama uzaktan görülemeyecek cepler... İşi bittiğinde odadan çıktı. Gardiyan ellerini bağlama gereği duymadan ona gitmesi gereken yolu işaret etti. Büyük, beyaz altından bir kapının önünde durdular.

"Buradan sonrası senin işin. Artık senle vedalaşıyoruz."

Gardiyanın suratına şaşkın şaşkın bakan mahkum bir şey söyleyemeden gardiyan tekrar konuştu.

"Sen yaşadığın sürece ben de bir insan gibi olacağım. Duygularım olacak, konuşabileceğim. Belki bir aile bile kurabilirim. Merak etme, bugün, burada ölmeyeceksin. Daha önünde birçok macera var. Kendine dikkat et. Ayrıca, teşekkürler."

Gardiyanın gözden kaybolmasıyla kapılar sonuna kadar açıldı. İçerisi bir şehir kadar büyüktü. Destansı bir havası vardı. Soğuk bir taht odasıydı. Grinin tonları bu odayı donatıyordu. En uçta bir adet taht vardı. Upuzun koridorun sonunda, Metalik renklerde bir taht. Taht'a yaklaştıkça oradaki figürü daha net görmeye başlamıştı. Aira'nın huzurundaydı. Afalladı, ana tanrıçanın onla ne işi olabilirdi ki? Kendisine dair hiçbir şey hatırlamamasının nedeni bu olabilir miydi? Peki ya onca kötü anı? Aklında sorular bir sinek sürüsü gibi vızır vızır dolaşırken ne diyeceğini bilemiyordu. Aklına gelen tek şey ana tanrıçanın önünde diz çökmekti.

"Hoş geldin, Jovarn." Ses bütün odada yankılanıyordu, daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Heyecan, korku, endişe, merak. Anlayabildiği duygulardan sadece bir kaçıydı bunlar.

"Seni buraya çağırdım. Çünkü çok ama çok önemli bir görevin var. Aklında sorular olduğunu biliyorum, ama şu anda bunları cevaplamak için uygun zaman değil. Lafı uzatmadan sana görevini vereceğim. Şu anda Kalradya adı verilen bir diyar telef olmanın eşiğinde. İnsanlar artık bizlere güvenmiyor, gücümüzü fark etmiyor. Bunları değiştirmemiz, Kalradya'yı eski haline getirmemiz lazım. Bunu da sen yapacaksın. İhtiyacın olan her yardımı alacaksın. Sana bir çok destansı yaratık ve silah eşlik edecek. Yapman gereken tek bir şey var."

Kadın sanki söyleyeceği şeyi yıllardır düşünüyormuş gibi duraksadı. Daha sonra da birbirine kenetlediği dişlerinin arasından sanki tükürürcesine konuştu.

"Escherion'u öldür." Escherion ismini söylerken hissettiği nefreti kör, sağır biri bile anlayabilirdi. Ne yapması gerektiğini öğrenmişti. Yapmak zorundaydı. Hiç tanımadığı, belki de tanıdığı ama unuttuğu bu kişiyi öldürmesi gerekiyordu. Aira böyle istemişti.

"Çıkabilirsin. Gardiyanın seni yönlendirecek."

Mahkum koca odadan çıkarken hiç kimsenin duyamayacağı bir sesle fısıldadı.

"Git. Git oğlum. Git ve onu öldür. Git ve babanı öldür."
 
Bu bölümde aynen güzel olmuş. Hatta daha güzel olmuş, yazı tarzını yavaş yavaş oturtacaksın, eminim.
 
Bir sonraki bölümde yeni bir karakter gelecek. Çok sevdiğim bir dostumla bu konuda konuştuk bugün ve kendisinin de teklifiyle hikayeye yeni bir karakter ekleniyor. Takipte kalın :wink:
 
Aira Yaroglek'e bilmesi gereken her şeyi söylemişti. Kimi bulması gerektiğini, nerede bulabileceğini, yardımına karşılık ne istediğini. Nordların Kalradya'dan sürülmesi ile Svadya'nın yemi olmaya bir adım daha yaklaşak Yaroglek Aira ne isterse yapardı. Bu yüzden adını bilmediği ama tehlikeli olduğunu bildiği bu Escherion'u durduracaktı. Ne pahasına olursa olsun. Hem zaten Aira ondan öncelikle krallığını kurtarmasını istemiş, ona iki kahraman vaat etmişti. Yani Escherion denen adamı düşünmek için daha çok zamanı vardı. Önce Jeoffrey'i bulması gerekiyordu. Aira bunu nasıl yapması gerektiğini de ona söylemişti. Çok şanslıydı, düşünmesi gereken her şeyi ana tanrıça onun için düşünmüştü.

Kont Mirchaud'un kibirli kafasının bedeninden ayrılmasını zevkle izledi. Bu dili büyük, boş konuşan, etrafa tehdit sallamaktan başka bir yeteneği olmayan adamı hiç sevmezdi zaten. Ancak bu Svadya Krallığı'na taarruz için bir sebep vermesi anlamına gelmişti. Trovion'un görevini hızla tamamlaması gerekecekti.

Yaroglek, Boyarların donup kaldığı konseye baktı ve sessizliği bozdu:

"Aira bize zaferi müjdeledi. Svadyalılar ile savaştığımızda, her şey bizim lehimize işleyecek. Zaman bizim yanımızda. Tanrılar bizim yanımızda. Aira onları zor durumlarda bırakacak, ilerleyişlerini yavaşlatacak. Bize iki tane yiğit savaşçı verecek. O, bizi ödüllendirecek."

Boyarlar sevinç çığlığı atmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Zaten tanrılara sadık olan Vaegirlerin sonunda kazanabilecekleri en büyük müttefiki kazanmaları boyarlar için savaşın bittiği anlamına geliyordu. Svadyalılar darmadağın olacaktı.

"Ancak, Aira'nın bizden bir isteği var. Karanlık İmparator'un son Veliahtı olan Escherion'u öldürmemiz. Zor bir görev olacak ama önümüzde bunu düşünmek için çok zaman var."

Karanlık İmparator lafını duyanlar endişeyle dolsa da bu sorunu düşünmek için hala zamanları olması biz nebze rahatlatıcıydı. Ayrıca Aira iki tane kahraman vaat etmişti. Yani Escherion denen kişi de çok sorun olmayacaktı herhalde.

"Aira ilk savaşçıyı Uxkhal Şehri'nde bulabileceğimizi söyledi. Bu yüzden bu göreve layık gördüğüm kişi yanında en fazla 10 askerle gidecek ve kendilerini gizleyecekler. Trovion, yanına 10 kişi al ve Uxkhal şehrine yola çık. Düşmanlarımızın diyarlarında gezeceksin evlat. Dikkatli ol."

Kısa bir duraklamadan sonra Yaroglek devam etti:

"Biz ize düşmanlarımızın dikkatini dağıtmak için, Dramug Kale'sine asker konumlandıracağız. Böylece Svadya'lıların dikkatini Başkentimizden çekmiş olacağız. Tanrılar hepimizle olsun."

Konseyin Yaroglek tarafından dağıtılmasından sonra Trovion, kafasındaki soru işaretlerini gidermek için Kral ile konuşmak istedi. Ancak tanrıların planlarını Krallarla paylaşmadıklarını hatırlayarak bu düşüncesinden vazgeçti. Bir an önce Uxkhal Şehri'ne varmalıydı. Yanına 3 Vaegir Nişancısı, 3 Vaegir Şövalyesi ve 4 tane de Vaegir Muhafızı aldı. Kendilerini birer tüccar gibi göstermek amacıyla bir kervan aldılar. 3 Şövalye ve Trovion kervanı koruyan atlılar olacaktı, Nişancılar ile Muhafızlar ise iki tane at arabasına dağıtılacaklardı. Ağır zırhlarını arabaların içinde saklayacak, yanlarında az sayıda silah taşıyacaklardı. Öndeki Arabaya Muhafızları, arkadakine ise Nişancıları yerleştirdiler ve bol sayıda erzak ile arabaları doldurdular. Bu erzaklar hem onları tüccar gibi gösterecekti, hem de yoldaki ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Trovion ile bir tane Şövalye öndeki arabanın iki yanına konumlandılar, diğer iki şövalye ise onları takip edecek şekilde yerlerini aldılar. Reyvadin şehrinden yaşlıların duaları, gençlerin coşkulu kutlamaları arasında çıkarken Trovion, şehre bir kez daha baktı. Acaba bu şehri bir daha görebilecek miydi? Ya da geri geldiği zaman bu şehir başkalarının eline mi geçmiş olacaktı? Hiç bilmiyordu. Bildiği bir tek şey vardı. O da artık geri dönüş yoktu.

Kervan Reyvadin Şehri'nden oldukça uzaklaşmıştı artık. İlk durakları Knudarr Kalesine yakın bir yerde olan Mechin köyüydü. Knudarr Kalesi'ne yaklaşıp oradan köye giderlerse hem onlar için kolay bir yolculuk olurdu, hem de haydutlarla uğraşmak zorunda kalmazlardı. Ancak kendilerini küçük çaplı bir kervan gibi saklamış olsalar bile çok fazla Svadyalı gözü üzerlerinde görmek istemezlerdi. Bu yüzden daha tehlikeli olan yerden gideceklerdi köye, ormandan. Orman haydutlar için muhteşem bir yerdi. Hem saklanması kolay bir yerdi, hem de devriyeler bile ormana fazla uğramazdı. Bu yüzden haydutlar Mechin Köyünün üst tarafındaki ormanda kendilerine bir in yapmışlardı bile. Trovion onları mümkün olduğunca çabuk aradan çıkartmalıydı.

Öğlen güneşine rağmen hava oldukça serindi. "Herhalde bu da Aira'nın bize bir hediyesi" diye düşündü Trovion. Çünkü son 1 aydır bu topraklarda rüzgarın estiğine hiç şahit olmamıştı. Köylülerin "kuru yaz" dedikleri bir şeydi bu. Ancak şu anda ise askerler kendi evlerindeymiş gibi rahattı hava konusunda.

Güneşin batmasına birkaç saat kala ormanın tehlikeli bölümüne yaklaştılar. Atların ayak sesleri ve arabaların tekerleklerinin sesleri dışında hiçbir şey yoktu. Bu fazlasıyla tehlikeliydi. Çünkü bu saatlerde genelde kuşlar hala ötüyor olurdu, baykuşlar ise ağaçlardaki yerlerini yavaş yavaş almaya başlarlardı. Ama şu anda, sanki orman ölmüştü. Trovion huzursuzca etrafına baktı. Etrafta muhteşem görünüşlü ağaçlar dışında hiçbir şey yoktu. Dallar, çok iyi birer saklanma yeri oluşturabilir gibi duruyordu. Yol olması gerekenden daha iyi gözüküyordu. Trovion rahatsız oluyordu. Nedenini bilmediği bir rahatsızlık. Belki hastalığı yüzündendi bu. Ona kendini tehlikedeymiş gibi hissettiriyordu belki de? Peki ya gerçekten tehlikedeyseler?

Trovion istemsice bir ağacın dalına baktı, orada aradığı şeyi gördü. Bir haydut. Ağacın gür ve bol yaprakları arasında gizlenmişti ama yayına taktığı okun ucu güneş ışığında parlıyordu. Trovion onu görmemiş gibi davranmaya karar verdi. Ne de olsa yayın ipini serbest bıraktığında aralarından birini öldürebilirdi. Trovion etrafa baktığında durumun sandığından daha da kötü olduğunu gördü. Neredeyse her ağacın başında biri vardı. Hemen bir çözüm üretmeliydi.

Trovion kafasından planlar yaparken birden yola biri çıktı. Kervanı durduran adam, Trovion'a dönerek sordu:

"Yolunuzu mu kaybettiniz beyim?"

"Hayır. İşim gereği bu ormandan geçmem gerekiyor."

Aldığı cevaptan memnun kalan adam şansını biraz daha zorlamaya karar verdi.

"Sanırım bu ormanın bizim evimiz olduğundan haberiniz yoktu değil mi?"

Trovion biraz duraksadı. Ne söylemesi gerektiğini düşündü. Ancak aklına hiçbir şey gelmiyordu.

"Buranın sizin eviniz olduğundan haberim yoktu. Rahatsızlık verdiğimiz için özür dileriz. Zaten birkaç biz de ormandan çıkmak üzere gidiyorduk."

"Anlıyorum beyim. Ancak, bize geçiş için biraz ücret ödemek zorundasınız. Ya da kervanınızdaki erzağın yarısını alabiliriz."

Ağaçların tepelerindeki haydutlar kendilerini açığa çıkardı. Belki 20 tane, belki de 30 tane vardılar. Trovion bu durumla baş edemeyeceklerini biliyordu. Bir şeyler yapmalıydı.

Birden yeri göğü inleten bir kurt uluması duydular. Haydutlar bir anda gözden kayboldu. Yollarına çıkan adam bile kaçmaya başladı. Demek ki bu kurt tehlikeli bir şeydi. Kervan'ı harekete geçirmeye fırsat bulamadan yollarına çıkan adamın acı içindeki çığlığını duydular. Daha sonra adamın kaçtığı yönden simsiyah bir kurt Trovion'un önüne atladı. Kurt neredeyse bir at kadar büyüktü. Kan kırmızısı gözleri ile yeni parçaladığı avının kanının dişlerinde oluşturduğu desen çok uyumluydu. Kurt kaskatı kesilmiş saldırmak için bekliyordu. Sanki birinin emrini bekliyordu saldırmak için.

"Otur!"

Sesin geldiği yöne bakan Trovion altın zırhlı birini gördü. Adamın zırhı güneş gibi parlıyordu. Kemerine yerleştirilmiş kınında bir kılıç ve sırtına yerleştirdiği bir yayı vardı savaşçının. Savaşçının yayı vardı ama sadağı yoktu. Bu nasıl olabilirdi ki? Sırtındaki yay da Vaegir destanlarında anlatılan "Shard"a çok benziyordu. Sargoth şehrine ismini veren Tanrı-Kral Sargoth'un işini bitiren Vaegirli bir savaşçının efsanevi yayı "Shard". Acaba bu olabilir miydi? Eğer öyleyse karşısındaki adam kim idi?

Adam sanki Trovion'un zihnini okumuş gibiydi.

"Evet, bu yay o yay. Ayrıca ismimi de söyleyeyim. Ben Jovarn."

Trovion sanki bu adamı tanıyor gibiydi. Etkilendiğini belli etmeden konuştu.

"Ben Trovion. Vaegir Kralı Yaroglek'in emri üzerine Aira'nın bize vaat ettiği savaşçıları bulmaya gidiyorum."

Jovarn bir süre düşündü ve ondan sonra bu cevaptan mutsuz kaldığını belli edercesine konuştu.

"Demek seninle gelmek zorundayım. Yazık, bir süre daha bu haydutları altına yaptırabilirim diye düşünüyordum. Evet, sanırım Uxkhal Şehrine gidiyorsun?"

Trovion artık şaşırmıyordu. Ölümsüzler ilginç canlılardı. O da buna alışmıştı. Yabancıyı ilk arabaya aldılar. Yollarına devam edeceklerdi. Daha Uxkhal Şehrine gelmelerine çok vardı.

************​

Kral Harlaus, Dhirim'de krallığına ziyafet verirken heyecanlı ve fazlasıyla umutluydu. Ordusu çok güçlüydü, askerler savaş isteğiyle yanıp tutuşuyordu, zırhları, kılıçları, arbaletleri, atları, atlarının zırhları... Hepsi diyarın en iyilerindendi. Her şey zaferini işaret ediyordu.

Şarapların içildiği, naraların ve diğer krallıkları hor gören hakaretlerin havalarda uçuştuğu bu ziyafette herkesin yanakları alkolün sıcaklığıyla pespembe olmuştu, herkes coşkuluydu. Reyvadin Şehri'nden Kont Mirchaud ile uşağının geldiği duyuruldu. En azından Mirchaud kutlamayı kaçırmamıştı.

Mirchaud'un uşağı içeri girdi. Herkesin gözleri Mirchaud'u aradı ama kimse onu göremedi. Bir terslik mi vardı yoksa? Uşağın gözlerinde korku vardı. Ne olmuştu? Vaegirler Kont Mirchaud'a bir şey mi yapmıştı yoksa? Vaegirler savaş istemediklerini söylememişler miydi?

Uşak hiçbir söz söylemeden Harlaus'un önüne bir kutu koydu. Kutu kenarları altın olan bir sandık şeklindeydi. Oldukça kaliteli ve pahalı gözüküyordu. Harlaus, uşağa kutuyu açmasını emretti. Uşak kutunun üst kapağını tuttu, bir süre o şekilde bekledi. Daha sonra kapağı kaldırdı.

Kapağı kaldırmasıyla odaya çürük bir koku dolması bir oldu. Harlaus'un yüzündeki dehşeti görenler yavaşça kutuya doğru yöneldi. Belki on belki on beş saniye içinde herkes dehşet içinde kalmıştı. O pahalı kutunun içinde Kont Mirchaud'un bedeninden ayrılmış kafası duruyordu. Çürümeye yüz tutmuş, gözleri oyulmuş, dili kesilmişti. Kafasına da Harlaus'un tacına benzer bakır bir taç takılmıştı. Bu 6 krallığın ilk zamanlarında göçebe barbarların, Vaegirlere savaş ilan edişinin tıpatıp aynısıydı. Yaroglek, Harlaus'a açıkça meydan okumuştu. Harlaus hiddetle ayağa kalktı, Mirchaud'un uşağına sordu:

"Yeri söylediler mi?"

"Dramug Kalesi ile Tilbaut Kalesi'nin arasındaki düzlük arazide bekleyeceklerini söylediler kralım."

Harlaus, uşağa çekilebilirsin anlamında işaret verdi. Harlaus'un gözünü kan hırsı bürümüştü. Taktiksel düşünmeyecekti. Bütün diyardaki en iyi ekipmanlar, en güçlü ordu ondaydı. Vaegirler onları tuzağa düşürse bile Harlaus zafer şarabını Yaroglek'in kafatasından içecekti. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Vaegirlerin hepsini kılıçtan geçirecekti. Bütün yayaları, Svadya Atlarının toynakları altında ezilecekti.
 
Yine bomba gibi bir bölüm olmuş.Tebrik ederim.Devamını bekliyorum  :smile:
 
Bravo, çok güzel olmuş bu bölüm. Ayrıca benim ricamı kırmayıp karakterimi kullandığın için teşekkürler. Cuk diye oturmuş bölüme bence, fazla bekletme bizi, kızarım bak :smile:
 
Quiksilver] [quote author=Homerøs said:
Bravo, çok güzel olmuş bu bölüm. Ayrıca benim ricamı kırmayıp karakterimi kullandığın için teşekkürler. Cuk diye oturmuş bölüme bence, fazla bekletme bizi, kızarım bak :smile:
Tamamdır abi :smile:
[/quote]Bu arada 2 hafta sonra vizelerim başlayacağından, haftaya yazıp ondan sonra ara vermek zorunda kalacağım. Haberiniz ola.
 
Merhaba arkadaşlar. Şu aralar vize sınavları, ders notları, Han'da yapılması planlanan etkinlik vesaire derken baya bir işim var. Tahminen 3 hafta boyu yeni bir şeyler yazmayacağım. Vakit bulursam yazmaya çalışacağım ama yazamazsam da özür dilerim. Şu aralar önceliğim üniversite ve etkinlik'te.
 
Back
Top Bottom